15 Kasım 2017 Çarşamba

Apo’yu ipten kurtaran MHP ve Devlet Bahçeli’dir!


Apo’yu ipten kurtaran MHP ve Devlet Bahçeli’dir!



MHP’nin ihaneti  ve Gerçek Milliyetçiliğin doğuşu

Ulusal Parti’nin başlattığı yeni kampanya ile tüm Türkiye’nin sokakları Türk’ün sesiyle çınlamaya başladı. Artık sokaklarda yepyeni bir gündem var.
Ulusal Parti standına her siyasi görüşten, her partiden vatandaş geliyor. Şu bir gerçek ister AKP’ye, ister CHP’ye, ister MHP’ye oy vermiş olsun, kendini Türk hisseden herkes idam cezasının geri gelmesini, Apo’nun asılmasını istiyor.
Türk siyasi hayatında artık yeni bir saflaşma yaşanıyor: Türklüğe bağlı olanlar ve karşı olanlar...

Bu yüzden eski partilerin seçmenleri, üyeleri ve hatta yöneticileri bile Ulusal Parti’yi büyük ilgiyle karşılıyor. Kendi partilerinin ihanetleri onları yeni arayışlara yöneltiyor.

Geçmişte yaşanan ihanetler adeta halkımızın boynuna zincir, ayaklarına pranga oldu. Herkes geçmişte verilen sözleri bize hatırlatıyor. Kimisi “asamazsınız, ABD izin vermez” diyor. Kimisi “Sizin dediğinizi MHP de demiyor mu? Onlar da Apo asılsın diyor ama asamadılar.”

Samimi bir eski ülkücü hayıflanıyor: “Siz asın valla sizden olacağım. Bizimkiler sözünü tutamadı, asamadı.”

Şu gerçek herkesçe iyi bilinmelidir. MHP asamadı değil! Asmadı, astırmadı.

MHP Apo’yu asmanın değil, astırmamanın partisiydi.

Bu amaçla 1999’da iktidara getirilmişti.
Türk milliyetçiliğini yok etmek, halkın milliyetçiliğe olan güvenini ortadan kaldırmak için bu parti elinden gelen her şeyi yaptı.


İhanetin kısa tarihçesi

İşte Apo’yu Asmama belgesi Altında.., Bahçeli’nin imzası var!















Apo’nun idam kararı TBMM’ye sevk edilmek üzere Başbakanlığa gönderildi. Ama bu dosya Başbakanlık’tan TBMM’ye asla gönderilmedi. Tam 3 yıl boyunca dosya hasıraltı edildi. Bu Türkiye tarihinde bir tektir. Apo’ya bu iltimas ve kıyak dönemi boyunca MHP iktidardı. 
Dosyayı Meclise getirmek için tek bir eylem yaptılar mı? Kıllarını kıpırdattılar mı? Hayır! Tersine dosya başbakanlıkta kalsın diye ellerinden geleni yaptılar.

12 Ocak 2000 tarihinde Başbakanlıkta kritik bir toplantı yapıldı. Başbakan Bülent Ecevit ve koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz tam 7,5 saat boyunca Apo’nun idamıyla ilgili dosyayı görüştü. ABD ve AB idama karşıydı. Koalisyonun temel hedefi ise AB’ye katılmaktı. Her üç lider mutabakata vardı. Bu yazılı olarak zapta geçildi. A­po’nun idam dosyası Meclis ’e getirilmeyecek ti.


MHP yönetimi özellikle son günlerde yeniden idamdan bahsediyor. DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde diğer partilere sözlerini dinletemedikleri için idam edemediklerini ileri sürüyorlar.

Birincisi MHP mağdur değildir. Tersine şehit ailelerini ve Türk milletini mağdur etmiştir. Apo’yu kurtarmışlardır. Hem de tek bir sloganla, “asacağız” diye milyonlardan oy toplamalarına ve iktidara gelmelerine rağmen.
İkincisi idamın kaldırılması MHP’ye rağmen değil, MHP sayesinde gerçekleşmiştir. Bu gerçek çok iyi algılanmalıdır. Çünkü “MHP bile asamadı” söylemi halkımızı yılgınlığa sevk etmek için sürekli öne sürülmektedir.

Yakın tarihi hatırlayalım. 16 Şubat 1999’da Kenya’da terörist başı bordo bereliler tarafından yakalandı. Tam da bu süreçte Türkiye seçim sürecine girdi. İktidarda DSP-ANAP koalisyonu vardı. Bu iki parti Apo’nun yakalanmasının primini seçimlerde toplamayı hesaplıyordu.
Bir diğer parti MHP ise tek bir sloganla seçimlere giriyordu: “Apo’yu asacağız!” Ve bu sayede oylarını neredeyse üçe katlayarak tarihinde görmediği büyük bir seçim zaferi kazandı.

