30 Aralık 2014 Salı

İki Büyük Tehlike




İki Büyük Tehlike


Yekta Güngör Özden

Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’mizin de kimi sorunları çözüm beklemektedir. Ekonomik, toplumsal, hukuksal, siyasal her tür sorun iyi niyetli ve yetenekli iktidarların öncülüğünde başarıyla çözümlenir. Bunların yaratacağı güçlüklerin giderilmesi olanağı her zaman vardır, bulunabilir. Ama giderek büyüyen iki tehlike Türki­ye’mizin varlığını ve geleceğini olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. 


Biri İRTİCA (Gericilik),

Öbürü IRKÇILIK’tır. 

İkisinin de terörle yakın ilişkisi vardır. Uluslararası ortamda El-Kaide islâmcı terör örgütünün yanında Afganistan’ın Taliban’ı, Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i, Filistin’in Hamas’ı hemen anımsanan gerici-dinci örgütlerdir. Türkiye’de İbda-C, Hizbullah, Kaplancılar vd. adlarla kendini duyuran yasadışı dinci örgütler ulusal bağlamdaki örneklerdendir. Günümüz siyasal iktidarı lâiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak suçundan Anayasa Mahkemesi’nce cezalandırılmıştır. Sakıncalı tutumundan dönmek yerine sık­ma­başa sarılarak, sıkmabaşlı milletvekillerine yeşil ışık yakarak, yargı kararlarına karşın sıkmabaşlı öğrencilere ve öğretim üyelerine üniversite kapılarını açarak dinsel düzenden vazgeçmediğini sık sık yinelemektedir. 

İkinci tehlike, dinci açılımları gerçekleştirmekte kolaylık sağlanması için verilen ödünlerle kürt ırkçılığının boyutlarının artmasıdır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni olan, hiçbir soy ve inanç ayrımı gözetmeyen cumhuriyetin yurttaşı olmayı, her yurttaşı kucaklayan “Türk Ulusu” kavramının anlam ve amacını yadsıyarak sürdürülen bölücülük ve yıkıcılık 1980’li yıllardan bu yana 40 bine yakın yurttaşımızı aramızdan almıştır. Hâlâ güneydoğudaki kimi il ve ilçelerde denenen ayaklanmalar, kolluk güçlerine karşı çıkmalar, saldırılar, terör örgütünün rengini taşıyan bezler sallayıp zafer işaretleri yaparak, örgüt başının adıyla bölücü sloganlar atıp posterlerini taşıyan kalabalıklar kürtçülük akımının geldiği düzeyi göstermektedir. Güncel durumları, gerçekleri bırakarak ekonomik ve toplumsal kimi sorunlardan söz ederek sorunu yanlış değerlendirmekle bir yere varılamaz. İktidarın 2011 seçimleri için tüm kalkışmaları, tehditleri, saldırıları, amacı açıklayan konuşmaları görmezlikten-duymazlıktan gelerek savuşturmaya çalışması yarınlarda daha büyük sorunları karşımıza çıkaracaktır. Somutlaşan amaç kürtçü liderlerin açıkladığı gibi özerk yönetimden bağımsız kürt devletine geçmektir. Geçmişin olaylarını tersine çevirerek, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve cumhuriyeti suçlayarak, Mustafa Kemal’in 85 no.lu 1921 Anayasası ile 16 Ocak 1923 İzmit konuşmasını yanlış değerlendirip Lozan görüşmelerini çarpıtarak, 1924 Anayasası’nı ve kürt isyanlarını yadsıyarak bir yere varılamaz. 

Güneydoğudaki genel seçimlerin ve yerel seçimlerin sonucu baskı, tehdit ve ölümle korkutulan yurttaşların kürtçüleri yeğlediğini göstermektedir. Kürtçü belediye başkanlarının, öbür yerel yönetimcilerin yanında, hattâ önünde BDP’li milletvekillerini göstermektedir. Ama hiçbirine Silivri yargısı kapsamındakilere uygulanan yöntemler uygulanmamakta, 30 yıl süren ceza dâvası da zamanaşımı nedeniyle sonuçsuz kalmaktadır. Kandil elebaşları “Sınır dışına çekilmek asla söz konusu değildir” diyerek Türkiye içindeki yuvalanmaları, destekleri, militan varlığını ve güçlerini itiraf ve ikar etmektedirler. Ne Kandil’e karşı, ne de yurt içinde etkin bir önlem, anlamlı bir tepki saptanamamaktadır. İktidara yaranma, ilişkileri düzeltme çabasındaki medyada kürtçülere destek giderek artmakta, “anadilde eğitim”le “Kürt ulusu” teriminin Anayasa değişikliğiyle gerçekleştirilmesi önerilip istenmekte, iktidar “Yeni Anayasa” çıkışıyla sanki 2011 seçimlerinden sonra bu istemleri gerçekleştirecekmiş gibi kürtçülere umut vererek oy almaya, istediklerini daha rahat yapabilme olanağı bulmaya çalışmaktadır. Kürtçülerin isteklerini yerine getirince ayrı devlet kurma, “kendilerini yönetme” ayrımcılığından vazgeçecekleri sanılarak aldanılmakta ve halk çoğunluğu aldatılmaktadır. Eşitlik olmasaydı nasıl milletvekili olacakları, nasıl asker ve sivil devlet görevini yüklenecekleri, nasıl özel kesimde varlık edinecekleri, zenginlikleri songulanmamakta, feodal yapının getirdiği sorunlar bırakılıp cumhuriyet yapısının yıkımıyla uğraşılmaktadır. 


