Sadi SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadi SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2017 Cumartesi

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 9


 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 9



ULUSLARARASI MÜDAHALELER ACHESON PLANLARI

1963 saldırılarından sonra devreye giren ABD ve İngiltere 31 Ocak 1964’de ortak bir plan sunar. Buna göre, adaya 10 bin kişilik bir NATO birliği gelecek, bu arada bin 200 kişilik bir ABD birliği de Türk, Yunan ve İngiltere birliklerine katılacak, bu birlikler bir İngiliz Komutanın emrinde olacak ve NATO tarafından bir arabulucu tayin edilecektir. Planın Makarios tarafından reddinden sonra, ABD Dışişleri Bakanı George Ball tarafından sunulan bir diğer barış planını da, yine Makarios beğenmez. Birkaç ay sonra ise Makarios, 4 Nisan 1964’de ittifak anlaşmasını feshettiğini açıklar. Bu gelişmelerin ardından 15 Temmuz 1964’de ABD, Acheson aracılığı ile bir başka plan sunar.  Plana göre, Karpas’da ada yüzölçümünün yüzde 5’ini oluşturan bir bölge üs olarak Türkiye’ye verilecek, buna karşılık Türkiye Enosisi kabul edecekti. Ayrıca Kıbrıs 6 yerel yönetime ayrılacak, bunlardan ikisi Türk denetiminde bırakılacaktı. Enosis’e karşılık Meis adası Türkiye’ye bırakılırken, Kıbrıslı Türklere azınlık hakları tanınacaktı.
Makarios, bunu da, “Enosis’i şartsız olarak öngörmediği” gerekçesiyle reddeder. Yunanistan’ın sunduğu planda ise, El-Greco burnunda 32 kilometrekarelik bir alanın, 25-30 yıllık bir süre için Türkiye’ye üs olarak verilmesi ve Türklere azınlık hakları teklif edilir. Bu kez reddeden taraf Türkiye olur. Bunun üzerine Ağustos ayı içinde Acheson’un ikinci planı gelir. Buna göre Komikebir’in 2 mil batısından geçen bir Kuzey-Güney çizgisinin doğusu, yaklaşık 200 milkare, 50 yıl için Türkiye’ye kiraya verilecekti. Ada Türklerine azınlık hakları tanınacak ve Lefkoşa’da Türk işlerine bakan bir yüksek memur bulunacaktı. Ada ise Yunanistan’a bırakılacak, ancak Türk hakları ABD garantisi altına alınacaktı. Türkiye, “prensip olarak”, Makarios da yine  “kayıtsız ve şartsız Enosis” öngörmediği için bu planı kabul etmez.

PLAZA RAPORU VE İLK FEDERASYON TEKLİFİ

Acheson’un başarısızlığa uğramasından sonra, Galo Plaza’nın teklifleri gündeme gelir. Galo Plaza, Ekvator Devlet Başkanı’dır. BM Güvenlik Konseyi kararı ile   arabulucu olarak atanan Sakari Tumioja’nın 9 Eylül 1964’de ölümü üzerine 16 Eylül 1964’de arabulucu olarak görevlendirilir. Plaza, taraflarla bir dizi temas yapar. Bu temaslarda Rumlar, “Kıbrıs’ın üniter devlet olmasını, garanti-ittifak anlaşmalarının kaldırılmasını, Türklere azınlık hakları ve bazı konularda muhtariyet verilmesini kendilerine ise self-determinasyon hakkının tanınmasını” isterler. Türkler ise, 1960 anlaşmaları ile kurulan düzene, coğrafî bir temel sağlanmasını isteyerek, ilk kez resmi bir coğrafîk federasyon teklifinde bulunurlar.  
Plaza raporu, taraflara 26 Mart 1965’de sunulur ve BM Güvenlik Konseyi önüne gelir. Plaza, Rum görüşlerini benimseyerek, Türklere azınlık haklarını önermiş, anlaşmayı beğenmeyen Türklerin de Türkiye’ye göç edebilmesini öngörmüştür. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri buna karşı çıkarak, Plaza’nın yetkisini aştığını, rapor yerine, görüş-öneri sunduğunu ve arabuluculuk yetkisinin sona erdiğini duyurur. Görüldüğü gibi federasyon görüşünü ilk kez ortaya atan ve bunu istikrarlı bir şekilde 1965’den itibaren savunan Türk tarafı olmuştur.

TÜRK MİLLETVEKİLLERİNİN MECLİSTEN KOVULMASI

Bu arada Rumlar, Türk milletvekillerinin devlete isyan ederek, Meclisten kaçtıklarını iddia etmektedir. Gerçekte Türk milletvekilleri ölümle tehdit edilerek, Meclisten kovulmuşlardır. 1963 saldırıları üzerine, can güvenliği nedeni ile Meclise gidemeyen Türk milletvekilleri, ortalığın biraz sakinleşmesinden sonra Meclise dönmek istedikleri zaman, Rum yönetiminden aldıkları cevap, “Gelirseniz can güvenliğinizi garanti edemeyiz” olur. Bu durum 1965 yılı yaz aylarına kadar devam eder. 50 kişilik ortak Meclisin 35 üyesini oluşturan Rum milletvekilleri Anayasaya aykırı olarak tek başlarına toplanıp, gayrı meşru kararlar alırlar. Yine Anayasaya aykırı olmasına rağmen, Rum Milli Muhafız Ordusu yasası çıkartılıp, yasa dışı bir ordu kurulur. Polis, jandarma ve belediye yasaları değiştirilir. Türk halkının, Anayasada tanınan hakları gasp edilir.
21 Temmuz 1965’de ise Seçim Yasasının değiştirileceği ilan edilir. Getirecekleri değişikliklerde, sadece Rum Cumhurbaşkanının, Rum Bakan ve Milletvekillerinin görev süresinin uzatılması, öngörülmektedir. Yapacakları ikinci önemli değişiklik ise Türk ve Rum milletvekili adaylarının tek bir listeden seçime girmeleri, bu listelere Rum ve Türklerin birlikte oy vermesi ve ayrı seçim bölgelerinin birleştirilmesidir. Bunun anlamı Türk adayların ayrı liste çıkarma ve Türk halkının kendi temsilcilerini seçme haklarının fiilen yok edilmesiydi. Birleşik listelerden aday olacak Türklerin hiç bir zaman seçilme şansı olmayacaktı. Çünkü Rumlar nüfus olarak çoğunluktaydı. Bunun bir diğer anlamı da Türk adaylarını, Rum partilerinden seçime girmelerini zorlamaktı. Böylece Türk halkının özerkliği, meclisteki temsil hakkı, politik eşitliği ve tüm anayasal hakları fiilen yok edilerek, devlet Rumların egemenliğinde üniter bir yapıya büründürülecek ve Türkler de Maronit, Ermeni, Lâtinler gibi önemsiz birer azınlık durumuna indirgenecekti. Türk Milletvekilleri bu anayasa dışı tutum karşısında 22 Temmuz 1965 tarihinde yeniden Meclis Başkanı Klerides’e başvurarak, Meclis  çalışmalarına katılmalarına imkan sağlanmasını isterler. Klerides bu isteği reddeder. Bunun üzerine BM Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisini arabulucu koyan Türk Milletvekilleri, Klerides’den randevu talep ederler. 23 Temmuz 1965 sabahı Türk milletvekilleri, BM Barış Gücü’nün koruması altında Rum işgali altındaki bölgeye geçip Klerides’le görüşürler. Klerides, Meclis çalışmalarına katılmalarının 3 şartla mümkün olacağını belirtir:

Türk milletvekilleri, Rum temsilcilerin 1963-1965 döneminde tek başlarına geçirdiği anayasaya aykırı olan tüm yasaları tanıyacaklardı.
Bundan böyle geçirilecek yasalarda veto ve ayrı oy çoğunluğu haklarını kullanmayıp, Meclis’teki Rum çoğunluğun kabul ettikleri yasaları olduğu gibi onaylayacaklardı.

Seçim yasasında yapılacak değişiklikle, diğer önemli bazı yasalarda yapılması tasarlanan değişikliklere engel olunmayacaktı.

Tüm bunların anlamı, Türk halkının daha önce reddettiği 13 değişiklik maddesinde öngörülen, azınlık statüsüne indirgenme, devletin tümü ile bir Rum Devletine dönüşmesi, Enosisin önündeki engellerin  kaldırılması ve o güne kadar anayasaya aykırı olarak yapılan değişikliklerin onaylanıp, anayasa dışı eylemlere ortak olmanın kabul edilmesiydi. Bir başka deyişle iki yıllık direnişten sonra teslim olmaktı. Türk milletvekilleri, bu anayasa dışı koşulları kabul etmeyerek, Meclis çalışmalarına katılmalarının anayasal hakları olduğunu ve Meclise geleceklerini söylerler. Klerides’in cevabı, “Eğer gelirseniz, sizi fiziki güç kullanarak içeriye sokmam” olur.

Ertesi gün yayınlanan Rum gazeteleri, Türk Milletvekillerinin “Meclisten kovulduklarını” duyurur. Türk Milletvekilleri ve Cemaat Meclisi üyeleri bu durum üzerine bir toplantı yaparak, 24 Temmuz 1965’de ikinci bir yasama meclisi oluşturup, Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile Türk Milletvekillerinin görev sürelerini uzatan ayrı bir yasa yaparlar. Bu yasa 26 Temmuz tarihinde Dr. Fazıl Küçük tarafından imzalanarak, basılan bir Resmi Gazete’de yayınlanıp, yürürlüğe girer. 1 no’lu Resmi Gazete işte bu kararın yer aldığı gazetedir ve Kıbrıs’ta resmen iki ayrı yasama meclisinin kurulduğu tarihi anlatır. Rumlar ise 23 Temmuz 1965’de öngördükleri değişiklikleri kendi aralarında onaylayıp, ayrı bir Resmi Gazete’de yayınlarlar. Rumların bu tutumu Türkiye, İngiltere ve BM Güvenlik Konseyi tarafından tanınmayarak, kınanır. Türkiye ve İngiltere Makarios’a birer sert nota verir, ama o bildiğini okumaya ve yarattığı emrivakileri kalıcı hale getirmeye devam eder.

İşte Kıbrıs’ın ilk resmi bölünmesi böyle olur.

1963’de başlayan fiili bölünme, 1965’de Rumların zorlaması ile resmi bir bölünmeye dönüşmüştür. İlk günler Makarios’un bu emrivakilerini tanımayan ülkeler, zaman içinde sessizce tanımaya ve bir Rum devletine dönüşen Makarios’un gayrı meşru yönetimini, Türk-Rum ortaklığına dayanan meşru yönetimmiş gibi tüm Kıbrıs’ın yasal hükümeti olarak kabul etmeye başlarlar. Dünyanın kendi çıkarları gereği gerçekleri görmek istememesi, Kıbrıs’ın bölünmesi ve sorunun kangren haline gelmesinin başlıca sebebidir.

KATLİAMLAR VE SONRASI 

Ada’daki dönüm noktalarından birisi de 15 Kasım 1967’de Grivas liderliğindeki Rum-Yunan ordusunun Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırısıdır. BM Barış Gücü askerlerinin gözleri önünde 28 kişiyi öldüren, yaşlı bir ihtiyarı canlı canlı üzerine benzin dökerek yakan, köyleri yağmalayan ve tüm köylüleri esir alan Rum-Yunan Kuvvetleri, Türkiye’nin çok sert tepkisi ile karşılaşır. Türkiye Trakya, Ege ve Mersin bölgelerine asker kaydırmaya başlar. Türk donanması Kıbrıs’a gitmek üzere denize açılır, savaş uçakları işgal edilen köyler üzerinde uyarı uçuşları yapmaya başlar.
I7 Kasım’da toplanan TBMM, köylerin boşaltılmaması ve Yunan askerlerinin, geri çekilmemesi halinde adaya müdahale ve gerekirse Yunanistan’la savaş kararı alır. ABD, İngiltere ve Kanada her zaman olduğu gibi yine devreye girerek, Türk müdahalesini önlemeye çalışır. 24 Kasım’da toplanan NATO Bakanlar Kurulu, iki üyesinin savaşmaması için, konuyu görüşür. Sonuçta da Türkiye’nin istediği şartlar kabul edilir. Bundan sonra Grivas adadan ayrılır, Yunanistan’ın gizlice adaya soktuğu askerlerden 12 bini geri çekilir, sürgünde olan Denktaş’ın adaya dönmesine izin verilir, işgal edilen köyler boşaltılır ve esirler serbest bırakılır, Türk bölgelerine uygulanan kuşatmalar gevşetilir. Türk bölgelerini korumak üzere Barış Gücü’nün yetkileri ve sayısı artırılır. Bu arada işgal edilen köylerin halkının zararları tazmin edilecek, Rum Ordusu dağıtılacak, toplumlararası görüşmeler başlayacaktı. Ne var ki, ne tazminatlar ödenir, ne de Rum Ordusu dağıtılır. Rumların tehlike geçtikten sonra anlaşmalara uymadığı bir kez daha görülür. 

KIBRIS TÜRK YÖNETİMİ

Kıbrıs Türkleri, Cumhuriyetten dışlanınca devletsiz kalır ama 1964 yılı Ocak ayının ilk günlerinde yönetim işini yüklenecek genel komite adlı bir organ oluşturulur. Komitenin Başkanı Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’tür. Komite, 1967 yılına kadar  zorunlu yasama ve yürütme görevlerini yerine getirir. Geçitkale saldırılarından sonra 28 Aralık 1967’de Geçici Türk Yönetimi ilan edilir, Başkanlığa Dr. Küçük, Yardımcılığına da Cemaat Meclisi Başkanı Denktaş getirilir. Temsilciler Meclisi ile Cemaat Meclisi üyeleri de Türk Yönetimi Meclisi olarak görevlendirilir. Başbakan ve Yardımcısı dışında 11 kişilik Yürütme Kurulu, Bakanlar Kurulu olarak göreve başlar. Hemen ardından, 4 yıllık sürgün biter ve Denktaş, 13 Nisan 1968’de adaya döner.
Geçici Türk Yönetimi, bir süre sonra, ismindeki “geçici” ifadesi düşürülerek, “Kıbrıs Türk Yönetimi” adını alır. 1973 yılında da seçimler yapılarak, yönetim yenilenir. Cumhurbaşkanı Yardımcılığı ve Türk Yönetimi Başkanlığını Rauf Denktaş tek aday olarak üstlenir. Bu durum, otonom Türk yönetiminin ilan edildiği 1974 yılına kadar devam eder. 