18 Nisan 1999’da DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruldu. Bu üç partiyi iktidara taşıyan dalga ulusalcılıktı. Oysa her üç parti çok daha gizli bir gündemi savunuyordu: İdamı kaldırmak ve AB’ye üye olmak.
Abdullah Öcalan’ın yargılanmasına 31 Mayıs 1999’da başlandı. İmralı’daki mahkeme 29 Haziran 1999’da son buldu. Karar oybirliğiyle idamdı. Hiçbir hafifletici neden ve indirim de söz konusu değildi.
Yargıtay kararı 25 Kasım 1999’da onayladı.

Karar TBMM’ye sevk edilmek üzere Başbakanlığa gönderildi.
İşte bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en utanç verici sayfaları dönemin iktidarı tarafından yazılmaya başlanacaktı.
Bu dosya Başbakanlık’tan TBMM’ye asla gönderilmeyecekti. Oysa kanunlar açıktı. İdam cezasının infazı için dosyanın Meclis’e getirilip oylanması şarttı. Tam 3 yıl boyunca dosya hasıraltı edildi.
Bu Türkiye tarihinde bir tektir. Apo’ya bu iltimas ve kıyak dönemi boyunca MHP iktidardı.
Dosyayı Meclise getirmek için tek bir eylem yaptılar mı?
Kıllarını kıpırdattılar mı?
Hayır!
Tersine dosya başbakanlıkta kalsın diye ellerinden geleni yaptılar.
12 Ocak 2000 tarihinde Başbakanlıkta kritik bir toplantı yapıldı. Başbakan Bülent Ecevit ve koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz tam 7,5 saat boyunca Apo’nun idamıyla ilgili dosyayı görüştü.
ABD ve AB idama karşıydı. Koalisyonun temel hedefi ise AB’ye katılmaktı. Her üç lider mutabakata vardı. Bu yazılı olarak zapta geçildi. Apo’nun idam dosyası Meclis’e getirilmeyecekti.
Çıkışta onlarca tv kamerası üç lideri bekliyordu. 70 milyon canlı olarak liderlerin aldıkları bu kararı dinledi.

Şimdi Devlet Bahçeli hangi yüzle milliyetçilikten bahsetmektedir?
Apo’yu bize astırmadılar ” sözü tamamen yalandır. Siz hep birlikte astırmadınız.

DSP-MHP-ANAP’ın Ulusal Programı

Şimdi sözü Devlet Bahçeli’ye bırakalım. Böylelikle hiçbir MHP’li bizim iftira attığımızı ileri süremez. Aşağıdaki sözler Devlet Bahçeli’nin 25 Haziran 2002’de Ertuğrul Özkök ile yaptığı röportajdan.
Bu tarihlerde kimilerinin ulusalcılık şampiyonu ilan ettiği dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer AKP dâhil AB’ye üyeliği destekleyen tüm partileri köşke topla-
mış, bir tek MHP bu toplantıya çağrılmamıştı. Tüm Türkiye idam meselesi yüzünden koalisyonun çatırdayacağını düşünüyordu.
Oysa bakın Devlet Bahçeli, Ertuğrul Özkök’e ne kadar kesin konuşuyor. 25 Kasım 1999 tarihinden itibaren Apo’nun idamının büyük bir rezaletle Başbakanlıkta saklanmasının nedeninin kendi imzaları olduğunu nasıl itiraf ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre kesinleşmiş idam cezalarının yerine getirilmesi kararı münhasıran TBMM’nin yetkisindedir. Hükümet, TBMM’nin 1984 yılından bu yana yaşama hakkının özüne dokunulmaması yönünde benimsediği uygulamaya saygılıdır. Türk ceza hukukundan ölüm cezasının kaldırılması hususu, şekil ve kapsamı itibariyle TBMM tarafından orta vadede ele alınacaktır.’”

Devlet Bahçeli’nin bahsettiği bu metin DSP-MHP-ANAP’ın AB’ye taahhüt olarak imzaladıkları Ulusal Programın 2.1.8 No’lu bölümünden alıntıdır.
Devlet Bahçeli 25 Haziran 2002’de Ertuğrul Özkök’e neden Apo’yu asamayacaklarını çok açık bir şekilde itiraf etmektedir. Devlet Bahçeli’nin “Apo asılmayacak” taahhüdünün metninin altında imzası vardır.
Bu tarihi bir belgedir. Kimse inkâr edemez. Hükümet olmak için ilk başta bu sözü vermişlerdir.


“Sözünün Eri”, “Mert Başbuğ”

İşte belgesi: Bahçeli İdamı kaldırma sözü verdi 

















Devlet Bahçeli, Ertuğrul Özkök ile röportajında konuyu hep devlet adamlığı ciddiyetine getiriyor ve idamla ilgili verdikleri sözü tutmak zorunda olduklarını belirtiyor:
“Bir, bizim ölüm cezalarının uygulanmayacağı yolunda bir moratoryum ilan ettik. Buna sadığız. İki, idam cezasının kaldırılmasını orta vadeli bir karar olarak ilan ettik. Buna sadığız.”