İktidar o kadar aşırı hoşgörülü sorumlular o kadar ilgisiz ki siyasal yasaklılar siyasal çalışmalara yoğun buçunde katılmakta, onbinlerce yurttaşın kanına giren teröristbaşından “Sayın” diyerek söz etmekte, sorunun çözümü için onu yetkili göstermekte, onun avukatlarınca ulaştırılan buyruklarına uymakta, uymaya çağırmakta, devleti tehdit etmekte, daha ileri giderek “Kürt halkı kendini yönetmek istiyor” sözüyle sakladıkları amacı açıklamak için iktidarın yarattığı ortamı elverişli bulmaktadır. Unutmamak gerekir, hukuk diploması ve avukat ruhsatı almakla kendini hukukçu sanan kimileriyle, muhabirlik günlerini anımsatan çocuksu yazılarıyla gelişmediğini gösteren düşünce yotksullarının “Kürt sorunu” deyişleri asla gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye’de “Kürt sorunu” değil “Kürtçülük sorunu” vardır. BDP milletvekillerinden Sırrı Sakık’ın TBMM kürsüsünde “Ben Türk değilimi” sözleri Türklük ile Türk Ulusu kavramlarını anlamadığını ya da özellikle anlamamış görünerek sömürüsünü göstermektedir. Anayasa’nın 81. Maddesi gereğince içtiği anda aykırı davranmaktan öte andını geri almış sayılacağından milletvekilliğinin düşürülmesi gerekir. Bu sonuç, Ahmet Türk’ün taşıdığı soyadını değiştirmemesi nedenini de düşündürmektedir. Korkak, çıkarcı ve lâik cumhuriyetle Atatürk karşıtı kimi bilimsel sanlı kinci ve dincilerle kimi aymazların ve sapkınların destek verdiği, kimi varlıklılarla yabancıların yardım musluklarını açık tuttukları anlaşılan kürtçülük, anayasal, ulusal ve yaşamsal ilkelerden ödünler verilerek değilaçık, kesin, gerçekçi ve yürekli duruş ve tutumlarla önlenir. 


Kürtçüler iktidarın gündeme getirdiği “alt, üst kimlik” tartışmalarını da kabûl etmemekte “Türk ayrı, Kürt ayrı kimliktir, başka kimlik söz konusu değildir” demektedirler. Tüm bu durumları görmemek için görme özürlü olmak gerekir. Doğuya yapılan yatırımlar, bayındır kılma çabaları, teröristlerin yakıp yıktıkları okullar, tesisler, öldürdükleri yurttaşlarla, yalan ve iftiralarla, gizli tanıklar ve sözde itirafçılarla karşılanmıştır. Kimi sözcüklerine katılmasak bile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu konudaki eleştirileri yerindedir. 

Önceki devlet yöneticilerinin “Federasyon” ve “Realite” söylemlerini AKP’nin ödünleri izledi. Habur karşılamaları durumun kötülüğünü tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Ayaklanmalar, çocuklarını panzerlerin önüne süren, onları taş, molotof kokteyli, havaî fişeklerle polise ve jandarmaya saldırtan aileler, teröristlerin cenazelerini sloganlar, posterler ve zafer işaretleriyle kaldıranbinler, BDP’li milletvekillerinin kışkırtıcı konuşmaları hızından ve dozundan birşey yitirmiş değildir. Silâhlı Kuvvetleri yıpratmak, yargıyı etkisiz kılmak, giderek bölmekle uğraşmaktan teröre yeterli zamanı ayıramadığı anlaşılan iktidarın sorumluluğu ağırlaşmakta ve artmaktadır. 
Dış destek, sözde dostların ve kimi komşuların yardımlarıyla şımarıp azgınlaşan kürtçülere AB ülkeleri de kapılarını açık tutmakta, onları dinleyip yönlendirmekte, kimi azınlık savlarıyla onlara arka çıkmaktadır. Bunlara karşın arap ülkeleriyle ilişkileri güçlendirmeyi yeğleyen iktidar, Türk Cumhuriyetlerine karşı soğukluğuna aldırışsızlık ekleyerek olayların ve yerine getirilmesi olanaksız isteklerin sürmesine neden olmuştur. Ermenistan, İsrail ve İran kuşatmasındaki Türkiye, bir zamanlar terör örgütünü yuvlandıran, aşırı solcu olup şimdi iktidarı destekleyen eski militanları barındıran Suriye ile Lübnan’ın koltukçusu olmuştur. 


