13 Aralık 2021 Pazartesi

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine. BÖLÜM 2

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine. BÖLÜM 2 


Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri


İlk bölümde metne dair bir diğer dikkat çekici yön yoğun bilgi aktarımı ve tekrarlara karşılık analitik bir bölümlendirmenin yapılamayışı dır. Bu durumda okur iki dünya savaşı arası batı karşısında Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına genel bir bakıştan yine iki dünya savaşı arasında Türkiye’nin deniz stratejileri ve psikolojisine savrulabilmekte ve aralarında bağ kurmada zorlanabilmektedir. Burada daha dikkatli bir bölümlendirmeyle ortaya konan emek analitik bir 
çerçevede sunulabilirdi. 

Misak-ı Milli Politikası ışığında Yeni Türkiye’nin ve dış politikasının incelendiği ikinci bölüm Ortadoğu’daki politik mücadelede Türkiye’nin yerini konu ediniyor. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin Arap elitleri ile olan çekişmesi, Jön Türk idaresinin Arap bölgelerinde yarattığı siyasal tepki inceleniyor. 
Bunu takiben yeni rejimin şekillenişi aşamasında hilafet tartışmalarına yer veriliyor. Hilafetin kaldırılması süreci uzunca bir bölüm olarak anlatılıyor. 
Burada aktarılanlar elbette hilafetin kaldırılma sürecine dair önemli bilgiler; ancak başlı başına bir araştırma konusu olan ve yazarın da yüksek lisans tezinin konusunu oluşturan bu sürecin çok ayrıntılı yer alışı Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillenmesindeki en önemli amil buymuş havası yaratıyor. 

Yazar bu bölümde Meclis çatısı altında ve basında yer alan tartışmaları aktarırken, belki de üzerinde durulması gereken bir başka konuyu ihmal ediyor. 
Hilafet meselesi 19. yüzyılda özellikle II. Abdülhamid rejimi döneminde İttihad-ı İslam tartışmaları kapsamında iç ve dışta, taraftar ve muhalif çevrelerde hayli tartışılmış bir konuydu. Özellikle Abdülhamid rejiminin kurumu diplomaside öne çıkarma konusundaki özeni ve hassasiyeti karşısında İngiltere’nin de kışkırttığı Arap hilafeti meselesi Araplar arasında Osmanlı hilafetine alternatif olarak tartışılmaya başlanmıştı.10 
İkincisi bazı Arap bölgelerinde Osmanlı karşıtlığının yükselişi sanıldığının aksine Jön Türk idaresinden öncelere dayanıyordu. Bunda yalnızca dış yönlendirmeler ya da Osmanlı merkeziyetçi bürokratlarının uygulamaları değil yükselen Arap milliyetçiliğinin de etkisi vardı.11 
Nitekim bu konuda değerli araştırmacı Prof. Dr. İsmail Kara’nın editörlüğünde toplanan hilafet risaleleri başlıklı çalışma konuyla ilgili büyük bir boşluğu doldurmuş, olayı geniş perspektifli değerlendirme imkanı sağlamıştır. 
İkinci bölüm yeni Türkiye’nin iç ve dış politikasında kimlik değişiminin incelendiği başlığın ardından 1921 yılından 1938’e değin yıl yıl dış politika gelişmelerini ele alıyor. Burada Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden yararlanılmış olması konuya katkı sağlıyor. Ancak bazı konuların atlandığı dikkatlerden kaçmıyor. 
Örneğin 1934 yılı gelişmeleri arasında İran Şahının Türkiye ziyaretine yer verilmemiş olması dikkat çekiyor. Oysa bu ziyaret yazarın da 1937 olayları içinde yer verdiği 8 Temmuz 1937 tarihli Sadâbat Paktı’na giden süreçte iki ülke arasında resmi ilişkilerin gelişiminde önemli bir adımdır.12 
Yazar 10 Haziran 1934-6 Temmuz 1934 arasında gerçekleştirilen bu ziyarete kronolojisinde de yer vermemiştir (s.446). 
Mustafa Bıyıklı 1923-1938 politikalarını değerlendi rirken Türkiye’de ulus devletin oluşum sürecindeki laiklik politikalarının Ortadoğu ile ilişkilerde göreceli olarak belirleyici olmakla birlikte 1930’a kadar olan dönemde güvenlik, barış ve komşuluk açısından olumlu gelişmeler yaşandığına dikkat çekiyor. 
Bu dönem dış politikasında en önemli özellik Lozan sonrası sorunlarla mücadele edilirken, dış dünyayla daha kuşkucu ve temkinli ilişkilerin kurulmasıdır. 
Yazar 1933 sonrasında Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye arasında görülen ilişkilerdeki gelişmeyi revizyonist blok ülkelerinin yayılmacı faaliyetlerine karşı Türkiye, İran, Irak, Afganistan gibi ülkelerin emperyalizme yönelik benzer kaygılarına bağlı olarak değerlendiriyor. Aynı dönemde dikkat çekilen bir diğer nokta ise Türk dış politikasında zaman zaman statükocu kimi kez de ısrarcı ve fırsatçı olunmasıdır. Nitekim Montreux ve Hatay meselesindeki tutum bu yönüyle 
vurgulanmaktadır (s. 326-327). 

Kitabın üçüncü bölümü Arap-Türk ilişkileri, meseleler ve politikalar konusuna ayrılmış. Burada da tezi bölümlendirmedeki eksiklilikler ilk anda göze çarpıyor. 
En dikkate değer yön konu başlıklarında tekrara düşülmesi ve dağınık bir tarzın benimsenme si. Burada esas tema Araplar ve Türkler arasındaki ilişkilerde devletlerin, daha özelde toplumların birbirini algılama biçimleri. Arap dünyasında Türkiye üzerine yapılan çalışmalar, Osmanlı geçmişine bakışları gibi başlıklar oldukça genel ifadelerle burada yer alırken, Türk-Arap yakınlaşmasının gerekliliği başlığı altında bu konuda argümanlar ileri sürmektense 1908-18 dönemindeki gelişmelerin kısa bir yorumuna yer veriliyor. 

Yazar 1916 sonrası bazı Arapların yabancılarla işbirliği yaparak halife-sultana karşı ayaklanmalarını kabullenilemeyecek bir şey olarak nitelendirirken, 1919 sonrasında Türk milliyetçilerinin de halife-sultana karşı aynı şeyi yaptıklarını iddia ediyor. 

Bu durumda okurun kafasında ulusal savaş sırasında gayet pragmatik gerekçelerle halife-sultana yönelik vurgular yapan milliyetçilerin hangi yabancılarla işbirliği yaptığına dair bir soru oluşabiliyor. Bir önceki bölümde hilafetin kaldırılmasına dair anlatıda yer verilmeyen Arapların lehte ya da aleyhte tepkilerine bu bölümde yer veriliyor. Arapların Osmanlı geçmişine ve Atatürk inkılaplarına bakışlarına dair başlıklar, Türkiye’nin Ortadoğu politikasına yönelik yaklaşımları çarpıcı alıntılarla aktarılıyor. Özellikle Arap aydınları arasında Türkiye’deki dönüşüme dair algılamalar dikkat çekici. Burada aktarıldığı biçimiyle Kemalist devrimin hafta tatilinin değişiminden, harf reformuna, kadın erkek eşitliğine kadar toplumsal ve siyasal alandaki hemen her adımı bazı çevrelerde İslam’ın temel yasasından açıkça uzaklaşma ve İslam dünyasına sırtını dönme olarak değerlendirilmiş. Mustafa Bıyıklı burada menfi yaklaşımların yanında ortak tarihe yönelik daha soğukkanlı yaklaşımlardan da söz ediyor. Bunlar arasında Tunuslu tarihçi Abdülcelil Temimi ve Mısırlı tarihçi Muhammed Harb’ı özellikle anıyor. Ancak burada da işaret edildiği gibi Araplar ve Türkler arasındaki imaj sorununun kısa sürede hallolmasını beklemek fazla iyimserlik oluyor. Kitabın son bölümü olumsuz Arap imajının düzeltilmesi için ileri sürülen Arap tekliflerini içeren başlıkla tamamlanıyor. Daha çok İbrahim Dakuki’nin çalışmalarına dayandırılan bu kısımda karşılıklı önyargıların aşılmasında diyaloga ve anlayışa dayalı bir ilişki tarzının gerekliliği üzerinde duruluyor. 

Mustafa Bıyıklı’nın çalışması çok incelenmemiş bir konunun ele alınması açısından dikkat çekmekle birlikte konuya yönelik kaynakçada özellikle İngilizce ve Fransızca literatürün eksikliğiyle, bölümlendirme ve konunun sınırlarının tespiti konusunda sorunlar barındırıyor. Eksikliği dikkat çeken bir diğer konu ise dış politika konusunun ele alındığı bir çalışmada dış politikada belirleyici olan paradigmalara yeterince yer verilmemiş oluşu. 


DİPNOTLAR:

1 YüksekÖğretimKurumu tez katalogunda yapılacak kısa bir araştırmadaTürkiye’ninOrtadoğu ile olan ilişkilerinin çeşitli boyutlarına işaret eden 59 tez kaleme alındığı görülmektedir. 
2 ÖmerKürkçüoğlu,Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1909-1918), Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1982veTürkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikaları (1945-1970),Siyasal BilgilerFakültesiYayını, Ankara 1972. 
3 Bu konuda iki yüksek lisans tezi kaleme alınmıştır.Aydın Can,Atatürk Dönemi Türkiye’nin Ortadoğu Politikası (1923-1938),Yüksek LisansTezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000, 315 s.,Fikri Işık, Atatürk Döneminde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005, 132 s. 
4 Krüger, K., Turkey and the Middle East,George Allen andUnwin Ltd. London 1932, 223 s.,Türkçesi için bkz. Kemalist Türkiye ve Ortadoğu, Altın Yayınları, çev. Nihal Önol,İstanbul 1981, 197 s. 
5 Yazar Altın Çağ tabirini Fatih, Yavuz ve Kanuni dönemlerini içerecek biçimde kullandığını belirtiyor. Bununla birlikte erken modern çağların bir imparatorluğu olanOsmanlılarda altın çağ tabiri genelde KanuniSüleyman dönemini ifade edecek şekilde kullanmıştır. Cemal Kafadar,“The Mythof the Golden Age:OttomanHistorical Consiciousnessin the Post SüleymânicEra ”, Süleymân the Second and His Time,Ed.Halil İnalcık -Cemal Kafadar, The Isıs Press, İstanbul 1993, s. 37-48. Ortadoğu Etütleri, Ocak 2010 Cilt 1, Sayı 2 
6 1860 Şam olaylarının sosyo-ekonomik nedenleri ve gelişim süreciyle ilgili olarak Leila Tarazi Fawaz, An Occasion for War: Civil Conflict in Lebanon and Damascus in 1860,University of California Press 1994. 
7 Adil Baktıaya,Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi Düşünce,Bengi Yayınları, İstanbul 2009, s. 108-174. 
8 Bu konuda yapılan değerlendirmeler içinŞerifMardin, “Tanzimat’tanSonra AşırıBatılılaşma”,Türk Modernleşmesi,İletişimYayınları,İstanbul 1991, s. 23-77, 
9 Tarih yazımında söz konusu yaklaşımın analizi için bkz. Nuray Mert, “ Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak”,Doğu Batı, sayı 47, Ankara 2008-9, s. 133-134. 
10 Azmi Özcan,“ İngiltere’de Hilafet Tartışmaları 1873-1909”, İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet VakfıYayınları,İstanbul 1998, sayı2, s.49-71; ayrıca bkz.Ş.Tufan Buzpınar, “ II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Hilafetine Muhalefetin Ortaya Çıkışı: 1877-1882”, Hilafet Risaleleri: Abdülhamid Devri, ciltI, Ed.İsmail Kara, Klasik Yayınları, İstanbul 2002, s. 37-63. 
11 Ş.Tufan Buzpınar,“Osmanlı Suriye’sinde Türk Aleyhtarı İlanlar ve Bunlara KarşıTepkiler 1878-1881”, İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, sayı2, s. 73-89. 
12 Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz.L.Hilal Akgül, “RızaHan’ın ( Rıza Şah Pehlevi ) Türkiye Ziyareti”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapTarihi Enstitüsü Yayını, 2005, sayı7, s. 1-42. 

***

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine. BÖLÜM 1

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine. BÖLÜM 1 

 
 
 
 

Namık Sinan TURAN* 
Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine 
* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü. 
 


Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine


DEĞERLENDİRME MAKALESİ 
Mustafa Bıyıklı, 
Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları- Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2007, 2. bsm., 517 s. 

Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında daha aktif rol oynama çabaları bölgedeki tarihsel referansların değerlendirilmesi açısından da fırsat olarak kabul edilmekte. Bu hiç şüphesiz gerek siyasi tarih gerekse uluslararası ilişkiler açısından oldukça eksik sayılabilecek literatüre katkı anlamında oldukça önemli. Osmanlı Dönemi Arap milliyetçiliğinin gelişim sürecine dair çalışmalar ya da son yıllardaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri baz alan konuların ağırlık kazandığı araştırmalar ne yazık ki erken cumhuriyetin dış politikasında Ortadoğu söz konusu olduğunda eksik kalıyor.1 

Bunun başlıca iki nedeni olduğu söylenebilir. İlki cumhuriyetin ilk yıllarına dair arşiv kaynaklarının tasnifi konusundaki eksiklerin araştırmacıları konudan uzaklaştırması. İkincisi ise yüzünü Batı uygarlığına dönen Kemalist rejimin Ortadoğu’ya ve daha özelde İslam dünyasına sırtını döndüğü yönündeki önyargının konuya olan ilgiyi azaltması. 
Bununla birlikte akademik anlamda Ömer Kürkçüoğlu’nun çalışmaları Türkiye ve Ortadoğu ilişkileri konusunda ilkler arasında sayılmalıdır.2 
Atatürk dönemi Ortadoğu ile olan ilişkiler konusunda son yıllarda bir ilgi uyanmaya başlamışsa da bu henüz yeterli düzeyde değildir.3 
Son döneme kadar K. Krüger’in 1932’de basılmış olan eserinin yanında konuyla doğrudan ilişkili bir çalışma bulmak oldukça güçtü.4 

Bu nedenle Mustafa Bıyıklı’nın kitabı önem kazanmaktadır. 

Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları: Atatürk Dönemi başlıklı çalışma yazarın 2002 yılında tamamladığı İki Dünya Savaşı Arasında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları (1918-1939) adlı doktora tezine dayanmakta. 
Ancak anlaşıldığı kadarıyla bazı ilaveler içermekte. Kitap uzun bir girişin ardından üç bölüm olarak kurgulanmış. Bunun yanında “Türkiye İçin Ek Tedbirler ve Hedefler”, “Ortadoğu Ekseninde Türk-Arap İlişkilerinin Gelişmesi”, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Kaynakçalı Kronolojisi” gibi ek yazılarla destekleniyor. 
Yazar kitabının girişinde temelde Osmanlı Devleti’ndeki siyasal ve sosyoekonomik değişimin nedenlerini tahlil etmekte, bunu iç ve dış etkiler ışığında analiz etmeye çalışmakta. Ancak hemen belirtmek gerekir ki bunu yaparken kullandığı dil ve üslup bir akademik çalışmanın üslubuyla uyuşmuyor. Burada altın çağ olarak tanımlanan Osmanlın klasik döneminin5 sona erişi ve yaşanan sarsıntı karşısında 18. yüzyıl sonlarından itibaren geliştirilmeye başlanan 
“yenileşme” hareketleri devletin “sosyal” yönlü bir müdafaa hareketi olarak değerlendiriliyor. Böylelikle Batının siyasi ve ekonomik nüfuzunun Akdeniz’in doğusunda giderek hissedildiği bir süreçte Osmanlıdaki dönüşümlerin temelde savunma refleksine dayalı bir siyasetin sonucu olduğuna dikkat çekiliyor. 
Burada temelde görülen yaklaşım olayları tamamen dış etkilerin bir sonucu olarak yorumlama anlayışıdır. Örneğin Osmanlı halkları arasında milliyetçiliğin gelişimi ve bağımsızlık taleplerinin yükselişi Batılıların kışkırtmacılığına bağlı olarak yorumlanıyor. (s. 18-19) 

Oysa milliyetçilik gibi 19. yüzyılın genel karakteristiğini belirleyen ve yeni kimliklerin inşa sürecine işaret eden bir ideolojinin etkileri yalnızca dış etkilerle açıklanamaz. Dahası Osmanlı gayrı Müslimleri arasında bu etkinin uyanışında örneğin Yunan milliyetçiliğinin gelişiminde bu kimliği birleştirici bir unsur olarak tasarlayan Yunan ticaret burjuvazisinin etkisini dikkate almamak mümkün değildir. Aynı yaklaşım Osmanlı Ortadoğu’su için de göze çarpmaktadır. 
Nitekim yazarın da dikkat çektiği Şam olaylarının dramatik gelişim seyri Batının bölgedeki nüfuz mücadelesinin yanı sıra bölgedeki cemaatler arasında ekonomik çatışmanın da bir sonucudur. Evet görünürde Tanzimat ve Islahat Fermanlarının bölgede özellikle Müslümanlar arasında yarattığı tepki olayların gelişiminde etkili olmuştur; ancak temelde ve çok daha etkin bir neden olarak ekonomik gelişimdeki eşitsiz durum yer almaktadır. 

1860 Şam olaylarını – yazar 1861 olarak gösteriyor – Büyük Devletlerin “Hıristiyan azınlığı ve batılılaştırdıkları zümreleri” kullanarak İslam dünyasında ikili kültür, huzursuzluk ve karışıklık arayışlarının bir sonucu olarak değerlendirmek olayı tek boyuta indirgemek anlamına geliyor.6 

Kitabın girişindeki analizlerde özellikle kuramsal anlamdaki eksiklikler dikkat çekiyor. Milliyetçilik olgusu ve Arap milliyetçiliğinin gelişimine dair algılama buna tipik bir örnek oluşturuyor. Buna göre sömürgeci devletler Arap milliyetçiliğini ve Türk-Arap düşmanlığını başlatarak “Ortadoğu çevresinde Türk-Arap ilişkileri daralmaya ve kopma noktasına varmıştır.” deniyor. Akademik uzmanlık alanını Ortadoğu üzerine geliştirmiş bir yazarın Arap milliyetçiliği konusundaki literatürden haberdar olmaması düşünülemeyeceğine göre buradaki yorumlamanın çoktan aşılmış bir yaklaşımı yansıttığını da bilmesi gerekirdi. Milliyetçilik hareketlerinde özellikle 19. yüzyıldaki gelişim çizgisinde Fransız devriminden itibaren dış etkilerin yeri bilinmektedir. Ancak hiçbir ideoloji toplumsal ve ekonomik bir altyapı olmadan siyasi bir realite haline dönüşemez. Arap milliyetçiliği de bu yönüyle bakıldığında tek başına Osmanlı birliğine kasteden Batılıların kışkırtmalarının bir sonucu olarak değerlendirilemez. 
Elbette Batının modern biliminin, kurumlarının ve siyasi düşüncelerinin Arap dünyasına ulaşmasında özellikle sahil şeridinde faaliyet gösteren misyonerlerin önemli bir payı olmuştur. Ancak bu konuyu ayrıntılı olarak inceleyen Adil Baktıaya’nın da belirttiği gibi misyonerler ne Araplara ulaşan tek kanaldı ne de bu kanalların en önemlisiydi. Nitekim Bıyıklı’nın ileri sürdüğünün aksine misyoner okul ve kolejlerin bu süreçteki etkisi oldukça tartışmalıdır. 
Son dönemdeki araştırmalar Arap milliyetçiliğinin fikri temsilcilerinin misyoner okullardan çok Osmanlı eğitim kurumlarından yetiştiğini ortaya koymaktadır.7 

Yoksa burada ileri sürüldüğü gibi Arap milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliği ve Jön Türk hareketini tek başına Osmanlı’yı parçalamaya yönelik Batının girişimleri olarak değerlendirmek konuyu eksik görmektir (s. 33). 

Tanzimat ve Islahat Fermanlarının sosyal yapı üzerindeki etkilerinin tümüyle olumsuz değerlendirildiği görülmektedir. Tüm bu projeler “birer Türk fikri olmaktan uzak” Batının dayatmaları olarak değerlendirilirken analitik bir değerlendirme arayışından çok Türkiye’deki muhafazakar yazının bilinen söylemi tekrar ediliyor. 

Batılılaşma projesinin özellikle edebiyat ve kültür yaşamındaki eksik ya da zayıf kalan yanları elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de ancak burada yer aldığı biçimiyle gazeteler ve gazeteye bağlı yazı çeşitlerin, tiyatro, roman, Batılı eserlerin Türkçe’ye tercümesi, dil ve imlaya dair ıslah girişimlerin de Batının amacına ulaşmak adına siyasi amaçla kullandığı araçlar olarak resmetmek 19. yüzyılın dünyasını ve kamuoyunu doğru teşhis edememek 
anlamına gelmektedir.8 

Aksi halde “Batı değerleri lehine ve Osmanlı değerleri aleyhine olarak dış destek ve teşviklerle gazete, tercüme, tiyatro, romantizm, cemiyet faaliyetleri ve kadının evinden dışarı çıkartılıp bu faaliyetlerin içine yönlendirilmesinin” olumsuz sonuçlar olarak sunulması başka şekilde 
açıklanamamaktadır (s. 22). Nitekim benzer değerlendirmelere girişte bolca rastlanmaktadır. 
Türkiye’de Osmanlı son yüzyılı ve erken cumhuriyet dönemine dair değerlendirmelerde ideolojik önyargıların etkisinin aşılabildiğini iddia etmek mümkün değildir. Bu çalışmada da bunun aşılamadığı görülmektedir. Bunlardan en dikkat çekici olan meşrutiyetin değerlendirilmesidir. II. Meşrutiyet konusunda son derece geniş bir literatürün varlığı bir yana sadece Süleyman Kocabaş’ın çalışmasına dayanan yazar bunu adeta 7 milyon Yahudi’nin yaşadığı Selanik’teki sermayedarların, dış devletlerin hedeflerine ulaşmak için kullandıkları mason localarının olgunlaştırdıkları Jön Türklerin Osmanlı hanedanının dışlanması, İslam’ın yok edilmesi ve garpzedeliğin yaygınlaştırılması konusundaki girişimlerinin sonucu olarak değerlendiriyor (s. 26). Tümüyle tartışılabilecek bu yaklaşım tarihçilik yaklaşımının ikna ediciliği bir yana pedagojik anlamda da sorunlar içermektedir.9 

Aynı tavır Batının oyununun bir parçası olan “azınlıklarının ihanetvari şikayet ve propaganda ları ” şeklindeki yorumlarda da görülüyor (s. 30). Söz konusu yaklaşım böyle bir çalışmanın girişinde yer alması gereken tezin ana ekseninin belirlenmesi ve yöntemin saptanmasından uzaklaşılarak demogojik tartışmaların tarafı olunması sonucunu doğuruyor. Benzeri ifadeler ve görüşlere günümüzün bazı basın organlarında da rastlanabilmektedir. 
Ancak akademik bir çalışmanın girişinin günlük gazetelerde rastlanan cinsten bir üslubu kaldıramayacağı açıktır. Ayrıca bu yaklaşım girişi amacından uzaklaştırmakta, konuyu dağıtıp, okurun konsantrasyonunu, metne bağlılığını zayıflatmaktadır. 

Bunun en tipik örneği s. 28’deki 20. dipnot ve 29-30 arasındaki 21 ve 22. dipnotlardır. Konuyla bağlantısı olmadığı halde ve Kayı boyu gibi yıllar önce aşılmış nazariyelere de gönderme yaparak 623 yıllık Osmanlı idaresinin “aydınlık, huzur ve adalet içerisinde yönettiği” 60 kadar ülkedeki egemenlik sürelerinin belirlenmesi kitaba bir katkı sağlamadığı gibi bütünlüğü de bozmaktadır. Bu yönüyle bakıldığında giriş kısmı eserin takdimi ve yöntemin 
ana hatlarının belirlenmesinden çok yazarın kimi konulardaki görüşlerini okurla paylaştığı müstakil bir yazı niteliğine bürünmektedir. 

Kitabın ilk bölümü “Batı-Doğu Ekseni veya Akdeniz Hattında Meseleler, İç ve Dış Politikalar” başlığını taşıyor. 9 alt başlık altında incelenen sorun Ortadoğu’nun küresel mücadelede başlıca merkezlerden biri haline geliş süreci. Bu bağlamda başta İngiltere olmak üzere, Düvel-i Muazzama’nın Akdeniz politikaları, I. Dünya Savaşı’nın sonuçları, savaş sonrası düzen kurma arayışları ve tarafların tezleri bu bölümün başlıkları arasında yer alıyor. Söz konusu süreç hakkında yerli ve yabancı oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Ancak burada ilk dikkati çeken yön özellikle yabancı literatürün taranmasındaki eksikliktir. Aynı şekilde en çok yayına rastlanabilecek konulardaki atıflarda da bu eksiklik kendisini hissettirmektedir. Örneğin sayfa 112-113’te Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşına dair verilen kaynaklar kimi internet siteleri olup, yazarın bu konudaki çalışmalardan haberdar olmadığını düşünmek mümkün değildir. 
Benzer şekilde Mekke Şerifi Hüseyin ve ayaklanması gibi konuyu doğrudan ilgilendirebilecek tartışmalarda bile kaynaklar üzerindeki eksiklik göze çarpmaktadır. Oysa en azından Ernest C. Dawn’ın, Osmanlıcılıktan Arabçılığa adlı eseri burada daha ufuk açıcı yorumlar üretilmesine katkı sağlayabilirdi (s. 114). 

***

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI. BÖLÜM 3

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI. BÖLÜM 3



Özer ÖZÇELİK, Güner TUNCER, Büyük Buhran, Devletleştirme, İzmir İktisat Kongresi , Atatürk dönemi , ekonomi politikası, Misak-ı İktisadi Atılım,
okul, hastane, yol,  şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, Lozan Antlaşması, Sümerbank, Etibank, Denizbank, Belediyeler Bankası, Türkiye Halk Bankası, 
T.C. Ziraat Bankası, İş Bankası,




 2.4. 1929-1938 Dönemi Türkiye Ekonomisinin Durumu 

1929 yılına kadar liberal ekonomi politikalarının uygulanması sonucu zayıf olan özel girişimin devlet teşvikleri ile kalkınamayacağı gerçeği ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi olarak 1928 yılında Osmanlı borçlarının ödenmesi ve 1929 Büyük Dünya Bunalımının etkilerini söylemek mümkündür. Dünya pazarlarında tahıl ve hammadde fiyatlarının düşmesi Türkiye’nin ihracat 
gelirlerini düşürmüş ve devletin müdahaleci bir yapıya bürünmesine sebep olmuştur. 

Bu dönemde para politikası açısından gerçekleşen en önemli gelişme 11 Haziran 1930 yılında 1715 sayılı kanunla TCMB’nin kurulmasıdır. Anonim şirket statüsünde kurulan TCMB’nin hisselerinin bir kısmı maaşlarından taksitle kesilmek üzere devlet memurlarına satılmış, hazinenin payı ise %15 ile sınırlandırılmıştır. Ayrıca bankanın işlevleri 1938 yılında yapılan bir kanun değişikliği ile kamu kuruluşlarının finansmanını sağlayacak şekilde genişletilmiştir (Bahar, 2004:162). 1929 yılına kadar Türk Lirası’nda görülen göreceli istikrarın dünya ekonomik bunalımının etkisi ile bozulması sonucu çıkarılan 20 Şubat 1930 Tarih ve 1568 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun; döviz üzerindeki devlet kontrolünün 
güçlenmesini sağlamıştır. Bu yasa ile döviz, tahvil alım ve satımı ile Türk parasının korunması hakkında önlemler alınmıştır (Akgönül, 2001:121). 

Ekonomik kalkınma açısından izlenen devletçi politika sonucu 19291938 yılları arasında önemli devlet bankaları faaliyete geçmiştir. Kurulan bu bankaların genel özelliği belirli bir sektörü veya toplumsal kesimi desteklemek üzere faaliyete geçmeleridir. 

Bu dönemde Kurulan Bankalar; 

Sümerbank, 
Etibank, 
Denizbank, 
Belediyeler Bankası, 
Türkiye Halk Bankası, 
T.C. Ziraat Bankası (Yeni Düzenleme ile) ve 
Türk Ticaret Bankasıdır. 

Yerel banka döneminin kapandığı, önemli devlet ve finansman kurumlarının faaliyete geçtiği bu dönemde Türkiye’de 21’i yerel, 2’si devlet bankası, 9’u da yabancı banka olmak üzere 32 banka faaliyetine son vermiştir (Paçacı, 1998:3401). 

1929 Büyük Dünya Bunalımı sonucu vergi gelirlerinin düşmesi sebebiyle, 1931’de İktisadi Buhran Vergisi, 1933’te Muvazene Vergisi ve 1936’da Hava Kuvvetlerine Yardım Vergisi getirilmiştir. Bu vergiler, çalışan kesim ile kazanç vergisi mükelleflerini vergilendirmekteydi (Korkmaz, 1998:3415). 