EOKA B’NİN HEDEFİ SİLAHLI ENOSİS

1968 yılı içinde başlayan toplumlararası görüşmeler sürerken, Kıbrıs Rumlarında iki görüş ön plana çıkar. Bunlardan ilki, ani bir askeri harekatla Kıbrıs Türk direnişini kısa yoldan kırıp, Enosisi ilan etme, diğeri ise uzun vadeli bir program çerçevesinde ekonomik ve siyasi baskılarla Türk direnişini kırma ve yine Enosise ulaşmadır. İlk görüşü eski EOKA’cılar ve cunta yanlısı güçler, diğerini de askeri bir harekatın Türk müdahalesi ile başarısızlıkla sonuçlanacağını iyi bilen Makarios savunmaktadır.  Kıbrıs’ta, üstelik de BM, AB gibi uluslararası kuruluşlar başta olmak üzere birçok ülke tarafından desteklenen ve yıllardır süren ambargo ve siyasi baskılar, halen Makarios’un görüşünün yürürlükte olduğunu, kısacası uzun vadeli enosisin gerçekleştirilmesinin kararlaştırıldığını göstermektedir.   
Enosis konusunda askeri kısa yolu tercih edenler Eoka’yı canlandırarak, “Eoka-B” adlı cunta destekli ve Yunanistan tarafından yönetilen gizli bir örgüt kurarlar. Gizli örgüt, adada bulunan ve Rum Ordusunu da yöneten Yunanlı subayların kontrolündedir. İlk etkili eylem olarak 1970 yılı Mart ayı başlarında Makarios’un bindiği helikoptere ateş edilir. Helikopter zorunlu iniş yapar ve Makarios kurtulur. Bunun üzerine 11 eski EOKA’cı tutuklanır, İçişleri eski Bakanı Yorgacis bu olaydan sonra şüpheli şekilde öldürülür. 28 Ağustos 1971’de ise Grivas gizlice adaya döner ve Eoka-B’nin başına geçer. Silahlı çatışmalar, sabotajlar başlar. Grivas, Enosis demeçleri verir. Makarios, 21 Şubat 1971‘de Grivas’a bir mektup yazarak, işbirligi yapmalarını ister, ancak Grivas bunu reddeder. 29 Ekim 1971’de bir açıklama yapan Makarios, “Bütün Yunan hükümetlerinin rızası bulunduğu takdirde, Enosisi ilan etmekte tereddüt etmeyeceğini, fakat bu tür bir girişimin başarısına ve başarısızlığına yol açacak çeşitli faktörler makul olarak değerlendirildikten sonra bunun imkansız olduğunu” gördüğünü duyurur. Makarios’u devirip kısa yoldan Enosis’e ulaşmayı isteyen Eoka-B ise, sabotajl, şiddet ve terör eylemlerini arttırır. Makarios, 31 Ocak 1973’de yaptığı açıklamada, Eoka-B’nin eylemlerini ” Enosis’in mezar kazıcıları” olarak nitelendirir. 

MAKARİOS’UN “TERÖR” MEKTUBU

Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Milli Muhafız Ordusunun lojistik desteği ile her geçen gün artan şiddet olayları karşısında Makarios, kendisine bağlı kişilerden bir yedek polis birliği oluşturur. Bu birliklerle, Eoka-B arasında şiddetli çarpışmalar meydana gelmeye başlar. Makarios, Yunanistan Cumhurbaşkanı Fedon Gizikis’e hitaben kaleme aldığı 2 Temmuz 1974 tarihli mektupta özetle şunları söyler: 
“Büyük bir üzüntüyle sorumluluğu Yunanistan Hükümetine ait olduğuna inandığım Kıbrıs’taki bazı kabul edilmez durum ve olayları gözler önüne sermek zorundayım. General Grivas’ın Kıbrıs’a kaçak olarak gitmesinin, Atina’daki bazı çevrelerin desteği ve daveti üzerine gerçekleştiğine dair söylenti ve kanıtlar var. Ne var ki ilk geldiği günden itibaren, Milli Muhafız Kuvvetlerinde görev yapan Yunanlı subaylarla görüşüp, onların da desteğiyle sözde Enosis için savaşarak, yasa dışı bir örgüt kurmak için faaliyete geçtiği kesindir. Ve Kıbrıs için birçok kötülüğün kaynağı olan, Eoka-B cinayet şebekesini kurdu. Yasadışı ve ulusal çıkarlarımıza zararlı, iç cephede bölünmelere ve uyumsuzluklara yol açıp, Kıbrıs Helenizmini iç savaşla karşı karşıya getiren, bir örgütün neden Yunanlı subaylar tarafından desteklendiğini ve aynı şekilde, bu desteğin ne oranda Yunan Hükümeti tarafından onaylandığını birçok kere kendi kendime sormuşumdur. İnkar edilemeyecek tek olay, Yunan subayları tarafından Eoka-B’ye sağlanan destektir. Belli ve inkar edilmez bir başka olaysa, Eoka-B’nin canice faaliyetini destekleyen Kıbrıs’taki Yunan basınının, Atina’dan mali yardım gördüğü ve izleyeceği çizginin Yunan istihbarat Teşkilatı (KİP) ve Genelkurmay bürosu tarafından belirlendiğidir. Yunan hükümetine, bazı subayların tutum ve davranışlarından dolayı şikayette bulunduğumda her seferinde, bana bunların Kıbrıs’tan geri çağrılmaları için isimleriyle ve işledikleri suçları belirterek, ihbar etmemi istedikleri doğrudur. Bunu yalnız bir sefer yaptım. Kötülüğün kökünün çok derin olduğunu ve Atina’ya kadar vardığını söylemekle üzüntü duyuyorum. Daha da açık Yunanistan’daki üyelerin, Eoka-B tedhiş örgütünün hareketlerini destekleyip, yönettiklerini söylüyorum. Askeri rejimin suçluluğunu, Eoka-B yöneticilerinin üstünde bulunan belgeler ispatlıyor. Milli Merkez tarafından, bu örgütün bakımı için bol miktarda para yollanıyordu, yani genel olarak herşey Atina’dan yönetiliyordu. Bu belgelerin gerçekliği tartışma konusu yapılmaz. Ne var ki Milli çıkarlar uğruna sessizliğimi korudum. Kıbrıs Kilisesinde büyük bunalımlara yol açıp, sonra da görevlendirilen üç Pisikopos’a hakim olan kurnaz kötü niyetin de doğum yeri yine Atina’dır. Bu konuda hiç bir açıklamada bulunmadım. Yalnızca bütün bunlar niye diye düşünüyorum ve eğer bunun Kıbrıs’ta sürmekte olan dramdan tek acı çeken ben olsaydım, Yunan hükümetlerinin rolü ve sorumluluğu konusunda yine susacaktım. Ama bundan tüm Kıbrıs Helenizmi etkilenmektedir.  Kıbrıs’taki devlet temellerini yıkma çabalarında Yunanistan hükümetinin sorumluluğu büyüktür. Kıbrıs devleti ancak Enosis durumunda dağılmalıdır.
Milli Muhafız Kuvvetleri bugünkü yapısı ve üyelerinin niteliği yüzünden amacından sapmış yasadışı hareketlerde bulunan kişilerle, devlete karşı komploların hazırlandığı merkez ve Eoka B’yi destekleyen kaynak haline gelmiştir. Milli Muhafız Kuvvetleri’nin bu sapmasından da Yunanlı subaylar sorumludur. Yunan hükümetinin bir işareti üzerine bu üzücü durum sona erebilirdi.  Ne var ki Yunan hükümeti böyle bir harekette bulunmamıştır. Milli Güvenlik Muhafız Kuvvetlerinde görev yapan Yunanlı subayların geri çağrılmalarını rica ediyorum. Bu subayların Milli Muhafız Kuvvetlerinde kalıp, onları yönetmeye devam etmeleri halinde Lefkoşa-Atina ilişkileri zarar görebilir.  Umarım bu arada, Atina tarafından Eoka-B faaliyetlerine son-vermek için gerekli emirler verilmiştir, çünkü, eğer bu örgüt kesin şekilde dağılmazsa yeni bir şiddet ve cinayet dalgası görülebilir.  Yunanistan hükümeti ile işbirliğimi kesmek niyetinde değilim. Ne var ki, benim Yunanistan’ın Kıbrıs’a atadığı vali değil, Helenizmin büyük bir bölümünün seçtiği önder olduğum anlaşılmalı, Ulusal Merkezin bana karşı tavrı, buna göre ayarlanmalıdır.”
 Cunta, bu mektubu, 15 Temmuz 1974’de darbe yaparak, cevaplandırır. Yunanlı subayların komutasında harekete geçen Rum Ordusu ve Eoka-B, Makarios’un sarayını top ateşine tutarak ele geçirir, karşı koyan Makarios’u destekleyen Akel ve Edek partisi yanlılarını katleder ve iktidara el koyar. Bu iç savaş sırasında 2 bin civarında Rum ölürken, birçok yaralı Rumun da cuntacılar tarafından diri diri toprağa gömüldüğün, bizzat onları gömen Papaz Papatsestos iddia eder. Darbe başarıya ulaştıktan sonra Türk kasabı diye bilinen Nikos Samson, Cumhurbaşkanlığına getirilir ve Eoka-B yanlılarından oluşan yeni bir hükümet kurulur. Bu arada önce Bafa, sonra İngiliz üslerine sığınan, daha sonra da Malta’ya kaçan Makarios, İngiltere’de görüşmelerde bulunur. Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmalarda da darbeden cuntayı sorumlu tutar.
Görüldüğü gibi Kıbrıs’taki terör eylemlerinin kaynağı Yunanistan’dır ve bu durum Enosis’in bir numaralı ismi Makarios’u dahi çileden çıkarmıştır. Hedefe varmak için kendilerinden birisi olan Makarios engelini aşmak için bunları yapanların, Türklere karşı neler yapabileceğini anlamak için fazla düşünmeye gerek yoktur. Yunanistan’ın Türkler ve Türkiye’yi hedef olan teröre desteği, ileriki bölümlerde de anlatacağımız gibi,  sonraki yıllarda artarak, devam eder.      

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


...

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 8


 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 8



AKRİTAS PLANI NEDİR?

Rumların Cumhuriyeti yıkma girişimleri, Akritas adlı bir plan doğrultusunda yapılır. 21 Nisan 1966 tarihli Patris gazetesinde yayınlanan bu plana göre, Türk halkı ani bir saldırı ile yok edilecek ve Ada Yunanistan'a bağlanacaktı. Bu planın hazırlayıcıları arasında Akritas kod adlı İçişleri Bakanı Yorgacis, Cumhurbaşkanı Makarios, Meclis Başkanı Klerides de bulunuyordu. Patris gazetesi bu planda görev alan Rum liderlerin isimlerini de açıklamıştı: Başkan: Polikarpos Yorgacis, Başkan Vekili: Çalışma Bakanı Thassos Papadopulos, Kurmay: Milletvekili Nikos Koçiş, Kurmay Daireleri Müdürü: Meclis Başkanı Glafkos Klerides.
Planın anahtarı ise, "Makarios'un verdiği demeçler milli davanın alacağı yönü göstermiştir. Esas gaye değişmemiştir. (İlhak, Enosis) Amaca ulaşmak için iç ve dış tahrikler izlenecektir.” talimatıydı. “Gizliliğe uyulacaktır” ilkesini de kapsayan Akritas planının hedefleri, ana hatları ile şöyleydi:   
“EOKA müdahalesinin son safhasında Kıbrıs davası dünya kamuoyuna ve diplomatik çevrelere Kıbrıs Halkının self-determinasyon hakkına kavuşması şeklinde sunulmuştu. Şimdi ilk hedefimiz, uluslararası alanda Kıbrıs probleminin çözümlenmediği ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatini yaymak olmalıdır. Bu amaçla, bulunmuş olan çözümün tatminkar olmadığı adil olmadığı, iki toplumun bir arada yaşayabileceği belirtilmelidir. Kıbrıs liderliği yerinde bir davranışla anlaşmaları halk oyuna sunmamış ve elimizdeki bu durum koz olmuştur. Kıbrıs'ın şimdiye kadar Rumlar tarafından idare edildiğini, Türklerin ise sadece olumsuz, köstekleyici bir fren rolü oynadığını gösterdik.”
Planın diğer bölümlerinde, imhanın yeraltı çalışmalarını sürdüren Eoka aracılığı ile nasıl gerçekleştirileceği anlatılmış, her bölgede ne kadar kuvvet bulundurulacağı, silah miktarı, bölge sorumluları, saldırı planları, ayrıntılı olarak şemalar üzerinde gösterilmiştir. Nitekim saldırıların bu planda öngörüldüğü gibi gerçekleştirildiği daha sonra ortaya çıkmıştır. “Çok Gizli” ibareli ve “Karargah” başlıklı talimat ile Akritas planının amacı da şöyle duyurulmuştu: 
“Başpiskopos Makarios'un verdiği son demeçler Milli davanın yakın bir gelecekte alacağı yönü gösterir. Geçmişte de belirttiğimiz gibi milli davalar bir günde halledilemez. Milli davaların çeşitli gelişim merhalelerinin tamamlanması için belli zaman tahditleri koymak da mümkün değildir. Davamız şimdiye kadar yer almış olan gelişmelerin, bu süre içinde belirmiş şartların ve alınmış tedbirlerin ışığında, bu tedbirlerin ayarlanması ve tatbiki de göz önüne alınarak incelenmeli ve alınacak tedbirler iç ve dıştaki politik duruma uygun olmalıdır. Bütün bu işlem gerçekten güçtür ve birçok safhadan geçirilmesi şarttır; çünkü sonucu etkileyecek olan çok ve çeşitli nedenler vardır. Herkesin, alınan tedbirlerin esaslı bir inceleme sonucu alındığını ve gelecekte alınacak tedbirlerin temelini teşkil ettiğini bilmesi kafidir. Ayrıca, şimdi düşünülen bu tedbirlerin, (ilk adımı) ve (self-determinasyon) hakkımızı kayıtsız şartsız ve tam olarak tatbiki olan gayemizin (yalnız bir safhasını) teşkil ettiğini de bilmesi kifayet eder.”
Akritas planının, bu genel hususlar dışında, bugünkü gelişmeler de dikkate alındığında belki en önemli yanı, “Uluslararası alanda kullanılacak metodların” anlatıldığı  bölümdür. Çünkü, Kıbrıs meselesinin hangi noktalara vardırılacağı adeta adım adım anlatılmıştır ve görünen o ki muaffak olunmuştur. İşte Akritas Planı’na göre, uluslararası alanda kullanılacak metodlar:
“İlk gaye, Rum çoğunluk olarak haklı çıkmak ve (Bulunmuş olan çözüm tatminkar ve adil değildir. Varılan anlaşma, çatışan tarafların gönüllü ve baskısız rızaları sonucu elde edilmemiştir. Anlaşmaların gözden geçirilmesi, zorunlu bir varoluş koşuludur, Rumların imzalarını inkar etme çabası değildir. İki toplumun bir arada yaşaması mümkündür. Yabancıların güvenmesi ve dayanması gereken güçlü unsur Türkler değil, Rum çoğunluğudur) izlenimini yaratmak olmuştur. Bu gayeleri gerçekleştirmek çok güç çaba gerektirmişse de tatminkar sonuçlar alınmıştır. Birçok diplomatik temsilcilikler, anlaşmaların tatminkar ve adil olmadığına, baskılarla ve gerçek görüşmeler yapılmadan imzalandığına, çeşitli tehditler sonunda empoze edildiğine inanmış bulunuyorlar. Birinci aşamayı böylece tamamladıktan sonra, ikinci aşama eylemlerimizi ve gayelerimizi uluslararası alanda gerçekleştirmemiz gerekiyor. Şimdiye kadar Türkler, dünya kamuoyunu, Ada’nın Yunanistan’a ilhak edilmesinin kendilerini köle durumuna sokacağına inandırmakta başarılı oldular. Bu şartlar altında talebimizi, mücadele süresince olduğu gibi, Enosis değil de self-determinasyon için hür irademizi uygulama hakkımız temeline dayamamız halinde, dünya kamuoyunu kendi yönümüzde etkileyebilme çabamızda,ciddi başarı imkanımız bulunduğu değerlendirilmektedir. Bu hakkımızı tamamen ve engellenmeden kullanabilmemiz için de Anayasanın ve antlaşmaların (Garanti ve İttifak vs.) halk iradesinin kayıtsız bir şekilde ifade ve uygulanmasını engellendiğini belirtmeli ve dış müdahale tehlikesine gebe tüm hükümlerden kurtulmamız gerektiğini bilmeliyiz. Bu nedenlerle ilk saldırı hedefimiz; bundan böyle Kıbrıslı Rumlarca kabul edilmediğini ilk olarak belirttiğimiz Garanti Antlaşması olmuştur. Planımızın başarısı için bir girişim ve gelişmeler zinciri gereklidir. Bunların her biri zaruri ve zorunludur, çünkü aksi halde, gelecekteki girişimlerimiz, yasal olarak haksız ve politik yönden başarılması imkansız olur. Hareket hattımız şöyledir: Antlaşmaların olumsuz maddelerini değiştirmek ve buna paralel olarak Garanti ve İttifak Antlaşmalarını fiilen zayıflatmak. Bu adım kaçınılmazdır çünkü olumsuz yönleri tadil etmek ihtiyacı genellikle bütün dünyaca kabul edilmiştir ve makul addedilmektedir(tek yanlı hareketimizi bile haklı gösterebiliriz). Yukarıdaki işlemden sonra Garanti Antlaşması (müdahale hakkı) hukuken ve esas olarak uygulanamaz. Bunun sonucu olarak da beliren gerçek şudur; Eğer eylemlerden herhangi bir uluslar arası başarı imkanımız olmasını umuyorsak, mücadelemizin herhangi bir aşamasını, bir önceki aşama tamamlanmadan açıklamamak zorundayız” 
Gerçek bir devletin resmi dış politika esaslarını andıran planın hala yürürlükte olduğu ortadadır. Kıbrıs Anayasasının tek taraflı uygulanmasından sonra bilindiği gibi Garanti ve İttifak anlaşmaları tartışmaya açılmıştır. Sözkonusu anlaşmaların, henüz geçersiz sayılması noktasına gelinmese de, özellikle AB’nin devreye girmesiyle birlikte fiilen yok sayılmıştır.   