Irak egemenlerinin oyalayıcı, aldatıcı ve iki yüzlü tutumu da gereken tepkiyi görmüyor. ABD’nin gizlenen koruyuculuğu altında kabadayılık taslayan Kandil kaçakları, Türk Hava Kuvvetleri’nin onca bombardımanına karşın güçlerini korumaktadır. Demekki eksik olan, yeterince yapılamayan, yapımlak istenmeyen, başarılamayan bir şey vardır. Türkiye Cumhuriyeti’ne kafa tutan terör örgütü varlığını sürdürebiliyorsa Türkiye yönetimi sorgulanmalıdır. Silâhlı Kuvvetler eli-kolu bağlı duruma getirilmiş, lâf ebelerinin yakınması üzerine kozmik odalarına, lomanlarına, çalışma-görev yerlerine kadar girilip araştırmalar yapılmış, gerçek dışı suçlamalarla komutanlar önüne çıkarılarak haklarını almaları engellenmiş, iktidarın kötülüklerinin, yanlışlıklarının ve sakıncalı gidişinin önüne çıkması olası güçler ve kesimleryargı kullanılarak sindirilip yokedilmek istenmiştir. Türkân Saylan öldürülmüştür. Haberal, Hilmioğlu, Yurtkuran, Özkan, Poyraz, Cihaner, Doğan, Balbay ve öbür Silivri tutuklularının da ölmelerinin istendiği anlaşılmaktadır. Çelişkili, aykırı, amaçlı uygulamalar bunu göstermektedir. Silivri’dekiler Kandil’dekilerden daha tehlikeli sayılmakta, yabancı ve dşman kuklası kürtçülere gösterilen kolaylıklar Silivri’deki komutanlardan, bilim adamlarından, yazar ve gazetecilerden esirgenmektedir. “Masumiyet karinesi” yok sayılarak tüm şüpheli ve sanıklar iktidar tarafından cezası kesinleşmiş hükümlüler gibi nitelendirilmektedir.
Kendi halkından, ulusundan çokyabancıları dinleyen iktidar, sorunu kestirip atmaktan kaçınmakta, “Günüzüm varsa gelin, alın” diyemektedir. Soruşturma, kovuşturma, geçiştirme, oyalama, avutma, savsaklama, ertelem, uyutma ve bildiğini okuma birbirine karışmış durumdadır. İktidarın kendinden başkasını, ülkesini düşündüğüne inanmak güçtür. Öte yandan Apo tek seçici gibi davranıp belediye başkanını tehdit etmekte, ateşkes süresinin sınırını belirlemekte, koşullar gündeme getirerek iktidarı etkilemekte, konuklar düzeninde ağırlanarak amacından dönmediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. PKK’nın İmralı’dan yönlendirilip yönetildiğine ancak yandaşları karşı çıkabilir. Siyasal iktidar, yönetimindeki devlet kurumlarıyla PKK’nın doğrudan görüşme yaptığını dolaylı anlatımlarla açıklamaktadır. Apo’yla görüşmelerin bugüne değin neler sağladığı da bilinmemekte, sağladığı bir yarar saptanmamaktadır.
Yönetimin zayıflığı o kadar belirgin ki son günlerde PKK yararına görüş veren kimilerinin emeklilikten önce çok önemli görevlerde bulunanlar olduğu kuşku ve üzüntüyle öğrenilmektedir. BDP’lilere gösterilen aşırı hoşgörüden anlaşılıyor ki günümüz iktidarı PKK’dan da BDP’den de korkmakta, üstesinden gelemeyeceği olaylara neden olmaktan çekinmektedir. Ulusal devletin yapısını bozacak girişimleri ve kalkışmaları devleti koruyacak iktidar önleyemiyor. İktidar için ödün vermek çözüm, başarı ve beceri sayılıyor. Yarın neler olacağı kestirilemiyor, gerçekçi, kalıcı, etkin önlemler alınamıyor,cumhuriyeti koruyacak çalışmalar yapılamıyor.
PKK’nın 32. kuruluş yılı nedeniyle Hakkâri-Yüksekova’da, Diyarbakır-Lice’de yapılan taş­kın­lıklar (aslında ayaklanmalar)a iktidar önem vermiyor görünmektedir. Kışkırtıcı konuşmaları gerçek durumu bilmeyen, aldatılan yurttaşlar zafer işaretleriyle, alkışlarla karşılıyor. Kimi yargı yerlerinden kürtçülüğe açılım sayılacak öneriler, güç verecek kararlar çıkıyor, insan hakları, özgürlük, demokrasi sömürüleri sürüyor. Kürt kökenli yurttaşlarımızı değil, kürtçülük yapanları eleştiriyoruz.kürt kökenliler içinde arkadaşlarımız, meslektaşımız, öğrencimiz, dostumuz var. Kürt kökenli avukatla birlikte savunma görevi aldığımız davâ oldu. Kürtçülük yapmayan, ulus bağlamındaki birlikteliğimizin ve cumhuriyetle Atatürk’ün değerini bilen yurtseverleri var. Sorunun sorumluları AB, ABD, Er­menistan, Irak ve içimizdeki PKK’lılarla yan­daşlarıdır. Bir o kadar da siyasal iktidardır, medyadır, üniversitelerdir, yargıdır.
“Yeni Anayasa..” sözü kürtçülerle sıkmabaşçılara uzatılmış ucu zehirli bir oltadır. Bundan önce yapılanların olduğu gibi bundan sonra yapılacakların da demokrasiyle ilgisi olmayacaktır. İktidarın ruhunda, anlayışında demokrasi yoktur. Demokrasiyle eğitilmemişler, inançla dokunmuşlardır. Demokrasiyi bilmeyenler demokrasiden söz edemezler. “Sivil irade, askerî vesayet, yargı vesayeti” sözleriyle yolalmak isteyen iktidar, rejimi koruyup güçlendirmek, demokratik niteliğini yükseltmek yerine tehlikeye atmaktadır. Feodal yapının, topraksızlığın, şeyhe ve aşiret başına bağımlılığın çözümlenmesine önclik vermek gerekir. Yoksa kimi raporlardan söz ederek, kimi ödünler ve ayrıcalıklarla çözüm olacağı havasını basmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. Türkiye bölünmez bir bütündür. Bir bölgede demokrasi olacak, öbüründe olmayacak, böyle bir çelişki düşünülemez. Etnik duyarlıklar, kültür farklılıkları, kimi özellikler elbet özgürlük içinde yaşam bulur. Kürt kökenlilerden başka kökenliler de var. Ancak etnik özellikler ve özgünlükler ulusal yapıyı bozacak zorlayıcı girişimler olamaz. Anadil öğretilir ama devletin Türkçe’den başka ikinci bir resmî dili olamaz. Yurtdışından verilen örneklerin Türkiye için uygulanmasını gerektiren benzerlikler bulunmamaktadır. Bir kez ödün verilince nerede duracağı, ne sonuçlar getireceği iyi düşünülmelidir. Çok açık olan gerçek, kimi siyasal kuruluşların içlerindeki kürt kökenlilerden kürtçülük yandaşlarının etkisiyle ya da liberal demokrat geçinenlerin kışkırtmasıyla ödünler vererek sorunu çözecekleriune ilişkin kanılar yanılgılarıdır. Yaşamı, güncel olayları, iç kalkışmaları, ayaklanma olaylarını ve dış baskılarla destekleri hep birlikte değerlendirmeden hazır reçetelerle sonuç alacaklarını sanmaktadırlar. Ayrım, kutuplaşma giderek keskinleşmektedir. Kürtçülerin ölçüsüz, aşırı, ayrımcı çabaları dracak sanılmamalıdır. Devletle çatışmaktadırlar. Bundan daha belirgin bir kanıt olamaz. İktidar da kendi amacı ve doğrultusu için bu kesimi okşayarak susturup durduracağı inancıyla yumuşak davranmaktadır. “Asimilâsyon” söylenti ve suçlamalarına, “özgürlük” yalanlarına kanmamak gerekir. Farklılıkların yarattığı zenginliğin ulusal dokunun özelliği olduğu bilinmeli, yıkıcılıkla, kavgayla, savaşla, ödünle, şirin görünme çabasıyla, anlayış ve hoşgörüyü aşan tutarsızlık ve zayıflıkla bir yere varılamayacağı benimsenmelidir. Teröre başvurup dışardan destek alan kürtçülerle, terör karşıtı kürtlerin ayrı duruşu bile teröristlerin ağır yanılgı ve sapkınlığını anlatmaktadır. Bize düşen, ulusal birliği, ülke ve ulus tümlüğünü korumak, yanılanlara gerçeği öğretmektir. Siyasetin ikilemleri ve ödünleri gerçek çözümü sağlamaktan uzak görünmektedir. Yepyeni Türkiye Cumhuriyeti aşırılıklara kıydırılamaz. 


http://www.ileri2000.org/47/ozden47.htm

EY VATAN 1923: İki Büyük Tehlike:

..