Yukarıda ayrıntılı ifade edilen 17 Nisan 1934 yılında kabul edilerek uygulanmaya başlayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nda; 

Tekstil, 
Kendirkesen, 
Demir-Çelik, 
Porselen-Çini, 
Kağıt, Şeker ve Gül Sanayileri gibi sektörler yer almıştır. 
Bu dönemde 1934 yılında 
Bakırköy Bez Fabrikası, 
Keçiborlu Kükürt Fabrikası, 
1935’te Kayseri Bez Fabrikası, 
Paşabahçe Cam Fabrikası, 
Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası, 
1936’da İzmit Birinci Kağıt Fabrikası ve 
Çubuk Barajı, 
1937’de Nazilli Basma Fabrikası ile Ereğli Bez Fabrikası, 
1938’de Gemlik Suni İpek Fabrikası, 
Bursa Merinos Fabrikası ve 
Divriği Demir Madeni İşletmesi açılmıştır. 
Ayrıca yukarıda sayılan devlet kuruluşlarının dışında yeni kurumlarda açılmıştır. Bunlar; 
Başvekalet İstatistik Genel Müdürlüğü (1930), 
Tekel Genel Müdürlüğü (1931), 
PTT Genel Müdürlüğü (1933), 
Hava Yolları İşletmesi (1933), 
Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü (1935), 
Maden Tetkik Arama Enstitüsü (1935), 
Elektrik İşleri Etüd İdaresi (1935), 
Tapu Kadastro Umum Müdürlüğü (1936), 
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü (1937)’dür 
(Coşkun, 2003:76). 


Bu dönemde, tarım alanında yaşanılan en önemli gelişme, 1932 yılında Ziraat Bankasına bağlı olarak kurulan ve 1938’de bağımsız bir kamu kuruluşu olarak Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO) adını alan kurumsal düzenlemedir. Başlangıçta sadece buğday için destekleme fiyatı belirleyen ve alım işlemi yapan kurumun yetkileri daha sonraki yıllarda giderek genişletilmiştir (Kepenek ve Yentürk, 2001:71). 

Madencilik alanında bu dönemde kamu girişimciliği 1935 yılında Maden Tetkik Arama Enstitüsü ve Etibank’ın kurulması ile büyük bir ivme kazanmıştır. Madencilik alanındaki kamu faaliyetleri iki taraftan yürütülmüştür. İlk olarak taş kömürü ve bakır madenlerinin işletme yetkisi 
Fransız ve Alman ortaklığından 1936 yılında alınmıştır. Daha sonra kamulaştırmalar ile birlikte krom ve demir başta olmak üzere madenler ile ilgili üretim ve arama çalışmaları yaygınlaştırılmıştır (Kepenek ve Yentürk, 2001:73). 

Sonuç ve Değerlendirme 

1923-1929 döneminde İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar ile ekonomik yapı ve kurumlar oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu dönem içerisinde kısmi bir liberal yapı yaşanmıştır. Devlet özel sektörü yatırım yapmaya teşvik edecek çeşitli yasal ve kurumsal düzenlemeleri gerçekleştirmekle birlikte doğrudan ekonomik yatırımlara girişmemiştir. 
Kısmi liberal dönemden müdahaleci döneme geçişin temel nedenleri, 1929 yılında yaşanan Büyük Dünya Bunalımının etkisi, bu döneme kadar özel kesimin istenilen ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmekte yetersiz kalması ve Osmanlı Devleti’nden kalan borçların ödenmesinin getirdiği ağır yük devletin müdahaleci bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. 

Bu müdahaleci yapı, ülkenin devletçi bir politika izlemesine neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin izlediği devletçilik politikasına bakıldığında doktriner bir yanının bulunmadığı görülmektedir. Atatürk’ün devletçilik modeli sosyalizm prensibine dayanan kolektivist, komünizm gibi bir sistem değildir. Atatürk’ün devletçilik modeli, özel kesime öncülük yaparak ekonomik kalkınmayı hızlandırmak ve ülkeyi refaha kavuşturmaktır. 


KAYNAKÇA 

AFYONCU, Erhan. (2001), “Osmanlı Borçları”, Popüler Tarih, Sayı: 13, Haziran, ss.16-21. 
AKGÖNÜL, Hüseyin. (2001), “Atatürk Dönemi’nin Para Politikası”, AfyonKocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt II, Sayı:2,ss:117-125. 
AKSU, Levent. (2006), “Atatürk Dönemi (1923-1938) Para ve Kambiyo Politikası”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:160, Ocak-Şubat, ss.111-132. 
AKTAN, Okan H. (1998), “Atatürk’ün Ekonomi Politikası: Ulusal Bağımsızlık ve Ekonomik Bağımsızlık”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 
Cumhuriyetimizin 75.Yılı Özel Sayısı, ss.29-36. 
ALTIPARMAK, Aytekin. (2002), “Türkiye’de Devletçilik Döneminde Özel Sektör Sanayiin Gelişimi”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 
Sayı:13, ss.35-59. 
BAHAR, Ozan. (2004), “Türkiye’de Atatürk Döneminde (1923-1938) Uygulanan Para Politikaları”, Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt 11, Sayı:1, ss:155-166. 
BAŞKAYA, Fikret. (2004), Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi, Özgür Üniversite Yayınları, 2. Baskı, 
Ankara. 
BEYARSLAN, Ahmet. (1982), “Atatürk Döneminde Planlı Ekonomi”, Atatürk Döneminin Sosyo- Ekonomik Sorunları, Kayseri Üniversitesi Atatürk 
Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, No:1, Ankara, ss.35-42. 
BORATAV, Korkut. (1998), Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, Gerçek Yayınevi, 6. Baskı, İstanbul. 
ÇARIKCI, Emin. (1998), “Cumhuriyet’den Bugüne Türkiye’nin İktisat Politikaları ve Neticeleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, 
ss.3244-3254. 
ÇIKIN, Ayhan. (2003), “Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları ve Kooperatifçilik”, YAR Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Sayı:62, Kasım ss.25-32. 
COŞKUN, Ali. (2003), “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye Ekonomisi”, Atatürkçü Düşünce Dergisi, Sayı:4, Kasım, ss.72-77 
GÖKÇEN, Ahmet M. (1998), “Cumhuriyet Döneminde İktisadi Gelişme”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, ss.3255-3269. 
HİÇ, Mükerrem. (1998), “Atatürk ve Ekonomik Rejim, Devletçilikten Günümüzde Piyasa Ekonomisine”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel 
Sayısı V, ss.3285-3292. 
İNAN, Afet. (1972), Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı 1933, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara. 
KAL’A, Ahmet. (1998), “Cumhuriyet Ekonomisinde İlk Dönem Gelişmeler (19231939)”, 
Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, ss.33053311. 
KARATAŞ, Muhammed. (1998), “Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisinin Temellerinin Atılmasında İzmir İktisat Kongresinin Yeri ve Önemi”, Yeni Türkiye Dergisi, 
Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, ss.3317-3324.
KEPENEK, Yakup ve YENTÜRK, Nurhan. (2001), Türkiye Ekonomisi, 12. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul. 
KORKMAZ, Esfender. (1998), “Mali Yapı Mali Politikalar” , Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, ss.3412-3417. 
OĞUZ, Fırat ve BAYAR, Fırat. (2003), “1923-2003 Türkiye Ekonomisi”, Hazine Dergisi, Cumhuriyetin 80. Yıl Özel Sayısı, Aralık, ss:3-40. 
ÖZYURT, Hasan. (1981), “Atatürk’ün İktisadi Görüşleri ve Uygulamaları”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:13, Ağustos, ss:125-138. 
PAÇACI, Cihan. (1998), “Cumhuriyet Döneminde Türk Bankacılık Sektörü”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, ss.3398-3406. 
PARASIZ, İlker. (1998), Türkiye Ekonomisi, 1923’den Günümüze İktisat ve İstikrar Politikaları, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa. 
SABIR, Hasan. (2003), “Atatürk’ün İktisat Zihniyeti”, Dış Ticaret Dergisi, Yıl:8, Sayı:28, Nisan, ss.77-92. 
SEMİZ, Yaşar. (1996), Atatürk Döneminin İktisadi Politikası –Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti-, Saray Kitabevi, Konya 
SEVGİ, Cezmi. (1994), Sanayileşme Sürecinde Türkiye ve Sanayi Kuruluşlarının Alansal Dağılımı, Beta Basım Yayın Dağıtım, İstanbul. 
SOYAK, Alkan. (2003), “Türkiye’de İktisadi Planlama: DPT’ye İhtiyaç Var mı?”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, Yıl:4, Sayı:2, ss.167-182. 
YAVİ, Ersal. (2001), Batırılan Bir Ülke Nasıl Kurtarılır? Günümüz Türkiyesine Kıssadan Hisseler, Yazıcı Yayınevi, İzmir. 

DİPNOTLAR:

1 Bu antlaşma gereği borç 99 yılda ödenecekti ancak bütün borçların ödenmesi taahhüt edilen süreden önce 1954 yılında bitirilmiştir (Afyoncu, 2001: 20). 
2 Orijinal konuşma metni şu şekildedir: “Bizim takibini muvafık gördüğümüz devletçilik prensibi bütün istihsal vasıtalarını ferdlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar 
dahilinde tanzim etmek gayesini güden ve hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kolektivist, komünizm gibi bir sistem değildir. 
Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar milleti refaha, memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve 
yüksek menfaatlerini icap ettirdiği işlerde -bilhassa iktisadi sahada- devleti fiilen alakadar etmektir.” 


***

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI. BÖLÜM 2

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI. BÖLÜM 2



Özer ÖZÇELİK, Güner TUNCER, Büyük Buhran, Devletleştirme, İzmir İktisat Kongresi , Atatürk dönemi , ekonomi politikası, Misak-ı İktisadi Atılım, okul, hastane, yol,  şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, Lozan Antlaşması, Sümerbank, Etibank, Denizbank, Belediyeler Bankası, Türkiye Halk Bankası, T.C. Ziraat Bankası, İş Bankası,



2. Planlı Dönem: 1929-1938 Yılları Arası Devletçilik Politikası 


1923-1929 döneminde özel girişime dayalı bir sanayileşme politikası benimsenmiş, özel girişimin çabaları sayesinde sanayileşmenin ve buna bağlı olarak kalkınmanın gerçekleşeceği beklenmiştir. Ancak uygulama sonunda yönetici kadrosunun beklentilerinin gerisinde sonuçlar gerçekleşmiştir. 
Bu sebeple hükümet söz konusu dönemde özel girişimciler tarafından gerçekleştirilen sanayileşmenin hızından ve yapısından memnun olmamışlardır (Altıparmak, 2002: 37). 
1929 Büyük Dünya Bunalımının da etkisi ile devletçi bir sanayileşme modeli arayışına giren Türkiye Cumhuriyeti, bu dönemde dünyadaki ilk planlama deneyimlerinden biri olarak kabul edilen sanayi planları doğrultusunda planlı bir sanayileşme sürecini gerçekleştirmiştir. 1930 tarihli İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor ile başlayan çalışmalar SSCB’nin teknik ve mali yardımıyla hayat bulmuştur. Daha sonra Amerikalı uzmanların raporlarından da faydalanılarak 1934 yılında sanayide planlı dönem başlatılmıştır (Soyak, 2003: 172). 

Bu dönemde özel girişimin yeterli sonuç vermemesi nedeni ile devletin önayak olduğu bir ekonomi politikasının izlendiği görülmektedir. Buna göre 1930’lu yıllarda Türkiye’de izlenen devletçi ekonomi politikalarının şekillenmesinde aşağıdaki faktörlerin etkili olduğunu söylemek mümkündür (Parasız, 1998: 29): 

• 1923-1929 yıları arasında izlenen liberal ekonomi politikalarından arzulanan sonuç elde edilememesi, 
• 1929 Büyük Dünya Bunalımının dünya ölçeğinde tüm ekonomileri olumsuz etkilemesi, 
• SSCB’de uygulanmakta olan planlı ekonomi politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması, 
• Klasik ekonomi politikalarının 1929 bunalımına çözüm üretememesi üzerine devletin ekonomiye müdahalesini savunan görüşlerin popülerlik kazanması. 

2.1. 1929 Büyük Dünya Bunalımının Türkiye Ekonomisine Etkileri 

1929 Büyük Dünya Bunalımı, kapitalizmin ortaya çıkmasından bu yana ekonomik sistemlerin yaşadığı en büyük kriz olmuştur. Klasik ve Neo-Klasik iktisadi yaklaşımları sarsacak nitelikte olan bu kriz kapsam ve yoğunluk bakımından çok şiddetli bir biçimde ortaya çıkmış ve yayılmıştır. 

Büyük Dünya Bunalımının Türkiye ekonomisini etkilemesi para değerindeki düşüşle başlamış ardından ihraç malları fiyatlarındaki azalmalar boy göstermiştir. İhracattaki bu düşüş dış ticaret dengesi üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Dış ticaret oranlarının sürekli gerilemesi, iç ticaret oranlarına daha yüksek bir seviyede yansımış, tarım ürünlerindeki fiyat azalması sanayii ürünleri fiyatlarından daha fazla olmuştur. 

Bu da tarım üretiminde gerileme yaratmış, piyasaya açılmanın ve para ekonomisine geçişin sınırlı oranda gerçekleştiği Türkiye ekonomisinde bir gerilemeye sebep olmuştur. 

Ancak dünya ekonomik bunalımından Türkiye’nin olumsuz yönde etkilenmesi diğer ülkelere göre daha hafif olmuştur. 

Bunun nedeni Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyon seviyesinin nisbi düşüklüğü, ihracatın sadece tarım ürünlerine dayanmayıp çeşitli sektörleri de içermesi, Türkiye’nin kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olmasıdır (Başkaya, 2004: 74). Türkiye Cumhuriyeti 1930 yılı başında Büyük Dünya Bunalımına karşı bazı önlemler almıştır. 

Bu önlemler iki amaca yöneliktir (Kepenek ve Yentürk, 2001: 67): 

• Kamu harcamalarını kamu gelirlerine uygun olarak dengelemek 
• İthalata sınırlamalar getirerek, dış ticaretin açık değil fazla vermesini sağlamak. 

Yukarıda bahsedilen önlemler durağan ve sınırlayıcı önlemlerdi. Ekonomiyi genişletici dinamik önlemlerin alınması gerekliydi. Bu da devletçilik uygulamasıyla sağlanabilirdi. Devletçilik uygulamasının somut düzeyde başlangıcı Birinci Beş Yıllık Sanayi planı ile olmuştur. 