VE YEŞİL HAT...

Rumların saldırıları sürer ve tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen Aralık 1963 katliamı yaşanır. Türk Hükümeti, ateşkes anlaşmasına uyulmaması halinde, ateşkesin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından sağlanması yönünde bir karar alır. Ancak saldırılar  durmaz, tam aksine, Yunan alayı da bu saldırılara katılır. Küçük Kaymaklı düşer, Lefkoşa'ya saldırılar yoğunlaşır. Köyler işgal edilir, köylüler toptan katledilerek, toplu mezara gömülür. 24 Aralık günü yapılan bu katliamda 21 sivil insan öldürülür. Bunun üzerine 25 Aralık 1963'de, Türk Savaş uçakları Lefkoşa üzerinde alçak uçuşlar gerçekleştirir. Bir müdahaleden korkan Rumlar, İngiltere'nin arabuluculuğu ile  ateşkesi kabul ederler. 27 Aralık günü de İngiliz generalin komutasında, üç garantör ülkenin askerleri "Barışı Koruma Kuvveti" adı altında göreve başlar.
30 Aralık günü İngiliz general, mevcut duruma göre, “Yeşil Hat” tı çizer. Bu hat, Lefkoşa'nın Türk ve Rum kesimini ayıran ve Rum saldırılarının durdurulduğu hattır ve adını, yeşil bir kalemle çizilmesinden alır.

1960 ANAYASASI’NIN FESHİ

Makarios, 1 Ocak 1964'de, 1960 anlaşmalarını tek yanlı olarak feshettiğini açıklar. Ardından Şubat ayı içinde Türklere yönelik saldırılar yeniden başlar. Bunun üzerine Türkiye 13 Şubat 1964'de, BM Güvenlik Konseyi'ne başvurur. Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihinde bir karar alır. Kararda, Kıbrıs'ta durumu kötüleştirecek davranışlardan kaçınılması, bu amaçla bir BM Barış Gücü kurulması, bir arabulucunun tayini gündeme getirilir ve "Kıbrıs Hükümeti"nden şiddet ve kan dökülmesini önleyecek her türlü tedbiri alması istenir. İşte bu "Kıbrıs Hükümeti" ifadesi, yasadışı Rum yönetiminin yasal Kıbrıs Hükümetinin tanınması olarak kabul edilir. Bütün dünya bu karara dayanarak, devleti ele geçiren Rum yönetimini yasal hükümet olarak tanır. Türkiye de, ne yazık ki gerek Kıbrıs'ta Türk kanı akıtılmasını önlemek için bir an önce ateşkesin sağlanması, gerekse de Güvenlik Konseyi üyelerinin, Rumları yasal hükümet olarak tanımayacakları şeklindeki güvencesine dayanarak, bu karara olumlu oy verir. Ancak BM Güvenlik Konseyi üyeleri verdikleri sözleri tutmaz ve gayrı meşru Rum idaresi, tüm Kıbrıs'ın meşru hükümeti olarak tanınır. Güvenlik Konseyi’nin bu toplantısında Rauf Denktaş, Kıbrıs Türklerinin davasını savunarak, sert ve etkileyici bir konuşma yapar. Ancak Rum-Yunan tarafının tepkisini çekerek, “istenmeyen adam” ilan edilir ve Ada’ya döndüğü takdirde tutuklanacağı tehdidinde bulunulur. 

BM’nin 186 sayılı bu kararını, Kıbrıs meselesinde tarihsel dönüm noktalarından birisi olarak nitelendiren Prof. Clemenet H. Dodd, kararın öncesi ve sonrasına ilişkin olarak ilginç değerlendirmelerde bulunmuştur: 
“1964 yılı Ocak ayında Makarios, Londra’da toplanan Garantör Devletler Konferansına katılmaya mecbur kaldı. Ancak Türk toplumunun haklarının azınlık hakları olarak değiştirilip, öylece tanınması yolundaki isteği reddedilince, sorun çözüme ulaşamadı. Bunun üzerine Türkiye’nin de destek verdiği İngiltere, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. Güvenlik Konseyi,1964 yılının Mart ayında (karar no:186), Barış Gücü’nü oluşturma aşamasında, Kıbrıs Rum Hükümeti’nin Kıbrıs’ın meşru hükümeti olduğunu ima eden ifadeler kullandı. Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının, Anayasaya aykırı olduğu yolundaki protestolarına rağmen, bu karar, Kıbrıs Daimi Temsilcisi Zenon Rossides’in hükümeti için konuşmaya tek yetkili ağız olmasının kabulü yolunda önceden alınmış bir kararı yansıtıyordu. 1964 yılında alınan BM Güvenlik Konseyi’nin bu kararı ayrıca Kıbrıslı Rumların hoş karşılamamalarına rağmen, Garantör Devletlerin önemli rolüne işaret ediyordu. Kıbrıslı Rumlar aslında istediklerine ulaşmış, meseleyi BM platformunda lehlerine çevirmeyi başarmışlardı. Kıbrıs Rum Hükümeti’nin, her iki toplumun da hükümeti olarak tanınması yolundaki karar, Türkiye dışındaki bütün BM ülkeleri tarafından kabul edildi.”

Prof. Dodd, bu tarihi dönüm noktasına gelinmesinde Türkiye’nin sorumlu olduğunu ima etmiştir. Prof.Dodd’un buna ilişkin notu şöyledir: 
“Türkiye, Güvenlik Konseyi’nin 186 no’lu kararında Kıbrıs Hükümeti’ne atıfta bulunulmasına izin verdiği için sorumlu tutulmaktadır.  Rauf Denktaş’a göre   İngiliz ve Amerikalılar, Başbakan İsmet İnönü’ye (hükümet) sözcüğünün kullanılmasına itiraz etmemesi için baskı yapmışlardır. İnönü ise öncelikle Kıbrıs Türkleri’nin korunması için adaya BM askerlerinin çıkmasının gerekliliğine inanıyordu. (hükümet) sözcüğünün ise haklı olarak sadece Kıbrıs Rum tarafını değil, 1960 Anayasasının ortaya koyduğu hükümeti kastettiğini düşünüyordu.”
Kıbrıs sorununun Garantör Devletlerin kontrolünden çıkıp, uluslararası platforma taşındığı bu dönemde, özellikle Türkiye cephesinde bir karışıklığın yaşandığı ve Türkiye’nin kendi politikalarını tespit etmek yerine daha çok İngiltere’yi izlediğini belirtmiştik. Başbakan Adnan Menderes’in, Londra ve Zürih Antlaşmalarının imzalanmasından sonra 6 Eylül 1959’da, TMT kurucularından brifing aldıktan sonra söyledikleri de bunu teyid etmektedir: 

“Kıbrıs davasının idaresi bir bakanlık işi olmaktan çıkmış, bir kabine ve devlet işi halinde bulunmaktadır. Bu sebeple Bakanlar Kurulu’nda hükümete de izahat vermeniz gerekecektir. Ayrıca Cumhurbaşkanına da izahat vermeniz çok iyi olacaktır.”
Bu tespitler, Türkiye’nin konunun önemini 1959’da anladığını, ancak 1964 yılına kadar henüz bir Kıbrıs politikası oluşturamadığını da göstermektedir. Gazeteci ve Milletvekili Ahmet TAN da, 2002 yılında şöyle yazmıştır: 
“Denktaş sabrını 40 yılı aşkın bir zamandır elbette önce Kıbrıslı Rumlara gösterdi. Sonra da Türkiyeli kimi siyasetçilere...Nasıl mı? (Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur-Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü TBMM-1953)..Rumların soykırım girişiminden sonra Türkiye’nin dört bir yanında patlayan (Ya taksim,ya ölüm) gösterileri. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ve ardından Kıbrıs Türk’ünü sindirme çabaları.1974 Barış Harekatı ve sonrası. Zorlu, dikenli, kaygan, taşlı, iki yanı uçurum yollarda  sürüp giden upuzun serüven.”
Prof.Dodd, BM’nin aldığı bu kararın tümüyle “politik” olduğunu ve böylesi bir karardan tüm büyük devletlerin çıkarı bulunduğunu, hatta Rumların, bu ülkeleri daha o zaman tehdit ettiğini de, şu tezlerle ortaya koymuştur: 
“Kıbrıs Rum hükümetinin tanınmasının sebebi olarak birtakım politik nedenler öne sürüldü. Daha farklı pratik bir hükümet çözümüne gidilemeyeceği, toplulukların bu yolda anlaşma sağlayamadıkları söylendi. Ayrıca, ortada İngiliz üsleri meselesi de vardı. Bu üslerin kullanılabilmesi için güvenli  bir ortama ihtiyaç duyuluyordu.  İngilizler, Kıbrıslı Rumlarla ters düşmenin yaratabileceği tehlikelerden oldukça etkilenmiş görünüyorlardı. Öte yandan, böyle bir ters düşme halinde Sovyetler Birliği’nin işe karışması da mümkündü ki, bu da Nato’nun işine gelmiyordu. Amerikan hükümeti ise Kıbrıs’ın bir Akdeniz Küba’sı haline gelmesinden endişe ediyor ve enosis fikrine sıcak bakıyordu. Bütün bunların ötesinde ABD’deki Yunan lobisinin de büyük etkisi vardı. Ayrıca BM’deki pek çok ülkenin de kendi potansiyel azınlık sorunları mevcuttu ve bu sorunların büyümesi istenmiyordu. Kıbrıs, üçüncü  dünya ülkelerinde, sömürge yönetimine karşı savaşan ülkeler arasında yer alan bir kahraman olarak görülüyordu ve Soğuk Savaşın hüküm sürdüğü dünyada, bağlantısızlar arasında yer almaya istekli ve hevesliydi. İngiltere bir Garantör Devlet olarak bu hükümeti tanımayabilirdi ama öyle yapmadı. Onun yerine, bu sorumluluktan kaçmayı tercih etti.”
Prof.Dodd, ABD’nin Enosis fikrine destek verdiği yolundaki iddiasına da şöyle açıklık getirmiştir: 
“İngiliz belgelerinin açığa vurduğu üzere, İngiliz-Amerikan planında (6.6.1964) Türkiye’ye tavizler verilmesiyle birlikte, Yunanistan ve enosise dayalı kökten bir çözüm aranması konusu yer alıyordu. Kıbrıs Türklerinin hakları ise yeteri kadar dikkate alınmıyor; sadece gönüllü olarak bölgeyi boşaltmaları halinde yardım görecekleri belirtiliyordu. Yunanistan, Makarios’u devirmek amacıyla bir darbe düzenlemeliydi. Garantör devlet statüsünü göz önüne alan İngiltere sonunda plana karşı çıkmaya karar verdi. Belgeler Cyprus Weekly’de yeniden yayınlanmıştır. 7-12 Ocak 1995)” 
İşte böyle bir dönemde ve bu şartlar altında kabul edilen BM’nin 186 no’lu kararı uyarınca bir Barış Gücü Ordusu kurulması çalışmaları başlar. BM Barış Gücü’ne asker verecek ülkeler hazırlıklarını sürdürürken, Rumlar, BM Gücü adaya gelmeden önce mümkün olduğu kadar çok Türk köyünü ele geçirmek için Mart ayı boyunca saldırılarını sürdürür. Türk bölgelerine bu yoğun saldırılarda, ağır kayıplar verilir. 
Barış Gücü(UNFICYP)’nün kurulması 17 Mart 1964'de tamamlanır, 24 Mart'ta Sakari Tuomiojia arabulucu olarak atanır, 27 Mart 1964'de da Barış Gücü göreve başlar. Buna rağmen Nisan ayı içinde de saldırılar durmaz. Birçok bölgeye baskınlar yapılır,  köylerine yapılan saldırılar sonucu, daha güvenli bölgelere göç etmeye çalışan Türkler yollardan alınıp, kurşuna dizilir. Bu dönemde 103 köyden on binlerce Türk göç eder, 500’ün üzerinde şehit, 1203 yaralı ve 203 kayıp verilir, büyük maddi kayıplar meydana gelir. BM Barış Gücü ise saldırıya uğrayan Kıbrıs Türklerine yardım edeceği ve saldırıları durduracağı yerde, Rum liderliğine yardımcı bir tavır içine girer. BM'nin tek yaptığı; saldırılar başladığı zaman aradan çekilmek ve dışarıdan bir gözlemci gibi, ölenlerle, yaralananların kendine göre raporunu tutmak olur. Türk bölgelerine girişlerde kurulan barikatlarda, sivil halkın, insan haklarına aykırı ve insanlık onurlarını yaralayıcı bir şekilde aranmasına seyirci kalınır, sadece açlık çeken bölgelere, o da Rum yönetiminin izin verdiği ölçüde, yiyecek götürülmesine aracılık edilir. Bu durum 26 Nisan 1964'de büyük bir mitingle protesto edilerek, BM'nin tarafsız davranması istenir. 20 Haziran 1964'de de kayıp aileleri, BM Barış Gücünün ilgisizliğini protesto mitingi yaparlar. Bu gelişmeler, Barış Gücünün Türklerin güvenliğini sağlayamayacağını gösterir.