Devlet Teröre Teslim!


Devlet Teröre Teslim!









Devlet Teröre Teslim!
Özgür Billur










Türkiye’de devlet var mı?


9 Haziran 2004. Bu tarihi bir yere not edin. Çünkü Türk tarihine kara bir sayfa olarak geçecek bir tarihtir bu.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, ABD ve AB’nin besleyip büyüttüğü Kürt bölücülüğü ve PKK karşısında teslim olmuştur. Türkiye’nin devlet televizyonundan Kürtçe yayın başladığı gün, cezaevinde bulunan DEP eski milletvekilleri serbest bırakılmıştır.

Bölücü örgütün yirmi yıldır dağlarda savaşarak elde edemedikleri kendisine bir bir sunulmaktadır.

PKK, dağa çıktığında kültürel hakları için savaştığını söylemiyor muydu? İşte Kürtçe eğitimden sonra Kürtçe yayın da gerçekleşti. Hem de devletin televizyonundan.


Ş


ehit anneleri, ölen evlatları için ağlarken, teröristbaşı Apo’nun ailesi, Meclis’te Apo’nun affedilmesinden sonra kurban kesiyor. Apo’nun emireri sözde milletvekilleri serbest bırakılıyor. PKK’lı teröristler hala Türk askerlerini şehit ediyor. elevizyonlardan Kürtçe yayınlar yapılıyor. Ama bu devleti savunacak kurum vekuruluşların elleri kolları bağlanıyor. Kısacası itleri salıp taşları bağlıyorlar.

Türk devleti için bir başka yüzkarası durum ise, PKK ile organik bağları kanıtlanmış ve Türk yargısınca 15 yıl hapis cezasına çarptırılmış eski DEP milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan’ın salıverilmesi.
Ne tesadüftür ki, aynı gün bu bölücülerin talimat aldığı teröristbaşı Apo’nun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) davası görüşülüyor. Türkiye davalı konumda ve Apo’nun asılmayacağını bir kez daha taahhüt ediyor.
PKK, kısa bir süre önce “ateşkes”i sona erdirdiğini ve yeniden saldırıya geçeceğini açıkladı. 1 Haziran’dan sonra terörist saldırılar Güneydoğumuzda yeniden başladı. Düşünün, düşmanınız size saldıracağını açıklıyor ve siz düşmanınızın lider kadrosunu elinizdeyken bırakıyorsunuz. Bırakalım ciddi bir devleti, sıradan bir örgüt bile bunu yapmaz.
Türk devleti nasıl ki teröristbaşına cezasını veremeyerek, onu besleyip kendine karşı AB ve ABD’nin kullandığı bir silah haline getirdiyse, Zanaları bırakarak da aynı şeyi yapmıştır.
Türk devleti elindeki düşmanını cezalandıramaz ve onun faaliyetlerini durduramaz bir konuma gelmiştir. Hatta düşman, taleplerini Türk devletine kabul ettirmektedir. Türk milleti kendisine sahip çıkacak devletini aramaktadır!


Egemenlik ulusun mu, AB’nin mi?

Türk milleti tehlikenin farkındadır. Tehlike Türkiye’ye yeni Sevr dayatılması ve ülkenin parçalanmasıdır. Ancak milletin kendisini koruyacak devleti pasifize edilmiştir. Yargı, Ordu ve Cumhurbaşkanlığı, AB Uyum Süreci ile etkisiz hale getirilerek bölünme ve sömürgeleşme programı adım adım uygulanmaktadır.
TBMM, AB’den randevu tarihi alabilmek için önüne getirilen yasaları çıkaran bir kurum halini almıştır.

















Meclis’te millet değil, AB egemendir. AB’nin Türkiye’ye dayattığı parçalanma politikalarını engelleyecek tek şey, devletin ülkesini ve milletini koruma mekanizmalarını kullanmasıdır.
Ancak AB’den tarih alabilmek için verilen tavizleri engelleyecek devlet kurumları ya susuyor ya da bu sürece teslim olmuşlar. Batıcı-şeriatçı iktidar, kendisine dur diyecek kuvvetleri etkisiz hale getirmenin rahatlığıyla yeni ataklar yapmaktadır. Yeni düzenlemeyle yetkileri iyice kısıtlanan MGK’nın genel sekreterliğine 30 Ağustos’tan sonra Org. Şükrü Sarıışık’ın yerine bir sivilin atanması için çalışmalara başladılar bile.
Bir önceki hükümet döneminde başlayan AB Uyum Yasaları Dönemi şimdiki hükümetle birlikte en üst noktaya vardı ve devlet kurumları buna uygun yapılandırılmaya başlandı.
İşte devlet televizyonu TRT’nin genel müdürü Şenol Demiröz’ün söyledikleri: “Türk devleti rotasını AB’ye çevirmiştir. AB, Değerlendirme Raporu’nu 12 Haziran’dan itibaren yazacağını ifade ettiği için biz devletimizin önünü açmak, Türk milletinin geleceğinin önünü kesmemek için bu kararı (Kürtçe yayın) aldık.”
Demiröz, bu yayını kendi ulusal çıkarlarımız doğrultusunda kullanacağımızı ve Kürtleri bizim etkileyebileceğimizi iddia ediyor. Bir kere Kürtleri etkileyen unsurlar belli, zaten oradaki insanların Kürtçe yayına ihtiyacı olduğu için yapılmıyor bu yayınlar. Amaç Türkiye’nin PKK karşısında gardını düşürmek.
Sorun Kürtleri yapacağımız yayınlarla kazanmak değil, onların bir dilinin ve milliyetinin olduğunu resmen kabul etmek. Nasıl ki, Annan Planı’na “evet” diyerek Türkiye’nin Kıbrıs’ta egemen bir devlet olarak varlığını sürdürme konusunda gardı düşürüldüyse buradaki amaç da benzerdir.