2.2. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı 

Devletçi sanayileşme, 1933’te hazırlanan sanayileşme programı doğrultusunda 1934 yılında uygulamaya konulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile başlatılmıştır. Planda düşünülen hedefler incelendiğinde Türkiye ekonomisinin gelişmesi için hızlı bir sanayileşme politikasının 
uygulanmasına öncelik verildiği açıkça görülmektedir (Sevgi, 1994:50). Ancak adından da anlaşılacağı gibi Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı sadece sanayi sektörünü kapsamakta tarım ve hizmetler sektörünü içermemekteydi. 1930’larda sanayi sektörünün GSMH içindeki payı %15 olduğu düşünülürse ekonominin %85’i plan dışında kalmaktaydı (Beyarslan, 1982:38). 
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planının başlıca amaçları şunlardır (İnan, 1972:20): 

• Ana hammaddeleri ülkede yetişen veya kısa zamanda temini mümkün görülen sanayi dallarını ele alması, 
• Kurulacak bu fabrikalar büyük sermaye ve teknik güce ihtiyaç gösteren fabrikalar oldukları için kuruluşlarının devlete veya milli kuruluşlara bırakılması, 
• Kurulması düşünülen fabrikaların üretim kapasitelerinin ihtiyaç ve tüketim ile doğru orantılı olmasıdır. 

Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile kurulması öngörülen ve büyük ölçüde gerçekleştirilen sanayi beş ana grupta toplanmaktaydı. Bunlar sırasıyla (Sevgi, 1994:51): 

• Dokuma Sektörü (Pamuk, Kendir, Yün) 
• Maden Sektörü (Demir-Çelik, Kükürt, Bakır) 
• Kağıt Sektörü (Selüloz) 
• Kimya Sektörü (Suni İpek, Fosforik Asit, Süper Fosfat, Kireç Kaymağı, Posata, Kibrit) 
• Taş-Toprak Sektörü (Cam, Çimento, Şişe, Seramik) olarak gerçekleşmiştir. 

Yukarıda bahsedilen sanayi dallarında 20 fabrikanın kurulması ve bu fabrikalar için 43.453.000 TL yatırılması öngörülmüştür. Bu fabrikalar için gerekli olan finansman Sümerbank ve İş Bankası tarafından karşılanacaktı. Devletçi sanayileşme sürecinin finansmanı sırasında ülkede iç ve dış borç yükü arttırılmadığı gibi istikrarlı bir para politikası izlenerek açık finansman modeli tercih edilmemiştir. Finansmanın temel kaynağını tüketim malları üzerine konulan vergiler oluşturmuştur (Parasız, 1998:50). 

Devletçi sanayileşme, yatırım malları üretimini hedef alan endüstri üreten endüstri tipi bir sanayileşme değil temel tüketim ve ara malı üretimine yönelik ithal ikameci bir sanayileşme modelidir (Parasız, 1998:50-51). 
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın içerdiği süre dolmadan 1936’dan sonra İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlıklarına girişilmiştir. İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ilk planın aksine ara malları ve yatırım malları üretimine öncelik vermekteydi. Ayrıca elektirifikasyon, madencilik ve limanlar gibi altyapısal gelişmeleri dikkate almaktaydı. Bu nitelikler itibariyle İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın bir bakıma kendine yeterlilik ilkesine önem verdiği ve ilk planın doğal bir uzantısı olduğu söylenebilir. Ancak İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı, II. Dünya Savaşı nedeniyle uygulamaya konulamamıştır (Kepenek ve Yentürk, 2001:68). 

2.3. Atatürk’ün Devletçilik Politikası 

Devletçilik konusundaki genel yaklaşım, o dönemdeki uygulamaları bir sistem sonucu ortaya çıktığını kabul etmemek yönündedir. Dönemin uygulamaları ve devleti yönetenlerin bu konudaki görüşleri incelendiğinde devletçilik uygulamasının bir doktrin gereği değil pragmatik bir zihniyetle benimsendiği anlaşılacaktır. Atatürk’ün devletçiliğinin ekonomi politikasını yönlendirme açısından en iyi açıklaması yine kendisine aittir: “Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi bütün üretim araçlarını özel girişimden alarak, milleti tamamen başka temeller içinde düzenlemek amacı güden, özel girişimlere ve faaliyetlere meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kolektivist, komünizm gibi bir sistem değildir. Bizim izlediğimiz devletçilik, özel girişimi esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar milleti refaha, ülkeyi imara eriştirmek için milletin genel ve yüksek faydasını gerektirdiği işlerde – özellikle ekonomik anlamda – devleti gerçek anlamda ilgili kılmaktır.” 2 

Atatürk’ün bu sözlerinden uygulanan devletçiliğin doktriner bir yanının olmadığı fakat bir zorunluluk sonucu ortaya çıktığı ve özel girişimi savunduğu anlaşılmaktadır (Altıparmak, 2002:39). 
Atatürk’ün 1933 yılında açıkladığı Devletçilik rejimi aşağıdaki ilkeleri içermekteydi (Hiç, 1998:3287-3288): 
• Özel teşebbüs esastır. Ancak özel teşebbüsün ele alamadığı sektör devlet yatırımlarıyla sağlanacaktır. 
• Devlet teşebbüsleri esas itibariyle sanayi sektörü için söz konusu olacaktır. Özel girişimi ve devlet teşebbüslerini finansal bakımdan desteklemek üzere devlet tarafından bankalar kurulacaktır. Tarımda devletin rolü olmayacaktır. Devlet tarımda araştırma amacıyla çiftlikler kuracak ve çiftçilere teknoloji aktaracaktır. 
• Özel teşebbüs herhangi bir alanda yeterince uzmanlaştığı takdirde o sektör kamudan özel teşebbüse devredilecektir. 

Devletçi ekonomi politikasının birisi devlet işletmeciliği, diğeri de; ekonomik hayatın fiyat mekanizmasını, dış ticareti ve benzeri makro ekonomik parametreleri denetleme yoluyla düzenlemeye çalışması gibi iki şekilde yürütüldüğü anlaşılmaktadır (Özyurt, 1981:132). 
Devletçilik döneminin ana hedefleri; özellikle sanayideki üretim artışı yoluyla hızla kalkınmak, ödemeler bilançosunu iyileştirmek, ekonomik büyüme sağlamak, tarımsal ve sosyal reformlar aracılığıyla hayat standardını yükseltmek ve ekonomik bağımsızlığı elde etmekti. 

***

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI. BÖLÜM 1

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI. BÖLÜM 1 



Özer ÖZÇELİK, Güner TUNCER, Büyük Buhran, Devletleştirme, İzmir İktisat Kongresi , Atatürk dönemi , ekonomi politikası, Misak-ı İktisadi Atılım,
okul, hastane, yol,  şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, Lozan Antlaşması, Sümerbank, Etibank, Denizbank, Belediyeler Bankası, Türkiye Halk Bankası, 
T.C. Ziraat Bankası, İş Bankası,


Sosyal Bilimler Dergisi 
Özer ÖZÇELİK* 
Güner TUNCER** 
* Arş. Grv., Dumlupınar Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü, KÜTAHYA. 
** Arş. Grv., Dumlupınar Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, KÜTAHYA. 
    Sosyal Bilimler Dergisi 





ÖZET 


Avrupa’nın hasta adam olarak nitelendirdiği, özellikle ekonomik alanda çökmüş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde siyasi bağımsızlığını kazanmış Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Atatürk’ün “ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlığın da olmayacağı” düşüncesi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti iktisadi hayatta hızlı atılımlar yapmaya başlamıştır. İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar paralelinde 1923-1929 döneminde kısmi bir liberal dönem yaşanmış fakat gerek 1929 yılında bütün dünyayı etkileyen Büyük Buhran’ın etkisiyle gerekse sermaye ve girişimcilik yetersizliğiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti devletçilik politikası izlemeye başlamıştır. Çalışmada Atatürk dönemi ekonomi politikası 1923-1929 ve 1929-1938 olmak üzere iki dönemde incelenmiş ve bu dönemdeki politikalar analiz edilmiştir. 

GİRİŞ 

19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında katılmış olduğu savaşlar neticesinde Osmanlı Devleti ekonomik anlamda güçsüz bir konumdaydı. 
Girmiş olduğu savaşların finansmanında iç kaynakları yetersiz kalmış ve yüksek oranda borçlanmaya gidilmiştir. Yıllarca süren bu savaşlar sonrası; ülkede birçok iş sahası kapanmış, üretken erkek nüfusu azalmış, göçler nedeniyle de işsizlik büyük boyutlara ulaşmıştır. Var olan kaynakların büyük ölçüde ordunun hizmetine sunulması, bu kaynakların tükenmesine sebep olmuştur (Coşkun, 2003: 72). 1915 yılında İstanbul ve Anadolu’da büyük işletme sayılan 585 işyerinde yapılan inceleme sonucunda 30.000 sanayi işçisinin çalıştığı görülmektedir. 
Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu ekonomik anlamda kendi kendine yetebilmekten uzak kalmıştır. Çünkü sanayi kuruluşlarının kapasitesi küçük, işçi sayısı az ve üretilen ürünlerin kalitesi de düşüktür (Semiz, 1996: 12-13). 

Böyle bir ortamda başlayan ve dört yıl süren Kurtuluş Savaşında da ülkenin beşeri ve fiziki kaynakları sonuna kadar kullanılmış, Cumhuriyetin ilanından sonra her işin devletten beklendiği uzun ve zor bir dönem başlamıştır. 
Devlet bir taraftan okul, hastane, yol yaparak ülkeyi yeniden inşa etmeyi; diğer taraftan da şekeri, çimentoyu üretecek fabrikalar kurmayı planlamaktaydı. 
1920’li yıllarda ülkenin bulunduğu bu olumsuz durumda dahi egemen olan iktisadi düşünce, piyasa mekanizması esas alınarak, sermaye birikiminin özel sektör aracılığıyla gerçekleştirilmesi yönündeydi. 
1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nde özel sektör ağırlıklı ve piyasa ekonomisine yönelik bir iktisadi kalkınma modelinde karar kılınmıştır (Çarıkcı, 1998: 3244). Bu çalışmada, cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün iktisat politikası 1923-1929 yılları arası ve 1929-1938 yılları arası olmak üzere iki alt bölümde incelenecektir. 

1. Planlı Dönem Öncesi: 1923-1929 Yılları Arası Kısmi Liberal Dönem 

Atatürk’ün ekonomi politikası Türk Milleti’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırılması hedefine yöneliktir. Geçimini ilkel yöntemlerle tarımdan sağlamaya çalışan yoksul ve eğitimsiz bir toplum, yerli ürünler yerine ithal mallarını korumayı amaç edinen bir gümrük rejimi, demir ve 
deniz yolları gibi en önemli sektörlere hakim yabancı şirketlerin ülkeyi terk etmeleri, daha da önemlisi devleti zor durumda bırakan Düyun-u Umumiye nedeniyle bütün ticari faaliyetleri büyük ölçüde durmuş bir ülke durumundaki Türkiye’de her şeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu. Tüm bu problemlerin çözümlenebilmesi ve yeni kurulacak olan devletin ekonomi politikasına yön verecek önlemlerin belirlenmesi için 1923’te İzmir İktisat Kongresi düzenlenmiştir (Karataş, 1998: 3318). 
1923’ten 1929’a kadar geçen sürede siyasi, hukuki ve sosyal alanlarda ortaya çıkan önemli gelişmeler, ekonomi politikalarının acil önlemler içerecek biçimde şekillendirilmesini gerekli kılmıştır. Bu anlamda İzmir İktisat Kongresi’nin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki politikaların 
belirlenmesinde özel bir önemi vardır (Oğuz ve Bayar, 2003: 5). 

1.1. İzmir İktisat Kongresi 

Kurtuluş Savaşından sonra İstanbullu Türk tüccarlar Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurdular. Birliğin kuruluş amacı; yabancı ekonomilerle, dış ekonomik ilişkileri sürdüren azınlıkların tasfiyesiyle meydana gelen boşluğu doldurmaktı. Milli Türk Ticaret Birliği, Ocak 1923’te Ticaret-i Hariciye Kongresi düzenlemeye karar verdi. Bu arada Ankara Hükümeti bir yandan Lozan’da karşılaşılan zorlukları Türk ve dünya kamuoyuna duyurmak, diğer taraftan ekonominin çeşitli sorunlarını tartışmak üzere İzmir İktisat Kongresi hazırlıkları içerisindeydi. Milli Türk Ticaret Birliği’nin de katıldığı İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplandı. İzmir İktisat Kongresi’ne çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi temsilcilerinden oluşan toplam 1135 temsilci katılmıştır (Parasız, 1998: 3). 

İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin toplanma amacı, savaştan yorgun çıkmış olan iktisadi faktörlerin ve birimlerin birbirlerini tanımalarını sağlamak, onların ihtiyaçlarını tespit etmek, iktisadi konular üzerine dikkatleri çekmek ve iktisat politikalarını da bu sonuçlara göre belirleme isteğidir (Gökçen, 1998: 3256). 

Ülkedeki ekonomik yapılanmanın, uygulanacak iktisat politikasının yönünü belirleyen bir “ Misak-ı İktisadi ” belirlenmiştir. Bu Misak-ı İktisadi; yurt içi sanayi i kurmayı ve geliştirmeyi amaçlayan, özel girişime öncelik veren ve mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik sistemi oluşturmayı amaç edinmiştir (Sabır, 2003: 80). 

Kongrede alınan kararlar, “Misak-ı İktisadi” ve “Çiftçi, Tüccar, Sanayici ve İşçi Gruplarına İlişkin Esaslar” olarak adlandırılan iki bölümde toplanmıştır. 
İlk bölüme giren kararlardan bir bölümü şunlardır (Yavi, 2001: 282283): 

• Yerli üretimin geliştirilmesine çalışılacaktır, 
• Lüks ithalattan kaçınılacaktır, 
• Ekonomik gelişmeye katkısı olmak koşuluyla yabancı sermayeye izin verilecektir. 
İkinci bölümde yer alan bazı kararlar ise şunlardır (Parasız, 1998: 3; Yavi, 2001: 283): 
• Reji idaresi ve yönetimi kaldırılacaktır, 
• Tütün tarımı ve ticareti serbest olacaktır, ihraç edilen tütünün işlenmiş olması gerekmektedir ve vergileri tüketiciden alınacaktır, 
• Aşar kaldırılacak, yerine uygun bir vergi konulacaktır, 
• Temettü vergisi gelir vergisine dönüştürülecektir, 
• İç gümrükler kaldırılacak, koruyucu gümrük tarifeleri kabul edilecektir, 
• Ziraat Bankası yeniden düzenlenecektir, 
• Sanayicilere kredi vermek üzere bir Sanayi Bankası kurulacaktır, 
• Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun günün ihtiyaçlarını karşılar hale getirilmesi ve beş yıl sonra 25 yıl süreyle uzatılması sağlanacaktır, 
• Türk limanlarında kabotaj hakkı sağlanması ve demiryolu, limanlar ile diğer ulaşım altyapısı geliştirilecektir, 
• İşçilerin çalışma saatleri düzenlenecek ve 18 yaşından küçükler çalıştırılmayacak, haftada 1 gün çalışanlara tatil imkanı verilecektir, 
• “Amele” kavramı yerine “İşçi” kavramı kullanılacaktır, 
• Tüm işgücüne sendika hakkı tanınacaktır. 