AKEL VE RUM MECLİSİNİN KARARLARI

Her zaman şovenizme karşı çıktığını ve uzlaşmaz olanın Türk liderliği olduğunu söyleyerek, Türklere karşı dostluk politikası güttüğünü iddia eden komünist AKEL Partisi liderleri, Rum çetecilerinin Türklere yönelttiği saldırılara karşı hiçbir tepki göstermezler. AKEL Merkez Komitesi, 14 Mayıs I964’de yayınladığı bildiride, “Kıbrıs Rumlarının kurtuluş mücadelesi, şüphesiz ki Türk dostlarımızın gerçek çıkarlarına hizmet edecektir" iddiasında bulunur. AKEL’in "Kurtuluş"tan anladığı elbette ki Enosis’ti. AKEL Merkez Komitesi'nin, ABD’nin sunduğu Acheson planına ilişkin olarak 8 Ağustos 1964 tarihinde yaptığı bir açıklamada ise, “Kıbrıs halkının isteği, emperyalist NATO ile birleşmek değil, Yunanistan'la olacak birleşmedir. Yunanistan'la olacak birleşmeye evet, NATO ile olacak birleşmeye hayır." denir.
Yine AKEL eski Genel Sekreteri Papayuannu 22 Ağustos 1964 tarihinde; Ortadoğu Haber Ajansı ile yaptığı söyleşide, "Partimiz, her zaman Enosis’ten yana olmuştur. Kıbrıs Halkı, kendi geleceği için karar verme zamanı geldiğinde biz, Enosisten yana oy kullanacağız" ve 8 Eylül 1964’de de Associated Press'e, “Partimizin politikası her zaman için Yunanistan'la birleşme yolu ile milli rehabilitasyondan yana olmuştur" açıklamalarını yapar. Papayuannu, 16 Eylül 1964’de yapılan Merkez Komitesi toplantısında ise self-determinasyon hakkından ne anladığını açıkça söyler ve "Kendi kaderini tayin hakkını kullanmak, Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesi için oy kullanmak demektir." der.

1964 - 1974 DÖNEMİNDE TÜRKLERİN DURUMU VE YASAKLAR

Kıbrıs Türk halkının 1964 saldırılarından sonra Devletin tüm organlarından dışlanması ve 11 yıl sürecek insanlık dışı bir kuşatma altında yaşamaya zorlanması, her alanda olumsuz sonuçlara yol açar. Göçmen olan 30 binden fazla Türk, çadırlarda, sinema salonlarında okullarda barınmak zorunda kalır. Türk Halkı üretimden kopar. Her yaştan tüm erkekler, elde silah can güvenliklerini sağlamak için mevzilere dolar. Adanın yüzde 3'lük bir bölümündeki kuşatma boyunca, dış dünyadan soyutlanan Kıbrıs Türklerinin haberleşmesi, ulaşımı, ekonomik ilişkileri tümü ile yasaklanır. Türk bölgelerine mektup gelmesi, mektupların dış dünyaya ulaşması, yabancıların Türk bölgelerine geçmesi bütünü ile engellenir. Ulusal gelir günden güne düşerken, Türk halkı, sadece Türkiye’den gelen yardımlarla ayakta durmaya çalışır. Yıllarca her Kıbrıslı Türk kamu görevlisine eşit olarak 30 Kıbrıs Lirası  verilir ve bu, Anavatan Türkiye'nin gönderdiği maddi yardımdan sağlanır. Yiyecek doktor ve ilaç ihtiyacı bütünü ile Türkiye'den Kızılay'ın gönderdiği yardımlar ile karşılanır, bu arada Kızılay, tam teşekküllü bir hastaneyi hizmete sokar.
Türk toplumunu açlığa mahkum ederek, çökerteceğini sanan Rum liderliği, aralarında çividen, bot bağına kadar her çeşit malzemenin bulunduğu tam 37 çeşit malın Türk bölgelerine girişini yasaklar ve bu 11 yıl boyunca Türk halkının bütçedeki hakkını, dış yardımların tümünü gasp eder. Vergiler toplanır ama Türk bölgelerine tek bir kuruşluk yatırım yapılmaz. Yol, su, elektrik, sağlık hizmetlerinden yararlandırılmayan Türkler, “utanç barikatlarında” onur kırıcı muamelelere maruz bırakılır. Bu insanlık dışı şartlar 1974 Türk Barış Harekatı'na kadar devam eder.

BM BELGELERİNDE RUM BASKILARI

Rum saldırılarını ve insanlık dışı davranışlarını çok yakından izleyen BM Genel Sekreteri, gözlemlerini sürekli olarak BM Genel Kurulu'na aktarırken, bu insanlık dışı uygulamaları örnekleri ile belgeler. Türk halkının 1964-74 döneminde çektiği ekonomik sıkıntılar, uygulanan ekonomik ablukalar ve Türk bölgesinin bilinçli olarak nasıl geri bıraktırıldığı, Genel Sekreteri'nin raporlarına geçer. İşte bu notlardan bazı bölümler: 
Yılın birinci yarısında tarım ve endüstride meydana gelen zararlara ilaveten, Türk toplumu başka gelir kaynaklarını kaybetmişti ve bunlar içerisinde Kıbrıs hükümetinde ve Kıbrıs Rum bölgelerinde olan kamu ve özel firmalarda çalışmakta olan 4.000 kişinin maaşları da vardır. (S/5950 10 Eylül I964 tarihli raporun 140. paragrafı)
Tekrar gözden geçirilmekte olan zaman zarfında yaşadıkları yerlerden göç eden Kıbrıslı Türklerin problemlerinin halledilmesine doğru hemen hemen hiçbir ilerleme olmamıştır. (31 Mayıs 1973 tarihli S/10940 sayılı raporun 67.paragrafı)
Kıbrıs Türk göçmenlerinin genel problemlerinin çözümü için hiç ilerleme olmamıştır. Lefke kasabasında bulunan Türk köyü Yağmuralan'ın tekrar yerleşime açılması (hükümet) tarafından reddedildi.(S/10842 sayılı 1 Aralık 1972 tarihli raporun 48. paragrafı)
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporlarda ise şu tespitlere yer verir:
Aralık 1963'te başlayıp da, 1964'ün başlarına kadar devam eden olaylarda, sadece arabalarında ve yanlarında taşıyabilecekleri kadar eşyaları ile kendilerine göre daha güvenli olarak gördükleri Türk köy ve bölgelerine sığındılar. (UN Doc. S/8286 sayı ve 8 Aralık 1967 tarih)
BM Kıbrıs Barış Gücü, adada olayların hüküm sürdüğü dönemde meydana gelen zararları saptamak açısından ayrıntılı bir araştırma yaptı. Çoğu Türk veya karma olan 109 köyde 557 ev tahrip edildi, 2.000 ev de zarara uğratıldı ve tahrip edildi.(10 Eylül 1964 tarih ve UN Doc. S/5950 sayılı rapor)
Genel Sekreteri’nin 10 Eylül 1964 tarihi ve S/5950 sayılı raporundan diğer bazı önemli bölümler de şöyledir:
Durum endişe yaratmaktadır. Kıbrıs'taki Türk toplumuna uygulanan ekonomik kısıtlamalar, (Kıbrıs Hükümeti'nin) ekonomik baskı yoluyla, olası bir çözümü zorlayarak, kabul ettirmeye çalıştığını gösterir. 
UNFICYP'nin(Barış Gücü) üzerinde duracağı problemler arasında en önemlisi ekonomik kısıtlamalar sorunudur. Bu kısıtlamalar, Kıbrıs Türk toplumuna olan olumsuz etkisi ve adadaki hukuk düzeninin korunmasını olanaksız hale getirmesi nedeniyle özel önemdedir.
21 Aralık 1963'de başlayan karışıklıklardan itibaren Kıbrıslı Türklere 15 Haziran tarihli raporumda da açıkladığım, çeşitli kısıtlamalar uygulanmıştır. Kısıtlamalar ve Türklere yapılan ayırım nedeni ile yollarda dolaşım özgürlüğüne sahip değiller, toplumun temsilcileri zor durumda bırakılıyor ve hiç ekonomik faaliyette bulunmuyorlar. Bu raporda daha önce de belirtildiği gibi UNFICYP kararlı olarak çeşitli alanlardaki zorlukları ortadan kaldırmaya çaba sarfetti. O dönemde, yaklaşık 25.000 Kıbrıslı Türkün göçmen durumuna düşmesiyle, işsizlik çok yüksek düzeye çıktı ve buna bağlı olarak Türk toplumunun gerçekleştirdiği ticaret önemli ölçüde azaldı.
Temmuz ayının ortalarında hükümet, Kıbrıs Türk toplumuna daha fazla zorluk yaratmak için iki önlem daha aldı. 17 Temmuz'da UNFICYP'e resmen 25 maddenin daha Kıbrıs Türk bölgelerine girmesinin yasaklandığını bildirdi. Bu maddeler çimento, demir, elektrikli malzemeler, bataryalar, odun, otomobil aksesuarları, lastikler, kimyasal maddeler, akaryakıt vb. idi. Ayrıca Kızılay'ın yaptığı yardımlara da kısıtlamalar getirilmiştir.
Aralık 1963'den beri 6 gemilik Kızılay yardımı Türk Cemaat Meclisi aracılığı ile dağıtım yapılması için gönderildi. Bu malzemelerin çoğunu tıbbi malzeme ve ilaçlar, un ve diğer yiyecek maddeleri oluşturmaktaydı. 5 gemi Temmuz 1964'den önce geldi ve boşaltıldı fakat 6 gemi 15 Temmuz'da geldiğinden geminin boşaltılmasına zorluklar çıkarıldı. UNFICYP tarafından yapılan yoğun girişimler sonunda hükümet bu malzemelerin boşaltılmasına izin verdi. Fakat bunlardan gümrük talep etti. Türk toplumu, bu yardım malzemelerine gümrük ödemeyi reddettiği için, boşaltılan mallar sadece gümrükten muaf olan mallardır. Bunun bir neticesi olarak 900 tonluk kargodan sadece 390 tonu boşaltılmıştı. Hükümet ayrıca bu gelen yardım malzemelerinin dağıtımını da kontrol için ısrar ediyordu. UNFICYP'in bu konuda yaptığı birçok başvuru da başarısız oldu. UNFICYP'in Kızılay konvoylarına refakat etme girişimlerine de sık sık engeller çıkarılıyordu.
Dillirga savaşından sonra hükümet, Kıbrıs Türkleri tarafından Lefkoşa, Koççino ve Limni'de kontrol edilen bölgelere tüm yardımların durdurulacağını ilan etti. Bu ilandan sonra bu bölgelere girecek olan gıda ve diğer elzem malzeme konvoylarının hedeflerine gitmeleri engellendi. Şayet bu çok aşırı önlemler devam ettirilirse, Türklerin durumu dayanılmaz olacak ve Türklerin silaha başvurmalarını gerekli kılacak.
Kıbrıs Türkleri açlığa mahkum edildiklerini iddia ediyorlar ve Rumlar da Türklerin depolarda kendilerine aylarca yetecek kadar gıda olduğunu ve gelen gıdaların da Türk savaşçılarına gittiğini iddia ediyorlar. Ben anlaşmazlığı göz önüne alarak, 16 Ağustos'da, UNFICYP'e, Kıbrıs Türklerinin yaşadığı 142 köy ve 5 şehirde, Türklerin gıda ve diğer elzem maddelerini araştıran bir çalışma yaptırdım. Bu çalışma o zaman köylerin yüzde 40'ından fazlasının unu olmadığını ve bazılarının sadece birkaç gün için yetecek kadar yemekleri bulunduğunu ve köylerin yüzde 25'inin bir-iki haftalık unları bulunduğunu ve en çok unu olanların da ancak bir ay dayanabileceğini gösteriyordu. Bu araştırma ayrıca süt, süt ürünleri, pirinç ve tuz eksikliği olduğunu, gaz yağının ise çok az olduğunu gösterdi. Buna ek olarak tıbbi teçhizatın da köylerde çok az olduğu tespit edildi. Şehirlerde ise durumun köylere nazaran daha iyi olduğunu, ama gün geçtikçe durumun oralarda da kötüleştiğini gösteriyordu.
UNFICYP, hükümetin, Lefkoşa, Lefke ve Koççino dışındaki Kıbrıs Türk bölgelerine yapılan ambargonun kaldırılacağına dair verdiği teminat üzerine bu bölgelere gerekli yardımın yapılması için girişimlerde bulundu. Fakat maalesef o bölgelerde UNFICYP hala zorluklarla karşılaşmaktadır.  Gelen raporlar, hükümetin anlaşmayı uygulamak istemediği yönündeydi. Konuyu derhal hükümetle ele aldık. Ama hükümet kısıtlamayı kaldırmak yerine, Magosa ve Larnaka'nın Türk bölgelerini de, kısıtlı bölgeler listesine ekledi. Hükümet ayrıca UNFICYP'e, diğer bölgelere de ekonomik kısıtlama hakkı olduğunu bildirdi. Nitekim daha sonra engelleme ve el koymalar artmıştır. 
Aynı konuda 16 Eylül 1964 tarihinde Time Dergisi’nde yayınlanan bir yazıda, “Bazı barikatlarda Kıbrıslı Türk kamyon şoförleri durdurulup usandırıcı araştırma yapılmaktaydı ki, bu arama maksadıyla meyve veya sebze yükleri yere boşaltılıyor ve bazen de kullanılmaması için hasar veriliyordu." denilir. New York Herald Tribune'nın 16 Eylül 1964 tarihli sayısında da, “Ambargo herhangi bir amaç için kabul edilebilir bir araç olarak görülebilir. Ta ki bu uygulama insan haklarını ve insan yaşamını tehdit eder boyuta ulaşmasın.” eleştirisi yapılır.
Kıbrıslı Türkler, 1964-74 döneminde eğitim alanında da çeşitli engellerle karşılaşır. Rum yönetiminin, Kıbrıslı Türklere vermek zorunda olduğu bütçe gelirini ani olarak kesmesi sonucu, 2 binden fazla öğretmenin maaşları ödenmez, 10 binlerce çocuk eğitim imkanından ve ders kitaplarından mahrum edilir. Göçler sonucu köylerini terk eden Türk çocukları altı aylık bir zaman kaybından sonra tekrar okullarına döndüklerinde, sağlıksız şartlarda, kitapsız, deftersiz, kalemsiz, silgisiz eğitim görmeye başlarlar. 103 köydeki okullar, ya tamamen ya kısmen tahrip edilir ya da el konur. Diğer taraftan 1963'den sonra doğan Türk çocuklarının kaydı yapılmayarak, nüfus kağıdı verilmez. Yurt dışında öğrenime giden Türklere her türlü kolaylık gösterilir ama buradaki önemli nokta, gidenlere dönüş izni verilmeyecek olmasıydı. Nitekim yüksek öğrenim için ada dışına çıkan Türk öğrencilerin bu ülkenin vatandaşları olmalarına, aileleri Kıbrıs`ta bulunmasına rağmen, adaya girmelerine izin verilmez ve havaalanlarından geri çevrilirler. Bu durum, BM Genel Sekreteri'nin 8 Aralık 1967 tarihli S/8286 sayılı raporunda, "Kıbrıslı Türklere dış seyahatlerinde uygulanan kısıtlamalar bu dönemde çok az değişmiştir. Örneğin; Türkler de Rumlar gibi adayı terk etmekte serbesttirler. Ama Türk öğrencilerin adaya dönüşleri engellenmektedir. Türkiye'ye çok kısa bir süre için bile giden Türkler, Kıbrıs'a dönüşlerinde çok zorluklarla karşılaşmaktadır" ifadeleriyle yer alır. Seyahat ve dolaşım özgürlüğünden tek etkilenen öğrenciler değildir. BM Genel Sekreteri’nin aynı raporunda, “31 Ekim 1967 günü erkenden 1964'den beri adaya sokulmayan ve Türkiye'de yaşayan Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi Başkanı Sn. Rauf Denktaş, gizlice Kıbrıs'a tekrar girmeye çalıştı. Fakat adaya ayak bastıktan kısa bir süre sonra kendisi ile birlikte gelen diğer iki Kıbrıslı Türk’le tutuklanmışlardı." denilerek, Denktaş’ın maruz kaldığı muamele anlatılır. Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş'ın suçu, 1964'ün başında Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmaydı ve Rum yönetimi bu konuşmasından dolayı Denktaş’ın adaya dönüşünü yasaklamıştı.
Prof. Clement H.Dodd, bu dönemi bir cümle ile tarif eder:
“Bu konu hakkında genelde söylenilen şey; 1963-1974 yılları arasında geçen olayları Kıbrıslı Rumların hatırlayamadığı, Kıbrıslı Türklerin ise unutamadığıdır.”