“Sözünün eri” devlet adamımız ABD ve AB’ye verdikleri sözü tutmak için her şeyi yaptı.

Peki ya, seçim meydanlarında 70 milyon Türk halkına verdikleri “asacağız” sözüne ne oldu?

“Devlet adamı ciddiyeti” burada işlemiyor muydu?

Devlet adamlığı ABD ve AB’ye karşı “ciddi”, halka karşı ciddiyetsiz olmak mı?
Röportajda Ertuğrul Özkök Devlet Bahçeli’ye öylesine içten ve net sorular soruyor ki, o gün verdiği yanıtlardan Devlet Bahçeli bugün asla kıvırtamaz.
Özkök “kötü durum” senaryosu olarak şunu merak ediyor:
“Peki, Meclis’e geldiği takdirde, bazı milletvekilleri, biraz da seçim ortamının etkisiyle, ‘Getirin şu dosyayı Meclis’te oylayalım’ derse ne olacak?”
Bahçeli kesin emin. Milletvekillerinin hepsini kontrol altına almış. Asla Apo’yu asmayacaklarını bakın nasıl belirtiyor:
“İdam cezaları uygulanmayacak diyen o moratoryumu kim imzaladı? Altında bizim imzalarımız yok mu? Elbette imzamıza sadık kalacağız.”
Özkök bile bu yanıta şaşırıyor:
“Ya yıl sonunda AB bize tarih vermezse ne olur? Bunun sorumluluğu MHP’nin üstüne yıkılmaz mı?”
Bahçeli kendi partisinden ve siyasi geleceğinden çok AB ve Apo’yu düşünüyor. Bakın ne cesaretli bir yanıt veriyor:
“Siyaset risk alma sanatıdır. İnandığınız bir konuda elbette risk alacaksınız.”
MHP’nin aldığı riskin bedelini şimdi İmralı’daki katilin emriyle her gün şehit edilen Türk gençleri ödüyor.

Adalet Komisyonunda yaşanan rezalet

Bu röportajı internetten herkes okuyabilir. Zaten yakın tarihimiz Devlet Bahçeli’nin ABD ve AB’ye sadık kalma pahasına uyguladığı bu ihanet politikasının sonuçlarını içermektedir.
Bilindiği gibi idam cezasının kaldırılması adım adım oldu.
Önce 3 Ekim 2001 günü Anayasa’nın 38. maddesine ‘savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemeyeceği’ ifadesi eklendi.
Devlet Bahçeli dâhil tüm MHP bakan ve milletvekilleri bu maddeye evet oyu kullandı. Bu madde “terör suçlarının” idamla cezalandırılıp cezalandırılmayacağının düzenlemesini kanun çerçevesinde meclise bırakıyordu. Aslında meclisin ne yapacağı da belliydi.
O dönem SP’den ayrılarak yeni kurulmuş olan AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan çok sinsice bir politika yürütüyordu. Tayyip Erdoğan hükümetin ABD tarafından yıkılacağını biliyordu. Bir an önce başbakan olmak istiyordu. İdam meselesinin buna vesile olması için çalışıyordu. AKP, idamın kaldırılmasının Anayasal olarak hükme bağlanmasını istiyordu. İş Türk Ceza Kanunu (TCK) değişikliğine bırakılmamalıydı.

Hükümet ortakları AKP’nin bu taktiğine koalisyon dağılmasın diye başka bir taktikle yanıt verdi. İdamın kaldırılmasına yönelik idamla ilgili Anayasa değişikliği sınırlı ola-rak yapıldı. Böylelikle idamı tamamen kaldırmak için TCK değişikliğini beklemek ve bu sayede süreci uzatmak mümkün oldu.
Ancak Tayyip Erdoğan 2002 yazında yepyeni bir açıklama yaptı. İdamın kaldırılmasının kanun çerçevesinde yapılmasına artık karşı olmadıklarını belirtti. Bu konuda TCK değişikliği yapılırsa AKP olarak destek vereceklerdi. Böylelikle DSP-ANAP ile MHP arasındaki çatlak derinleşmiş olacaktı.
Bundan sonra TCK’da idamın kaldırılması için TBMM Adalet Komisyonuna teklif getirildi. Burada Türk tarihinin en büyük rezaletlerinden biri yaşandı. MHP’li Mehmet Gül de bunu itiraf etmektedir. Meclisteki Adalet Komisyonunda “Apo’ya af yasası” olarak bilinen idamı kaldıran düzenleme görüşülüyorken; AKP inanılmaz bir taktik adım daha attı. AKP’li milletvekilleri DYP milletvekili Sevgi Esen’in TCK değişikliğindeki “idam ile ilgili hüküm bu sefer için Meclise gelmesin” şeklindeki komisyona getirdiği yeni bir önergeye destek verdiler. Amaç belliydi: Koalisyon ortaklarını birbirine düşürmek.