Atatürk, İzmir İktisat Kongresi kararları doğrultusunda, ekonomiye faydalı olabilecek özel sermayenin girmesine ilke olarak izin verileceğini belirtmiştir. Ancak, o dönemde dünyada gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akımı sınırlı düzeydeydi. Bu nedenle Türkiye’ye yabancı sermaye girişi olmamıştır (Hiç, 1998: 3286). 
Yukarıda özetlenen, iktisadi envanter ve ana iktisadi hedeflerin ışığında izlenecek iktisat politikaları ve stratejileri belirlenmiştir. Öncelikli hedef; sanayileşme başta olmak üzere, tarım ve hizmetler sektörünün geliştirilmesidir. 

1.2. Lozan Antlaşmasının İktisadi Hükümleri 

Türkiye için 1923-1929 döneminin iktisadi gelişmesinin en belirgin iki yapı taşı, Lozan Antlaşması ve dönemin sonlarında patlak veren Büyük Dünya Buhranıdır. 
Uzun bir pazarlık döneminden sonra imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye sadece siyasi olarak değil ekonomik olarak da etkilenmiştir. Lozan Antlaşması ile ülkede ağır iktisadi etkileri bulunan kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Kapitülasyonların kaldırılması büyük bir başarı olarak 
görünmesine rağmen bu antlaşma ile Osmanlı borçlarının büyük bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti tarafından devralınmıştır. Lozan’ın öngördüğü sınırlar dikkate alınarak Osmanlı borcu, Türkiye Cumhuriyeti ile imparatorluğun topraklarını paylaşan diğer devletler arasında dağıtılmıştır (Boratav, 1998: 32). 

Ancak borç paylaşımı konusunda devletler arasında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden Türkiye ile alacaklılar arasındaki antlaşma  13 Haziran 1928’de imzalanmıştır. Türkiye, Osmanlı’nın 161 milyon altın liralık borcunun 107 milyon altın liralık kısmını ödemeyi taahhüt etmiştir.
(Aksu, 2006: 122). 
Osmanlı borçları ve savaş tazminatları gibi hükümler; zaten yetersiz olan yatırım kaynaklarını emerken diğer yandan da, gümrük vergileri ile ilgili madde bağımsız bir dış ticareti imkansız kılıyordu. Lozan Antlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi ise beş yıl süre ile 
Türkiye’nin uygulayacağı iktisat politikalarını dondurmakta ve bazı istisnalar dışında ithalat ve ihracat yasaklarının kaldırılmasını ve yerine yenilerinin konmamasını, gümrük tarifelerinin ise beş yıl süre ile değişmemesini öngörmekteydi (Boratav, 1998: 32). Antlaşmaya göre 
Türkiye; İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’dan ithal edilecek mallardaki gümrük tarifelerini 1916 Osmanlı tarifeleri düzeyinde tutmaya mecbur ediliyordu. Lozan’da saptanan gümrük tarifesi milli ekonomiye yaklaşık yüzde 13’lük bir koruma derecesi sağlamıştır. (Beyarslan, 1982: 35). 

 1.3. 1923-1929 Dönemi Türkiye Ekonomisinin Durumu 

Bu dönem içerisinde devlet, direkt olarak ekonomik yatırımlara girmemekle beraber çeşitli yasal ve kurumsal düzenlemelerle özel sektörü yatırım yapmaya yöneltmeye çalışmıştır. 1923’te Cumhuriyeti ilan eden siyasi kadro ekonomik yatırımlar için özel sektörün imkanlarının kısıtlı olduğunun bilincindeydi. Bu sebeple genel menfaatleri ilgilendiren noktalarda devlet ekonomiye iştirak etmek zorunda kalmıştır. 1923-1929 döneminde ekonomik yapı ve kurumlar, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda oluşturulmaya çalışılmıştır. 
İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenmiş olan esaslara koşut olarak kongreyi izleyen yıllarda Türk ticari ve sanayi hayatını finanse edecek bazı bankaların kurulduğu gözlenmiştir. 

Bu bankalar Türkiye İş Bankası, Türkiye Sınai ve Maadin Bankası, Türkiye Sanayi Kredi Bankası, Emlak ve Eytam Bankası, yeniden düzenlenmiş Ziraat Bankası ve T.C. Merkez Bankası’dır. Bu dönemde bankacılık alanındaki en ilginç gelişmelerden birisi de çok sayıda mahalli bankanın kurulmuş olmasıdır. Belirlenebildiği kadarıyla 29 adet mahalli banka faaliyette bulunmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin ulusal gelirinde dış ticaretin oldukça büyük pay alması, dışa açık bir ekonomi politikasının güdülmesi altı adet yabancı bankanın faaliyete geçmesine sebep olmuştur (Paçacı, 1998: 3400). 

Bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden vergiler düzenlenmeye çalışılmıştır. Osmanlı’dan devralınan vergilerin içinde bulunan temettü ve harp vergisi 1926 yılında kaldırılmıştır. 
Yine Cumhuriyete devreden ve gelir üzerinden alınan vergilerin en önemlilerinden biri olan Aşar vergisi de 1925 yılında yürürlükten kaldırılmıştır (Korkmaz, 1998: 3414). Aşar vergisinin kaldırılmasından doğan kayıpları telafi etmek ve devlet gelirlerini arttırmak için Osmanlıdan kalan bazı tekellerin millileştirilmesine gidilmiş ve bu uygulama en çok ispirto, kibrit, şeker gibi sanayi ürünlerinin üzerinde yoğunlaşılmıştır (Kal’a, 1998: 3307). 1915 yılında sayıları 22’yi bulan ve Osmanlı döneminde devlete ait olan bu tekeller 1925 yılında kurulan Sanayi 
ve Maadin Bankası tarafından devralınmıştır (Aktan, 1998: 34). 

Devletin bu dönemdeki ekonomik faaliyetlerinden bir diğeri de ulaştırma alanında olmuştur. Ulaşım ağının kurulması ekonomik ve askeri açıdan çok önemliydi. Osmanlı döneminde yabancı şirketlerin denetiminde bulunan demiryolları, 1924 yılında Anadolu demiryollarının devletleştirilmesi hakkındaki kanun kabul edilerek demiryolları devletleştirilmiş diğer taraftan da yeni demiryollarının yapımına önem verilmiştir. 

Demir yolları nın yapımı ve işletilmesi için kurulan Nafia vekaletine bağlı müdürlükler 1927’de birleştirilerek Devlet Demir yolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi kurulmuştur. Ulaştırma alanında yapılan diğer bir atılım da denizcilik sektöründedir. Osmanlı devleti döneminde birçok limanın işletilmesi yabancıların elindeydi. 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkartılmış buna istinaden Türk deniz ticaretinin ve taşımacılığının gelişimi sağlanmıştır. Ayrıca havacılık alanında da gelişmeler yaşanmış 1926 yılında Kayseri’de uçak fabrikası açılmıştır (Coşkun, 2003: 74). 
1923-1929 yılları arasında Türkiye koşullarına uygun kooperatif ve diğer hukuk düzenlemeleri üzerinde durulmuştur. Tarımsal kredi kooperatifleri için 1924’te İtibar-ı Zirai Birlikler Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanun 1929’da geliştirilerek Zirai Kredi Kooperatifleri Kanununa 
çevrilmiştir (Çıkın, 2003: 28). 

Türkiye’nin iktisadi açıdan kalkınabilmesi için sanayileşmesi gerekliydi. Bu amaçla 1927 yılında sanayi kuruluşlarının teşviki ve korunması için 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu gözden geçirilerek kapsamı genişletilmiştir. Bu kanunda yerli sanayi sektörüne ucuz devlet arazisi tahsisi, çeşitli vergi muafiyetleri, taşıma indirimleri gibi teşvikler ve muafiyetler getirilerek sermaye birikimine destek verilmiştir (Çoşkun, 2003: 75). 
Buna rağmen Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan yararlanan kuruluşların birçoğu nitelik olarak sanayi olarak sayılamayacak madencilik, tarım ve hayvancılıkla ilgili kuruluşlardır. 1927 yılında yapılan sanayi sayımı sonuçlarına göre bu kuruluşların %32,5’i sanayi niteliğine sahiptir. 

Bu da göstermektedir ki küçük atölye tipinin hakim olduğu, aile tipi çok küçük işletmelerden oluşan bir sanayi sektörü söz konusudur (Başkaya, 2004: 6465). 

***

11 Aralık 2021 Cumartesi

Ceviz Kabuğu’nda AB’nin Kasım 2007’deki İlerleme Raporu’na Dikkat Çekildi

 Ceviz Kabuğu’nda AB’nin Kasım 2007’deki İlerleme Raporu’na Dikkat Çekildi



17 Aralık 2007 Pazartesi,
Hulki Cevizoğlu
Sinan AYGÜN


Kemalist Felsefenin tasfiyesi isteniyor.,

ATO Başkanı Sinan Aygün, Avrupa Birliği’nin raporunda askerin manevra kabiliyetinin kısıtlanmasını açıkça talep ettiğini söyledi.

Gazeteci-yazar Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu Ceviz Kabuğu programında bu hafta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın bir seminerde sarf ettiği “PKK Meclis’te” sözleri ve teröristlerin affına olanak sağlayan eve dönüş yasa tasarısı tartışıldı. Programın konukları Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün ve Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen’di. Emekli Orgeneral Hurşit Tolon da programa telefonla bağlanarak tartışmaya katıldı. Programda ortak soru “Teröristlerin suç işleyip işlemediği nasıl belirlenecek?” olurken, dağdan inen teröriste iş garantisi verilmesi eleştirildi. Hulki Cevizoğlu teröristlere yönelik af söylemlerine değindi ve “Onların düz ovaya inmesini isteyenler kendi koltuklarından inmek zorunda kaldı” dedi. 

Açıkça destekliyor.

Cevizoğlu, “Büyükanıt PKK Meclis’te” dedi diye istifaya davet edildi ancak bu adamlar seçimle buraya geldi. Büyükanıt ne yapacaktı? Sandığın başına asker mi dikecekti?” diye sordu. Sinan Aygün ise, Büyükanıt’ın sözlerinde yerden göğe kadar haklı olduğunu söyledi ve şöyle konuştu: “DTP, PKK’ya terör örgütü diyemiyor. Öcalan’a bebek katil diyemiyor. Bu nedenle Sayın Genelkurmay Başkanı yerden göğe kadar haklıdır.” Aygün programda ulusal basında yer almayan çeşitli fotoğraflar göstererek Avrupa’nın açıkça terör örgütü PKK’ya destek verdiğinin altını çizdi. 

İç savaş tehlikesi.
 



Büyükanıt’ın istifa etmesi durumunda da ordunun görüşünün değişmeyeceğini savunan Aygün, “Büyükanıt Paşa, istifa etmeyip zorunlu olarak ayrılmak zorunda kalsa bile alttan aynı sistem içinde yetişmiş biri gelecektir” dedi. 

Aygün, DTP ile ilgili olarak başlangıçta sorunu çözebileceğine dair umutları olduğunu ancak bunun gerçekleşmediğini açıkladı ve “Evet, PKK meclis’te” dedi. Hulki Cevizoğlu’nun, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “Meclis’te PKK’lı görmedim” biçimindeki sözlerini hatırlatması üzerine Aygün, “ Demek ki kendisi Meclis’e hiç gitmiyor” cevabını verdi. https://www.iyibilgi.com/?haber,46380
Bir izleyicinin, geçen yıl Sinan Aygün’ün bir açıklamasını hatırlatması üzerine Aygün, “Evet o sözlerimin bugün de arkasındayım. Türkiye’de iç savaş tehlikesi kapıdadır. Tabii böyle giderse” dedi. Ceviz Kabuğu’nu arayan şehit annesi Hatice Işık ise, AKP’nin teröriste af çıkarma girişimini ağır dille eleştirdi ve “Ne hakla af çıkarıyorlar? Bizim çocuklarımızın katillerine af çıkaramazlar. Cumhuriyet şehitleri boşuna mı şehit oldu? Nerde şu çılgın Türkler? Şehitler ölmez vatan bölünmez deniyor ama, ne yazık ki şehitler ölüyor, vatan bölünüyor” dedi. Cuma günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de yapılan AB Liderler Zirvesi’nde Türkiye’yi bitirecek sonuçların çıktığını ifade eden Aygün, Kasım 2007’deki AB İlerleme Raporu’nu kimsenin konuşmadığını, burada çok önemli olumsuz kararlar alındığını söyledi. Sinan Aygün’ün okuduğu rapora göre, AB Türkiye’den Kemalist felsefeden vazgeçmesini, askeri harcamalar üzerindeki Meclis denetiminin artırılmasını, askeri eleştiren gazetecilerin Genelkurmay’daki toplantılara katılma izni verilmesini, askerin manevra kabiliyetinin kısıtlanmasını, askerin politik, sosyal ve dış politika konularında konuşmamasını açıkça talep ediyor. Sinan Aygün AB’yi her iktidarın halka şeker olarak yutturduğunu ama AB’nin açıkça Türkiye’yi istemediğini ifade etti. Aygün, bir PKK’lıdan kendisine gelen notu okuyarak PKK’nın finansal desteğinin ne boyutlara geldiğini ortaya koydu. Aygün’e gelen nota göre PKK tüm dünyada holdingleşmiş. Öcalan’ın savunmasında PKK’nın siyasi kaynaklarını açıkladığını, ancak bu arşivlerin ortada olmadığını dile getiren Aygün, PKK’nın önündeki tek engelin asker olduğunu, şimdi askeri bitirmeye çalıştıklarını söyledi. 

Kiralık köşe tutucular.