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


...

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 7


 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 7



ZÜRİH VE LONDRA ANTLAŞMALARI

Ada’da iki halk arasında başlayan çarpışmalar sonucu, Rumların savunduğu Enosis ve Türklerin savunduğu Taksime karşı bir orta yol olarak, adanın bağımsızlığı fikri doğar. Bu fikrin, İngiltere, Yunanistan, Türkiye ve ABD tarafından benimsenmesinden sonra, 11 Şubat 1958'de Zürih Antlaşması, 19 Şubat 1959'da da Londra Antlaşması imzalanır. Bu anlaşmaların altına, İngiltere ve Türkiye’nin yanısıra, artık iki anavatandan biri sayılan Yunanistan ile her iki toplumun eşit statüdeki iki ortak kurucusu imza atar. Böylece Kıbrıs’ın, iki halkın ortak egemenliğinde ve yönetiminde,  iki toplumlu bir Cumhuriyet olduğu ilan edilir.
Zürih ve Londra antlaşmalarına göre, Cumhurbaşkanı Rum, Yardımcısı Türk olacaktır. Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk üyeden; Temsilciler Meclisi 35 Rum, 15 Türk üyeden; Cumhuriyet Ordusu 60-40 ve memur kadroları 70-30 oranı ile iki toplum fertlerinden kurulacaktır. Her iki toplumun kendi iç işlerine bakacak birer Cemaat Meclisi bulunacaktır. Bu Meclis toplumsal harcamalar için vergi koyacaktır, ayrıca din, eğitim ve kültür işlerinden de sorumlu olacaktır. İç güvenliği, polis ve jandarma sağlayacaktır. Ceza davalarında mahkeme heyeti, suçlunun ait olduğu toplumun yargıçlarından oluşacak, beş büyük şehirde ayrı belediyeler ile resmi dil Türkçe ve Rumca olacaktır. Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkisi vardır ve önemli konularda Türk üyelerin ayrı oy çoğunluğu aranacaktır. Her iki anavatan, kendi toplumlarına eğitim ve kültürel alanlarda mali yardımda bulunabilecektir.
Enosis ve Taksim Anayasa ile yasaklanmıştır. Ancak Rum liderliği, bütün eski EOKA'cıları Cumhuriyetin kilit noktalarına yerleştirdiği gibi, Enosis faaliyetleri bizzat Makarios'un önderliğinde sürdürülür.
Antlaşmalara göre, anayasal konulardaki anlaşmazlıklar için bir Türk, bir Rum ve bir de tarafsız yargıçtan oluşacak Anayasa Mahkemesi kurulur. Bu mahkemenin ilk tarafsız yargıcı, Alman Anayasa Hukuku Profesörü Ernest Forsthoff olur. Yardımcısı ise Christian Heinze’dir. Ne var ki Rumlar, tarafsız yargıcın verdiği adil kararlardan rahatsızlık duyar, tehdit, baskı ve yıldırma kampanyası sonucu Forsthoff ve yardımcısını, istifa edip adadan ayrılmak zorunda bırakırlar. 

GARANTÖRLÜK ANTLAŞMASI

Zürih ve Londra antlaşmalarına ek olarak, Kıbrıs, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanan Garanti Antlaşması'nın 1. maddesinde, "Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle tamamen veya kısmen herhangi bir siyasi veya iktisadi birliğe katılmamayı taahhüt eder. Bu itibarla herhangi bir diğer devletle birleşmeyi veya adanın taksimini doğrudan doğruya veya dolayısı ile teşvik edecek her nevi hareketi yasak ve ilan eder" denilmektedir. Tarafsız hukukçular, bu maddeye göre Kıbrıs’ın, Yunanistan, Türkiye veya AB ile birleşmesinin mümkün olmadığı görüşündedir. 
Garanti Antlaşması’nın, İkinci maddesinde, "Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bu anlaşmanın birinci maddesinde gösterilen yükümlülüklerini göz önüne alarak, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve aynı zamanda Anayasanın temel maddeleriyle kurulan düzenini tanırlar ve garanti ederler" , 4. Maddenin son paragrafında ise, “Ortak veya anlaşarak hareket imkanı olmadığı takdirde, garanti veren her üç devletten her biri, bu anlaşma ile kurulan düzeni tekrar kurmak amacı ile harekete geçmek hakkını saklı tutarlar.” hükümleri yer almaktadır. 
Türkiye, 1974 Barış Harekatını, işte anlaşmanın 4. maddesinin kendisine verdiği bu hakka dayanarak yapmıştır. Böylece, 1974 Barış Harekatı ile uluslararası bir anlaşmadan doğan bir hak kullanılırken, o anlaşmanın yüklediği sorumluluklar da yerine getirilmiştir. Rum-Yunan liderliğinin sürekli olarak Garanti Anlaşmasına saldırmasının ve en azından tek yanlı müdahale hakkından taviz verilmemesi halinde, herhangi bir anlaşmayı imzalamayacaklarını söylemesinin sebebi budur. Daha doğrusu 1966 yılında ortaya çıkan Akritas Planı böyle söylemelerini emretmiştir. 

İTTİFAK ANTLAŞMASI

Taraflar arasında bir de İttifak Anlaşması imzalanır. Anlaşmanın 1. maddesine göre, taraflar ortak savunma için işbirliği yapacak, savunma sorunlarında birbirlerine danışacaklardır. 2. madde de tarafların, “Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığına veya toprak bütünlüğüne karşı doğrudan veya dolaylı yöneltilen herhangi bir hücum ve saldırganlığa, ortak karşı koymaları” öngörülür. İttifak Anlaşmasının 3. maddesi ise, Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarında kurulacak üçlü karargahı düzenler ve “Üçlü, karargaha katılacak Yunan askerlerinin sayısını 950; Türk askerlerinin sayısını ise 650” olarak belirler. Buna paralel olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı anlaşarak, Yunan ve Türk Hükümetlerinden birliklerini artırmayı ve azaltmayı isteyebilecek, Yunan ve Türk birliklerindeki subaylar, Kıbrıs Ordusunun eğitimi işini de üstlenecektir. Üçlü Karargahın komutanlığı, Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs Cumhurbaşkanı ile Yardımcısının atayacakları Kıbrıslı, Yunan ve Türk generaller tarafından bir sene süre ile “rotasyonla” yürütülecekti. Ayrıca Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye Dışişleri Bakanlarından oluşan ortak bir komite, bu ittifakın en üst organı olacak ve üç  ülkenin hükümetlerinin sunacakları ittifakı ilgilendiren sorunları inceleyeceklerdir. 
Londra-Zürih Antlaşmalarının hem Yunanistan ve Rum kesiminde ve hem de Türkiye ve Kıbrıslı Türkler arasında büyük yankıları olur. Rum ve Yunan ikilisi, antlaşmaları içine sindiremedikleri için ilerideki  bölümde de anlatılacağı gibi sadece 3 yıl dayanır ve bunları yok sayar. Kıbrıs Türk toplumunda ise küçük bir grup Taksim tezinin terk edilmesine tepki gösterse de, genel olarak sükunetle ve temkinli bir şekilde karşılanır. Kıbrıs Türk Toplumu Lideri Dr. Fazıl Küçük, Ada’ya dönüşünde, havaalanındaki karşılama töreninde şunları söyler:
“Hepinizden tekrar rica edeceğim ki, bugünden itibaren mesaimize ve çalışmalarımıza daha büyük hız vereceğiz. Yeni kurulacak hükümette, biz Kıbrıs Türkü daimi surette hissiyatımızı gösterecek ve Kıbrıs Türkü her zaman olduğu gibi, kanun ve nizamlara itaat etmiş kimseler olduğumuzu ispat edeceğiz.”
Dr..Küçük’ten sonra söz alan Rauf Denktaş’ın konuşması da özetle şöyle olur: 
“Bu anlaşma, tam istediğimiz şekilde, istediğimiz gibi son bulmuş değildir. Artık Türkiye bizimle ilgilenmeyi, biz haksızlığa uğrarsak müdahale etmeyi, buraya askeriyle gelme güvence altına almış, taahhüt etmiş bulunuyor. 1878’den bu yana tek bir Türk askeri görmemiş olan, Türk askerine özlem duyan bu topraklar, kısa bir zaman sonra Türk askerine, Mehmetçiğine kavuşacaktır. Kıbrıs’ta Türk haklarının korunması için bundan daha büyük bir garanti, daha kuvvetli bir dayanak olabilir mi? Biz, şerefli bir anlaşmaya imza koyduk. Haklarımızın korunacağına inandığımız için bu anlaşmayı imzaladık. Şartımız budur: haklarımıza saygı gösterilecektir. Köle muamelesi, azınlık muamelesi istemiyoruz.”       
Anlaşmalar, Türkiye basınında genelde olumlu bir üslupla değerlendirilirken, en ciddi ve kapsamlı incelemeyi yapıp, eleştiri ve uyarılarını bir yazı dizisi ile açıklayan Coşkun Kırca olur. Coşkun Kırca, Ulus Gazetesi’nde (7 Mart 1959) yayınlanan yazılarında, hem hükümeti, hem de kamuoyunu uyarmaya çalışır. Sonraki yıllar ve gelişmeler  Kırca’yı haklı çıkarır. 
Anlaşmalar, TBMM’de ise, 1-4 Mart 1959 tarihleri arasında yapılan bütçe görüşmeleri sırasında ele alınır. Bilgi veren Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’ın hiçbir zaman yabancı bir devlete ilhak edilmemesi, adadaki Türk toplumunun azınlık konumuna düşürülmesine asla izin verilmemesi gerektiğini anlatır ve İngiliz üslerinin bir güvence olduğunu kaydeder. Daha önce İngilizlerin Ada’yı terketmeyeceği iddia edilip, İngilizlerin varlığının güvence olduğu söylenirken, görüldüğü gibi 9 yıl sonra artık İngiliz üslerinden medet umulur hale gelinir. Meclis’te Kıbrıs anlaşmaları ile ilgili esas tartışma 4 Mart 1959’da olur ve 4 saat sürer. Ana muhalefet partisi CHP Lideri İsmet İnönü, anlaşmanın Enosis’e karşı bazı açık kapılar bıraktığını ifade ederek, şu önemli uyarda bulunur:
“Unutmamalı ki, böyle bir zamanda, anlaşmayı ihlal eden Kıbrıs Cumhuriyeti, BM’nin azası bulunacaktır. İhtilaf bütün dünya teşkilatının ve hususiyle Güvenlik Konseyi’nin müşterek meselesidir. Bu vaziyette Türkiye, eğer süratle hakkını kullanarak, müdahale imkanına malik olursa yapacağı haklı bir emrivaki ile davasını kazanabilir. Halbuki, şartların tarafımızdan süratle bir askeri hareket yapmaya müsait olduğu ve her zaman olacağı iddia edilemez. Bu sebeple, anayasa dışı teşebbüs edilecek Enosis hareketini, işbu anlaşma hukuken bertaraf etmiş görünürse de, fiilen bertaraf etmemektedir. Halbuki taksim tezi hukuken olduğu gibi fiilen de bertaraf edilmiştir.”          
TBMM’deki görüşmelerde, anlaşmalar konusunda muhalefetin diğer temsilcilerinin üzerinde söz birliği ettiği konuların başında, “Kıbrıs’ın Nato’ya üye olması gerektiği ve adada bir askeri üssün bulunmasının kaçınılmazlığı ile Enosis tehlikesinin tam olarak giderilemediği” hususları gelir. Gelişmeler, Coşkun Kırca gibi merhum İnönü ve muhalefet sözcülerini haklı çıkaracaktır.   
Yunan Parlamentosu ise anlaşmaları 23-28 Şubat 1959 tarihleri arasında sert, zaman zaman kavgalı oturumlarla tartışır, muhalefet sözcüleri, hükümeti “Bir ata toprağını terk  ve ihanetle” suçlar.    
Türkiye’de bu yıllarda, Kıbrıs meselesinin öneminin henüz çok iyi anlaşılmadığını ve tam da sahiplenilmediğini belirtmiştik. TMT’nin kurucularından emekli Albay İsmail Tansu da, anılarını derlediği kitabında, 1960 dönemi ile ilgili olarak ana başlıkları ile şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Doğrusunu açıkça ifade etmek gerekirse 27 Mayıs İhtilali Türkiye için olduğu gibi, Kıbrıs mücadelemizin Kuvay-i Milliyesi olan Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı için de hayırlı olmamıştır. Örneğin; ihtilal rejiminin yöneticilerine, Türk-Rum ortak Cumhuriyeti’nin kurulması ile Kıbrıs sorunun çözümlendiği fikri hakim olmuştur. Bu, düzeltilmesi çok pahalıya mal olan vahim bir hata idi. Öte yandan Kıbrıs’ta Makarios ileride oynatacağı oyunların mizansenini hazırlıyordu. Her vesile ile anayasanın değiştirilmesi gerektiğinden söz ediyordu. Bir yandan da Albay Grivas ile birlikte, Türkleri Ada’da  yok etme veya kaçırmak için Akritas adı verilen katliam planları yaptırıyordu.  Bu arada Papaz Makarios, anayasayı değiştirme planının bir parçası olarak Türkiye’ye de ziyarette bulunuyor, ihtilal yönetiminin devlet Başkanı ve Başbakan Orgeneral Cemal Gürsel tarafından Devlet Başkanlarına mahsus törenle karşılanıyor ve kabul ediliyordu. Kıbrıs’ta bütün bu olan bitenler karşısında ihtilal rejiminin hükümeti son derece duyarsız davranıyordu.”
İsmail Tansu, Kıbrıs davamızın 50 yıllık seyrini kronolojik olarak da şöyle sıralamıştır:  
“1950-1955: Ada’nın gelecekteki statüsü hakkında önceden tespit edilmiş bir politika çizgisi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olayları günlük önlemlerle karşılamaya çalışmaktadır. Kıbrıs Türk halkı ise kaderini Türkiye’ye bağlamış, girişilen milli mücadele için önceden hazırlanmış bir plan ve programı yok, toplum liderlerinin nutukları ile oyalanmaktadır, gelecek karanlık görünmektedir. 
1955-1957: Rumlar’ın Enosis yolunu açmak için harekete geçmesi karşısında Kıbrıs Türk halkının (Ne olacak halimiz?) dediği karamsarlık dönemidir.
1957-1960: Kıbrıs Türk halkının yüzünün güldüğü ve geleceğe umutla baktığı yıllardır. Gerçekten de artık Türk halkının can ve mal güvenliğini sağlayan, Türk subaylarının komutasında, eğitilmiş, örgütlendirilmiş ve silahlandırılmış, yer altında eli tetikte bekleyen, TMT mücahitleri vardır. 
1960-1963: Umutla başlayan, hayal kırıklıkları ile süren bu yıllar, Papaz Makarios’un ihanetlerinden kaynaklanan huzursuzluk, Türk halkının ufkunu karartan kara bulutların oluştuğu ve meş’um günlerin habercisi olayların olduğu trajik yıllardır. 
1963-1974: 21 Aralık 1963’te Makarios’un Noel katliamı ile başlayan, TMT mücahitlerinin silahlarına sarılıp, yeraltından çıkarak direnişe geçmeleri ile devam eden ve 11 yıl süren bu direnişte, acılara, ızdıraplara ve yokluklara rağmen, yaratılan kahramanlık destanlarının yazıldığı yıllardır bu yıllar. Ve nihayet  20 Temmuz 1974, Kıbrıs Türk halkını karanlıktan aydınlığa çıkaran ve kara bulutları dağıtan ve Türk Ulusunun göğsünü kabartan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Barış Harekatı. Bundan sonra ise; Kıbrıs Türk halkının özgürlüğü, toprakları üzerinde egemenliği ve bağımsızlığı ve 23 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti”                       