Devlet Kürtçeyi tanıdı

Kürtçe yapısal olarak incelendiğinde Farsça ve Türkçe karışımı bir dildir. Ne gramer ne sözcük kökeni açısından Kürtçenin özgün bir dil olduğunu söylemek mümkün değildir.
Üstelik Kürtçe adı altında birbirinden oldukça farklı ve kendi içinde bile anlaşamayan çeşitli lehçeler olduğunu görüyoruz. Bugün bir Kürt dili yaratmak amacıyla farklı lehçeler bir dilin parçaları olarak gösterilmekte ve olmayan bir dil uydurulmak istenmektedir.
Ancak, 9 Haziran tarihinden itibaren Türk devleti artık Kürtçenin bir dil olmadığını kabul edemez. Aşiretlerin kendi aralarında kullandığı sözcükler yığını devlet eliyle resmileşmekte ve bir dil yaratılmaktadır. Türk devleti bilimsel araştırmalar yaparak Kürtçenin bir dil olmadığının propagandasını yapacakken -ki bu alanda Weber ve Friç gibi araştırmacıların olmak üzere pekçok çalışma vardır- PKK’nın talebini kabul etmiştir.
Bunun bir başlangıç olacağını göreceğiz. Bugün ayrı bir dilleri olduğunu kabul ettiğimiz insanların yarın azınlık olduğunu, arkasından da devlet kurma haklarının olduğunu kabul edersiniz.
Toplumsal bir kuraldır, dil varsa millet vardır, millet varsa da devlet. Ayrı bir dili olan her topluluk mutlaka devlet kurar. Çünkü emperyalizm çağında yaşıyoruz ve ezilen dünyaya Wilson prensipleri dayatılıyor.
AB’nin anadilde yayın dayatmasının altında Kürt devletinin kurulması ve Türkiye’nin parçalanması yatmaktadır. Kültürel zenginliğimiz adı altında Boşnakça, Arapça, Çerkezce gibi yayınlar bu niyetin üstünü örtmek için ve ucuz bir numaradır.
Oynanan oyun Boşnak vatandaşlarımızı bile isyan ettirmiş ve “Bizim ne suçumuz var ki, Boşnakça yayın yapılıyor. Biz bu ülkenin vatandaşlarıyız, Türküz” demişlerdir.
Görüldüğü gibi anadilde yayın talebi Türkiye’de yaşayan farklı etnik unsurların değil, AB ve PKK’nın talebidir. Bunu gören Boşnak vatandaşımız işte bundan isyan ediyor.
Türk insanı Türkçenin dışında bir yayın istemiyor. Vatandaş bunun bölücülük olduğunu görüyor. Ama Deniz Baykal da, Mehmet Ağar da, Nesrin Nas da bu uygulamadan korkmamak gerektiğini, farklı dillere ve kültürlere hoşgörü gösterilmesini buyuruyorlar.
Alışmamız gerekirmiş böyle şeylere...
Siyaset kurumunun sağıyla soluyla nasıl bölücü AB sürecine uyum sağladığını bir kez daha görüyoruz.

Kürtçe yayın anayasaya aykırı

Türkiye Cumhuriyeti anayasasının üçüncü maddesinin ilk paragrafı şöyledir: “Türkiye devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Bu madde anayasanın değiştirilemeyecek maddelerindendir.
Ancak bu madde bugün çiğnenmekte, anayasa delinmektedir. Devlet, resmi dili olan Türkçe dışında hiçbir dilde yayın yapamaz. Mevcut uygulamanın anayasada dayanağı yoktur.
Dil ile ülkenin bütünlüğü arasındaki kopmaz bağ anayasaya bu şekilde geçmiştir. Bu madde iktidarı o kadar rahatsız etmektedir ki, Abdullah Gül’ün başında bulunduğu devlet bakanlığına ait bir birim, anayasanın 3. maddesinin insan haklarına aykırı olduğunu açıkladı.
AB’den randevu tarihi alabilmek için anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri devlet bakanlığı tarafından insan haklarına aykırı bulunabiliyor. Ne günler yaşıyoruz!
Her etnik unsura önce dil, sonra özerklik ve devlet vermek herhalde insan haklarına en uygunu?
Ulusal devletimizin ve ülkemizin parçalanıp biz Türklerin İç Anadolu’ya hapsedilmesi herhalde en demokratik yöntem!
Türkiye gibi Batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında en homojen bir topluma ve ulusa sahip bir ülke mozaikçilik adı altında parçalanmak istenirken Batı ülkeleri kendi ülkelerindeki azınlıkları yok sayıyorlar.
İşte Almanya İçişleri bakanı Otto Schily’nin Türklerin Almanya’ya uyumu konusunda söyledikleri: “En iyi uyum asimilasyondur. Her dili destekleyemeyiz. Ayrıca böyle birşey kaosa sürükler. Ben birinci dili Türkçe olan homojen bir Türk azınlığı istemiyorum. Türkler bizim kültür alanımızda büyümeli. Anadilleri Almanca olmalı”
İşte bize ulusal bütünlüğü etnik parçalara ayırmayı dayatan AB üyesi Almanya’nın, Almanlıkla hiçbir ilgisi olmayan Türk azınlığa yaklaşımı.
Unutmayalım, Kürtler, Çerkezler, Boşnaklar, Lazlar vs. azınlık statüsünde değildir. Onlar Türk milletinin parçalarıdır. Lozan Antlaşması’na göre ülkemizdeki azınlıklar yalnızca gayrımüslim Ermeni, Rum ve Yahudi topluluklarıdır. Onlara azınlık statüsündeki hakları, gereğince verilmektedir. Ancak Batı, Türkleri asimile etmek istemektedir, hem Avrupa’da hem kendi topraklarımızda.