Devlet Bahçeli’nin birden bire etekleri tutuştu. Komisyondaki MHP’li üyeler AKP önergesine destek verip, TCK değişikliğinde idam maddesini saf dışı etme eğilimindeydiler.

MHP’li üyeler Bahçeli’nin odasına çağrıldı. Odadan çıktıklarında hepsi kıpkırmızı kesilmişti. Mehmet Gül odadan çıkıyorken kendi ifadesiyle gözyaşları içindeydi. Apo’yu kurtarmak ülkücülere nasip olmuştu.
“Sert ülkücülerimiz” komisyonu terk edip gitti. Güya protesto etmek için. Bir tek MHP’li üye Orhan Bıçakçıoğlu ise idamın kaldırılmasının TCK değişikliğinden çıkarılması için verilen önergeye parti disiplinine rağmen evet oyu verdi.
Sonunda önergeye verilen bir MHP’li milletvekili, DYP’li ve AKP’li vekillerin toplam 7 evet oyuna karşı DSP-ANAP ve SP’lilerin 10 hayır oyuyla idamı kaldıran hüküm TCK değişikliğinde aynen kaldı.
Komisyondaki diğer 5 MHP milletvekili ise çekimser oy kullanmış oldular.
Eğer bu “çekimser” ülkücüler oy kullansaydı matematik 12’ye karşı 10 oy olacaktı.
MHP’liler o gün oy kullansalardı idamı kaldıran yasa meclise bile gelmeyecekti.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bunu engelledi.

Sahte milliyetçilerin millete ihaneti

Adalet Komisyonunda bu oyunları oynayan AKP 3 Ağustos’ta idamın kalkması için evet oyu kullanacaktı. Zaten oylamanın sonucu belliydi. Bütün partiler Apo’nun kurtarılmasından yanaydı. DSP-DYP-YTP-SP-AKP-ANAP evet oyu kullandılar.

MHP’liler ise güya şov yapacak ve oy toplayacaklardı. 

Ancak asıl yaptıkları evetçilere çanak tutmaktı. Çünkü isteseler oturumu engelleyebilirlerdi.

3 Ağustos 2002’de yasa Meclise gelmeden hemen önce, MHP’liler bal gibi Meclisten istifa edip yasayı engeller ve seçime gidebilirlerdi. Ve böyle bir restten sonra asla AKP iktidara bu gücüyle gelemezdi. Kim bilir belki MHP iktidar olurdu.
Ama onlar öylesine Amerikancıydılar ki; idam yasası geçmeden değil, yasa geçtikten sonra meclisi kilitleyip, “hadi seçime gidelim” dediler. Kendi partilerini barajın altına indirme pahasına ABD’ye hizmetlerini tamamladılar.

Böylelikle Türk halkına iki kazık attılar. Hem meclisten idamı geçirttiler, hem de iktidarı hemen AKP’ye teslim ettiler.

Oysa 3 Ağustos’tan önce TBMM’den istifa edebilirlerdi. Bunu yapabilselerdi hem idam yasalaşmaz hem de AKP ezici bir çoğunlukla iktidara gelmezdi. Adeta görünmez bir el onlara bu millet için olabilecek en kötü sonuç için yön vermişti.
Bu elin daha başbakan olmadan önce Tayyip Erdoğan’ı Beyaz Saray’da kabul edip elini sıkan Irak soykırımcısı ve Türk düşmanı George Bush’un eli olduğuna şüphe yok.

Devlet Bahçeli gerçekten de tam bir “ Devlet Adamıydı.” Kendi partisini hezimete uğratmak pahasına Amerikan devleti için en iyi sonucu yarattı.

3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP de geri kalan ihanet yasalarını tamamladı. “Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri” durumunda idama olanak tanıyan Anayasa’nın 38. maddesini değiştirmek ve idamı anayasal olarak yasaklamak da AKP’ye ve bunu destekleyen CHP’lilere nasip oldu. Apo’yu böylelikle Meclisteki tüm partilerimiz kutsamış oldu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en büyük ve en eli kanlı vatan haininin hayatını kurtarmak için tüm yasa ve Anayasa maddelerimiz bütün partilerin suç ortaklığıyla değiştirildi. Bu utanç hepsinindir. Ama MHP’nin suçu çok daha büyüktür.


...

Dağ fare doğurdu karar yeterli değildir

Dağ fare doğurdu,  Karar yeterli değildir.


Anayasa Mahkemesi’ne yandaş medya saldırısı

Kimi üniversitelerde yuvalanmış, medyanın kimi köşelerine çöreklenmiş, iktidar tetikçiliği yapan militanların kimileri de bilimsel san taşıyor. Son zamanlarda radyo ve televizyonlarda boy gösteren bu tiplerin halkı aldattığını, ulusal yaşam andı saydığımız Anayasa konusunda doğru bilgi vermekten öte, tam anlamıyla yanıltıcı bilgiler verdiğini üzüntüyle izliyorum.