Programa telefon bağlantısıyla katılan eski 1. Ordu Komutanı Emekli Orgeneral Hurşit Tolan, terörün afla alt edilebileceği düşüncesinin son derece yanlış olduğunun altını çizerek şu değerlendirmeleri yaptı: “Eve dönüş yasası türünde yasalar bundan önce sekiz defa gündeme geldi. Hiçbirinde başarı sağlanamadı. Bunda da sağlanamaz. Zaten gelen tepkiler üzerine hükümet bunu sadece tasarı olduğunu söylemek durumunda kaldı. Afla terörü alt edeceğimizi düşünüyorsak fevkalade hatalı bir yoldayız demektir. Çünkü örgüt, af dışında anayasa değişikliği, anadilde eğitim gibi şeyler de istiyor. Bu sadece içerideki bir grubun değil dışarıdaki güçlerinde etkilediği bir durumdur. Bu düşünceyi ’Sevr paranoyası’diye tanımlarlar ama biz de bu tanımı yapanları ’kiralık köşe tutucular’ olarak tanımlarız. Terörle mücadele de devletin bütün kurumları olmadıkça, psikolojik harekât yapılmadıkça başarı mümkün değil.” Tolon, AKP hükümetinin Avrupa Birliği’nden gelen bildiri ve sözleşmeleri imzalamasını ve İkiz Sözleşmelerin onaylanmasını eleştirerek “19. hükümetten bu yana hükümetlerin önüne gelen bildiri ve sözleşmeler bu güne kadar imzalanmadıysa bunun bir nedeni vardır” şeklinde konuştu. Tolon’un bu değerlendirmesini Hulki Cevizoğlu, Türkiye’de uygulanan siyasi linç olarak yorumladı ve “Türkiye ortak bir linç ile bu hale geldi. Biri karar aldı biri imzaladı. İmzalayan karar alanı karar alan imzalayanı suçladı.” dedi.

Diyecek sözüm yok.

Programın sonunda yabancı sermaye ve Oyakbank’ın satışı konusu da ele alındı. Sinan Aygün, “Ülke kaynakları yabancılara kiralandı. Evet, toprağı götürmüyorlar ama üzerinde ne varsa götürüyorlar. Oyakbank asla satılmaması gereken bir bankaydı” dedi. Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen ise “Tüm bankalarımız finansal kalelerimizdir. Oyakbank’ın satılmasını istemiyorum” deyince, Cevizoğlu, “Kalenizi asker olarak siz mi sattınız? İzleyicilerimiz soruyor. Oyakbank’ı korumak için Meclis’ten tezkere gerekmiyordu. Niçin engel olunmadı, diyorlar” dedi. Eslen, “Cevap verecek durumu olmadığını” söyledi ve üzüntüsünü dile getirdi. 

Ceviz Kabuğu’nda, Milli Futbol Takımımızın sponsoru Adidas firmasının kırmızı beyaz renkli milli formanın rengini değiştirerek turkuaz yapması konusu da ele alındı. Cevizoğlu’nun bu konudaki görüşünü sorduğu eski 1. Ordu Komutanı Orgeneral Tolon, “Bunlar safsatadır. Bunlarla zaman kaybedemeyiz. Onlar istiyor diye yarın isimlerimizide mi değiştireceğiz?” diyerek tepkisini gösterdi. Cevizoğlu ise, yarın sponsorun değişmesi durumunda, bu sefer de onun başka renk isteyebileceğini, bunun sonun olmadığını belirtti ve şöyle konuştu: “Biz her sponsorun istediğine uyarak milli forma rengimizi sürekli değiştirirsek, bukalemun oluruz. Zaten siyaseten bukalemin olduk. Sürekli renk değiştiriyoruz. Ne derlerse yapıyoruz.” 

Sağlam Siyasi irade gerekir.

Programın diğer konuğu Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen, “Askerin terörün mali ve siyasi desteklerinin kesilmesi ile ilgili kaygıları var ve dile getiriyor” dedi. Eslen, PKK’ya karşı yapılması gerekenin psikolojik savaş olduğunu ancak bu savaşı yapacak bir devlet kurumunun olmadığını söyledi. Eslen, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği içindeki Psikolojik Harekât birimini de Avrupalılar istiyor diye bizzat hükümet tarafından kapatıldığını açıkladı. Eslen, “PKK eli silahlı ve kravatlı olarak ikiye ayrılır. Kravatlı PKK, güneydoğuda belediye başkanı olarak karşımıza çıkabiliyor” dedi. Hulki Cevizoğlu “Türkiye, teröre destek veren belediye başkanlarını bile tek bir imzayla görevden alamazken, Meclis’te dokunulmazlığı olan milletvekillerini nasıl yargılayacak?” sorusunu yöneltti. Emekli Eslen, bu soruya şu karşılığı verdi: “Bu mücadelenin yapılabilmesi için sağlam bir siyasi niyet ve iradenin olması gerekir. Diplomatik hareketlerin yanında psikolojik harekât stratejileri belirlenmeli. Yabancı devletlerin Türkiye, üzerinde ciddi psikolojik harekâtları var.”
   
http://www.cevizkabugu.com.tr/gundem.asp?procid=72

***

10 Aralık 2021 Cuma

12 TEMMUZ BEYANNAMESİ’NİN TÜRK SİYASİ TARİHİNDEKİ YERİ ETKİSİ VE ÖNEMİ. BÖLÜM 4

12 TEMMUZ BEYANNAMESİ’NİN TÜRK SİYASİ TARİHİNDEKİ YERİ  ETKİSİ VE ÖNEMİ. BÖLÜM 4



Ek 12 Temmuz Beyannamesi (Cumhurbaskanı İsmet İnönü tarafından 12 Temmuz 1947 tarihinde yayımlanmıstır.) 

     Hükümet Reisiyle ve Muhalefet Lideri ile son günlerde memleketin iç durumu üzerindeki konusmalarımı ve bu hususta kanaatlerimi ve fikirlerimi söylemek zamanı gelmistir. 
7 Haziran tarihinde görüsmek üzere çagırdıgım Bay Celâl Bayar bana, Demokrat Partinin, idare mekanizmasının baskısı altında bulundugunu beyan ve sikayet etti. Haberdar ettigim Basbakan aynı mevzuları daha evvel aralarında görüstüklerini hikaye ederek, böyle bir baskının olmadıgını, idare mekanizmasının memleketin huzurunu bozacak mahiyette tahriklere karsı çok güç durumda kaldıgını beyan eyledi. Bundan sonra, iki tarafı bir arada dinlemek için 14 Haziran tarihli bulusmayı tanzim ettim. Basbakan ve yardımcısı Devlet Bakanı ile Demokrat Parti Baskanı hazır bulundular. İki taraf arasında karsılıklı tartısma içinde iki buçuk saat devam eden bu konusma, basladıgı noktada bitti. Demokrat Parti Baskanı, partisinin baskı altında bulundugu noktasında ısrar ve partisinin kanun dısı maksatlar ve ihtilal usulleri takip ettigine dair ihtimalleri reddetti. Hükümet Reisi, idare mekanizmasının baskı yaptıgı iddiasını kabul etmeyecegini ve sikayet vesikalarını tetkik ve takibe hazır oldugunu tekrar söyledi ve muhalif partinin çalısma usullerini düzeltmesi lazım oldugu iddiasında kaldı. 

17 Haziran tarihinde Bay Bayar’ı tekrar kabul ettim. Bana vaziyeti arkadasları ile görüstügünü, benim durumuma karsı tesekkürle mütehassis olduklarını söyledikten sonra, baskı vardır kanaatında olduklarını teyit eyledi. Bunun üzerine, iki defa görüstügüm Basbakan, iktidar partisi ile muhalefet partisinin Büyük Meclisteki münasebetleri ve karsılıklı çalısmaları yolunda hayırlı terakkiler oldugunu takdirle söyledikten sonra, “biz de kendimize düsen vazifeleri sadakatla ifa edecegiz, size söz veriyorum.” dedi ve iki ay sonra Büyük Millet Meclisi toplanıncaya kadar partilerin münasebetlerinde itimadı artıran terakkiler olacagına ümidi kuvvetli oldugunu ilave eyledi. 

Bu beyanatı Bayar’a 24 Haziran tarihinde naklettim. Bay Bayar bana, fiili neticeye intizar edilmesi lazım gelecegini bildirdi. Bundan sonraki tartısmalar, muhalefet liderinin Sivas nutkunda ve Hükümet reisinin 2 Temmuz tarihli beyanatında ve ondan sonraki karsılıklı cevaplarda görülmüstür. Vaziyet hülasa olunursa, iki taraf sikayetlerinde ve savunmasında ısrar etmi ve siddetli tartısmalar esnasında karsılıklı iyi niyetlerinin ifadesi olan bazı tatmin edici parçalar hatırda kalmıstır. Siyasi havayı yumusatan bir iyilik olmak üzere, dertleri bilenlerin kendilerinden, karsı tarafı teskin edici tedbirler alacakları ümidi uyanmıstır. Bunun dısında olarak durum, muhalefet partisi liderinin “fiili bir netice bekleme” seklinde ifade ettigi hükümde görülür. Yani, bir baska türlü söylenirse vaziyet, karsılıklı iddialar bakımından dügüm halini muhafaza etmistir. 

Simdi ben bu dügümü çözmeye çalısacagım. İki tarafın sikayet ve müdafaalarının delillerini tafsil etmekte faide görmüyorum. Zaten bunlar umumi efkarca da kafi derecede bilinmektedir. Gördüm ki taraflardan hangisinin haksız, yahut hangisi daha evvel karsısını kırmaya baslamı oldugunu aramakta da fayda yoktur. Ben, idare mekanizmasının baskı yaptıgını hükümet reisinin kabul etmemesini bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, muhalefet liderinin kanun dısı maksatlar ve metotlar isnadını reddetmesini, muhalif parti çalısması için sart olan kanun içinde kalmak esasının göz önünde tutulduguna ve tutulacagına dair tatmin edici bir teminat olarak kabul ettim ve Basbakana bunu söyledim. 

Her iki tarafla uzun konusmalardan çıkardıgım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanısa getiren bugünkü durumu, memlekette siyasi partilerin çalısıp gelisecegine kati ümit veren en mühim merhale sayıyorum. Simdiye kadar, memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını bir seneden beri geçirdigimiz tecrübelere onların dayanamamı ve bugünkü siyasi durumu elde edememi olmalarında görüyorum. 
Benim kanaatimce, bir buçuk seneden beri geçirdigimiz tecrübeler agır ve bazen ümit kırıcı olmustur. Ama gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet de temin edilmistir. 
Bu durumu muhafaza etmek ve onun gelismesini saglamak, iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lazım gelir. 

Gelecek için tedbirler, benim kabul ettigim gibi, su noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim bu son dinledigim karsılıklı sikayetler içinde mübalaga payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. htilalci bir tesekkül degil, bir kanuni siyasi partinin metodları ile çalısan muhalif partinin, iktidar partisi sartları içinde çalısmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak kendimi her iki partiye karsı müsavi derecede vazifeli gördüm. 
İdare mekanizması, yani valilerimiz ve maiyetleri bir seneden beri çok agır bir tecrübe geçirmislerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadıgı bile süphe götürür idi. 

Sorumlu hükümetin huzur ve asayi vazifesi münakasa götürmez. Fakat, mesru ve kanuni siyasi partilere karsı tarafsız, esit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel sartıdır. Bu arada, siyasi partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin sirretliklerini pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder. Siyasi partilerin hangisi i basına gelirse gelsin, onlar, idare mekanizmasında çalısanların haklarına ve itibarlarına karsı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır. 
Zannediyorum ki, hükümet reisi ile muhalefet lideri arasında son tartısma, iki tarafı sebat ettikleri noktadan ayırmak gayretine düsmeksizin, her iki tarafın bekledikleri seyleri söylemi ve temin etmi oluyorum. 
Vatandaslarıma, hükümetle ve iktidar partisi ile muhalefet arasında görüsme ve araya girme safhalarını oldugu gibi anlatmı oldugumu ümidi ederim. 
Varmak istedigim netice, baslıca iki parti arasında temel sartın yani emniyetin yerlesmesidir. 

Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti manasını tasıdıgı için gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhalefet, teminat içinde yasayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadıgından müsterih olacaktır. İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediginden müsterih bulunacaktır. Büyük vatanda kütlesi ise, iktidarın su partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahalıgı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karsılastıgım güçlükler, çok zaman yalnız ruhi mahiyette olan âmillerdir. 

Bu güçlükleri yenmek için siyasi hayatımızı idare eden, iktidarda ve muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim. 

Bu beyanatımı, nesrinden önce basbakanla muhalefet lideri görmüslerdir. 

(Kaynak: Ulus, 12 Temmuz 1947) 

KAYNAKÇA 
Agaoglu, Samet ; Siyasi Günlük, (Yay. Haz. Cemil Koçak), 2. (1993) Baskı, İletisim Yay., İstanbul. 
Avcıoglu, Hamdi ; “Çok Partili Hayatın Ondördüncü Yılında (1959) İnönü ile Mülakat”, Akis, Cilt XVI, Sayı 269, 22 Eylül. 
Baban, Cihad (1970) ; Politika Galerisi (Büstler ve Portreler), Remzi Kitabevi, İstanbul. 
Bayar, Celal (Tarihsiz) ; Basvekilim Adnan Menderes, (Der. İsmet Bozdag), Birinci Basım, Baha Matbaası, İstanbul. 
Bozdag, İsmet (1975) ; Demokrat Parti ve Ötekiler, Kervan Yay., İstanbul. 
Cihan, Ali Rıza (Der.) (1993) ; İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konusmaları (1920-1973), , Cilt 2, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yay., No.57, Ankara. 
Çavdar, Tevfik (1983) ; “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8, İletisim Yay., İstanbul. 
Derin, Haldun (1995) ; Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (19331951), (Yay. Haz. Cemil Koçak), Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul. 
Erogul, Cem (1997) ; Anatüzeye Ankara. Giris, Besinci Bası, İmaj Yay., 
Esirci, Sükrü (1967) ; Menderes Diyor ki, Birinci Kitap, (7 Ocak 1946-14 Mayıs 1950), Demokrasi Yay., İstanbul. 
Gologlu, Mahmut ; Demokrasiye Geçi 1946-1950, Kaynak Yay., (1982) İstanbul. 
İnönü, İsmet (2001) ; Defterler (1919-1973), Cilt 1, (Haz. Ahmet Demirel), Yapı Kredi Yay., 1. Baskı, İstanbul. 
Kara, Nihal (1982) ; Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçi Kararı (1945), Yayımlanmamı Doktora Tezi, Ankara Ü. Siyasal Bilg. Fak. 
Karpat, Kemal (1996) ; Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., stanbul. 
Öner, Kenan (1948) ; Siyasi Hatıralarım ve Bizde Demokrasi, Osmanbey Matbaası, İstanbul. 
Toker, Metin (1990) ; Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950), Bilgi Yay., Ankara. 
Turgut, Nükhet (1984) ; Siyasal Muhalefet, (Batı Demokrasileri-Sosyalist Ülkeler-Türkiye), Birey ve Toplum Yay., Ankara. 
Uran, Hilmi (1959) ; Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası, Ankara. Basbakanlık Cumhuriyet Arsivi, 490 01 165 658 1. 
Vatan, Ulus, Cumhuriyet ve Tanin Gazeteleri 

DİPNOTLAR;

1 DP Milletvekili Sadık Aldogan, meclis kürsüsünden, o zaman yürürlükte olan sıkıyönetimin “Mutlakiyet idaresine rahmet okutacak zalimane bir idare 
tarzı” oldugunu söyleyince meclis başkanlıgı sözlerini geri almasını istedi. Aldogan buna yanasmayınca 15 gün süreyle meclisten çıkarma cezası aldı. 
2 10 Mayıs 1947’de Meclis’ten bir delege heyeti, İngiltere’ye iyi niyet ziyaretinde bulundu. Heyette CHP’den H. C. Yalçın, N. Erim, N. Esat Sümer, 
Fuat Sirmen, Esat Uras ve Sait Odyak, DP’den ise, F. Köprülü ve Enis Akaygen yer alıyordu. Ulus, 11 Mayıs 1947. Yolculuk sırasında Erim’le Köprülü 
arasında sıcak bir diyalog kurulmu ve partiler arasında daha ılımlı bir siyaset izlenmesi gerektigi konusunda görüş birligine varılmıştır. Dönüste İnönü, heyetin 
tamamını Çankaya’ya yemege çagırarak iki parti arasındaki buzların erimesine katkıda bulunmuştur. İsmet İNÖNÜ, Defterler (1919-1973), Cilt 1, 
(Haz. Ahmet DEMİREL), Yapı Kredi Yay., 1. Baskı, İstanbul, Aralık 2001, s.456. Köprülü’nün Londra gezisinde N. Erim’le “Can Ciger Kuzu Sarması” olması 
ve Londra’da verdigi demeçler Tahtakılıç ve arkadaslarını rahatsız etmistir. Cihad BABAN, Politika Galerisi (Büstler ve Portreler), Remzi Kitabevi, 
İstanbul, 1970, s.421. 
3 İNÖNÜ, A.g.e., s.454. 
4 A.g.e., s.455. 
5 A.g.e., s.455. 
6 A.g.e., s.456. Her ne kadar Bayar ile Peker arasında ciddi anlasmazlık noktaları görülüyorsa da Bayar anılarında Peker’i hayırla anıyor. Bayar anılarında, Peker’in hükümet 
üyeleri ve kurtuluş Şavasına katılmı bazı yüksek rütbeli eski askerlerle birlikte bir toplantı yaptıgını ve bu toplantıda DP’nin kapatılmasının gündeme geldigini 
anlatır. Bakanlardan biri, Bayar ve Maresal’in mahkemeye verilmesi kosuluyla DP’nin kapatılmasından yana oldugunu söylemiş. 
Peker ise bu öneriye, DP’yi kuran insanların vatansever ve namuslu insanlar oldukları, onlardan memlekete bir kötülük gelmesine imkan olmadıgı gerekçesini 
ileri sürerek karşı çıkmıs. Bayar bunu aktardıktan sonra, siyasi mücadeleleri sırasında ve o günün koşulları içinde “Recep Peker’le demokrasi yapılamaz” 
dedigi için pişman oldugunu belirterek Peker’in ruhundan af diliyor. Celal BAYAR, Başvekilim Adnan Menderes, (Der. İsmet 
Bozdag), Birinci Basım, Baha Matbaası, İstanbul, (Tarihsiz), s.74-75. 
7 İnönü, “Defterler”de, Bayar’ın gelirken yanında “Grup Baskan Vekili” sıfatıyla Köprülü’yü de getirmesini istedigini belirtiyor. Defterler, s.457. 
Agaoglu da bunu dogruluyor. Samet AGAOGLU, Siyasi Günlük, (Yay. Haz. Cemil KOÇAK), 2. Baskı, İletisim Yay., İstanbul, 1993, s.78. Ancak anlaşılan 
Bayar oralı olmamış. 
8 İNÖNÜ, A.g.e., s.458-459. 
9 A.g.e., s.460. 
10 A.g.e., s.461. Haldun DERN, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), (Yay. Haz. Cemil Koçak), Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, Ocak 1995, s.211. 
11 İNÖNÜ, A.g.e., s.461. 
12 İNÖNÜ, A.g.e., s.462. 
13 DERİN, A.g.e., s.212. 
14 İNÖNÜ, A.g.e., s.463. 
15 A.g.e., s.464. 
16 Vatan, 28 Haziran 1947. 
17 Bayar, burada Sivas’lılara, hükümet DP’ye karsı tarafsız mıdır diye sormu ve kalabalık hep bir agızdan “hayır” diye bagırmıstır. Vatan, 28 Haziran 1947. 
18 Vatan, 28 Haziran 1947. 
19 İNÖNÜ, A.g.e., s.465. 
20 Ulus, 8 Temmuz 1947. 
21 İNÖNÜ, A.g.e., s.466. 
22 Ulus, 3 Temmuz 1947. 
23 Vatan, 8 Temmuz 1947. 
24 Mahmut GOLOGLU, Demokrasiye Geçi 1946-1950, Kaynak Yay., İstanbul, 1982, s.169. 
25 AGAOGLU, A.g.e., s.430. (DP Genel İdare Kurulu’nun 18 sayılı kararı, 10/7/1947) 
26 A.g.e., s.430. 
27 Ulus, Cumhuriyet, Tanin, Vatan, 12 Temmuz 1947. 
28 O tarihte İçisleri Bakanı olan Hilmi Uran’a göre, bildirinin ilk biçiminde İnönü, Cumhurbaskanının aynı zamanda Parti Genel Baskanı olmasını anayasaya 
baglıyor ve ilk parti kurultayında bu durumun düzeltilecegini söylüyordu. Böylece arabuluculuk yapmasını haklı ve mazur göstermeye çalısıyordu. 
Nedense bu ifadeler, asıl metinde yer almadı. Hilmi URAN, Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1959, s.475. 
29 Hamdi AVCIOGLU, “Çok Partili Hayatın Ondördüncü Yılında İnönü ile Mülakat”, Akis, Cilt XVI, Sayı 269, 22 Eylül 1959. 
30 “Defterler”de 16 Temmuz 1947 tarihli bir not: “Parti üyelikten çekilecegim havadisini yalanlama”. İNÖNÜ, Ag.e., s.468. 
31 Basbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 490 01 165 658 1. 
32 Cem EROGUL, Anatüzeye Giriş, Besinci Bası, İmaj Yay., Ankara, 1997, s.230. 
33 Nükhet TURGUT, Siyasal Muhalefet, (Batı Demokrasileri-Sosyalist Ülkeler-Türkiye), Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984, s.268. 
34 Kemal KARPAT, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., İstanbul, 1996, s.270. 
35 Toker, Nihat Erim’in ve kimi DP’lilerin (Köprülü gibi), baslarda İnönü’yü seçimleri yitirse bile Cumhurbaskanı kalmaya devam edecegine inandırmayı basardıklarını ancak 1950’ye yakın böyle bir olasılıga İnönü’nün pirim vermeyi bıraktıgını yazar. Metin TOKER, Tek 
Partiden Çok Partiye (1944-1950), Bilgi Yay., Ankara, 1990, s.240-242. 
36 İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konusmaları (1920-1973), (Der. Ali Rıza Cihan), Cilt 2, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yay., No.57, Ankara, 1993, s.88. 
37 Vatan, 24 Haziran 1949. 
38 Sükrü ESİRCİ, Menderes Diyor ki, Birinci Kitap, (7 Ocak 1946-14 Mayıs 1950), Demokrasi Yay., İstanbul, 1967, s.125-126. 
39 Vatan, 19 Haziran 1947. 
40 Tevfik ÇAVDAR, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,Cilt 8, İletisim Yay., İstanbul, 1983, s.2067. 
41 Bu milletvekilleri su isimlerden olusuyordu: Nihat Erim, Vedat Dicleli, Kasım Eren, Kasım Gülek, Cevat Dursunoglu, İ.Rüstü Aksal, Cavit Oral, 
Sinan Tekelioglu, Fahri Kurtulus, Mahmut N. Gündüzalp, Hamdullah S. Tanrıöver, C. Sait Siren, Sevket Hatipoglu, Ali Fuat Cebesoy, Nazif Erkin, 
Tahsin Banguoglu, Tezer Taskıran, İhsan Hamit Tigrel, Sait Odyak, Sedat Çumralı, M. Adil Binal, Hasan S. Adal, Avni Refik Bekman, Muhtar Ertan, Ali Kemal 
Yigitoglu, Abdurrahman Melek, Vehbi Sarıdal, Hilmi Atlıoglu, Kamil Kitapçı, Hilmi Öztarhan, S. Kemal Yetkin, Rasit Börekçi, Osman Agan, Bekir Kaleli 
ve Memduh Sevket Esendal. TOKER, A.g.e., s.200. 
42 KARPAT, A.g.e., s.182. 
43 Gelinen noktada partide bir Meclis Grubu-Genel Merkez karsıtlıgından söz etmek mümkündür. Bayar-Köprülü-Menderes üçlüsü, Genel Merkeze hakimken, 
Meclis Grubuna o denli sözleri geçmiyordu. 
44 KARPAT, A.g.e., s.182. 
45 A.g.e., s.183. 
46 A.g.e., s.183. 
47 Bozdag’a göre, bazı kimselerin DP’den ayrılarak ayrı bir olusum kurma yoluna gitmeleri bazı nedenlere baglanabilir: 
1) Demokrat Parti’ye hizmeti geçmiş bazı kimselerin parti içinde hizmetleri ölçüsünde söz sahibi olmak istemeleri ve Genel İdare Kurulu egemenligini kabul 
etmemeleri, 
2) Bazılarının kisisel çıkarlar nedeniyle, bazılarının da politik mizaçları bakımından siddet taraftarı olmaları. İsmet BOZDAG, Demokrat Parti ve Ötekiler, 
Kervan Yay., İstanbul, 1975, s.31. 
48 Kenan ÖNER, Siyasi Hatıralarım ve Bizde Demokrasi, Osmanbey Matbaası, İstanbul, 1948, s.9. 
49 Nihal KARA, Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçi Kararı (1945), Yayımlanmamı Doktora Tezi, Ankara Ü. Siyasal Bilg. Fak., 1982, s.350. 

***

12 TEMMUZ BEYANNAMESİ’NİN TÜRK SİYASİ TARİHİNDEKİ YERİ ETKİSİ VE ÖNEMİ. BÖLÜM 3

12 TEMMUZ BEYANNAMESİ’NİN TÜRK SİYASİ TARİHİNDEKİ YERİ  ETKİSİ VE ÖNEMİ. BÖLÜM 3



Beyannamenin Yankıları ve Sonuçları 

Bildirinin yayımlanmasından sonra, parti baskanlıgından çekilecegi söylentileri ortalıkta dolasmaya baslayınca İnönü, bunu yalanlama geregi duydu 30. CHP İzmir Bölge Müfettisi Kamran Örs’ün Genel Merkeze yazdıgı 18 Temmuz 1947 tarihli raporda Örs, bildirinin İzmir ve çevresinde uyandırdıgı yankıları anlatmıstır 31 . DP’liler, İnönü’nün yüksek hakemliginden dolayı sevinçlidir. “Her vesile ile edep ve terbiye sınırlarını asan zehirli ve mütecaviz dillerini kısmıslardır”. Rapora göre bildiri, tarafsızlar üzerinde olumlu bir etki yapmı olsa da, CHP’ye mensup olanlar üzerinde o denli olumlu bir izlenim bırakmamıstır. Çünkü CHP’liler, İnönü’nün Genel Baskanlıktan ayrılmasını istememektedirler. “DP’lilerin İnönü’yü “harp dısı” ilan etmesi yani ona dokunulamayacagına hükmetmesi ise, bundan sonra hücumların, kin ve husumetlerin bir taraftan CHP’ye, öte yandan Peker Hükümetine yönelmesine neden olacaktır.” DP’lilerin istedikleri yasalar Meclis’ten geçerse, bu kez de, “eski kanunlarla bu 
Meclis’in devamı demokratik sayılamaz” savıyla Meclis’in yenilenmesi mücadelesine baslayacaklardır. Örs’e göre, İnönü’nün, Parti Baskanlıgından ayrılma düsüncesinin kendisinin içten isteginden çok, Bayar’ın baskısı sonucu olustugu hakkında DP’lilerin sasmaz bir kanaatı vardır. İnönü’nün Genel Baskanlıktan ayrılmasının, DP’nin daha anlayıslı ve daha makul bir dogrultuda ilerlemesine yardımı dokunacagı kuskuludur. Ayrıca, eger bu çekilme gerçeklesecek olursa, üç sene sonraki seçimde CHP iktidarı kaybedecektir. Öte yandan bu çekilme, örgütün bünyesinde siddetli bir kriz doguracaktır. “İlk zamanlarda, dagılmalar, firarlar olacaktır, bocalama olacaktır. Fakat kalanlar daha mütecanis ve daha mistik bir baglanısla partiyi kuvvetlendirmeye çalısacaklardır.” Örs’e göre, eger, bundan sonraki seçimi DP kazanır da, çok zayıf bir olasılıkla İnönü’yü cumhurbaskanı yapmak isterlerse, İnönü’nün bunu kabul etmeyerek azınlıkta kalan partisinin basına geçmesi gerekir. Bu durum, CHP’yi kısa zamanda iktidara götürecek en kestirme yoldur. 