PKK’nın ikinci zaferi: DEP’liler serbest

TÜRKSOLU’nda AKP iktidarının daha birinci yılı dolmadan şu tespiti yapmıştık. Türkiye bir kuşatma altındadır: Dışarıdan ABD ve AB, içeriden AKP ve PKK. Bu kuşatma, kuşatmayı yaracak kuvvetler etkisiz hale getirildiğinden öylesine güçlenmiştir ki, teröristlerle işbirliği yapanlar, teröristbaşından emir alanlar serbest bırakılmaktadır.
Öyle acınacak bir durumdur ki yaşanan, Ankara 1 Nolu DGM üzerindeki tüm baskılara direnerek bölücü sanıklara 15 yıl ceza vermişti; Yargıtay 9. Dairesi ise daha cezaları dolmamışken tahliyelerine karar verdi.
Adliye kurumu, AB sürecine ve iktidarın dayatmalarına dayanamayıp teslim oldu. Yargıyı önünde engel gören iktidar zorla ya da ikna ile istediklerini elde etmektedir.
Salıverilen DEP’li eski milletvekillerinin aileleri ve bölücüler bayram ederken, şehit aileleri ve tüm Türk milleti kan ağlıyor. Çünkü, teröristbaşı Apo, Leyla Zana’ya TBMM’de Kürtçe yemin şovunu yapma fikrini verdiğini itiraf etmişti.
Ayrıca Leyla Zana, şu anda PKK/KONRGRA-GEL’in başkanlığını yapan eski DEP milletvekili Zübeyir Aydar ile birlikte Sedat Bucak’ı ziyaret edip PKK’ya yardım ve “genel sekreterim” diye hitap ettiği Apo ile görüşmesini istediğini açıklamıştı.
PKK’nın üst düzey yöneticileri oldukları aleni olan bu insanlar şu anda sokakta geziyorlar. “Kardeşlik” ve “halkların kardeşliği” için mücadeleye devam edeceklerini de açıkladılar. AB ve ABD temsilcileri Türkiye’yi ve salıverilenleri alkışlıyorlar.
Hükümet ve muhalefet milletvekilleri de sevinçli. Bir demokrasi ayıbı temizlendi ve AB yolu açıldı diye! Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Türkiye’nin üzerine düşeni yaptığını, şimdi sıranın başkalarında olduğunu açıklıyor. Biz de bir kez daha görüyoruz, AB’ye yaranmak için PKK’ya teslim olduğumuzu.
DEP’lilerin serbest bırakılmasına tepkileri izleyin gazetelerden. TBMM Başkanı Arınç’tan Murat Karayalçın’a, Abdullah Gül’den Cemil Çiçek’e pekçok siyasetçi olayı sevinçle karşılıyor. Ama en ilginci borsanın bu gelişme üzerine yükselişe geçtiği haberi. Demek ki, Apo Başbakan olsa, borsa tavana vuracak, ekonomimiz çoşacak!

DEP’lilerden sonra sıra Apo’da

DEP’li eski milletvekillerinin bırakılmasından sonra PKK’nın ikinci hedefi Apo’nun affedilmesidir. Yok daha neler demeyin. 5 yıl önce TRT’nin Kürtçe yayın yapacağını, Leyla Zana’nın salıverileceğini, Abdullah Öcalan’ın günlük bir gazetede yazılarını rahatça yazabileceğini, PKK bayraklarının açıldığı konserlere ünlü sanatçılarımızın katılıp Kürtçe konuşacağını ve şarkı söyleyeceğini düşünür müydünüz?
Apo’nun salıverilmesine adım adım yaklaşılmaktadır. Bazı AB ülkelerinin milletvekilleri Apo’nun Meclis’e girmesini arzu ettiklerini açıklamamışlar mıydı? Zaten hukuki olarak da af çıkması halinde Apo’nun salıverilmesi mümkün.
Hukukçu Doç. Adem Sözüer, bu durumu şöyle açıklıyor: “Öcalan’ı binlerce insanın öldürülmesinden sorumlu tuttuk, ama ona tek bir ceza verildi. Yarın öbür gün af çıkarsa tek bir ceza aldığı için çıkacaktır.”
Sözüer, ayrıca PKK’yı yabancı ülkeler destekliyor dememize rağmen, bu ülkeler veya kişilerle ilgili hiçbir şey çıkmamasına dikkat çekiyor. Çünkü eğer böyle bir bağlantı ortaya çıksaydı, Türk vatandaşı gidip o ülkeye dava açabilirdi, sen benim ülkemde bu örgütü destekleyerek bu kadar insanın ölümüne sebep oldun diye.
Kulağa çok hoş geliyor, ama bu iradeyi gösterebilmek için öncelikle AB Uyum Süreci’ni reddetmek gerekir -ki Türkiye’de henüz böyle bir babayiğit çıkmadı. Başka ülkeleri dava etmeyi bırakın, elimizdeki teröristleri cezalandırmıyor, ödüllendiriyoruz.

Verilen tavizler terörü bitirmez, azdırır

Son ödünlerimizi 9 Haziran’da verdik. Kimi safdiller, kültürel hak denilen uygulamanın Kürtlerin kopmasını önleyeceğini ve “kardeşlik ortamı”nın sağlanacağını iddia ediyorlar.
Kardeşlik, ortaklıklar öne çıkartılarak sağlanır, ayrılıklar değil. Sen adama ayrı bir dilin var, ayrı bir kültürün var, ayrı bir milletsin dersen, o da doğal olarak ayrı bir milletsem niye sana tabi olayım, der.
Etnik ayrımcılığa prim vererek onu yok edemezsin, tersine güçlendirirsin. Yaşanan budur. Yıllarca PKK’nın “kültürel haklar” için mücadele yürütmesi boşuna mı?
Emperyalizm, parçalamak istediği ulus-devletleri kendi içindeki etnik unsurları kışkırtarak “ulusal mücadele” yaratır. Bu süreçte belirleyici olan ayrı bir dil ve kültürün ortaya çıkarılmasıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin bölücü hareketler, son aşamaya varmadan bölünme taleplerini dile getirmezler. Öncelikle kültürel haklar, sonra özerklik ve bağımsız devlet. PKK adım adım hedefine ilerlerken kültürel haklara önem vermektedir.
Ancak bu sadece bir aşamadır. Kürtçe dil kursları açılmasına izin verilir, PKK afişlerinde “Kürtler bir dersanelik halk değildir” yazar. Televizyonda Kürtçe yayın başlar, bunların sloganı: “Kürtçe 45 dakikalık bir dil değildir.”
Emin olabilirsiniz, bundan sonraki sloganları Kürtler vatansız kalacak bir millet değildir” olacaktır. Ve vatandan kastedilen toprakların kanla aldığımız bizim vatanımız olduğunu sanırız hatırlatmaya gerek yok.