Anayasa, demin de söylediğim gibi ulusal yaşam andıdır. Herkesin klasik söylemde anlaştığı ulusal uzlaşma belgesi olmaktan öte de, bizim ulusal hukukumuzun kaynağıdır.

Dünyanın en güzel üç-dört anayasasından birisi olan 1961 Anayasası’nı bile kötüleyen sözde bilim adamlarının boy gösterdiği bu ortamda, bu Anayasa’nın çok kötü bir kopyası olan 1982 anayasasını, yargı organlarının seçili kılındıkları alanlarda ellerinden geldiğince düzeltmeleri, “içtihat” dediğimiz kararlarıyla güncelleştirip yenilemeleri de onların görevi sayılır.
Bunun için çıkmış bir fırsat Cumhuriyet Halk Partili milletvekilleri ağırlıklı 111 milletvekilinin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ile ortaya çıktı.
Biliyorsunuz Anayasa değişiklikleri konusunda cumhurbaşkanı, başbakan ya da siyasal partiler ne teklif verebilirler, ne de Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilirler. Anayasa değişikliğini önerme hakkı 184 milletvekilinin imzasıyla olur, iptal istemi ise en az 111 milletvekilinin imzasıyla Anayasa Mahkemesi’ne yapılır.

Anayasa Mahkemesi’ne başvurulduğu andan başlayarak azgınlaşan bir iktidar yandaşı medya saldırısı oldu. Hem Anayasa Mahkemesi’ne, hem de Anayasa Mahkemesi’nin çok değerli bildiğim ve nitelikleriyle her zaman övdüğüm, tarafsızlığından hiç kuşku duymadığım üyesi Fulya Kantarcıoğlu’na, sonra da başkanvekili Osman Paksüt’e…

Açıkça belli oluyor ki, bu iki üyenin, bu kötü Anayasa değişikliği karşısında takınacağı tavır, onların alması olası dört oyu, karşı reyi azaltacaktı. Çünkü Anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi’nde olumlu-olumsuz karara bağlanması için, daha doğrusu iptal edilebilmesi için 7 oy gerekiyor. Salt çoğunluk yetmiyor. 1995 Anayasa değişikliği ile siyasal güçler bunu da bozdular.
Bir kez, şöyle bir yoldan gidelim; tabii bir hazırlığım yok. Aslında Anayasa Mahkemesi’nin kararı yayınlanmadan, gerekçeleri görülmeden, kimlerin nasıl oy kullandığı, kimlerin hangi dayanaklar üzerinde durdukları belli olmadan değerlendirme yapmak yeterli olmayacaktır. O zaman Anayasa Mahkemesi’nde acaba siyasal bir yaklaşım mı oldu, “ne şiş yansın ne kebap” mı oldu, siyasal iktidarı gücendirmeyelim mi oldu, yoksa muhalefetten yana görünmeyelim özeni mi oldu, o alınan kararlardan belli olur.

“Öz” ve “biçim” yönünden inceleme tartışması,

İptal edilen maddeler hukuksal yönden bir düzeltme olsa da yeterli değil. 
Doyurucu değil. 
Önemli bir değişiklik getirecek değil. 
Aykırılıkları ortadan kaldırmış değil. 
Umutları karşılamış değil. 
Hukuk devleti bağlamında olası karanlıkları önleyici kapsamda değil.
Bütün bunlara karşın, hukuk devletini demokrasinin gerçek dayanağı bilerek korumak için Anayasa Mahkemesi’ne güvenecek, hukuka bağlılığımızdan ödün vermeyecek ve Mahkeme üyelerinin onurları ve kişiliklerine saygılı olacağız.



















Ancak ben mahkemenin yansızlığını esas alarak eleştirilerimi yapıyorum. Anayasa Mahkemesi kararlarını yorumlarken “laiklik din düşmanlığı değil” diyorlar, sanki laiklik din düşmanlığıymış gibi. “Anayasa Mahkemesi esas inceleme yapamaz” diyorlar, sanki esas inceleme yapıyormuş gibi.
Anayasa açık. Anayasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi öz yönünden denetleyemez. Biçim yönünden denetler, o da Anayasa’da yazan üç yüzeysel ve kaba koşulda olur. Nedir? 184 imzayla Anayasa değişikliği önerilmiş midir, iki kez görüşme zorunluluğuna uyulmuş mudur, bir de en az 330 imza var mıdır?
Anayasa değişikliğine ilişkin kabul oyu 367 imzayı aşarsa, cumhurbaşkanı isterse halkoyuna götürür. 367 oydan aşağı olursa otomatikman halkoyuna gider, engellemenin olanağı yoktur.

Şimdi “Anayasa Mahkemesi de öz yönünden denetleyemez, biçim yönünden denetler”e gelince... Bu saydığım üç maddeyi denetlemeyi, tutanak yazmanlar da yapar. Açacaksınız, bakacaksınız; 184 milletvekili imzalamış mı? Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürmeye ne gerek var? İki kez görüşme olmuş mu? Tutanağa bakarsanız; hangi gün görüşülmüş, 48 saat geçince ikinci görüşme olmuş mu? Üçüncüsü; kaç oy alındığı kesinkes belli olmalı ki kabul edilmiş sayılsın. O zaman ne gerek var bunun Anayasa Mahkemesi’ne getirilmesine?
Anayasa’yı bu kadar eften püften bir denetimle Anayasa Mahkemesi’ne görev verdiği bir metin olarak görmek yanlıştır. O bakımdan biçim yönünden inceleme kapsamına, daha önceki Anayasa Mahkemesi kararlarında olduğu gibi, değiştirilmesi önerilemez değişiklikler önerilmişse, bu biçim yönünden Anayasa Mahkemesi’ne denetim hakkı verir. O bakımdan “Anayasa Mahkemesi -kimileri sömürdü- öz yönünden denetleyemez biçim yönünden denetler” diyerek sanki öz yönüne giriyormuş da bu uygun bulunmuyormuş gibi yansıtmaya çalıştılar, öyle değil.
Anayasa Mahkemesi’nin öz yönünden denetimi, demin de söylemeye çalıştığım gibi, saydığım kaba üç koşula bağlı değildir. Özünde ve temelinde Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez kurallarını değiştirmek varsa o da biçime girer. Biçim dediğimiz salt bir yöntem değildir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini Anayasa’nın ikinci maddesindeki niteliklere dokunuyorsa, birinci maddesine dokunuyorsa, cumhuriyet biçimine, ikinci maddedeki niteliklere, üçüncü maddesindeki Başkent Ankara’ya, İstiklal Marşı ve Türk bayrağına, ülkenin ulusuyla bölünmez bütünlüğüne dokunuyorsa, Anayasa Mahkemesi bunları bal gibi inceler.
Bugün yapılan inceleme de budur. Bu inceleme öze girme değildir. İktidar yandaşları ve iktidar ilgilileri, dünden beri üzüntüyle izliyorum; “Anayasa Mahkemesi Anayasa’yı çiğnemiştir” diyorlar. Hayır, bu öze girmek değildir. Anayasa Mahkemesi aslında Anayasa’nın özüne saldırıları, Anayasa’ya aykırı biçim yönünden denetimle önlemiştir. Bunu bilelim bir. İkincisi, Anayasa Mahkemesi’nin hep alıştığımız gibi yalnızca laiklik karşıtı eylemler konusunda duyarlılığı yok. Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın dördüncü maddesi gereğince değiştirilmesi önerilemez 4 maddeye baktığı için, ki bunun içine demokratik, laik sosyal hukuk devleti de giriyor. O halde hukuk devleti ilkelerine aykırı bir durum varsa, Anayasa Mahkemesi’nin bunu iptal etmesi gerekir.
Sanıyorum-açıklanmamış olmakla birlikte-Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı da budur. Tabii biz başkaları gibi hukuk dışı yollara girip bilgi almaya çalışmadık, o nedenle ancak yorum yapabiliyoruz.
Biliyorsunuz; Ergenekon soruşturması gibi soruşturmalarla ilgili kimi konuşmalar hukuksal aykırılık konusu oldu. Gizli kalması gereken anlatım ve belgeler yandaş medyaya sızdırıldı. Bu kötülükler önlenmeli, ama önlenmiyor. İstense önlenebilir. İşte bizi de böyle bir suçlamayla karşı karşıya bırakmasınlar diye yakınlarımızla, tanıdıklarımızla bile bu konuları konuşmadık. Evimizdeki telefonu bile doğru dürüst kullanamıyoruz.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını, demin de söylemeye çalıştığım gibi gerekçesi yayınlanınca, verilen oylar ve onların dayanakları belli olunca eleştirmek daha doğru olur. Ama, halkımızın bilgilendirilmesi bakımından söyleyeceğim, bir; Anayasa Mahkemesi siyasal iktidarların gücünü Anayasaya uygun kullanma yönünden gerekli denetim görevini yapmak zorundadır. Anayasa Mahkemesi bu görevi için bu çalışmayı yapmıştır. İki; Anayasa Mahkemesi’ni ve üyelerini suçlamak bana göre akıl ve ahlak dışı bir tutumdur. Üç; eleştiri yapabilirsiniz, ama eleştirseniz de uymak zorundasınız. Uysanız da eleştirme hakkınız her zaman vardır. Ama bunun ölçülerini çiğnememek gerekir. Türkiye’mizde bu ölçülere, çok kimse, özellikle iktidar güvencesiyle uymuyor. Dört; Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliklerini halk oylamasından önce görüşemeyeceği görüşünün sakatlığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Anayasa değişikliklerinin bir özelliği vardır. Anayasa değişiklikleri 330 oyla 367 oy arasında kalırsa otomatikman referanduma gider. Ama Resmi Gazetede yayımlanır. Yani yasa olarak gider. Referanduma giden yasadır. 367’den fazla oy alırsa cumhurbaşkanı isterse gönderir ama yine Resmi Gazete’de yayınlanır, yani yasadır. Bu bakımdan hem Anayasa’nın 177. maddesinde hem de Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulmasına ilişkin 3376 no’lu yasada bunların yasa olduğu yazılıdır. Bir koşul; bunlar yasalaşır, yürürlüğe girmesi halk oyuyla olur. Kabul edilirse yürürlüğe girer, edilmezse girmez. Halkoyuna sunulmazsa bu metinler, yahut reddedilirse, yürürlüğe girmediği için önceki Anayasa metinleri yürürlükte kalır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı, yeterli değildir.

Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin bunu inceleyip incelemeyeceğine ilişkin kendi bilim adamı sananlarla, yalan yanlış anlatımlarla televizyon ekranlarına çıkan iktidar yandaşları, bir kez daha hukuksal yönden yanılgıya düşmüşlerdir. Halk oylamasından önce Anayasa Mahkemesi’nin yasalaşmış Anayasa değişikliklerini inceleme hakkı vardır. Bunu yapmıştır Anayasa Mahkemesi. Şimdi bu olumlu sonuçlardandır. Bir olumlu sonuç daha; öyle ya da böyle, bu incelemelerin sonunda hem Anayasa Mahkemesi ile ilgili hem de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili kurallarda birer ibare iptal edilmiştir.
Ama en son kanımı söyleyeyim; bana göre bu yeterli değildir. Madem hukuk devletine aykırılıkla siz biçim yönünden inceleme yapıyorsunuz, o zaman Anayasa Mahkemesi’nin 19961 Anayasası’nda üyelerini gönderen organların doğrudan seçmeleri geçerliydi de niye 1982 Anayasası’nın bunları geri götüren, her şeyi cumhurbaşkanı’nın eline veren düzenlemeyi iptal etmiyorsunuz. Hukuk devletine uygun mu bu? Anayasa’nın 6. maddesi gereğince zannediyorum cumhurbaşkanı aynı zamanda yönetimin başı. E, yönetimin başı yargının tüm üyelerini atarsa, özellikle cumhurbaşkanını görevlerine ilişkin suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla yargılayacak olan organın üyelerinin tümünü cumhurbaşkanı atarsa, böyle bir şeyin hukuka uygunluğu savunulabilir mi?
O bakımdan bana göre Anayasa Mahkemesi’nin bu verdiği iptallerin genelde hiçbir yararı yoktur. Anayasa Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bu yapılandırılmasını getirilen anayasa değişikliği doğrultusunda değiştirmeyeceğine göre Türkiye’nin hukuksal geleceği kuranlıktır.
Yalnızca üyelerin kendi organları içinde nasıl seçileceğini, HSYK üyelerinin ya da Anayasa Mahkemesine üye gönderecek diğer organların yalnız biri için değil de boşalan diğer üyeler için üç aday göstermesi olanağı sağlamak hukuka uygunluğu sağlamak için yeterli değildir. Yapı duruyor. Yapının etkilenme durumu ortada duruyor. Yapı üzerindeki siyasal baskı duruyor. Yönetimin ağırlığı duruyor. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini atamakla, HSYK’nın üyelerini atamakla bir iş yapıldı zannediliyor.

Dağ, fare doğurmuştur.

Kaldı ki daha 1961’lerde daha doğmamış olan kimilerinin yaptığı anlatımlar var, biz işin içindeydik; Yüksek Hâkimler Kurulu üyelerinin 18’inin 6’sı birinci sınıf Hâkimler arasıdan seçilirdi. Hâkimlerin Meclis’te nasıl dolaştığını, nasıl bildiri gönderdiğini, nasıl istekte bulunduğunu, siyasetçilere nasıl yaklaştığını ve kurul üyesi olmak için nasıl çabaladığını Hâkim niteliklerine uymayan hangi yaklaşımlar içinde bulunduğunu biz üzüntüyle izledik. O nedenle 1971 değişikliğinde bu kalktı. Her şeyin iyi tarafları olduğu gibi kötü tarafları da var. Ben demek istemiyorum ki; bu Anayasa’nın her tarafı kötü. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yapısına ilişkin düzenlemeler dışındaki düzenlemelerin iyi yanları vardır. Ama hiç birisinin bizim yaşamımıza faydası yoktur. Bu yapılan değişikliklerin Anayasa Mahkemesi ve HSYK kanalıyla halkımızın adalet beklentilerine, haklarını elde etmesine, haksızlıkları gidermesine, güvenlik içinde yaşamasına hiçbir katkısı yoktur. Bana göre dağ fare doğurmuştur.

1983 yılına kadar Anayasa Mahkemesi kararları açıklanmıyordu. 1961 Anayasası’nda karar verildiği gibi yürürlüğe giriyordu. İktidarın hoşlanmadığı 71 değişikliği ile kararın Resmi Gazete’de yayımına bağladılar işi. 1982 Anayasası da iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanmaz dedi. Dikkat edin; red kararlarının açıklanmasına engel var mı? Yok.
Peki, bir örnek vereyim; Ceyhan Altınyelek isimli Tercüman gazetesi muhabiri Başkan Semih Bey’e sordu; o gün önemli bir konu vardı herhalde, “Sayın başkan, ne karar verdiniz” diye, Başkan, söylemem dedi. Bunun üzerine muhabir gitti, iptal edilmiştir diye yazdı. Söylemiyor ya. Halbuki reddedilmişti. Karar açıklanınca da yayının yanlışlığı ortaya çıktı.
Şimdi halkı yanıltmamak, iktidarlara olanak tanımak, bir an önce yanlışlardan kurtulmak ve sakıncalı işlemler varsa alıkoymak için, sonuç bildirme anlamında bilgilendiriyor. Çünkü karar açıklaması demek karşı oylarla birlikte kimin ne oy verdiğini açıklamak demektir. Dün Anayasa Mahkemesi Başkanı da sonuç bildirdi. Sonuç bildirdiğini anlatmaya çalıştı ama “açıklama” kelimesini kullandı. Bilgi vermek dedi. Mahkeme Başkanı bilgi vermek zorunda değil. “Açıklama” sözü zaten doğru değil. Sonuç bildirmek, demin anlatmaya çalıştığım, dört beş maddede sıralamaya çalıştığım yararlar için önemli bir katkıdır. Bu bakımdan “kararlar açıklanamaz” demeleri yanlış. Çünkü karar yoktur, yalnız sonuç bildirilmiştir. Karar, karşı oy sahipleriyle, imza sahipleriyle birlikte açıklanır. Bu bakımdan iktidar yandaşları istismar edip Anayasa Mahkemesi’ne saldırı için bahane aramaktadırlar. Bunu da yeri gelmişken söylemiş olayım.

HSYK ve YARSAV’ın açıklamalarına katılıyorum

HSYK ve YARSAV’ın açıklamalarına da katılıyorum çünkü orada yönetimde bulunan hukukçuların ne kadar yansız, ne kadar gerçekçi ve bilgi bakımından ne kadar donanımlı olduklarını biliyorum. O nedenle açıklamaları zaten haklılıklarının dayanağıdır.

Adalet bakanının ağırlığı yerinde oldukça, cumhurbaşkanının çoğunluğu seçme olanağı elinde oldukça, ister sekretarya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda olsun, ister yazmanlık olsun, ister kurul raporu hazırlasın, herkes bildiğini okuyacak olduktan sonra…Ben yazsam HSYK’nın gündemini ne olacak. Oradaki üyeler iktidar yandaşı olduktan sonra neye yarayacak.
Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları üzerine çıkan “ne kadarı iptal edildi” tartışmasına gelince; Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği kısımlar çıkarılacak ve kalanlar halk oylamasına sunulacaktır. Yani metinden iptal edilen ibareler çıkarılacak ve kalan kısım halk oyuna götürülecektir.
Çıkarılan metin kuralın varlığını bozsaydı kuralı iptal ederlerdi. Çıkarılan tümce ya da sözcükler kuralın öbür yapısını bozmuyor ki. O nedenle yalnızca bunları iptal ettiler.
Bana göre aslı gibi geçmiştir. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya üye seçiminde üyeler bir kişi seçeceklerdi, şimdi üç kişi seçecekler, ne fark eder yani. Tek kişiyle kendi adamlarını seçtirme olanağı azalacak ama, gene üç kişiden birini cumhurbaşkanı seçeceğine göre, hiçbir şey olmayacak.

Referandum tarihinde ince bir oyun var

Ancak referandumun gününü insanların özellikle Ankara, İstanbul gibi şehirlerde yaşayanların kent dışında olduğu aylarla rastlayan, Ramazan Bayramı’nın hemen ertesi ve okulların henüz açılmadığı bir döneme denk getirdiler. Bunların hepsinde ince bir hesap var. Mümkün mertebe, aydınlar ve aklı eren kesimler oyunu kullanamasın, “hayır” diyemesin diye çok hesaplı bir savaş var.
Son olarak iptal edilen maddeler hukuksal yönden bir düzeltme olsa da yeterli değil. Doyurucu değil. Önemli bir değişiklik getirecek değil. Aykırılıkları ortadan kaldırmış değil. Umutları karşılamış değil. Hukuk devleti bağlamında olası karanlıkları önleyici kapsamda değil.
Bütün bunlara karşın, hukuk devletini demokrasinin gerçek dayanağı bilerek korumak için Anayasa Mahkemesi’ne güvenecek, hukuka bağlılığımızdan ödün vermeyecek ve Mahkeme üyelerinin onurları ve kişiliklerine saygılı olacağız.

http://www.turksolu.com.tr/290/ozden290.htm


...