Anlasıldıgı kadarıyla, 12 Temmuz Beyannamesi, CHP’liler arasında, İnönü’nün Genel Baskanlıktan ayrılacagı ve parti gelecek seçimlerde iktidarı kaybetse bile devletin basında kalmaya devam etmeyi düsündügü yolunda kuskular uyanmasına neden olmustur. 
12 Temmuz niçin önemlidir? Çünkü bu tarih, iki parti arasındaki gerginligin yerini yumusamaya bırakmaya basladıgı tarihtir. İnönü, açıkça arabuluculuga soyunmus, CHP Genel Baskanı olmasına ragmen iki partiye de esit uzaklıkta duracagına iliskin söz vermistir. Öte yandan bu tarih, iki partide de asırıların güç yitirdigi ve partilerinden dıslanmasına kadar varan bir sürecin baslangıcını olusturması itibariyle de önemlidir. Ancak içeride bu olup bitenleri dı iliskilerden soyut degerlendiremeyiz. İçerideki bu gelismeler, ABD ile iliskilerdeki ilerleme ve yardım kararı çıkmasıyla kosut degerlendirilmelidir. Beyannamenin imzalandıgı gün Ankara’da, ABD ile Türkiye arasında ABD’nin Türkiye’ye yapacagı yardıma iliskin bir anlasma 
imzalanması rastlantı degildir. 

12 Temmuz, İnönü’nün CHP Genel Baskanı gibi degil, Cumhurbaşkanı gibi davrandıgı bir olaydır. 12 Temmuz’la İnönü, partilerüstü bir durusla iki partiye de esit uzaklıkta oldugunu ifade etti. 12 Temmuz ile yönetenler çok partili süreci tescil ettiler ve muhalefetin sürekliligini 
güvence altına aldılar. Yani 12 Temmuz, geçi sürecinin geri dönülemez bir süreç haline dönüstügünün bir belgesidir. 12 Temmuz ile ülkedeki ihtilal havası ortadan kalktı. Siyasi tansiyon yumusadı. Bu aynı zamanda adı konmamı bir siyasi sözlesmedir. 

12 Temmuz’la muhalefetin yasal yöntemlerle çalısması durumunda iktidar partisinin olanakları içinde etkinlikte bulunabilecegi belirtildi. 

Böylece mesru olmayan muhalefete izin verilmeyecegi açıkça vurgulanmı oldu. Hangi muhalefetin mesru oldugunu belirleme yetkisi ise, iktidar seçkinlerine aitti. Mesru olduguna karar verilen muhalefet, rejimin varlıgını tehlikeye düsürmeyecegine inanılan muhalefetti. Dolayısıyla ne irtica anlamındaki saga, ne de komünist sola yasama sansı verilmedi. Sol ise konjonktürel olarak asırı saga göre bile daha sanssız bir konumdaydı. 

Erogul’un deyisiyle halk, siyaset sahnesine, ancak sınıf bilincinin gelismesi yasaklanarak kabul edildi32 . Bir diger husus da, CHP’nin muhalefetin varlıgını kendisi için tehlikeli görmedigini deklare etmi olmasıdır 33 . 

12 Temmuz’dan önce DP, halkın destegini arkasına almak suretiyle hükümete baskı kurmaya çalıstıysa da, beyannameden sonra isteklerini daha çok Meclis yoluyla gerçeklestirmeye özen gösterdi 34 . 
12 Temmuz’dan sonra İnönü, (özellikle 1947 Kurultayında) yetkilerini fiilen Genel Baskan Vekiline bırakarak daha partiler üstü bir konuma geçmeye çalıstı. Belki iktidarı kaybederse Cumhurbaskanı olarak kalmanın hesaplarını yapıyordu 35 . 
İnönü, daha sonraları 1 Kasım 1949’da Meclis’i açı konusmasında 12 Temmuz Beyannamesi’nin iktidarla muhalefetin karsılıklı yükümlülüklerini ve sorumluluklarını ifade etmek için yazıldıgını ve iyi sonuçlar verdigini söylemistir. İnönü, bu bildirinin tek taraflı bir borç senedi gibi anlasılmasının niteligine ve yazılı amacına aykırı oldugunu belirtmistir36 . 
Bayar daha sonra 1949 yılında bildiri hakkında sunları demistir: “12 Temmuz Beyannamesi... 21 Temmuz seçimlerindeki hareketin ve ondan sonra Recep Peker Hükümetinin tedhi ve tazyik politikasının yürüyemeyecegine dair olan kanaatin ifadesidir... Bu beyanname sırasında 
bizim karsımıza iki yol çıkmı idi. Birisi ihtilal yolu idi, igtisa ve isyan yolu idi. İkinci yol, memlekette istikrarı muhafaza ederekten müskül dahi olsa, zaman kaybetmek bahis mevzuu dahi olsa istikrar yolu idi. Bizler sizlere itimat ederek ikinci yolu seçtik... Eger beyannameyi reddetseydik elimize ne geçecekti? Kabul ettik... Simdi onlar, bizim reddettigimiz takdirde düsecegimiz vaziyete düsmek istidadındadırlar... Her seyi o günkü sartlarında mütalaa etmek lazımdır” 37. Menderes de, bildiriden sonra DP’nin tuttugu yolun haklılıgını, 15 Şubat 1948 tarihli İzmir konusmasında söyle ifade etmistir: “12 Temmuz’dan sonra bizim sadece taktigimiz degismistir. Daha evvel bize karsı siddetle hareket edenlere misli ile mukabeleden 
çekinmedik... Artık karsı taraftan bize hücum ve taarruz gelmiyordu ki, biz hücum ve taarruzlarda bulunalım.” Menderes, ayrıca DP’nin taktiginin isabetini, sıkıyönetimin kaldırılmı olması ve valilerin degismesini örnek göstererek destekliyor 38 . 
12 Temmuz Bildirisinin en önemli sonuçlarından birisi, iki partide de asırıların tasfiye edilme sürecini baslatmı olmasıdır. Aslında bu sürecin daha İnönü ile Bayar arasındaki görüsmeler devam ederken, Haziran ayında basladıgı da söylenebilir. Haziran’da DP Haysiyet Divanı, Dr. Mustafa Kentli’nin partiden çıkarılmasına, General Rasim Altu ve Harun Dikmen’e ihtar cezası verilmesine karar verdi 39 . 12 Temmuz’la birlikte muhalefetin iyice mesruiyet kazanmasında, DP’den ayrılan “müfrit”lerin tutumunun da etkisi oldu. DP’den ayrılan bu kisiler, kurdukları olusumlarla, DP’yi “merkez”e çekmi oldular. 

Bu bildiriyle iktidar, muhalefetin varlıgına tahammül etmeyi, onunla bir arada yasamayı kabul ediyordu. Bu arada İnönü, çıktıgı dogu gezisine DP’li Nuri Özsan’ı da götürdü. İnönü, bu gezisinde yaptığı konuşmalarda, partiler arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi geregi üzerinde durdu ve gittigi yerlerde DP merkezlerini de ziyaret etti. Böylece bir yılı askın bir savasımdan sonra artık DP, iktidar tarafında tahammül edilen bir muhalefet olarak güçleniyordu. Ancak bu güçlenme, beraberinde kimi sakıncalar da dogurmus, DP’nin içindeki sertlik yanlıları, DP yönetimini İnönü ile isbirligi yapmakla suçlamıslardır 40 . 

Beyannamenin İktidar ve Muhalefet Partisi Üzerindeki Etkileri 

12 Temmuz’un CHP üzerindeki etkisi, Peker’in basbakanlıktan çekilmesi ve muhalefete karsı ılımlı bir politika izlenmesini savunan grubun partide etkili bir duruma gelmesi oldu. Peker’in 12 Temmuz Beyannamesi’yle muhalefetin yüreklendirilmesinden ve İnönü’nün hükümetin islerine karısmasından rahatsız oldugu biliniyordu. 26 Agustos 1947’de Peker, CHP Meclis Grubundan güvenoyu istedi. 35 kisi aleyhte oy verdi 41. Bu hareket bu kisilerin sayısından hareketle “35’ler Hareketi” olarak tarihe geçti. Bu kisilerin İnönü’yle sıkı iliski içinde olmaları kuvvetle muhtemeldir. 35 güvenoyu eksigine ragmen Peker istifa etmedi ve karsı atak olarak hükümette kimi üyeleri degistirmek için Meclis Grubu’ndan izin istedi. Bu kez aleyhte oy kullananların sayısı 47’ye ulasınca 9 Eylül 1947’de İnönü’ye istifasını sunmak zorunda kaldı. İnönü, hükümeti kurma görevini Hasan Saka’ya verdi. Peker ise, Aralık 1947’deki Kurultay’da genel baskanlık yarısında neredeyse hiç oy alamadı. Ardından Genel Baskan Vekilligine adaylıgını koydu. Bu seçimde oylarını bir miktar artırdıysa da İnönü’nün adayı Hilmi Uran’a karsı yenilgiye ugradı. Peker’in tasfiyesiyle kosut ve e zamanlı olarak Falih Rıfkı da yıllardır sürdürdügü Ulus basyazarlıgı görevinden ayrıldı. 
Beyannamenin DP üzerinde hemen yıkıcı bir etki yapmadıgı görülüyor. DP’nin içindeki hareketlilik, Aralık 1947’de hükümetin milletvekili maaslarına zam yapılması yolundaki önerisiyle siddetlendi. DP, grup kararı alarak, önerinin reddedilmesine karar verdi fakat Kemal Silivrili bu karara uymayarak kabul oyu verdi. Silivrili’ye göre, aslında DP yöneticileri bu farkı almak istiyorlar fakat nasıl olsa onların hayır oyuna ragmen öneri geçecegi için siyasal bir taktik olarak muhalefet ediyorlardı 42 . Hatta, Köprülü’nün “kırmızı oylar sandıga, paralar cebe” dedigi her yerde konusuluyordu. Öneri Meclis’te kabul edildikten sonra, DP Genel Merkezi, maaş farklarının partiye verilmesini istedi. Bir kısım milletvekilleri bu çagrıya uymadı. Öte yandan DP Meclis Grubu, grup yöneticilerini istifa etmiş sayarak yenilerini seçmeye karar verdi43 . Yapılan seçimde Köprülü, yeniden Meclis Grubu ikinci baskanlıgını kazanamadı. Bunun üzerine Bayar da Meclis Grup Baskanlıgından istifa ettigini duyurdu 44. Ardından DP Genel İdare Kurulu, parti-içi dayanısmayı zayıflattıkları savıyla be milletvekilini Haysiyet Divanı’na verdi. Haysiyet Divanı da bu milletvekillerinin partiden ihracına karar verdi. Bu milletvekilleri sunlardır: Osman Nuri Köni, Necati Erdem, Mithat Sakaroglu, Sadık Aldogan ve Kemal Silivrili 45. Genel İdare Kurulu’nun altı üyesi bu kararı boykot amacıyla GİK’ten istifa ettiler ancak onlar da Haysiyet Divanı’nın kararıyla partiden ihraç edilmekten kurtulamadılar 46 . 

Bu çıkarılmalardan sonra DP’nin milletvekili sayısı 31’e indi. DP’den ayrılanların bir kısmı Millet Partisi’ni kurdular47 . Partinin baskanlıgına da Hikmet Bayur’u getirdiler. Bir kısım milletvekilleri de Müstakil Demokratlar Grubu adıyla bir olusum kurdular. 

Bu grup da bir süre sonra Millet Partisi’ne katıldı. Millet Partisi, yayın organı olan Kudret gazetesi aracılıgıyla hem CHP’ye, hem de DP’ye saldırıyordu. 

DP’ye saldırılarının baslıca konusunu, bu partinin bir “muvazaa” eseri oldugu suçlaması olusturuyordu. 

Bayar’ın DP’yi kurmadan önce, İnönü’yle görüsmesi bu suçlamaların dayanak noktasıydı. 
Bu görüsmede, Bayar’ın İnönü’ye kurulacak parti hakkında garantiler verdigi ve gizli pazarlıklar yapıldıgı ileri sürülüyordu. K. Öner de anılarında, DP’nin iktidarın izni ve hosgörüsü dahilinde kuruldugunu ve DP’ye girmeden önce “muvazaa” haberleri aldıgını iddia ediyor 48 . Ancak bu kisilerin neden DP’nin bünyesinde yer alırken degil de, partiden ayrıldıktan sonra bu iddiaları dillendirmeye basladıkları sorulmaya deger. İnönü’nün DP kurulurken bazı sözler aldıgı zaten anılarında yazılan bir husustur. Bunun dısında İnönü ve Bayar arasında, Serbest Fırka olayında oldugu gibi bir danısıklılık olmadıgı söylenebilir. Çünkü Atatürk ile Okyar arasındaki iliskiyle İnönü ve Bayar arasındaki iliski aynı degildir49 . Yani İnönü, Bayar’a “muvazaa” ile parti kurdurtacak bir konumda degildi. 

SONUÇ 

İktidar kanadında Basbakan Peker, asırıları temsil ediyor ve karsıt partiye ödün vermeye yanasmıyordu. Sonuçta İnönü, Aralık 1946’da oldugu gibi yeniden devreye girdi ve arabuluculuga soyundu. İnönü bu amaçla Basbakan Peker’i ve muhalefet lideri Bayar’ı bir araya getirdi. Yaklasık bir ay süren görüsmeler sonunda İnönü, “12 Temmuz Beyannamesi” adıyla ünlenen bildiriyi yayımladı. DP’nin 12 Temmuz Beyannamesi’yle resmiyet kazandıgı ve varlıgını güvence altına aldıgı söylenebilir. DP’nin kurumsallasmasında bildirinin çok önemli yeri vardır. Bildiri muhalefete önemli mevziler kazandırdı ve çok partili süreci bir daha geri dönülemez biçimde saglamlastırdı. Her iki partideki asırılar ya partilerinden ayrıldılar ya da etkisizlestirildiler. DP’den ayrılanlar kurdukları olusumlarla ve temsil ettikleri asırı sagcı fikirlerle DP’yi merkeze çekmi oldular. 

12 Temmuz Beyannamesi, hem geriye dönüsün artık olanaksız oldugunu belgelemis, hem de iktidar-muhalefet iliskilerinde yeni bir çıgır açmıstır. 12 Temmuz Beyannamesi, muhalefetin mesruiyetini ve kurumsallasmasını güçlendiren bir belge olarak kabul edilebilir. Ancak yukarıda anılan yasal düzenlemelerle bu mesruiyet daha da güçlendirilebilirdi ki, bu da geçi sürecinde adım adım yapılmıstır. 
Örnegin sıkıyönetim, Aralık 1947’de temelli kaldırıldı. İdare amirlerine, mıntıkaları içinde, emniyet ve asayi bakımından süpheli kabul ettigi kimseleri 3 aya kadar varan süreyle nezarette bulundurma yetkisi veren 4 Temmuz 1934 tarih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun 18. maddesi, 2 Subat 1948 tarih ve 5188 sayılı yasayla degistirildi. İstiklal Mahkemeleri Kanunu ise, 4 Mayıs 1949’da çıkarılan 5384 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırıldı. Muhalefetin sürekli üzerinde durdugu adil ve serbest seçim yasasına ise 1950 Subatı’nda kavusuldu. 


4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***