KIBRIS CUMHURİYETİ’NİN YIKILIŞI

 Zürih-Londra Andlaşmaları ile Kıbrıs Türk ve Rumlarının eşit siyasi haklarına dayalı 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da Rumların, Enosis arayışları çeşitli şekillerde yeniden gündeme gelir. Hatta imzaların hemen ardından gerek Yunan devlet adamları, gerekse de Makarios, “Ada idaresinin 8 asırdan bu yana ilk kez Rumların eline geçtiği, bağımsızlığın nihai bir hedef olmadığını, sadece Enosis’e giden yolda bir ara aşama olduğu” açıklamalarını yaparlar. Kıbrıs Başpiskoposluğu Sekreteri ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Atina Büyükelçiliğine atanan Nikos Kramidiotis de, 1959 Zürih-Londra Andlaşmaları'nın imzalandığı günlerde Kıbrıs Rum halkı ve siyasi liderliğinin duygularını şu şekilde dile getirir:
"Enosis arzusu Kıbrıs Rumlarının gönüllerinde kök salmış bir biçimde güzel bir ideal ve son çözüm olarak yaşamaya devam ediyordu, fakat, en azından şimdiki aşamada uluslararası ortam bu amacın gerçekleşmesine müsait değildir. Böylece, Kıbrıs Rumları duygusal olarak ENOSIS -ideallerini geleneksel Yunan mücadelesi ruhu ile uzun vadede kavuşacakları ülküleri olarak gönüllerine saklarken, (Zürih-Londra) Antlaşmalarını, sadece bazı şeylerden kaçınmak için değil, aynı zamanda daha çok özgür olacakları bir dönemin başlangıcı olarak kabul ediyorlardı. " 
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılışını birçok yazar kaleme almıştır. Mesela Profesör Richard A. Patric, Rum liderliğinin Cumhuriyeti yıkmak için sürdürdüğü gizli hazırlığı, "Kıbrıs Rum gizli ordusunun el altında kadrolarının doldurulması, eğitim ve teşkilatlanması, 1961'in ilk aylarında başladı. 1955-59 döneminin EOKA teşkilatı dağıtılmıştı ama silahlarının çoğu Kıbrıs polisine teslim edilmemişti. Teşkilatın hücrelerinin karşılıklı bağımsızlık ve yükümlülükleri de hala canlıydı. Bu hücreler yeni kuvvetin önce çekirdeğini oluşturdu. 1967'de bölük çapındaki birliklerin atış ve silah eğitimleri Kıbrıslı Rum subay namzetlerinin nezaretinde ve hükümetin silah depolarından ödünç alınan silahlarla Trodos dağlarında yürütülmekteydi. 1963 Aralık olayları başladığında, saldırılara katılan ve belli bir derecede eğitilmiş 5000 civarında Rum vardı" diye anlatmıştır. 
Yazar Purchell ve Prof. Pierre Oberling ile 1960-1963 döneminde Kıbrıs Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı olan Alman hukukçu Dr. Christian Heinze’in, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yıkılışına ilişkin gözlemlerinden bazı başlıklar ise şöyledir:
“Yalnızca Türk Rum oranı bozulmakla kalmadı. Anayasanın izin verdiği yardımcı Rum polis kuvveti de yaratıldı. Özel olarak yaratılan kadroların çoğu da eski EOKA'cılara nasip oluyordu: Hem polis, hem de jandarmada terfi edenler, çoğunlukla bu teşkilatın eski adamlarıydı.”
"Kıbrıslı Rumların anayasayı ihlal ettikleri örneklerden Kıbrıslı Türkler için en ciddi sonuçlar taşıyan bir tanesi, yani beş kentte ayrı ayrı Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk belediyeleri kurulması hakkındaki anayasa hükmünün ihlali Kıbrıs Cumhuriyeti Yüksek Anayasa Mahkemesi'nin önüne getirildiğinde Rumlar davayı kabul ettiler. Ancak bundan daha önce ve özellikle 1963 Nisan'ında verilen karardan sonra da Kıbrıs hükümetinin Rum kanadı, bu kararı tanımayacağını ilan etmişti. Bu, anayasanın ihlalinin resmen hukuki olarak geçerlilik kazanması ve Kıbrıs'ta Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasındaki uyuşmazlıkların getirilebileceği tek bağımsız merci olan Yüksek Anayasa Mahkemesi'nin işlemez hale getirilmesi demekti".
"Forsthoff ve Heinze, Makarios'un anayasa ihlallerini ortaya koyduklarında Kıbrıs Rum Cemaati Liderleri için önemli bir sorun haline geldiler. Saygınlıklarını lekelemek ve istifaya zorlamak üzere dedikodu kampanyası başlatıldı. Dr. Forsthoff küçük rütbeli bir nazi subayı olmakla suçlandı ve Heidelberg Üniversitesi'nin 2. sınıf bir profesörü olmakla nitelendirildi. Dr. Heinze'nin Türklerden aldığı rüşvetle lüks içinde yaşadığı söylentileri yayıldı, hayatı bile tehdit edildi."
"Müşterek bir yasama oluşturmadaki başarısızlık ilgili tarafların beceriksizliğinden değil, yönetimdeki Kıbrıslı Rumların egemen kesiminin işbirliğine gitmek veya bir uzlaşmaya varmak çabası harcamayıp varolan anayasayı göz ardı etmelerinde ve hiçe saymalarında artan bir inatla diretmelerinden gelmektedir. Anayasanın başarısızlığı, bundan yararlanmak için iyi niyetin olmamasındandı" .
"Veto hakkını ortadan kaldırmak bahanesini gösterip, gerçekte kanuna uydurup, Enosis'i gerçekleştirmek istemekteydiler. Bu tasarıyı uygulamak üzere Makarios, Yorgacis, Papadopulos ve Glafkos Klerides gizli bir eylem planı hazırlamakla görevlendirildi. İlk defa 21 Nisan 1966'da Patris gazetesinde yayınlanan meşhur Akritas Planı, biraz da gizemli bir biçimde (Şef Akritas) diye imzalanmıştı. Oysa, bu, Akritas aynı dönemde adada iç barışı sağlamakla görevli olan Yorgacis'ten başkası değildi. Plan, Enosis'i gerçekleştirmek amacı ile hükümet içinde bir darbe yapılmasını ve güçlenmesine izin vermeden, Türk muhalefetinin temizlenmesini öngören bir programdı."
O dönemde, Enosis’in önündeki engelleri kaldırmak isteyen Makarios, bu amaçla Türk halkına da söz hakkı veren Anayasanın 13 maddesini değiştirmek için bir plan hazırlamıştır. Bu plana göre, söz konusu maddelerin değiştirilmesini Türklere teklif edecek, reddedilmesi halinde zorla empoze edilmesi yoluna gidilecekti. Karşı konulduğu takdirde de "Türkler hükümete isyan etti" diye olay dünyaya duyurulacak, "asilerin ezilmesi", Kıbrıs hükümetinin bir iç meselesi olarak sunulacaktı. Makarios’un tahmin ettiği gibi Anayasa değişikliği, Türk halkı ve Türkiye tarafından derhal reddedilir. Makarios’un değişiklik teklifleri şöyleydi:
Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkan Muavini'nin Veto haklarının kaldırılması. (Anayasaya göre Başkan ve Yardımcısı Bakanlar Kurulu ve Meclis'in Dış İlişkiler, Savunma ve Güvenlik konularındaki kararlarını veto etme hakkına sahipti)
Cumhurbaşkanı yurt dışında iken veya görevlerini yerine getirmeyecek durumda olduğunda, Başkan Yardımcısının ona vekalet etmesi.  
Rum Temsilciler Meclisi başkanı yurt dışında, ya da görevlerini yerine getiremeyecek durumda olduğunda, Meclis Başkanlığı görevinin Meclis Başkan yardımcısı tarafından yerine getirilmesi.
Meclis Başkanı Rum, Yardımcısı Türk üyelerce ayrı ayrı seçileceklerine, her ikisinin de Meclis Genel Kurulunca seçilmesi. (Bu durumda çoğunlukta Rumlar olduğu için Meclis Başkanı hep Rum olurken, Türk Yardımcı, Rumların istediği bir kişi seçilecekti ve tümüyle Türklerin birliğini bozmaya yönelik bir teklifti)
Bazı yasaların Meclis'te onaylanması için, ayrı çoğunluk şartının aranmaması. (Anayasa’ya göre vergi, belediyeler ve seçim yasaları için ayrı ayrı çoğunluk gerekiyordu. Bu durumda Rumlar çoğunluklarına dayanarak, istedikleri düzenlemeyi yapabilecekti) 
Birleşik Belediyelerin kurulması. (Anayasaya göre, beş büyük şehirde ayrı belediyeler olacaktı. Ancak değişiklikle belediye başkanlıkları sadece Rumların eline geçecekti.)
Adalet hizmetlerinin birleştirilmesi. (Rum suçlulara Rum, Türk suçlulara da Türk yargıçlar bakıyordu. Bu durumda Türk sanıklar suçsuz olsalar bile Rum yargıcın insafına bırakılacaktı. Bunun bir başka tehlikesi de, Rum yargıçlardan alınacak tutuklama ve arama emirleri ile Türk evleri ve yerleşim yerlerinin aranması, kişilerin tutuklanıp baskı altına alınmasının yolunun açılmasıydı)
Güvenlik kuvvetlerinin, polis ve jandarma olarak ikiye ayrılmasına son verilmesi, güvenlik Kuvvetlerinin sayısının yasa ile belirlenmesi. (Anayasa’ya göre, Cumhurbaşkanı ve yardımcısı sayıyı ortaklaşa azaltıp, çoğaltabileceklerdi), hükümete ve orduya, iki toplumun katılma oranlarının, iki toplumun nüfusuna göre değiştirilmesi.(Bu teklif, Kıbrıs Türklerinin yönetimden tümüyle dışlanması anlamına geliyordu.)
Kamu Hizmeti Komisyonu'nun üye sayısının, 10'dan 5'e indirilmesi,(On üyeden üçü Türk'tü)  Komisyonu'nun tüm kararlarının basit çoğunlukla alması. (Çoğunlukta Rumlar olacağı için  istedikleri kararı alabileceklerdi)
Rum Cemaat Meclisi'nin yürürlükten kalkması. (Cumhuriyet yönetimini bir Rum yönetimi haline getirmenin başka bir yolu açılacaktı)
Orta Doğu uzmanı Prof. Clement H.Dodd’un, bu dönemle ilgili değerlendirmeleri şöyledir: 
“Sonunda, Kıbrıs Rum kesimi Anayasayı işlemez ilan etti. Bunun yanısıra, Kıbrıslı Rumların istediği, Taksim fikrinin tohumlarının yeşermekte olduğunu gördükleri, kendi kendilerini yöneten Türk belediyelerinden kurtulmaktı. Bu özellikle, enosis fikrinin reddedilmesini gerçeklikten ziyade bir formalite olarak görenler için böyleydi. Bütün bunların neticesinde çok ciddi bir problem ortaya çıktı. Bundan sonra ne yapılmalıydı? Yapılacak şey garantör devletler olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a başvurmak ve anayasal sorunları ortadan kaldırmak olmalıydı. Ancak Makarios, böyle yapmak yerine, o zamanki İngiliz Yüksek Komiserliği tarafından anayasaya konulması uygun görülen 13 maddelik değişikliği önerdi. Bu öneriler Türk hükümeti ve Kıbrıslı Türkler tarafından reddedildi. Daha sonra Makarios, Türk toplumunun isteklerini reddetmek amacıyla kuvvet kullanmaya karar verdi. Planın adı meşhur Akritas Planı’ydı ve anayasal değişikliklerin uygulanması sırasında çıkabilecek her türlü Kıbrıs Türk tepkisine karşı özel güç kullanımını öngörüyordu. Aralık 1963’te önceden tasarlanan olaylar patlak verdi ve yüzlerce Türk öldü.”   


8.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

...

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 6



 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 6


EOKA NEDİR?

EOKA, Kıbrıs'ta Türk halkını yok edip, adayı Yunanistan'a bağlamak için kurulmuş olan bir terör örgütüdür. EOKA için ilk gizli görüşmeler, 2 Temmuz 1952'de Atina'da Makarios'un başkanlığında yapılır. Bu toplantıların ardından 7 Mart 1953'de bir "İhtilal Konseyi" kurulur ve konsey kurucuları, Enosis için şu gizli yemini ederler:
"Enosis davası hakkında bildiklerimi ve bundan böyle bileceklerimi işkence altında ve canım pahasına bile olsa bir sır olarak gizli tutmaya Tanrı huzurunda yemin ederim. Bana verilen tüm emirlere sorusuz olarak itaat edeceğim" . . .
Bunun ardından 1954 yılının ilk aylarında Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde, Kıbrıs'a gizli silah sevkiyatı başlar, Grivas ise 9 Kasım 1954'de gizlice adaya çıkar. 
Bir süre sonra Yunan Dışisleri Bakanı Stefanoplus'un direktifi ile 1 Nisan 1955'de EOKA, ilk bombalarını patlatarak, resmen eyleme geçer. EOKA'nın amacı, önce İngilizleri adadan atmak, ardından da topyekün bir imha hareketi ile Türk halkını yok ederek, adayı Yunanistan'a bağlamaktır. Ancak kısa süre sonra İngilizlerin adadan ayrılması dahi beklenmeden, 21 Haziran 1955'den itibaren Türklere de saldırılar başlar.
Grivas hatıralarında, 22 Kasım 1954'de Makarios'un, kurduğu PEON adlı gençlik örgütünü eğitip, silahlandırması için karar aldığını yazmakta, böylece EOKA'nın gerisinde Makarios'un olduğunu vurgulamaktadır. Makarios'un, önceleri Atina'ya yaptığı çeşitli ziyaretlerde, konuyu Yunan yetkilileri ile kararlaştırdığı da bilinmektedir. Grivas, 4 Haziran 1959 tarihli bir mektubunda, Makarios'un kendisini EOKA'yı yönetmek üzere Kıbrıs'a çağırdığından söz etmekte ve tedhiş örgütüne silah alınması için para yardımında bulunduğunu açıklamaktadır. Nitekim 27 Mart 1955 tarihinde de Grivas'ı çağırıp, eyleme geçmesi emrini bizzat Makarios verir. Makarios'un, EOKA'nın siyasi lideri olduğunu öğrenen İngilizler, 9 Mart 1956 tarihinde onu tutuklayıp Seyşel adalarına sürgüne gönderir. EOKA, eylemlerde bulunduğu süre içinde yüzlerce Türkün yanısıra, 100 İngiliz ve yüzlerce Rumu katleder. 30 Türk köyünü yakıp yıkar ve bu köylerde, yaşayan Türklerin göç etmesine neden olacak şekilde adayı kan ve ateşe boğar. Aynı EOKA, 1963'de yeniden saldırılara başlar ve bu kez de 103 Türk köyünü yakıp yıkarak, 500’den fazla Türkü katleder, onbinlerce Türk'ü göçe zorlar.
EOKA, 15 Temmuz 1974'de bu kez EOKA-B adı ile silahlarını kendi halkına çevirerek 2000 Rum'u katleder. Bugün ise Rum propagandası, EOKA'yı bir "Ulusal Kurtuluş Örgütü", EOKA mücadelesini de bir "Ulusal Kurtuluş Mücadelesi" olarak sunmaktadır. Oysa EOKA ne kurtuluşu, ne de bağımsızlığı savunmuştur. EOKA'nın tek bir hedefi vardı; Enosis. Bilindiği gibi Enosis de, Ada’nın bağımsızlığını değil; bir başka ülkeye, bağlanmasını, ilhak edilmesini ifade etmektedir. Yani ulusal kurtuluş ve bağımsızlık değil; bağımlılık söz konusudur. 

TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI (TMT)

Açık adı "Türk Mukavemet Teşkilatı" olan TMT, 27 Temmuz 1957'de Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa'da kurulur.
1 Nisan 1955'de faaliyete geçen ve Türklere saldırmaya başlayan, Türk köylerini yakıp yıkan, EOKA tedhiş örgütüne karşı Türk halkının savunmasını yapacak bir örgütlenme ihtiyacını duyan Kıbrıs Türkleri, önceleri çeşitli mukavemet grupları oluşturur. Bunlar arasında en etkili olanı Volkan’dır. Ancak dağınık, küçük ve eğitimsiz olan bu grupların, askeri bir yapıya sahip EOKA karşısında, Türk Halkının savunmasını yapabilmeleri mümkün değildi. TMT, işte bu ihtiyaçtan doğan ve dağınık olarak faaliyet gösteren küçük mukavemet gruplarını birleştirerek, tüm adaya yaygın, her Türk köyünde varlık gösteren güçlü bir mukavemet örgütüdür.
TMT, Rumların iddia ettiği gibi bir saldırı ve tedhiş örgütü değildi. Zaten EOKA'dan 2.5 yıl sonra, Türklere yönelik saldırıların yoğunlaşması üzerine kurulmuş olması da, buna doğrulamaktadır. Yine aynı şekilde faaliyette olduğu süre içinde hiçbir Rum köyüne saldırmamış olması, sadece Türk gençlerini eğiterek, onlara savunmaları için gerekli silahları sağlaması ve onları bulundukları yerleşim yerlerini savunmakla görevli kılması da, bunun bir başka kanıtıdır. TMT'nin amaçları, “Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliğini sağlamak, Enosis’e ve bu hedef doğrultusunda yapılan girişimlerle estirilen teröre karşı durmak,  Türklere yapılacak saldırıları geri püskürtmek, Türk Toplumunun birliğini ve bütünlüğünü sağlamak, Enosis'i savunan AKEL'in Türk toplumu içinde ideolojik etkinlik kurmasını ve iç cepheyi bölmesini önlemek, Rumlara ve İngilizlere karşı Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmak, Anavatan Türkiye ile sıcak ilişkileri ve Türk Halkının Anavatana bağlılığını sürdürmek.” olarak belirlenmiştir.  
TMT, bu ilkeler doğrultusunda verdiği savaşında başarılı olur, 1958-60 ve 1963-74 döneminde direnişi örgütleyerek, Türk halkının, Rum saldırıları karşısında ayakta kalmasına yardımcı olur. TMT'nin bu direnişi, adanın Yunanistan'a bağlanmasını önlerken,  Türklerin bağımsızlığının gerçekleşmesini sağlar.

TAKSİM FİKRİ NEDİR?

1950 Plebisitinden sonra ve EOKA'nın da eyleme geçmesinin ardından savunulan "Taksim" fikri, Kıbrıs Türk Halkının self-determinasyon hakkına sahip çıkılması görüşünden kaynaklanıyordu. Kıbrıs Rumları, self-determinasyon haklarına dayanarak, Enosis istiyorlarsa, Kıbrıs Türkleri de yine bu haklarına dayanarak Taksim’i, yani kendilerine ait olan bölümün Türkiye'ye bağlanmasını savunuyordu.  Taksim fikri, birçok açıdan o günlerin şartlarında, Enosise karşı ileri sürülen en doğru tezdi. Her şeyden önce, Türklerin can ve mal güvenliğini koruyacak bir formüldü. Ayrıca Türkiye'nin stratejik çıkarlarını korumaktaydı. En önemlisi de, Kıbrıs Türklerinin, self-determinasyon hakkına sahip çıktığının ve adada ayrı bir halk bulunduğunun ifadesiydi.

KİRADAN, İLHAKA İNGİLİZ GASPI VE ADA’NIN STRATEJİK ÖNEMİ

Kıbrıs 1878 Kıbrıs Antlaşması ile İngiltere’ye kiralanmıştı, yani Ada’nın gerçek sahibi Osmanlı’ydı. Peki 1960 yılına kadar geçen 82 yılda nasıl olmuş da İngiltere, Kıbrıs’ın sahibi haline gelmiş, Türkiye de, Ada’yı Yunanistan’la paylaşmaya zorlanmıştı?
82 yıllık bu dönemi iki bölümde değerlendirmek mümkündür. Ada’yı 1878’de kiralayan İngiltere, 36 yıl sonra 1914’de ilhak kararı alır. Bu süre, Rumların Enosis faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemdir ancak İngiltere buna karşı çıkmaktadır. Ada’daki Türkler de, Enosis’e geçit vermeyeceklerini, daha 21 Eylül 1911’de Lefkoşe’de, 24 Eylül’de de Lefke’de yaptıkları kalabalık ve coşkulu mitinglerle dünyaya duyururlar. Bu mitinglerde kabul edilen kararlarda, İngiltere Ada’dan çekildiği takdirde, Kıbrıs’ın Türkiye’ye iade edilmesi gerektiğinden söz ediliyor ve bunun için Kıbrıs Türklerinin, gerekirse kanların son damlasına kadar savaşacakları vurgulanıyordu. O tarihlerde Kıbrıs hala hukuken Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğindeydi, İngiltere ise kiracı veya emanetçi statüsündeydi. Ama bu çok uzun sürmez. Bilindiği gibi İngiltere önce Birinci Dünya Savaşın’a kendi yanında girmesi halinde Ada’nın Yunanistan’a verilmesini teklif eder, anlaşma sağlanamaması üzerine de savaşın hemen başlangıcında Kasım 1914’te Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıklar. Bu karardan sonra Kıbrıs, artık yalnız fiilen değil, resmen de İngiliz yönetimine girer, daha doğrusu  İngiltere’nin sömürgesi olur. I. Dünya Savaşı’nın ağır şartları içinde Osmanlı’nın hak ve hukukunu savunacak kimse yoktur.
İngiliz işgalinin ikinci dönemi 1914-1960 arasındaki 46 yıllık süredir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra 1923 yılında Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına kadar İngiltere’nin Kıbrıs’taki tek taraflı fiili ilhakı devam eder ve hiçbir itiraz görmez. Lozan Antlaşması ile de Ada’nın resmen İngiltere’ye ait olduğu, müzakerelere konu edilmeden ve hiçbir pazarlık yapılmadan Türkiye tarafından da kabul edilir.   
Türkiye o sıralarda nasıl bir politika izliyordu? Antlaşmalara göre Kıbrıs İngiltere’ye verilmişti. Türkiye, bu statü devam ettiği sürece mesele yaratmak niyetinde değildi. Ancak Yunan ve Rum ikilisinin Enosis faaliyetleri 1931 yılından itibaren alabildiğine hızlanmıştı ve hedef İngilizlerdi. Yukarıda da aktarıldığı gibi İngilizler, isyan hareketlerini Mısır’dan getirilen takviye kuvvetle bastırabilir, Ada’da sıkıyönetim benzeri uygulamalar başlatılır. Ancak saldırılar artıp, başedilemez hale gelince İngiltere, adeta Kıbrıs’tan kurtulmaya çalışır ve Ada’yı kimin yöneteceği tartışmaları başlar. Bütün bu yaşananlara ve tartışmalara rağmen, 1950’li yıllara gelindiğinde de Türkiye’nin tutumunda değişiklik olmaz. Öyle ki, Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, Ocak 1950’de TBMM Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, kamuoyundaki hassasiyeti yatıştırmaya çalışır ve İngiltere’nin adayı bırakmak niyetinde olmadığı güvencesini verir. 

Bakan Sadak, şunları söyler:

“Kıbrıs meselesi diye mesele yoktur. Bunu hayli zaman evvel gazetecilere açıkça söylemiştim. Çünkü Kıbrıs bugün, İngiltere’nin hakimiyet ve idaresi altındadır ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde ve eğiliminde olmadığı hakkında kanaatimiz vardır. Kıbrıs’a yapılan hareketler ne olursa olsun ve bunları yapanlar kim olursa olsun, İngiltere hükümeti Kıbrıs Adası’nı başka bir devlete terketmeyecektir. Bu böyle olunca, gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar, gereksiz yere yoruluyorlar.”  

Aynı yıl yapılan seçimlerden sonra iktidarı devralan Demokrat Parti’nin politikası da farklı değildi. 1950 yılının Haziran ayında partisinin grup toplantısında bir konuşma yapan yeni Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, bir Kıbrıs meselesinin mevcut olmadığını söyler. Köprülü, bu görüşlerini Yunan basınına da açıklar ve “Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir mesele yoktur” der. Kısacası o tarihlerde Türkiye, İngiltere’nin Kıbrıs’ı terk etmeyeceğinden emindir. İngiltere’de de, devlet adamlarının yanı sıra askeri yetkililerin, Kıbrıs’ı bırakma niyeti yoktur. Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, daha 1946 yılında Savunma Komitesi’ne sunduğu bir raporda, İngiltere’nin Akdeniz’deki varlığını sürdürmesinin, ülkenin büyük devlet konumunun korunması açısından hayati önemde olduğunu söylüyordu. 1950 yılında İngiliz Genelkurmayının hazırladığı bir değerlendirme notunda da, “Eğer İngiltere Ortadoğu’daki durumunu sürdürmek istiyorsa, Kıbrıs İngiltere’nin elinde kalmalıdır” deniliyordu. Oysa o sıralarda Yunanistan, bütün gücüyle Enosis hedefine ulaşmaya çalışıyor, İngiltere’den Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesini resmen talep ediyordu. Ada’nın gerçek sahibi Türkiye’nin sesi çıkmazken, hiç ilgisi ve hakkı olmayan Yunanistan kendisini yavaş yavaş konunun tarafı ilan ediyordu.

Bu gelişmeler de Türkiye’nin tutumunu değiştirmeye yetmez. Ama biraz daha dikkatli olunması gerektiğinin farkına varılır. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “İleride Kıbrıs’ın durumu hakkında bir değişiklik ciddi surette söz konusu olursa Türkiye’nin haklarına aykırı bir şekilde konunun ele alınmasına imkan bırakmayız” demeye başlar. Başbakan Adnan Menderes de, 1954 Haziran ayında ABD ziyareti dönüşünde Atina’ya uğradığında, Yunan Başbakanı Alekandros Papagos’un Kıbrıs sorunundan söz edeceğini öğrenince, tepki gösterir ve “Kıbrıs konusunu Yunan hükümetinin bana açmasına izin veremem. Bu niyette iseler Atina ziyaretimi iptal ederek, derhal Türkiye’ye dönerim.” mesajını gönderir. Bunun üzerine Yunanlılar resmi görüşmelerde konuya değinmezler.
1952’lerde siyasi çevrelerde, İngiltere’nin Ada’dan çekileceği konuşmaları artar. İşte bu sıralarda Alman Devletler Hukuku Profesörü Prof. Hirş, bir eserine şu notu koyar:
 “...Olmaz ya, şayet İngiltere bu adayı bırakacak olursa yine eski sahibi Türkiye’ye iade etmesi gerekir.  Adanın stratejik önemi ve Türkiye’nin savunması meselesinde taşıdığı büyük önem onun yine Türkiye’ye iade edilmesini gerektirir. Ada halkının bile bu konuda değişik seçeneklerinin olmaması lazımdır...”  

YUNANİSTAN RESMEN TARAF OLUR

Eoka’nın eylemleri, Türkiye’nin Kıbrıs’a bakış açısını değiştirmeye başlar. 1954 seçimlerinden sonra yeniden iktidara gelen Menderes, Devlet Bakanı olarak atadığı Fatin Rüştü Zorlu’ya, Kıbrıs’ın sorumluluğuna da verir. Zorlu’nun Kıbrıs konusunda tespit ettiği iki ana ilke şu olur: Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde en az Yunanistan kadar söz sahibi olduğunu belgeleriyle kanıtlamak ve dünya kamuoyuna duyurmak. Dava çözülünceye kadar Kıbrıs Türklerine her türlü yardımda bulunarak, baskıya dayanma güçlerini arttırmak.
Türkiye gerçekte Kıbrıs konusunda Yunanistan’ı taraf ve muhatap etmezken,   Zorlu’nun peşinen özellikle birinci ilkeyi nasıl ve neye göre belirlediği anlaşılamamıştır. Çünkü, Zorlu’nun bu ilkesi, en azından Yunan Başbakanı ile Kıbrıs’ı görüşmeyi reddeden Başbakan Menderes’in politikasına terstir.  
Ada’daki Türklerin saldırıya uğraması üzerine Türkiye, 23 Ağustos 1955’de İngiltere Büyükelçisine bir nota vererek, Türklerin can ve mal güvenliklerinin korunması ister. Nota’da, Kıbrıs’taki Türklerin imha tehlikesine maruz kaldıkları belirtilerek, Türkiye’nin buna karşı hareketsiz kalmasına imkan bulunmadığı bildirilir. İşte bu Nota’dan sonra Londra konferansları süreci başlar. Ancak artık masada Yunanistan da vardır.  
Oysa Başbakan Menderes, Londra’ya gidecek heyete yola çıkmalarından önce  şu talimatı vermiştir:  
“Kıbrıs’taki ırkdaşlarımıza karşı bir katliam yapılacağı etrafta duyulmaktadır. Oradaki halkımız silahsız ve hareketsiz olabilir. Ancak bu durum hiçbir zaman onların bir an için dahi savunmasız kalacakları anlamına gelmez...Türkiye’nin Kıbrıs statükosunda bugün için ve hatta yarın için bu memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü yoktur...Şu noktayı da Yunanlıların gözleri önüne sermek gerekir. Çoğunluk ilkesine dayanarak mı, daha dün denilecek kadar yakın geçmişte Ankara önlerine kadar gelmişlerdir?..Kıbrıs Anadolu’nun devamından ibarettir ve güvenliğinin esaslı noktalarından biridir. Kıbrıs’ın bugünkü durumunda bir değişiklik sözkonusu olursa...uygun bir çözüm bulunması gerekecektir. Bu da Kıbrıs’ın Türkiye’ye iadesinden başka bir şey değildir.”    
Londra Konferansı’nın toplandığı tarihte dahi Kıbrıs toprakların yüzde 60’ı Türklere aitti. Londra Konferansı’nda Zorlu, Lozan Antlaşması’nın 30. maddesine atıfta bulunarak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki egemenlik hakkını sadece İngiltere’ye devrettiğini hatırlatır. İngiliz Hükümeti, Kıbrıs üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçmek niyetinde ise Kıbrıs adası asıl sahibine dönmeliydi. İngiltere, Türkiye’den aldığı bu toprağı, Yunanistan’a devredemezdi. Yunanistan, Kıbrıs sorununda Türkiye’ye muhatap bile olamazdı. Zorlu, konferansta özetle bu görüşleri savunur. 
Türk heyeti başkanı Zorlu, konferansta daha çok Türkiye’nin güvenliğini ön plana çıkarır ve “Kıbrıs adasının Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısında  büyük önemi vardır. Bir savaş halinde Kıbrıs hesaba katılmazsa Türkiye’nin kuvvet ve kudretinin sürekliliği sağlanamaz...Lozan Antlaşması, Kıbrıs’ın geleceğinin ilgili taraflar arasında tayin edilmesini öngörür. Taraflar ise Türkiye ve İngiltere’dir...Kıbrıs’ta selef determinasyon ilkesi uygulamaya kalkışmak, Lozan’ın kurduğu düzeni olumsuz yönde etkiler ve çok kapsamlı sonuçlar doğmasına sebebiyet verebilir.” der. Türkiye’ye göre, Yunanistan Kıbrıs konusunda muhatap bile değildi ama Londra Konferansı’ndaydı ve bilinen self determinasyon talebini tekrarlıyordu.

MASEJTE KRALİÇE HÜKÜMETİ’NİN ŞARTI 

Bu dönemde Kıbrıs’a stratejik açıdan bakan sadece Türkiye değildi. İngiltere Başbakanı MacMillan Konferansı açış konuşmasında, Ada’nın stratejik açıdan İngiltere için de büyük önem taşıdığını söyler. MacMillan’a göre, “Ada üzerinde Türklerle, Yunanlıların yakın ve uzak emelleri ne olursa olsun, onlar şunu iyi bilmeliydiler ki, İngiltere’nın Kıbrıs’taki kara, deniz ve hava üslerinin tartışma konusu yapılmasına Majeste Kraliçe’nin hükümeti asla razı” olmayacaktı.  
Londra Konferansı hiçbir sonuç vermeden dağılır. Konferans sırasında Zorlu’nun yaptığı özel görüşmelerde, İngiliz Dışişleri Bakanı, İngiltere çekildikten sonra Kıbrıs’a  belirli bir özerklik tanınabileceğini ancak Türkiye’nin hak ve çıkarlarının da korunacağı mesajını verir. Zorlu bu görüşmeleri Başbakan Menderes’e aktarır. Menderes’in talimatı açıktır.
“İster resmi, ister gayrı resmi, ister esasa, ister prosedüre ait bulunsun, Kıbrıs konusunda hiçbir tavize yanaşmayacağımızı her fırsatta muhataplarımıza anlatınız.”
Zorlu, İngiliz yöneticilerle görüşmesinde, “İngiltere isterse Ada’dan ayrılabilir ama Türkiye ayrılmayacaktır.” der.
İngiltere’nin adadan çekilmesinin kesinlik kazanmasından ve Rumların terör hareketlerinin hızlanmasından sonra artık Türkiye için de “bir Kıbrıs meselesinin var olduğu” ortaya çıkar. Türkiye politikasında değişiklik yapılır ve bir daha “Kıbrıs meselesinin olmadığından” söz edilmez. Ancak önceleri, “adayı eski sahibine teslimden” bahseden İngiltere, Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan arasında taksim edilmesi tezini savunmaya başlar. Başbakan Menderes ise artık meselenin Yunanistan’la anlaşma yoluyla ve barış içinde halledileceğine inanıyordu. Bunun sebebi de Yunanistan Başbakanı Karamanlis ile olan kişisel dostluğu, fikir birliği ve ona olan güveniydi.  
Kıbrıs 1957’den itibaren artık uluslararası bir konu haline gelir, bir anlaşmaya varılması için Türkiye-Yunanistan-İngiltere arasında görüşmelere başlanır ve BM gündemine girer.  
Bugün olduğu gibi, o dönemde de Kıbrıs, Ortadoğu’da çok özel bir stratejik konumdaydı. Bölgedeki petrol üretimi 1938’deki 6 milyon tonluk düzeyden, 1955’de 163 milyon tona yükselmişti. Bölge, dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’ine sahipti ve o tarihlerde İngiltere, petrol ihtiyacının üçte ikisini bu bölgeden karşılıyordu. MacMillan, İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesinden sonra Kıbrıs’ın alternatif bir üs oluşturduğunu söylüyor ve Ada’nın deniz kuvvetleri, özellikle de hava kuvvetleri açısından büyük değer kazandığını vurguluyordu. MacMillan’ın şu sözleri dikkat çekicidir:
“...Az kişi Kıbrıs’ın gerek bizim, gerek Türkiye için taşıdığı önemin farkında. Gerçek şudur ki, Kıbrıs Adası’nı kim elinde bulundurursa, İskenderun Limanı’nı ve Türkiye’nin arka kapısını kontrol altına alır.”
İngiltere’nin bu görüşü, kapalı kapılar ardında değil açıktan da söyleniyordu. İngiltere Başbakanlarından Eden, Avam kamarasındaki bir konuşmasında, “Kıbrıs’ın yalnız İngiltere ve Yunanistan’ı ilgilendiren bir sorun olduğunu asla düşünmüş değilim. Kıbrıs’ın, Türkiye’nin savunması açısından önemi büyüktür. Kıbrıs’ın statüsünde bir değişiklik yapıldığı takdirde, Türkiye’nin bu adayı, İngiltere’ye terk etmesiyle ilgili hükümleri içeren Lozan Antlaşması’nın değiştirilmesini isteyeceğini bildirmesi hayret uyandırmamıştır.” diyordu. 
İngiltere Kıbrıs adasının kendisi için stratejik önemini asla unutmaz ve anlaşmalarda da bunu asla gözardı etmez. Ada’nın, İngiltere’ye kiralanmasının anlatıldığı bölümde de vurgulandığı gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamasında en önemli tartışmalardan birisi Ada’daki üslerin kullanılması konusunda yaşanır. Hatırlanacağı gibi Makarios üsler konusunda direnç gösterince, İngilizler, özel hayatına ilişkin bilgilerle Makarios’a şantaj yaparak, isteklerini kabul ettirmiştir. 
Kıbrıs’ın 1878’den 1960’a kadar olan 82 yıllık dönem gerçekten hazindir ve     nereden, nereye diye hayıflanmamak mümkün değildir. Bize ait, üstelik de stratejik açıdan büyük önemi herkes tarafından kabul edilen ve geçici bir süre için İngiltere’ye kiralanmış olan Kıbrıs’a, bir süre sonra devletin içinde bulunduğu zor koşullardan istifade edilerek el konulmuş, daha sonra da sömürge yapılmıştır. Ada’nın gerçek sahibi olan Türkiye, bu işgale seyirci kalırken, hiç ilgisi olmayan Yunanistan,  Megali İdea hedefi doğrultusunda verdiği inanılmaz bir mücadele sonucunda önce Kıbrıs’ın ortağı, bugün ise tümünün sahibi olduğunu iddia eder hale gelmiştir. Oysa Türkiye başlangıçta Yunanistan’ı muhatap almıyor, Ada ile bir ilgisinin olmadığını söylüyordu. Zaman içinde Yunanistan muhatap alınıp, görüşme masasına oturulmuştur. 82 yılın sonunda da, İngiltere ve Türkiye ile birlikte Yunanistan’ın Kıbrıs garantörlüğü kabul edilmiştir. 1960’dan bugüne geldiğimizde ise başlangıçta muhatap saymadığımız Yunanistan bizi muhatap almamaya başlamış, Ada’nın tümüyle Rumlara ait olduğu iddiasını uluslararası platformlara taşıyarak, kabul ettirmeyi başarmış ve devreden çıkarak, sorunu Türkiye-AB sorunu haline getirmiştir. Bununla da yetinmemiş, Kıbrıs sorunun çözümünü, Türkiye’nin AB üyeliğinin şartları arasına koydurarak, meseleyi tümüyle Türkiye’nin omuzlarına yükletmiştir. Bir tarafta mücadele, kararlılık ve usta diplomasi, diğer tarafta ilgisizlik ve politikasızlık...İşte sonuç; 124 yıl sonra Kıbrıs’ta Enosis’e ramak kalmıştır.     


ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR LONDRA KONFERANSI

1950 Yılında yapılan Enosis plebisitinden sonra, Yunanistan'ın siyasi tercihini daha açık bir şekilde Enosis lehinde ortaya koyması, Kıbrıs Rum liderliği için yeni arayışların doğmasına neden olur. Kıbrıs Rum liderliği ile kilise sorunu, "Self-determinasyon hakkı" gibi bir çerçeveye sokarak, dünya platformalarına taşımak niyetindeydi. Nitekim Yunan yönetimi ile yapılan işbirliği sonucu sorun, ilk kez 1954 yılında "Self-determinasyon", yani "Kıbrıs'ın kendi geleceğini tayin etme hakkı" talebiyle BM'e götürüldü. Oysa Kıbrıs'ta iki ayrı halk vardı ve Self-determinasyon hakkı, her iki halk için de geçerli olmalıydı. Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye, Yunanistan'ın bu başvurusuna büyük tepki gösterir. Bu tepkinin etkisi ve İngiltere'nin karşı yönde tavır koyması sonucu konu, BM gündemine alınmaz. Kıbrıs Rumları bundan sonra 1 Nisan 1955'den itibaren silahlı eyleme başlar.
İngiltere'nin Orta-Doğu'daki etkinliğini kırıp yerini almak ve Akdeniz'de bir güç olmak isteyen ABD de, Rum-Yunan ikilisinin Enosis talebini destekleyip, İngiltere'yi köşeye sıkıştırmaya çalışır. İşte bu baskıların da altında, geride kalan bölümlerde de belirtildiği gibi çıkış yolu arayan İngiltere, Ada’nın gerçek sahibi olan Türkiye'yi Kıbrıs sorununa resmen taraf yapmak ve bir denge sağlamak üzere harekete geçerek, 29 Ağustos 1955'de Londra Konferansı'nı düzenler. Londra'da yapılan bu konferansın tarafları, Türkiye Yunanistan ve İngiltere’dir. Yunanistan toplantıda, "Self-determinasyon" adı altında Enosisi isterken, Türkiye, adadaki her iki halkın da Self-determinasyon hakkının olduğu görüşünü  savunur. Toplantıdan somut bir sonuç çıkmaz.  

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


...