Bölücü terör hortladı


PKK, yalnızca AB’nin desteğiyle kültürel haklar mücadelesi vermiyor. Dağdaki terörist kadrosunu koruyan örgüt, Apo’nun talimatıyla yeniden silahlı eylemlere başladı.
Örgüt Mayıs ayında aldığı bir kararla yeniden PKK ismini kullanma kararı aldı. Bilindiği gibi önce KADEK, daha sonra da KONGRA-GEL ismini kullanıyorlardı.
Ülkede öyle bir hava estiriliyor ki, sanki PKK bir terör örgütü değil, bir siyasi parti. Örgütün başkanlığını yürüten Zübeyir Aydar, gazetelere demeç veriyor. Belçika’ya gidip, AİHM’de Apo’nun duruşmasını izliyor. KONGRA-GEL’i terör örgütleri listesine aldığını ilan eden Avrupa ülkelerinde bu adam rahatça dolaşıyor.
Apo da sanki bir katil değil, bir “aşk filozofu”; kadın ruhu üzerine yazılar yazıyor. Öyle rahat ki katiller, başları cezaevinde aşk felsefesi yaparken bunlar kongreler topluyorlar, yeni eylem planları hazırlıyorlar.
Bir ay önce yeni terör saldırılarının artacağını, “barışçı ve demokratik yol” geçici bir taktik olduğunu yazmıştık. Kürtlere verilen anadilde eğitim, anadilde yayın gibi haklar bölücü teröre darbe indirmeyecek, tersine güçlendirecektir.
Çünkü bir kere bu hakları(!) vererek onların zeminine girmiş oluyorsunuz. Kozlar onların elinde. Dağdaki kadrolarını güçlendiren örgüt bir yandan demokratik haklar altında Türkiye’den tavizler kopartırken, bir yandan da terör silahını kullanacaktır.
Medyaya pek yansımasa da son bir aydır terörist saldırıların artması bunu gösteriyor. Yeniden şehit cenazeleri kaldırıyoruz. Ancak basın bunları masum göstermek için bu saldırıları değil, Leman Sam’ın Diyarbakır konserini haber yapıyor.

“Barış ve halkların kardeşliği için uzlaşma ” diyenlere sunulur:

9 Mayıs: Diyarbakır’a bağlı Lice’nin Dernek köyü kırsalında yola döşenen mayının patlaması sonucu 2 askerimiz şehit oldu.
12 Mayıs: Hakkari Çukurca’da askeri aracın mayına çarpması sonucu 2 asker şehit oldu, 3 asker yaralandı.
18 Mayıs: Siirt Pervari’de polis noktasına düzenlenen saldırıda 1 polis ve 1 gardiyan şehit oldu.
20 Mayıs: Tuncelinin Hozat ilçesindeki çatışmada 1 asker şehit düştü.
23 Mayıs: Hakkarinin Yüksekova Şemdinli yolu çıkışında polis noktasına düzenlenen saldırıda üç polis yaralandı.
25 Mayıs: Tunceli Çemişgezek’te meydana gelen çatışmada 1 asker şehit oldu.
2 Haziran: Diyarbakır’da pusuya düşürülen askerlerimizden ikisi şehit oldu.
3 Haziran: Tunceli’de kurulan pusuda iki askerimiz şehit düştü.
7 Haziran: Bingöl Yaylıdere’ki çatışmada 4 er yaralandı.
Bir ayrıntıyı verelim, Bingöl’de 4 askerimizin yaralandığı çatışmanın olduğu gün şarkıcı Leman Sam Diyarbakır’da PKK bayrağı taşıyan ve “Biji Apo” diye bağıran müzikseverlere(!) barış şarkıları söylüyordu.
Verilen tavizlerin terörü bitirdiği değil, daha da şımarttığı ortadadır. Apo, İmralı’dan örgütü yönetmeye devam ediyor ve 1 Haziran’dan itibaren “ateşkes”in sona erdiğini buyuruyor.
Kürtçe yayının başladığı ve DEP’lilerin salıverildiği gün Apo, avukatları aracılığıyla “Kürt sorununun çözülmesinin gerektiği, çözümsüzlük ve imha temelli yönelimler karşısında PKK’nın kendisini meşru savunma temelinde savunacağını, bunu da bölgedeki tüm güçlerin bilmesi gerektiği” tehditini savurdu. PKK’ya verilen tavizler onları daha da cesaretlendirmektedir.

PKK, ABD himayesine giriyor

PKK’yı cesaretlendiren bir diğer etken ise ABD’dir. Irak saldırısından sonra Ortadoğu’da inisiyatifini arttıran ABD, Talabani ve Barzani’den sonra PKK’yı da denetimi altına almak için çalışırken, PKK da ABD’nin kurduracağı Kürt devletinin asıl unsurunu oluşturmak istiyor.
PKK yıllardan beri asıl olarak Avrupa ülkelerine dayanıyordu. Bugün ise örgüt içinde ABD ile ilişkileri geliştirerek ona yaslanma politikasını savunan ve Barzani hareketinin parçası olmayı kabul edebilecek bir kesim var. Her ne kadar bu grubun başını çeken Osman Öcalan ve Nizamettin Taş tasfiye edildiyse de, genel olarak AB karşısında ABD’nin güç kazandığını görebiliriz.
PKK, sadece Türkiye ile sınırlı bir örgüt olmak istemiyor. O yüzden ABD ile ilişkilerini geliştiriyor. ABD de PKK’yı tüm Ortadoğu’da kullanabileceği acil bir müdahale gücü olarak değerlendirmek istiyor. PKK’nın kendi güdümüne girmesi aynı zamanda AB’nin bölgede inisiyatifi sona erdireceği için de ABD, PKK ile özellikle ilgileniyor ve diğer Kürt örgütleriyle temasında yardımcı oluyor.
PKK ise AB’ye daha çok sözde kültürel haklar için yanaşırken, operasyonel hareketler için ABD’ye yanaşıyor. Bu yakınlaşma 7 Haziran tarihinde DEHAP İstanbul İl Başkanı Cemal Kavak’ın ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nu ziyaretiyle resmiyet kazandı. Kavak, yaptığı açıklamada “politika departmanından Alicia Allison ile 1 Haziran’da PKK’nın Türkiye’ye karşı akteşkesi bozma açıklaması ve Irak’ta yaşanan son durumla ilgili görüş alışverişinde bulunduklarını” söyledi.
ABD, geçtiğimiz ay da Güneydoğu bölgesi belediye başkanlarını ağırlamış ve Irak’taki diğer yöneticilerle tanıştırmıştı. 28 Mayıs tarihinde ABD Dışişleri bakanlığında düzenlenen bir toplantıda da Kerkük’ün Kürtlere bırakılması ve Kürt devleti konusunda AKP hükümeti ile TSK’nın neler düşüneceği tartışıldı. Bu toplantıda PKK’nın başı ile görüşme talebinde bulunan bir öğretim üyesinin dışında üçü Yahudi asıllı dört uzman bulunuyordu.
PKK, göreceğiz önümüzdeki dönemde, Ortadoğu çapında kurulacak Büyük Kürdistan devletinin kurulmasında önemli operasyonel roller üstlenecek. PKK yalnızca Türkiye ile sınırlı bir örgüt olmaktan öte ABD’nin acil müdahale gücü misyonunu üstlenecektir.
ABD, Irak’ta zor günler geçiriyor, ancak İran ve Suriye’de kendi kuklası Kürt örgütlerini kullandı. Suriye’nin Kamışlı kazasındaki isyan doğrudan ABD ajanlarınca idare edildi. Kürtler, “Canımız, kanımız sana feda Bush” diye bağırıyorlardı. İran’da da İran polisiyle çatışan PKK’lıların ABD desteğiyle oraya sızdıkları biliniyor.
Kürtler, kendilerini dört bölgeye yayılmış olarak tanımlıyorlar ve birlikte hareket etmenin organlarını oluşturuyorlar. 5 Haziran’da yapılan Kürdistan Ulusal Kongresi Olağanüstü Kongresi(KNK)bu amaçla toplandı. KNK’nin başkanı İsmet Şerif Vanlı, Suriye Kamışlı’daki ayaklanmanın yeni bir başlangıç olduğunu ve Suriye’deki partilerin birlikteliğinin diğer ülkelerdeki örgütlere de örnek olacağını söyledi. Kamışlı’daki ayaklanmaya hem Türkiye’den hem de Irak’tan PKK ve Barzani’nin örgütlediği Kürtler katılmıştı.
Bugün Kuzey Irak’ta fiili olarak bir Kürt devleti var. Bu devlet ABD’nin himayesinde ve Barzani’nin kontrolünde. Türkiye inisiyatifi tamamen kaybetmiş durumda. Öyle ki Irak’a giden Türk kamyonları Barzani’nin KDP’sine haraç ödüyorlar. KDP, bu şekilde yılda 250 milyon doların üzerinde gelir elde etti.
Türkiye’nin bu durumdan kurtulmak için Irak sınırındaki Ovaköy sınır kapısını açma girişimini ABD engelledi. İki ay önce Habur’a alternatif olarak açılması planlanan sınır kapısı için ABD oyalama taktiği izleyerek henüz cevap vermedi.
Bölgedeki üç büyük Kürt örgütü olan Barzani’nin KDP’si, Talabani’nin KYP’si ve Apo’nun PKK’sı ABD’nin gayretleriyle işbirliği yolları arıyorlar. Her üçü de en etkin grup olmak istiyor, kendi içlerindeki tartışmaları sonraya erteleyip, yaşadıkları ülkelere karşı mücadele biçimleri geliştiriyorlar.
Bu Kürt gruplarınca tehdit edilen ülkeler Türkiye ile birlikte İran ve Suriye. Hem İran hem Suriye bölücü teröre karşı sert tavır alırken, Türkiye hep boyun eğiyor. Bu yüzden düşmanları cesaretlenebiliyor. Talabani geçtiğimiz ay Ankara’yı ziyarete geldiğinde kendisini Sırrı Sakık ve Ahmet Türk gibi eski milletvekilleri karşıladılar.
Yok mu bu devleti savunacak?
Türk devleti AB Uyum süreci ile aciz duruma düşürüldü. Kendini savunma mekanizması kırılan devlet gitgide küçüldüğünü ve etkisizleştiğini izlemektedir. Türk devleti bir avuç bölücü çapulcunun önünde eğilmektedir. PKK’nın istediği tüm kanunlar geçmektedir. Birçok mevziyi bir daha geri alamamak üzerine kaybetmiş durumdayız.
Artık Kürtçenin bir dil olmadığını kabul etmememizin anlamı yok!.Artık Kürtlerin Türk milletinin unsuru olduğunu söylememiz çok zor! Yakında Kürtlerin bir millet, PKK’nın da ulusal kurtuluş hareketinin örgütü, başı Apo’nun da ulusal kahraman olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü Batılılar için öyle. Türkiye devletsiz bırakıldığından olacak bunlar.
Devleti savunacak kimseyi göremediğimizden yazıyoruz bunları. Türkiye göz göre göre parçalanıyor ve bunu durduracak hiçbir güç görünmüyor. Kimi okuyucularımız itiraz ediyorlar, olmaz, diyorlar, devlet olan bitenin farkında, herşeyi izliyor.
Ulusal devleti savunan kurumların ya da kişilerin olan bitenin farkında olmaması mümkün değil. Elbette herşey izleniyor. Türkiye nasıl elimizden kayıyor, hangi hainliklerle ülke bölünüyor. Herşey izleniyor, herşey kaydediliyor. Ancak bu kadar.
Devletin görevi kendisine indirilen darbeleri izlemek değil, engelleyip bertaraf etmektir. Askeriyesinden, yargısına, bürokrasisinden Cumhurbaşkanlığına kadar devletin kurumlarına düşen budur. İzlemek değil, müdahale etmektir.
Yıllarca PKK’ya karşı savaşmış, nice askerini şehit vermiş Ordumuzun komutanları evlerine gittiklerinde televizyon kumandasıyla kanal dolaşırken Kürtçe yayınla karşılaşınca ne hissedecekler?
Ya da birçok terörist saldırının talimatını vermiş bölücü elebaşlarının televizyonlarda siyaset yaptığını, oy istediğini görünce vicdanları sızlamayacak mı? Binlerce şehit ailesine nasıl hesap verilecek? Binlerce şehidin kemikleri sızlamayacak mı?
Türk devleti elbette soylu bir devlettir, köklü bir devlettir. Güçlü bir geleneğe sahiptir. Kendini koruyacaktır. Ancak AB Uyum Süreci’ne ve ABD müttefikliğine dur diyecek bir babayiğit çıkmazsa, milletinin gücünü cesaretle kullanacak bir irade çıkmazsa Türkiye büyük bir felaketi yaşayacak ve kutsal vatan topraklarımız kan dökmeden elimizden gidecek.






EY VATAN 1923: Devlet Teröre Teslim!: