23 Ocak 2015 Cuma

UFUK TURU..


UFUK  TURU..



Yekta Güngör Özden
06.11.2006



Kendi çıkarları için dünyayı yönetmeye kalkışan çokuluslu şirketlerin buyruğundaki güçlerin dayandığı kapılar çökmek üzere. Uluslar arası ilişkilerde emperyalist dayatmalarla karşı karşıya kalan devletleri çökertmek için ahlâkı, adaleti, bilimsel gerekleri dışlayıp dinsel duruşlarla toplumları her şeye boyun eğen, katlanan, tepkisiz yığınlar biçimine sokmayı bugün en uygun yöntem saydıklarından inanç çatışmalarını körüklemektedirler. Petrol yataklarına elkoymayı akıllarına koyduklarından Irak’ta gerçekleştirdikleri insanlık dışı olayları zorunlu uygulamalar olarak göstermektedirler. Kendi yazdıkları senaryoyu kendileri oynamaktadır. Türkiye, AB’nin destekleyip yönlendirdiği para çevreleriyle ABD’nin buyruğundaki yabancılaşmış kesimlerin birlikte yürüttükleri çalışmaların ağır yükü altında ezilmektedir. Ödünlerle palazlanan yabancılar yine de aldıklarını yetersiz bulmakta, Türkiye’yi sıkıştırıp her şeye râzı etmek için her oyunu oynamaktadırlar.

Kendisi için bir günlük iş olan PKK temizliğinden ABD sürekli oyalayarak kaçınmaktadır. Barzani’nin Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP)’nin “Kürdistan TV”sinde PKK elebaşlarından Murat Karayılan bir saat propaganda yapabilmektedir.

Türkiye’yi ziyaret eden Federal Almanya Başbakanı Merkel’in AB üyeliği için söyledikleri açıktır. AB, siyasal blöfler ve korkutmalarla her ödünü alacak ama Türkiye’yi üye yapmadan kendine sımsıkı bağlayacaktır. ABD Başkanı’yla görüşen Türkiye Başbakanı’nın neler sağladığı, neler karşılığında hangi sözleri aldığı belli değildir. Yalakalığı karakter durumuna getiren kimilerinin allayıp pullayarak yazdıklarının gerçekleşmesine ilişkin en küçük belirti yoktur.
Yabancılara karşı gereken biçimde durulmayınca onlar bildiklerini okumaktan geri durmuyor. AB İspanya ayrılıkçı örgütü ETA’ya koşulsuz teslim olmayı önerirken İspanya Hükûmeti’ne hiçbir koşul getirmiyor. PKK’ya ödün verilmesi için Türkiye Hükûmeti’ne kimi koşullarla kimi ödünler öneriyor. İkilemli uygulama, PKK koruması, Türkiye karşıtlığının kanıtıdır.

Doğrulanıyoruz

Ortadoğu uzmanlarından Michael Rubin, ABD’in “Wall Street Journal” adlı gazetesinde yayımlanan “Bay Erdoğan’ın Türkiyesi: Daha Fazla İslâm, Daha Az Atatürk” başlıklı yazısında Türkiye gerçeklerini anlatmış. Tanım doğru ama ad yanlış. Türkiye, Erdoğan’ın Türkiyesi değil. Hayal ettiği, amaçladığı Türkiye. Bizim yalnız son yıllarda değil yıllardır değindiğimiz, belirtilerinin, oluşumlarının altını çizdiğimiz durumları, tehlikeleri yazmıştır. Kendi yönetimini de uyaran yazı Türkiye için anlamlı ve ağır bir dokunuş, hattâ vuruştur. İslâmiyet için Araplardan daha fazla can veren Türkler daha fazla islâmiyetle bir şey kazanmaz, yitirir. Türkiye müslümanlığı köktendinci, terörist sapmalara karşın örnek niteliğini korumaktadır. Müslümanlığı en iyi yaşayan ülke, kadın-erkek eşitliği ve lâiklikle aydınlığın ve uygarlığın mutluluğunu tadan Türkiye’dir. Daha fazla islâmiyet, islâmiyetin kötüye kullanılması, yozlaşması, saldırganlığı ve yıkıcılığı anlamındadır.

İçerde en olmadık konuları gündeme getiren, bilgiçlik taslayıp saldırarak boy gösteren kimileri bu konuda ses çıkarmamışlardır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sıkmabaşlı kimliği de uygun bulmamıştır. Hem iktidar, hem AB yandaşları aldatılan, zorlanan bayanlarımıza “Artık başınızı açınız” diyemiyorlar. Dilleri tutulmuş, kalemleri körleşmiş durumda donup kalıyorlar. Ama hiç çekinmeden Türkiye’nin temel dinamiklerinin modernleşmeden yana olduğunu, evhama gerek olmadığını yazıyorlar. Görünen köy kılavuz istemez. İrticanın boyutlarını, iktidarı ele geçirme gücünü yadsıyan, gerçekleri itip eskiye dönüşü, bağımlılığı, kapalılığı, siyasallaşmayı modernleşme diye tanıtan amaçlı tutumlar sırıtmaktadır. Tarikat cinayetleri cin-âyetleri oldu. Kimisi de “Millet çözüm istiyor, millet huzur istiyor” diyerek PKK’nın bilinen ayrı devlet kurma amacını siyaset adıyla gerçekleştirme oyununa destek veriyor.

Cumhuriyetin, insanın sıcak bağlar ihtiyacını karşılamadığı savlarına yer veriliyor. Cumhuriyetin 83. yıldönümünde bu nankörlüğe ne dense azdır. Cumhuriyetin bizi nerden nereye getirdiğini anlamak istemeyenlerin yalanları tiksindiriyor. Kötü siyasetçileri, kötü yöneticileri eleştirecek yerde demokrasiyi yaşama geçiren, demokrasinin yönetimdeki adı olan cumhuriyete saldırmak, sapmak değil sapkınlıktır. Halkı soyanların protokolda yer aldığı, hukukun dışlandığı, kayıp teşvik sorumlusu Bakan ve Müsteşarın caka satarak dolaştığı ülkede cumhuriyeti yaşama geçirecek yöneticiler, yetkililer suçsuz mu? Anayasa Mahkemesi’nin yasalara göre değil, Anayasa’ya göre karar vereceğini, Anayasa’yı ihmal ya da iptal yetkisi bulunmadığını bilmeyen hukuk diplomalı köşe yazarları okuyucularını yanıltmayı sürdürüyor.

Olanlar olacakların belirtisidir

Terör örgütünün kimilerinin saflıkla kimilerinin amaçlı destek verdiği ateşkesinin yalan olduğu 14.10.2006’da Hakkâri-Çukurca’da piyade teğmen Ömer Azak ile piyade er Mehmet Elçi’nin şehit olması, Er Süleyman Şünverdi’nin yaralanmasıyla iyice anlaşıldı.

İmzacı  ildirici  ileticiler amaçlarına uygun görüş açıklamayı sürdürüyor. Sorunu temelden çözecek yansız, gerçekçi bir önerilerine rastlamak güç. AB’liler ne isterse yapılıyor. ABD ne isterse veriliyor, ancak bunlara değinme içtenlikleri ve yüreklilikleri yok.

Anayasa değişikliğiyle 25 yaşını dolduranların milletvekili seçilmesine olanak, gerçek demokratikleşme için değil, bu yaşı tamamlayanların oylarıyla iktidara gelmek ya da iktidarda kalmak amacıyla tanındı.

TBMM Başkanı, bağımsız organlara üye seçiminde Meclis’e büyük pay istiyor. Siyasal ağırlık artacak, bağımsızlık ve yansızlık azalacaktır. Önerinin yine demokrasiyle hiç ilgisi yoktur. Tümüyle siyasallaşma çabasıdır.
Diyarbakır Belediye Başkanı’nın eyalet önerisini Mehmet Ağar’ın “ovada siyaset” önerisiyle karşılaştırıp iki yanı değerlendirmede kolaylık sağlayacaktır.

Türk Tarih Kurumu Başkan Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu’nun AB’yle ilgili sözleri uygun da “T.C.’nin sonsuza değin yaşamayıp yıkılacağı, bunun doğal olduğu” sözleri (Milliyet, 14.10.2006, sayfa 21) yadırganacak içerikte.

Dokunulmazlık dosyaları bekleyedursun, Millî Eğitim Bakanı için gensoru isteminin geri çevrilmesi, iktidar dayanışmasının tipik örneğidir. Dinciliğin birleştirdiklerini hiçbir aykırılık gerçeği birbirinden koparamaz. Onlar için her şey geçerlidir, yaptıkları geçersiz bir şey yoktur. Tıpkı mürteci için irticanın olmaması gibi. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan öbür kamu kurum ve kuruluşlarına geçen 1107 imamdan 605’inin MEB’na alındığı açıklandı. Bırakınız 11. sınıf Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitabındaki bozuklukları, edebiyat kitaplarındaki anlamsız yandaşlık ve karşıtlıkları, Bakanlık internet sitesinde yayımlananları, okullardaki mescitleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Çalışma Ekonomisi kitabında Kur’an âyetleriyle hadis-i şeriflere yer verilmektedir. Önceki yıllarda bir Anayasa Hukuku kitabı da dinci anlatımlarla başlıyordu. Gazete kadrolarında ücret alarak günlük siyaset yapan, devlete, cumhuriyete, kurucusuna saldıran öğretim üyelerinden söz ediliyor. A. Ü. Rektörü için aykırı yollara girdiği söylenen YÖK Yönetimi herhalde duyarlı davranır. Başkanın, Legion d’Honneur nişanını geri vermesinin yarattığı beğeniye uygun işlemleri beklenmektedir. Bu arada önceki Bakanlardan Kâmuran İnan’ın da Fransa’nın aynı nişanını geri vermesindeki davranış güzelliği de alkışlanmaya değer.

Gerici basının kural tanımazlığının sayılmayacak kadar çok örneklerinden biri de Alev Coşkun’a saldırısıdır. Atatürk’le, lâik Cumhuriyetle barışık olmayan gericiler, gerçek dindarların terbiyesinden de yoksundur.

Ressam Eugene Delacroix’nın “Özgürlük” adlı tablosunun 7. sınıf Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi kitabından çıkartılmasının kimi turistik bölgelerde kadın heykellerinin bezlerle örtülmesiyle taşıdığı ilginç benzerlik uyarıcı olmalıdır. Kadınları dışlayan köktendinci, sakat, çağdışı anlayış haremlik-selâmlık uygulamalarıyla genişlemektedir.
Memuruna %3 zam yapabilen iktidar, siyasal partilere milyar YTL Hazine yardımında duraksamamıştır. Kendileri de yararlanacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu yardımları aykırı bulmasını kesinlikle önlemek için Anayasa’ya kural koyanlar bu büyük çelişkinin sorumlusudur.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2007 Bütçesi’nde arslan payını aldığı yazılmaktadır. Kamudaki genel bütçeli 50 yönetim içinde 13. sırayı alarak, 37 kurumu geride bırakmıştır. Üniversitelerin faturalı sağlık alacaklarını ödemeyen, yeni üniversitelere gerekli olan ödenekleri vermeyen iktidarın seçim malzemesini giderek zenginleştirdiği gözden kaçmamaktadır.

Günlük siyaseti değil, görevinin gereklerini konuşan askerlere yönelik saygısız eleştirilerde bulunan gerzek ve geveze takımına gülünüp geçilir. Dünün askercileri bugün demokratlık taslar ama yarın yine asker yanlısı kesilir. Tankla çözümü, darbeyle çözümü isteyen kim? Kendi kafalarındakini başkalarına yakıştıran kurguculara kimse inanmıyor.

Ramazanda gerçekdışı bahanelerle, gerekçelerle kapatılan yemekhaneler, kantinler, kimi ilkel davranışlarla birleştirilince nereye götürülmek istediğimiz ortaya çıkıyor. Oruç tutmadığı, sigara içtiği için saldırıya uğrayanlar var. Bir kez anlaşılıyor ki cumhuriyet, varlığımızı, sağlığımızı da koruyor.

Kimi televizyonlarda Atatürk’ü ve cumhuriyeti karalamaya yönelik izlencelerde aymaz-dönek-karşıt karışımının saçmalıklarına rastlanıyor. Cumhuriyeti sorgulamaya ve suçlamaya yeltenen bu zavallılara “Cumhuriyetin varsa suçu sizin gibileri yetiştirmektir” demek yeter. Cumhuriyeti cumhuriyet olmaktan çıkaran ödüncüleri, köktendincileri, çıkarcıları, soyguncuları, sözde demokrat, sözde ilerici, sözde milliyetçi, sözde aydınları bırakıp cumhuriyeti suçlamak, değerbilmezlik ötesi kendini bilmezliktir. Lâikliği kavramamış sözde öğretim üyesi militan, karışık ve karanlık adamlar, her iktidarın kuyruğu olmaya can atan şımarık, şaşkın çıkarcılar, gösterişçiler, utanmaz, arsız ve yüzsüzler her yere girip çıkarak zehirini kusuyor. 10. Yıl Marşı ile benzeri marşları alaya alan salak-bunak takımı da böyle. Yargıda, yönetimde, üniversitelerde, belediyelerde ne kadar siyasal yandaş ne kadar hacıyatmaz varmış. Gerici eylemlere nasıl hoşgörüyle yaklaşıp destek veriyorlar. Kapılarda nasıl bekleyip nasıl alkış tutuyorlar. Gerçeklere gözlerini kapayanların vicdanları da donuyor.

Sorumluluk asıldır

Mudanya Müftüsü “Anne, eş, kız kardeşten başka bayanlarla tokalaşıp öpüşmeyin” diyor. Şanlıurfa ve Konya’dan sonra İstanbul Bağcılar Belediyesi kadınlara özel park yapıyor. Ankara Belediyesi’nin kadınlar için özel ortamları olduğu söyleniyor. Sormak gerekir, nereye gidiyoruz? “Cübbeli hoca” olayları ayrı.

Anamuhalefet Partisi bunlarla herhalde ilgilenecektir. Ama “Sağ CHP’ne geliyor” kanısı bir düşten öteye geçemez. Solun dağınıklığı sağda yaşanmıyor. Anamuhalefet Partisi lideri öyle sıcak, öyle içtenlikli, öyle gerçekçi, öyle özlenen sözlerle ve davranışlarla solu toplayabilir ki Türkiye kurtulur. Nerde o günler?

Sümerbank, Etibank yok edildi. Adları bile güzeldi.

Düzeltmek,daha yararlı kılmak varken Atatürk Cumhuriyeti’ni kırpa kırpa, budaya budaya yok etmeye yönelik çabaların birer uygulaması olarak yoksunlukları yaşıyoruz. Biz satıyoruz, Yunanlılar, Belçikalılar alıyor. Yazık değil mi? Türkiye Cumhuriyeti onlardan niye geri kalıyor?
Yargıda kararların geç alınması, gerekçeli kararların geç yazılması büyük kusurdur. Kimi yargı organında bunun yaptırımı yoktur, kiminde etkisizdir. Son zamanlarda özellikle siyasal kesim ve bürokrasi ağırlıklı kimi sanıklara ilişkin kimi dâvaların zaman aşımına uğramasından ya da uğratılmasından ilgili savcılar ile yargıçların sorumlu olduğu söylenmektedir.

Kimilerinin tersini yaymaya çalıştıkları gerçeklerden biri de Büyük Atatürk’ün 15/20 Ekim 1927’de Gençliğe Seslenişle biten Büyük Söylevi’nin eşsiz değeridir. 79. yıldönümünü yaşadık. En büyük Türk Devrimi Cumhuriyetin 83. yıldönümünü buruklukla kutlayacak, Atatürk’ü 68. ölüm yıldönümünde bir kez daha anacağız. Değerli Ahmet Taner Kışlalı’yı 7. ölüm yıldönümünde yürekten andık. Değerlerine sahip çıkmayanın hiçbir değeri olamaz. Cumhuriyetimizi yaşayacak ve yaşatacağız.
Okuyucularımıza gazeteci Akgün Tekin’in “Türk Basınında Kayan Yıldız-Haldun Simavi’nin Günaydın’ı” adlı kitabıyla Fethi Karaduman’ın “Atatürk Devrimi-Çöküş ve Doğuş” adlı kitabını önemle salık veriyoruz. İkisinden de çok yararlanılacak, mutluluk duyulacaktır.1

07/10/2002


http://www.turksolu.com.tr/14/index.htm

.

YÜZ METREYİ 3 SANİYEDE KOŞMAK..,




YÜZ METREYİ 3 SANİYEDE KOŞMAK..,


  Tayyip’le Bush ilk buluşmalarinda birbirlerine hava atarlar…

_ Bush, Tayyip’e “ Bizde öyle bir teknoloji var ki, Ölüyü diriltiriz” der.

_ Tayyip altta kalmaz ve karsilik olarak “Bizde öyle bir teknoloji var ki,
 partimizin bütün üyelerine 100 metreyi 3 Saniyede koşmayı öğretiyoruz” der.


Türkiye’ye döndügünde Tayyip’i bir düşünce alir.

 Danismanlarini çagirtir ve… attigi palavrayi anlatir. “Haftaya Bush geliyor.
 Yalanimiz ortaya çikacak, acaba ne yapsak?” diye sorar.

Danismanlarindan biri hemen yanitlar: “Onlara ölüyü nasil dirilttigini sordunuz mu?” “Hayir sormadik” “O halde hiç korkmayin baskanim, elin Bush’u Anitkabir’e götürün. Atatürk’ü diriltmesini isteyin.
Diriltmezse o rezil olur..
_  Yok eğer diriltirse,siz zaten 100 metreyi 3 saniyede kosarsiniz!!!”


..
Not; FIKRADA OLSA '' DEMOKRASİLERDE  ÇARELER TÜKENMİYOR..,''  SİYASİ ZEKA & DEHA HERŞEYİN ÇÖZÜMÜNÜ BULUR..,SİYASETİNDE ÖZÜ  BUDUR ZATEN ÜLKEMDE..
..

Cumhuriyet ve Demokrasi Düşmanları (2)



Cumhuriyet  ve Demokrasi Düşmanları (2)


YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
16.12.2002 / Sayı:19

Atatürk’ün 1905’te Bulgar Aralof’a açıkladığı özlemleriyle 1919’da Erzurum’da Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirdiklerinin başında Cumhuriyet yönetimi bulunmaktaydı. 1922 sonu, 1923 başında çıktığı Marmara ve Ege bölgesi gezisi sırasında arkasından Ankara’da basılıp dağıtılan broşürlerle padişah ve halife olması istenmişti. TBMM’nin gizli oturumlarında Cumhuriyet karşıtlarının kuşkularını nasıl giderdiği bilinmektedir. Cumhuriyet’in kazandırdıkları düşünülmemekte, Cumhuriyet olmasaydı neler olabileceği üzerinde durulmamaktadır. Bugün Cumhuriyet’ten yararlanarak Cumhuriyet karşıtlıklarını azgınlık durumuna getirenlerin ulusa neler verebileceği kestirilmelidir. Tarihsel gerçekleri tersine çevirerek, düşün ve sanat sömürüsü yaparak, hak ve özgürlükleri kötüye kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne saldıranların düşmanları yüreklendirmesi ibretle izlenmektedir. Tiksindiren iğrençliklerini çekinmeden, duraksamadan ve utunmadan sürdüren numaracılar için köktendinci ve etnik ayrımcı, bölücü terör de yoktur, tehlike de. Tehlikeli olan Atatürkçülüktür, istenmeyenler de Atatürkçülerdir. Tam bağımsızlığın değeri kalmamıştır küreselleşme, globalleşme yoluyla, ABD baskısı ve AB dayatması, IMF eliyle ve hiçbir eşitlik gözetilmeden her ödün verilmeli yeter ki AB’ne girilmelidir. İşte numaracı sahtekârların, laiklik paranoyası artık ve kuyruklarının önerilerinin özeti. ‘Türban’ yalanıyla dayatılan baş bohçalamasını kimlerin ne zaman, nasıl gündeme getirdiği, neye yaradığı, neyin simgesi olduğu unutturulmaya çalışılmaktadır. Yanlış alıntılar, amaçlı görüşler verilerek toplumsal barış bozulmakta, ciddiye alınması olanaksız görüşler ve değerlendirmelerle ulusal dayanışmanın yıkılmasına destek olunmaktadır. Bilinmeledir ki Atatürk olmasaydı, Cumhuriyet olmazdı, Cumhuriyet olmasaydı, demokrasi olmazdı. Türklük bilincini inancıyla dokuyu ulusal kimliğiyle mutluluk duymayan yurttaş olamaz. Şamata ve yaygara ile demokrasiyi kötüye kullanarak alabilecekleri sonuç ancak, kinlerine ve hırslarına yenilip getirecekleri karanlıkta yitmektir. Kişiliksiz, niteliksiz, düzeysiz davranışlarıyla Cumhuriyet’e yaraşır olmayan Tanzimat ve Meşrutiyet bağımlısı numaracılar, üstelik devletin olanaklarndan yararalanmakta, kimileri devlete ilişkin ün ve sanları kullanmaktan kaçınmamaktadır.
Türçeci geçinip konuşma ve yazıları Türkçe yanlışlarıyla dolu yazarlar, tembeller, çıkarcılar, sahtekarlar, bilimsel sosyalizmi Stalin düzeniyle yozlaştırıp dikta yönetimi kursaklarında kalanlar, geçmişini yadsıyarak bir uçtan bir uca geçen ve yeni yerinde kendini benimsetmek isteyen dönekler, aşağılık duygusuyla saldırıp ad yapacağını, yer kazanacağını sanan şaşkınlar, kurumları kavrayamamış, bilgi ve ahlak yoksunu kopyacılar, sözde siyasetçiler ve yanlışları, yanılgılarıyla kışkırtıcı duruma düşen sözde Atatürkçüler. Karşı devrim Cumhuriyet’in kurulmasıyla gizli- açık ne pahasına olursa olsun sonuç almaya çalışan bir kötü güçtür. Ayrıca, Cumhuriyet-demokrasi çelişkisi yaratıp yayarak çabalarını sürdürmektedirler. Cumhuriyet, demokrasi uygulamasıdır. Birbirine karşı değildir. Bizim Cumhuriyetimiz demokrasiyi ülkü edinmiştir. Başka ülkelerde Cumhuriyetsiz biçimsel demokrasilerin, demokrasiyi öngörmeyen biçimsel Cumhuriyetlerin olması bzi bağlamaz. Kötü örnek, örnek olamaz. Cumhuriyeti düşmanlarına, bağnaz ve aymazlara bırakmamak, sürekli yüceltmek insanlık ve yurttaşlık yükümlülüğümüzdür. Üç tür okuldan, beş tür mahkemeden, onbeş tür nikahtan, karanlıktan kurtaran Cumhuriyet yönetim ve hukuk birliğine kavuşturdu. Laik Cumhuriyetimiz en büyük Türk Devrimi olarak ulusal onurumuzu temsil etmektedir.
Değişik nedenlerle ve gerekçelerle Cumhuriyet’e karşı olanlar biraraya gelirler, birbirlerini tutarlar. Dayanışmaları kapsamlı ve verimlidir. Cumhuriyetçileri ”Jakoben” diye suçlarlar. Cumhuriyet olmasaydı tebaa olarak kalacak, sürüneceklerdi. Cumhuriyetçilerin tembelliği, uyuşukluğu ve umursamazlğı, karşıtlarının gücünü oluşturmaktadır. Cumhuriyetçiler anlaşamadıkça, ayrıntıda ayrılmak sayrılığından kurtulmadıkça Türkiye kurtulamaz. Cumhuriyet’i kullanarak, Cumhuriyet’ten yararlanarak amaçlarına ulaşmak isteyenler gözdağına, baskıyı, yıldırmaya, her yola ve yönteme başvururlar. Birbirilerine söz edemezler. İmamlarının emirlerine göz kırpmadan uyarlar. Devleti, huhuku değil, şeriatı önemseyen, girişimlerine karşı çıkılmaması, çıkılırsa yanlarında ve arkalarında olmaları için önceleri ağır eleştiriler yönelttikleri Batıya her ödünü duraksamadan verirler. Yeşil sermayeye destek olur, övgü yağdırırlar. Numaracıların gerici kesimden yararlandıkları kuşkusuzdur. Beslenmeleri kendileri için doğaldır. Cumhuriyet karşıtları kim ve nereden olursa olsun, onlar birleşirler, birlikte saldırırlar. Yalakalıkta üstlerine yoktur. Her tür oyuna hazırdırlar. İstedikleri sonucu almak için yapamayacakları şey yoktur. Herşeye katlanırlar. İlkesiz, ülküsüz olduklarından yarın tümüyle ters bir oluşumda ya da kesimde yer alabilirler. “gaflet, dalalet, hıyanet” çetesinin her dönem, herkese hizmet edecek militanlarıdır. Kimileri siyaset palyaçosu, ekonomi soytarısı, demokrasi tırtılı rolüne çıkabilir. Bunlar Cumhuriyet Çınarı’nın ağaçkakanları, pusudaki baykuşları, medyanın papağanlarıdır, kimi partilerin kargalarıdır. Yeni Bremen Mızıkacılarıdır. Atatürk ve laik Cumhuriyet karşıtı herşeye alkış tutan bilinen korodur.
Atatürk, Cumhuriyet’in erdem olduğunu söylemişti. Şimdiki kişilere ve olaylara bakılırsa üzüntü ve kuşku artar. Ama yılmak yok. Erdemli olmayanlar erdemden anlamazlar. Cumhuriyeti kendimiz için olduğu kadar çocuklarımız, geleceğimiz için de canımızı adayarak savunacak, koruyacağız. Demokrasiyi doyurucu düzeyde tatmak için Cumhuriyet’le gönendireceğiz. Bu görev, en büyük sorumluluğumuzdur. Sonsuza değin yaşatacağız.

 Ölmek de yok, dönmek de yok!

http://www.turksolu.com.tr/19/ozden19.htm

..

Cumhuriyet ve Demokrasi Düşmanları (I)



Cumhuriyet ve Demokrasi Düşmanları (I)


YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
02.12.2002

Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvayı Milliye ateşi ile Misak-ı Milli doğrultusunda utku ile sonuçlandırılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın amacı tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egmenlik ile aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmaydı. “Türkiye aydınlanması” olarak özetlenen bu oluşum, Amasya Genelgesi ile öngörülen kurtuluşu ve kuruluşu anlatmaktadır. Vatanın bölünmez tümlüğünü vurgulayan Erzurum Kogresi’ni genişletilmiş kararlarla Sivas Kongresi izlemiş, daha sonra 23 Nisan 1920’de TBMM açılmıştır. Cumhuriyet böyle kurulmuş, adı 29 Ekim 1923’te konulmuştur.

1921 Anayasası’nın 1. maddesi egemenliğin bağsız koşulsuz ulusun olduğunu, ulusun kendi geleceğini kendisinin belirleyip kendi kendisini yöneteceğini açıklamıştır. Gücün gökten yere inmesi, ulusun elinde olması, laikliğin yaşama geçmesi yanında ulusun kendini yönetim biçimiyle de Cumhuriyetin temelinin atılmasıydı.
Yüce Atatürk’ün “Cumhuriyet demokrasinin yaşama geçiş biçimidir -Cumhuriyet demokrasinin yönetimdeki adıdır.- Cumhuriyet Türk ulusunun yaradılışına ve karakterine en uygun yönetimdir.
-Cumhuriyet’in temeli yüksek Türk kültürü ve Türk kahramanlığıdır.
- Cumhuriyet erdemdir.
-Cumhuriyet düşünce, bilim, fen ve beden yönünden güçlü sağlam koruyucular ister.
-Cumhuriyet özellikle kimsesizlerin kimsesidir” sözleriyle amacı, ereği, özlemi dile getirmiştir.

Temelini Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi ile başarılarını bir birine ekleyen Cumhuriyet “din” bağı yerine “ulus” bağını seçmiş çok dinli, çok dilli, çok ırklı, çok hukuklu toplumdan, ümmet yapısından birliktelikleri gerçekleştirerek ulusu kazandırmıştır. Devletin kulu kölesi durumundaki kişileri, onur ve erdem saydığımız hak ve özgürlüklerle donatarak ulusun öğesi yapmıştır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” tanımı “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişi gibi anlamlı ve değerlidir. Son Osmalı padişahı Vahdettin’in iki kez “sürü” dediği halk, Osmanlılıkla asla ilgisi olmayan yepyeni bir ulus olarak tarihteki yerini almıştır.

Devrim dizisiyle çağdaşlığın tüm olanaklarını edinmek, Cumhuriyetin başarısıdır. Ölüm-kalım savaşı verilip tüm yoksunluklar, isyanlar, sapkınlıklar göğüslenerek gerçekleştirilen Türk mücizesi örnek bir yapılanma olarak tutsak uluslara ışık tutmuştur. Yangın külleri ve yıkıntılar temizlenerek ülke bayındır kılınmış, yollar, demiryolları, uçak alanları, köprüler, fabrikalar, okular, hastahaneler vd. yapımlarla 1930’ların saygın Türkiye’si yaratılmıştır.
Atatürk’ün 1927’de ki büyük söylevinin sonunda açıkladığı “bilimin ve teknolojinin son gereklerine uygun çağdaş bir devlet”le ulus birbirini kucaklamıştır. Kurtuluş savaşı ile yaşamımız, Cumhuriyetle onurumuz ve namusumuz kurtulmuştur. 1930’larda Almanya’dan sığınan 142 bilim adamı, uluslararası kuruluşların, yabancı devlet adamlarının ilgisi, onurlu düzeyin kanıtıdır. Enflasyon, devalüasyon, borçlanma olmadan, Lozan Barış Antlaşması ile üstlenilen Osmanlı borçlarını ödemenin yanında millileştirmeler yapılarak, fabrikalar açılarak sonsuza değin bağımsız yaşamasını dileyip kendimizi bu antla yükümlü kıldığımız Cumhuriyet, 1923’de hükümet biçimi olarak öngörülmüşken 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları’nda devlet biçimi olarak benimsenmiştir. Anayasanın 4. maddesi gereğince Cumhuriyetin 2. maddedeki niteliklerinin değiştirilmesi bile önerilemez. 4. maddenin değiştirilmeside önerilemez. İki madde birbirini tamamlamaktadır.
1950’den sonra giderek bozulan yönetim dinsel konularda verilen ödünler, son yıllarda yaygınlaşan yolsuzluk, soygun, hortumlama, rüşvet, kayırma, haksızlık-adaletsizlik ve ahlaksızlık olayları kötü amaçlılarca Cumhuriyetin kusuru gösterilmektedir. Bu gerçek dışı savın gülünçlüğü açıktır. Kökten dinci bağnaz ve yobazlara, bölücü ve yıkıcı etnik terör tetikçilerine, Sevr özlemcisi sözde dostlara, faşist dalgalanmalar içinde bocalayan ırçılara, çıkarcılara, karşı devrimcilere göre cumhuriyet felakettir.

Bunlardan daha kötüsü cumhuriyetin olanaklarından yararlanmalarına, bu günlerini cumhuriyete borçlu olmalarına karşın kimi aydın geçinen sözde ilerici, sözde demokrat aymazların mandacıları anımsatan, hatta onları aşan yaklaşımları, cumhuriyet düşmanlığıdır.
Bunlar, Fransa’daki rejim değişiklikleri, imparatorluk, cumhuriyet zikzakları yaşanmış gibi “ikinci cumhuriyet” sözünü etmektedirler. 12 Eylül harekatı sonrasında toparlanıp medyanın kimi köşelerine yerleşen ve yerleştirilen, kimi üniversitelerde ve organlarda ortaya çıkan devrim karşıtları Kurtuluş Savaşı dönemindeki İstanbul mütareke basınını aratmamaktadır. Gerçekleri çarpıtıp saptıran bu sivri akıllıların kimden yana oldukları kuşkuludur.

Cumhuriyetin organlarında görev alanların kişisel ve kurumsal (partilerinin) kusurlarını cumhuriyete yüklemenin anlaşılır yanı yoktur. Numaracılar günümüzdeki tüm kötülükleri, sorumlularını bırakıp koşullarını gözardı ederek 1919-1939’ları değerlendirmekte ve eleştirmektedirler. Gerçekçi içtenlikli, dürüst ve uygun yaklaşım karşılaştırmalı yapılır. Dün neler vardı, bunlarla neler yapıldı, bugün nasıl?
Cumhuriyetle her şey elde edildi. Ama Cumhuriyet artık çıkar dağıtmıyor. Şimdi çıkar sağlamak için kürtçülere, ırçılara, şeiatçılara, karapara babalarına dayanmak, kimseye dokunmayan cumhuriyete saldırarak yasa dışı güçlerin vuruşundan kurtulmak yeğleniyor.
Bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, yurdun, ulusun, ahlak ve adaletin bunlar için önemi yoktur. Yüklerini tutmuşlar hayal edemediklerine kavuşmuşlardır. Varlıklarından yoksun kalmamak için bugünün güç sahiplerine sığınmak, onların uyduluk ve uşuklığına soyunmak gerekir. Ahlak, onur, kişilik değerini yitirmiştir. Dün söyleyip yazdıklarını unutmuşlardır. İkiyüzlülük, döneklik, şaklabanlık, soytarılık, şakşakçılık her şeyi yapabilir, her kılık biçime girebilir ve her taşın altından çıkabilirler. Cumhuriyetin niteliklerine, yurtsever Cumhuriyetçilere savaş açarlar. Yalan, bunlar için beceridir, ustalıktır.

Terbiye dışı davranış olağandır.

Iraları bozuk, ruhsal ve beyinsel özürlü Cumhuriyet düşmanları gerçekte Türkiye düşmanlarıdır. Cumhuriyeti kötülerden, kötülüklerden arındırıp, kuruluş amacına uygun düzeye getirmek yerine yıkmaya uğraşanların ahlak ve insanlık durumları tartışılır.

http://www.turksolu.com.tr/18/ozden18.htm

..

DUMLUPINAR’I VE ŞEHİTLİĞİNİ BİLİYOR MUYUZ?



DUMLUPINAR’I VE ŞEHİTLİĞİNİ BİLİYOR MUYUZ?


DUMLUPINAR’I VE ŞEHİTLİĞİNİ
BİLİYOR MUYUZ?
Japonya’dan İngiltere’ye, Rusya’dan Afrika çöllerine kadar “Vatan-Millet-Din” uğruna, Türklerden başka şehit veren bir millet var mı?
35 ülkede 79 Türk Şehitliği bulunmaktadır. Bu şehitliklerin hepsi Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine aittir. Ülkemizde de binlerce şehitlik vardır. Ancak bunlardan ikisi savaşların önemi ile şehitlerin çokluğundan dolayı abideleşmiştir.
Çanakkale ve Dumlupınar…
Şükürler olsun, Çanakkale ve Gelibolu’daki şehitliklerimiz her yıl yüzbinlerce vatandaşımız tarafından ziyaret edilmektedir. Çanakkale Savaşı bir devrin bittiği yerdir…
Dumlupınar, nedir ve nerededir? Orada ne var?
Çanakkale coğrafi konumundan dolayı dünyaca tanınan ve harita üzerinde kolayca gösterilen bir yerdir. Ancak Dumlupınar’ı harita üzerinde bulmak hiçte kolay değildir! Nerede, hangi illerin sınırları içinde olduğunu bilenlerimiz bile azdır. Dumlupınar, Kütahya ilimizin küçük bir ilçesidir. Selçuklular döneminde Türkmenler bu topraklara, “soğuk sular” anlamını çağrıştıran “Dumlupınar” adını vermişler, yurt edinmişlerdir. Bir zamanlar önemli ticaret merkezi olup tarımcılık ve hayvancılık ile bölgenin kalkınmasına katkıda bulunmuştur. Bugün ise, Kurtuluş Savaşımızın abideleşmiş zafer anıtına ad olan bu ilçemiz, ne yazık ki ilgisizlikten nüfus yönünden boşaltılmış ekonomik alanda unutulmuş bir hale dönüştürülmüştür! Vatanına ve Devletine sadakatle bağlı bu yörenin insanının desteklenmesi gerekmez mi? Dumlupınar ilçesinde sadece bir un fabrikası var! 1990 yılında 6840 olan nüfus, 2010 yılında 3106 ya düşmüştür. Maden yönünden zengin olan bu topraklarda neden işletmeler açılmıyor? El sanatlarımız halı ve kilim dokumacılığı neden desteklenmiyor? Yoksa bu halkın suçu, öz be öz Türk olmaları mı?
Dumlupınar Şehitliğini görmeden bilenler, Şehitliğe ad vermiş bir ilçenin varlığını biliyor mu? Gençlerimiz ne durumda, bari Şehitliği biliyor mu? Dumlupınar bir devrin başladığı yerdir…
Tüm Şehitlerimizi rahmet ve saygı ile anıyoruz.
YILMAZ KARAHAN
DUMLUPINAR ŞEHİTLİĞİ
image00133.jpg
Dumlupınar Şehitliği girişi
Kütahya-Afyon karayolundan, Afyon’a 60 km. kala Âbideler sapağına girildikten 41 km. sonra Şehitlik ve âbide karşımıza çıkar. Kütahya ili Dumlupınar ilçesi sınırları içerisindeki Cafer Gazi Tepesindeki bu anıt ve şehitlik, cephede ve cephe gerisinde verilen 137 000 şehidimizin anısına, 26.08.1992’de Büyük Taarruzun 70 inci yıldönümünde, Kültür Bakanlığınca yaptırılıp ziyaret açılmıştır. Bu kompleks girişten itibaren şadırvan, namazgah, Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın üçlü anıtı, Milis Anıtı, 500 kişilik şehit mezarları ve kitabeleri, baba-oğul anıtı ile tepenin üzerindeki Mehmetçik anıtından meydana gelmiştir.
image00210.jpg
Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın  üçlü anıtı
Şehitliğin kapısından girince mermer bir platform üzerinde Atatürk ortada, sağında Fevzi Çakmak solunda ise İsmet İnönü’den meydana gelen bronzdan yapılmış olan üçlü heykel grubu gelmektedir. Atatürk’ün boynunda dürbün sol elinde ise bir baston vardır. Sağ elini ileriye doğru uzatmış bir şekilde durmaktadır. Her üçü de Kurtuluş Savaşında giydikleri tarzda asker üniformalı olup başlarında kalpak vardır.
image0037.jpg
Milisler Anıtı
Kurtuluş Savaşında savaşan Türk halkını temsil eden bu “Milis Anıtı” mermer bir kaide üzerinde bronzdan yapılmış üçlü bir heykel grubudur. Önde ortada diğerlerine göre biraz daha ileriye çıkmış olan genç bir milis omzunda fişeklik ve sağ elinde tuttuğu bir tüfek ile canlandırılmıştır. Sağında biraz arkasında kucağında çocuğu ile genç bir kadın kurtuluş savaşındaki çocuğunu arkasına bağlayıp cepheye mermi taşıyan cefakar Türk kadınını sembolize eder. Sol tarafta ise yine biraz geride yaşlı, sakallı başı kalpaklı, yarı asker giyimli bir erkek sol kolunu ileriye doğru uzatarak parmağı ile ileriyi işaret etmekte olup Kurtuluş Savaşının genç-yaşlı demeden topyekün bir mücadele olduğunu gösterir.
Kaidenin altındaki mermer kitabede Mehmet Akif’in şu dizeleri yazılıdır: 
“Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım 
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım 
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım 
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım“

image0042.jpg
Şehit Baba-Oğul Anıtı
Tepedeki Mehmetçik Anıtına giden merdiven basamaklarının sağında ise bir trajediyi canlandıran “Şehit Baba-Oğul Anıtı” vardır. 1912 yılında oğlu Mehmet 8 yaşında iken askere giden Çetmili Kara Ali Çavuş’un hikayesini anlatır. Balkan Savaşına giden Ali Çavuş sırasıyla Galiçya, Hicaz, Yemen ve Kafkasya’da cepheden cepheye koşarak 11 yıl köyünden ve ailesinden uzak kalmıştır. Milli Mücadele başlayınca da doğu cephesinden Kurtuluş Savaşına koşmuştur. Dumlupınar’da Başkomutanlık Meydan Savaşında 19 yaşındaki Alay Sancaktarı Mehmet Onbaşı ile karşılaşır. Mehmet Onbaşı onun 11 yıl önce köyünde bıraktığı oğludur. Baba- oğul’un sevinci çok kısa sürer,31 Ağustos günü Kara Ali Çavuş oğlunun kolları arasında şehit olur. Oğlu Mehmet ise 9 Eylül’de İzmir’e giren birliğin başında şehit düşer. Bronzdan yapılmış bu ikili heykel de genç oğul şehit babasını kucağında taşımaktadır. Anıtın altındaki mermer kitabede ise bu hikaye anlatıldıktan sonra “Yüce kahramanları minnet ve şükranla anıyoruz” denilmektedir.
image0052.jpg
Mehmetçik Anıtı
Şehitliğin kapısından girince tam karşıdaki mermer merdivenlerle çıkılan tepeciğin üzerinde mermer bir kaide üzerinde bronzdan yapılmış, elinde süngüsü ile bu savaşta şehit olan isimleri bilinmeyen askerlerimizi temsil eden “Mehmetçik Anıtı” bulunmaktadır.
Şehitliğin giriş kapısı ile Mehmetçik Anıtına çıkan merdivenlerin arasındaki geniş çimenlik sahada isimleri tespit edilebilen şehitlerimizin mermerden yapılmış sembolik mezarları bulunmaktadır.
image0061.jpg
Şehitlikteki sembolik mezar kitabeleri
Şehitlikteki kitabelerden en önemlisi de Atatürk’ün sözlerini ihtiva edenidir. Mermer üzerine yazılı olan bu kitabe şu sözler yazılıdır:
“26 Ağustos 1922 Afyonkarahisar Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son devresi olan 30 Ağustos Muharebesi Türk tarihinin en önemli bir dönüm noktasını teşkil eder. Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk Devletinin ve genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada sağlamlaştırıldı. Ebedi hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları bu semada uçan Şehit ruhları Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedi koruyucularıdır. Bu büyük Meydan Savaşında Şehit düşen evlatlarımızı rahmetle minnet ve şükranla anıyorum.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk)
image0071.jpg
ŞEHİT SANCAKTAR MEHMETÇİK ANITI
1964’te söküldü, depoya kondu 1979’da yeniden gün ışığına çıktı.
Türkiye’deki en güzel, en özgün ve en anlamlı harp anıtı. Atatürk, 31 Ağustos 1922’de muharebe sahasını gezerken, şehitler arasında düşman topçu mermisinin açtığı çukura gömülmüş bir sancaktar görür. Şehit asker, toprağın üstünde katılaşmış kolu ile sancağı dimdik tutmaktadır. Manzaradan duygulanan Başkomutan, savaş sonrasında yapılacak meçhul asker anıtı için bunun sembol alınmasını emreder. Zafer Tepe üzerinde, savaştan iki yıl sonra bizzat Mustafa Kemal’in katıldığı bir törenle temeli atılan anıt, 1927’de tamamlandı. Mimar Hikmet Bey ve Taşçı Kadir Usta’nın eseri olan anıt, büyük bir saygısızlık örneği olarak 1964’de sökülüp depoya kaldırıldı. Bu sırada mermer parçaları zedelendi. Unutulmaya terk edilen anıt 1979’da Tümgeneral Ali Özveren tarafından Berberçam Tepesi’ne yerleştirildi. Birinci Ulusal Türk Mimarisi tarzında inşa edilen anıtın bronz heykel kısmı, orijinal halinin aksine sonradan boyanmıştır.
Kaynak:
1.   Şehitlik ile ilgili bilgiler “Kenthaber Kültür Kurulu” sayfasından alınmıştır.
2.   “Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı” hakkındaki bilgi Facebook’ta “Güneşin Gözyaşlarından” alınmıştır.
  http://www.yenidenergenekon.com/198-dumlupinari-ve-sehitligini-biliyor-muyuz/#sthash.qatpWnZr.dpuf

..

Atatürk’ün Okuduğu Hutbe



Atatürk’ün Okuduğu Hutbe



 
 
image00127.jpg
 
 
 
 
ATATÜRKÜN OKUDUGU HUTBE - BALIKESİR
 
Atatürk’ün 7 Şubat 1923 Çarşamba günü Zağanos Paşa Camii’nde Okuduğu Hutbe

Atatürk’ün Zağanos Paşa Camii’nde okuduğu hutbenin bir bölümü sarı pirinç levha üzerine yazılıp, aynı caminin dış giriş kapısının sağ tarafındaki duvara monte edilmiştir.
Bu arada eşi Latife Hanım’la birlikte kaldıkları Sâcitzâde Mahmut Bey’in evinde namazını kılması için Gazi Paşa’ya bir seccade ile bir tespih hediye edilmiştir. Bu seccade halen Balıkesir Kuvay-ı Millîye müzesinde bulunmaktadır.
ZAĞANOS PAŞA 

Esas adı Mehmet olan Zağanos Paşa, Fatih Sultan Mehmet devri paşalarındandır. Yabancı bir isim gibi görünen bu kelime aslında Şahin kuşunun bir cinsi olan Zağanüs Türkçe kelimesidir. Bunun yanında Doğana da Türklerde Zağnos denirdi. Tarihte de Zağnos Mehmed Paşa diye anılır.
Fatih devrinde Trabzon’un fethinde Donanma Komutanı olarak görev yapmış, Balıkesir’de vefat etmiştir. Türbesi hanımıyla beraber sağlığında yaptırmış olduğu aynı caminin avlusundadır. Türbenin küçük bahçesinde de oğul ve torunları yatmaktadır.
Türbenin kapısındaki kitabede, ‘Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin Dâmâdı Gazi Zağnos Muhammed Paşa’nın Türbe-i Şerîfi’dir’ diye yazıyor. 
ATATÜRK’ÜN HUTBE OKUDUĞU MİNBER 

Minber, caminin ilk yapılışından kalmadır. Kalem gibi düzgün, gelin gibi nazlı bir duruşu vardır. Bakanın göz ve gönül zevkini okşuyor gerçekten.
Kapısı tek parça mermerden yapılmış olup yüksekliği 3 metre, genişliği bir metredir. Kapının iki yanındaki köşeler yuvarlaklaştırılarak ince birer sütun meydana getirilmiştir. Bu sütunlar ve yan tarafları ve kapı kenarlarının köşeleri iri mersin yapraklı, birbirine girmiş kıvrık dallardan şekillenen oyma tekniğinde süslenmiştir.
Kapı üzerinde yer alan dikdörtgen çerçevenin içine sülüs yazı şekli ile ‘Tevhid’ kelimesi ve ‘Hamd’ ayetleri yazılmıştır. Bu tevhid ve hamd kelimeleri, caminin ilk yapılış tarihi olan Hicrî 865 yılını Ebced Hesabı ile ifade ediyor. (Muharrem Eren, Zağnospaşa, Zağnos Kültür ve Eğitim Vakfı, 1994, s. 144)

İŞTE TARİHÎ OLAYIN  VESİKASI… 

7 Şubat 1923 Çarşamba günü Zağanos Paşa Camii’nde bir mevlit programı tertip edilmişti. 
Atatürk camiye geldi. Atasına ulaşabilmek için muazzam kalabalık bir o yana, bir bu yana dalgalanıyordu. Uzun uğraşlardan sonra camiye girebildi. Kur’anlar ve mevlitler okundu, devletimizin dirliği, milletimizin birliği için duâlar edildi. Cemaatle birlikte öğle namazını kılan Atatürk, namazdan sonra minbere çıktı ve şu tarihî konuşmasını yaptı:

‘Ey Millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmı, âtıfeti, hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık ve akâid-i kat’iyyeyi (kesin inançları) telkin etmek için me’mûr olmuştur (görevlendirilmiştir), mersûl olmuştur (gönderilmiştir).
Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin delâlet-i peygamberânesiyle tesis etmiş olan dînimizin kanûn-i aslîsi cümlenizce mâlumdur ki Kur’an-ı Azîmüşşânın ihtivâ ettiği nusûhtur (öğütlerdir). Bu nusûha istinâden tesis etmiş olan dinimiz 1300 bu kadar seneden beri âlem-i beşere feyz-i rûhânî vermiş son dindir ve dîn-i ekmeldir. Çünkü tabiata, akla, mantığa tamamen muvâfık, mutâbık ahkâmı ihtivâ eder.
Filhakîka böyle olması ve en son din olabilmesi için bu mezâyâyı âliyeyi (yüksek meziyetleri) câmî bulunması (içine alması) icap eder. Çünkü aksi takdirde kavânîn-i ilâhiye (ilâhî kanunlar) beyninde tezat olması lazımdır. Zira bilcümle kavânîn-i dîniyeyi yapan ve kuran Allah Azîmüşşân’dır.
Biliyorsunuz Cenab-ı Peygamber bütün mesâi-i zâtiyesinde (şahsî çalışmalarında) iki hâneye mâlik bulunuyordu. Birisi kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini ekseriyâ Allah’ın evinde, camide Eshâb-ı Kirâm ile istişâre ederek yapardı. Biz bu dakikada Allah’ın evinde bulunuyoruz.
Allah’ın huzurunda, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ehl-i imân ile beraber ictimâ ettiği dâr-ı kudsîde bulunuyoruz. Böyle bir sevaba beni muzahhir eden (kavuşturan) Balıkesir’in dindar, çok kıymettâr ve kahraman insanlarının huzûrudur. Bundan dolayı çok memnunum. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a karşı en kıymetli bir vazife ifâ ettiğimizden nâşî (dolayı) en büyük sevaba nail olacağım.
Ey Balıkesir Halkı!
Camiler yalnız birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için değildir. Camiler bilhassa din ve dünya için neler yapmak mecburiyetinde olduğumuzu düşünmek, meşveret etmek (fikir alışverişinde bulunmak) içindir. Herşey ancak meşveretle iyi tarîka (yola) sevk edilir.
Biliyorsunuz ki Cenâb-ı Peygamber ekseriya rufekâ-i mesâîsiyle (çalışma arkadaşlarıyla) meşveret eder, dünya umûrunda (işlerinde) kendinden kuvvetli, daha zekî arkadaşları olduğunu teslim buyururlardı.
Binâenaleyh, sizin de kendi işlerinizde her birerlerinizin dimağları (beyinleri) mutlaka ayrı ayrı hâli faaliyette (çalışma hâlinde) bulunmalıdır.
Bugün burada memleketimizin mâmûriyeti için, bütün bunların istinâd ettiği (dayandığı) istiklâli tâmmemiz (tam bağımsızlığımız) bilâ kayd-ı şart (kayıtsız şartsız) hâkimiyetimiz (egemenliğimiz) için neler düşündüğümüzü açıkça söyleyelim, hasbihâl edelim (konuşup dertleşelim).
Ben size yalnız kendi düşündüklerimi söylemek değil, sizin düşündüklerinizi bilmek istiyorum. Esasen âmâl-i Milliye (millî emeller), irâde-i milliye (millî irâdeler), temâyulât-ı milliye (millî meyiller) demek, halkın içerisinden şu veya bu bir kaç kişinin emelleri değil, bütün bir milletin muhassalası (hülâsâsı, özü) demektir. Bu muhassalanın fevkine (üstüne) çıkmak ve tahtında(altında) kalmak mutlaka yanlıştır.
Hakîki yolu bulabilmek için halkın efkârı hissiyâtını (fikrî duygularını) daima bilmek lâzımdır. Buna binâen sizden çok rica edeceğim: Bana ne sormak istiyorsanız sorunuz, dinleyeceğim. Cenâb-ı Hakka tekrar hamd ve senâ ederek burasını terk ve sizi dinlemek üzere aşağıya iniyorum.’ Minberden indiklerinde ise hutbe ile ilgili olarak sorulan bir soruya da şu cevabı vermişlerdir:
‘Efendiler! Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen Hatip’tir. Yani söz söyleyen demektir.
Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber hayatta bulunduğu dönemde hutbeyi kendileri söylerlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek ilk dört Halîfe’nin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört Halîfe’nin söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idarî, malî, siyasî ve sosyal konularıdır. Müslümanlar çoğalmaya, İslâm ülkeleri genişlemeye başlayınca, Hazreti Peygamber’in ve dört Halîfe’nin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkan kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri tebliğe bazı kişileri görevlendirmişlerdir. Bunlar herhalde Müslümanların en büyük reisleri idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatır ve doğru yolu göstermek için ne söylemek lazımsa söylerlerdi.
Bu usûlün devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece mühimdir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın aklı faaliyet durumunda bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir…
Hutbeden maksat halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve tembellik içinde bırakmak demektir. Hatiplerin halkın kullandığı dille konuşması lazımdır.
Geçen sene Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki, ‘minberler, halkın şuurları ve vicdanları için bir ilim ve nur kaynağı olmuştur. Böyle olabilmesi için minberlerden yankılanacak sözlerin bilinmesi, anlaşılması ve ilmî ve fennî hakîkatlere uygun olması lazımdır. Asil hatiplerimizin siyasî, sosyal ve medenî gelişmeleri her gün takip etmeleri gerekmektedir. Bundan dolayı hutbeler tamamen Türkçe ve zamanımızın ihtiyaçlarına uygun olmalıdır ve olacaktır.’
 

İşte devlet-millet kaynaşmasının muazzam örneği… Atatürk’ün dinî yönünü tenkit edenler mesnetsiz tenkitlerini hiç olmadı şu insaf eleğinden geçirmek zorundadırlar. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanları içinde cami minberinden konuşma yapan Tek Cumhurbaşkanıdır. İşin doğru yolundan sapıp, ‘şunun için yapmış, bunun için yapmış’ patikalarına sapanları ise, kendi körlükleri içinde bırakmaktan başka yapılacak ne vardır ki?
(Not: Bu konuşma, Balıkesir Belediye Başkanı Sami Gökdeniz tarafından 1995 yılında Uludağ Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Okutmanı Fuat Özer’e tercüme ettirilerek günümüze kazandırılan ‘Zafer-i Millî Gazetesi’nin ekinde de verilmiştir.) 
 
O GÜNÜN GÖRGÜ TANIĞI İBRAHİM CUMALI ANLATIYOR 

’6 Şubat Salı günü Atamız ile eşi Latife Hanım ve beraberindekiler Balıkesir’e geldiler. Halk ve öğrenciler İstasyon önünde ve Millî Kuvvetler Caddesi’nde Paşalarını bekliyorlardı. Ben o zaman ‘Dâru’l- Hilâfeti Âliye’de okuyordum. Sonra adı ‘İmam ve Hatip Okulu’ oldu. Biz de bugünkü yeni Belediye binasının Millî Kuvvetler Caddesi tarafındaki bahçesinin önünde yerimizi almıştık. Büyük önder bizim önümüze geldiğinde bizleri gözleriyle süzdü, Ahmet adındaki arkadaşımıza sorular sordu.
7 Şubat Çarşamba günü olan ertesi günü ise öğleden evvel okulları teftiş etmişler, bizim okulumuza da gelmişlerdi. Sınıfımıza teşrif ettiler, bazı arkadaşlarımıza sorular sordular, güzel cevaplar verildi…
Sınıftan ayrılmak üzere iken Müdürümüz Halil Efendi’ye dönerek,
 
 ‘Hocam! Bu çocuklar ilmiye talebesi, başlarında sarık var fakat üzerlerinde herkesin giydiği (karışık renkte) ceketler. Mesleklerini ifâ ederken imam efendilerin giydikleri gibi cübbe giyseler daha güzel olur’ 
 
buyurdular. Müdürümüz, ‘Hay hay Paşam… Emredersiniz. Ailelerine haber gönderelim, yaptırsınlar’ cevabını verdi. Bunun üzerine Gazimiz o sırada yanında bulunan Maarif Müdürü Sabri Bey’e, ‘Mâlî durumu müsait olmayanlara biz Hükümet’ten yaptıralım’ emrini verdiler. Sonradan mâlî durumu müsait olmayanlara giysi yardımı yapıldı.

Büyük önderimizin aynı gün Zağanos Paşa Camii’nde konuşacağı öğrenildi. Kendilerini dinlemek için bize izin verdiler… Öğle namazından sonra Paşamız minbere çıkarak: ‘Bu dakikada milletimizin hal ve istikbâline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu mukaddes yerde, Allah’ın huzurunda bulunuyoruz’ diyerek tarihî konuşmasını yaptı. Ve sonra da ‘Ben, yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum, düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim’ buyurdu. Sorular soruldu, cevaplar verildi.
 
(M. Reşit Kıpçak, a.g.e, s. 56-57)
Kaynak: Diyanet İşleri Başkanlığı
 
 http://www.yenidenergenekon.com/149-ataturkun-okudugu-hutbe/#sthash.eWBV99pB.dpuf

.

ENDİŞEM VAR !


Endişem Var!

image001











Doğu Perinçek 2005 yılında İsviçre’de verdiği bir konferans da “Ermeni soykırımı yoktur. Bu büyük bir yalandır” sözü üzerine İsviçre makamlarınca tutuklanmış ve mahkum edilmişti. Çünkü; İsviçre, Ermeni Soy Kırımı yalanını kabul etmiş bir ülke olup “Ermeni Soy Kırımını inkar etmek suçtur” gibi bir yasal düzenleme de yapmıştır.
Doğu Perinçek, AİHM’ne baş vurmuş ve haklı görülmüştür. Ancak İsviçre hükümeti bu karardan memnun olmamış, olayı uluslararası bir boyuta taşıyarak, kampanya başlatmıştır. Bu kampanya neticesinde İsviçre, bir üst mahkemeye baş vurmuş ve davanın yeniden görüşülmesine karar verilmiştir. Bu davaya Ermenistan ve Fransa’da müdahil olacağını açıklamıştır.
Bildiğim kadarı ile; bu üst mahkemenin vereceği kararın kesin olduğudur. Yani tüm ülkelere yaptırıma neden olabilir.
28 Ocak’da başlayacak davanın sonuçları, muhtemelen Ermeni Soy Kırım iddialarının 100. yıl dönümü olan 24 Nisan 2015 ten önce olması ve Türkiye’nin aleyhinde çıkması, uluslararası yasal bir felakete de neden olabilir.
Düşünebiliyor musunuz?
İsviçre, Ermenistan ve Fransa Devletlerinin iddiasına karşılık, Türkiye’yi Doğu Perinçek savunacak!
Doğu Perinçek’in şahsında, Türkiye de yargılanacak!
Allah korusun sayın Perinçek suçlu bulunursa, Türkiye de cezalandırılmış olacak!
İnşallah bu gelişmeler bir kurgu değildir.
Sayın Perinçek’in siyasi görüşlerini her ne kadar tasvip etmesem de, bu milli dava da duacısıyız!
İşbu görüşler, şahsi endişemdir.

YILMAZ KARAHAN


http://www.yenidenergenekon.com/387-endisem-var/comment-page-1/#comment-80074

*********
BENİM BU HUSUSUTAKİ  GÖRÜŞÜM..

50 YILDIR SİYSETİN İÇİNDE OLAN ZAMANINDA TERÖRİSTE DESTEK VEREN DİĞER BİR ZAMAN DİLİMİNDE KAFASINA GÖRE HAREKET EDİP TÜRKİYEYİ GÜÇ DURUMA DÜŞÜREN BU GELİŞMELR BAKIN TÜRKİYEYİ VE TÜRK HALKINI NE DURUMA DÜŞÜRDÜ? ZAMAN AKILLI HAREKET ETME ZAMANI DOGU PERİNCEGE DESTEK CIKACAGIMIZA 12 KİŞİ İÇİN 1.5 MİLYON AVRUPADA YÜRÜMÜŞ İSE MADEMKİ İNSAN HAKLARI FRNSA ALMANYA HOLLANDA BELÇİKA DANİMARKA HATTA NATO MÜTTEFİKİ ABD NİN DESTEKLEDİĞİ SİLAH STTIGI PKK 30.000 ŞEHİDİMİZİ N VEBALİ ÜZERLERİNDE TÜRKİYE OLARAK BİZİMDE SOKAKLARDA BUNLARI PROTESTO ETMEMİZ GEREKİR TÜRKİYEYİ VE DOIŞ MESELELERİ DOGU PERİNCEKMİ HALLEDECEK TE ÖN PLANA CIKTI YİNE ÜLKEMİZİ DIŞ DÜNYADA HANGİ HAKLA TEMSİLEN GİTTİ SORUN YARATMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY DEGİL İŞTE DÜŞTÜĞÜMÜZ DURUM.. BATIYA ENTEGRE OLACAGIZ DİYENLER AFRİKA ÜLKELERİNDE ADI SANI DUYULMMIŞ ÜLKELER ARASINDA TÜRKİYENİN İTİBARINI DÜZELTMEYE ÇALIŞIYORLAR..AFRİKAYI BUGÜNLERE GETİRENLERDE BATI DEGİLMİ.? BENCE DOGU PERİNCE EVİNDE OTURSUN ÖMRÜNÜN SON KALAN YILLARINI HUZURLU GEÇİRSİN ÜLKENİNDE HUZURUNU BOZMASIN.. SİYASET BURAYA KADAR DEMELİ ARTIK..

 ..

EDEP YA HÛ!



EDEP YA HÛ!
 
image00131.jpg
“Şu altı şeyi yapanın Cennete girmesine kefilim: Konuşunca doğru söyleyen, verdiği sözü yerine getiren, emanete riayet eden, namusunu koruyan, gözlerini haramdan sakınan, ellerini kötülükten çeken
(Hadis-i Şerif)
Seçim öncesini yaşadığımız şu günlerde partilerin yapmış olduğu propagandanın kalitesine ve siyasilerin söylemlerine baktığımızda, vatandaşlığımdan utanıyorum!
Hedefe ulaşabilmek için her türlü yolu meşru gören bir zihniyet iktidar olsa ne olur ki?
İftira, isnat, dedikodu, küfür, yalan, kavga ve korku üzerine inşa edilmiş bir anlayış milli birliği onarılmaz bir şekilde yıkar. Böylesi bir bozgun sadece bu Ülke üzerinde hesapları olanların menfaatlerini gerçekleştirmeye yarar…
İnsanların mahremiyetini gözetlemek, ayıplarını araştırmak, özellerini deşifre etmek bir toplumda merakla izleniyor ve ilgi görüyorsa artık o toplumun ahlaki değerlerinin tartışılması gerekmektedir!
Milli şairimiz Mehmet Akif milletimizin ne olduğunu;
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz,
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz.
İnsanlığın bütün ufukları kapkaranlıkken,
Işık olup fışkırmışız ta karanlığın koynundan.”
Dizeleri ile milletimizin yüksek karakterini ifade etmişti…
Ne oldu bize?
Bir zamanlar; saraylarda, konaklarda, medreselerde, mekteplerde, dergâhlarda, tekkelerde, sohbet edilen mekanlar ve meclislerde bir levha asılı olurmuş!
“Edep Ya Hû”
Bu söz;
Ahlaklı olmaya davettir.
Haddini bilmektir.
İnsan haklarına riayettir.
Adil olmaktır.
Yaratılmış olan her şeyin yaşam hakkına saygı göstermektir.
Her yerde hazır ve nazır olan Allah’ı hatırlamaktır.
Artık toplumumuzda “Edep Ya Hû” sözü bile saygınlığını ve önemini kaybetmiş, ne olduğu ve neler ifade ettiği bile anlaşılmaz sıradan argo bir söz haline getirilerek “Edep yahu” olarak söylenmektedir. Halbuki bu sözün mana içeriğindeki duanın ve zikrin ne olduğu bilinse, ahlak zenginliğimizden neler kaybettiğimizi görür dipsiz bir kuyuya yuvarlandığımızı anlarız!
Şu meydanda konuşana bak!
Bu ne biçim kibir? Sanki küçük dağları kendi yaratmış! Yürürken yerleri delecek, ellerini kaldırsa kuşları yolacak, ab-ı hayat suyu içmiş ölümsüz bir mahlûkat gibi!
Artık edepsizlik, edep mi oldu ne?
“Edep Ya Hû”  
YILMAZ KARAHAN
 http://www.yenidenergenekon.com/264-edep-ya-hu/#sthash.GEUULg4U.dpuf

...

5 Ocak 2015 Pazartesi

BÖYLE PARTİ OLUR MU?




BÖYLE PARTİ OLUR MU?

1977 yılı 14 Aralık’ta yapılan yerel seçimlerinde Adalet Partisi Adayı olarak girdiğimiz seçimleri kazandık ve Bergama Belediye Başkanı olduk.
Seçim mazbatasını alıp, Belediye’ye gittiğimde “Başkanlık Odası Görevlisi” rahmetli Nuri Amca bana bir sürü anahtar verdi!
“Ne bunlar Nuri Amca” dediğimde, “Belediyenin Anahtarları, eski Başkan bıraktı” dedi. Daha sonra, bürokratik sıkıştırmalar başladı! Fen İşleri Müdürü olan Mühendis; “Başkanım, şu konudaki emriniz nedir” , Sağlık İşleri Müdürü olan Doktor; “Başkanım, bu konudaki emriniz nedir” diye sormaya başladılar. İktisat Fakültesi Maliye Bölümünü bitirdim ama “Belediyecilik-Şehir Yönetimi” ile ilgili gram bilgim yoktu. Derhal eski Belediye Başkanlarını davet edip, ne yapacağımı, rezil olmadan bu işten nasıl çıkacağımı sordum, düşünce ve önerilerini aldım.
Öncelikle Belediyenin karar organlarından en önemlisi olan Belediye Encümenine, çoğunluğum olmasına rağmen CHP’den bir Belediye Meclis Üyesini davet ettim. AP ve CHP’li üyelerden oluşan Belediye Meclisi artık her türlü harcamadan anında haberdar ediliyor ve bir problem varsa daha başlamadan çözülüyordu. Belediyenin Daire Amirlerine de yazı ile “Yetki Devri” yapıp “Sorumluluklarını” bildirdim ve her Belediye Meclis Toplantısında tümünün Meclise hesap vermelerini sağladım.
Tam Belediyeciliği, Bergama gibi Tarihi ve Turistik bir “Dünya Şehrini” öğrendim derken, 12 Eylül Askeri Darbesi oldu ve tüm seçilmişler görevlerinden alındı ve ben de 31 yaşında “Siyasi Yasaklı” oldum.
Bergama Şehrinin dünyada 6 “Kardeş Şehri” vardır. Bunlardan biri Almanya’nın Böblingen Şehridir. Böblingen Belediye Başkanı ve heyeti Bergama’ya konuk olarak geldiler. Bir yemekte Başkan Brumme bana “Siz nasıl Belediye Başkanı oldunuz” dedi! İçimden, bu ne biçim bir soru dedim ama konuğumuzu kırmamak için sakin bir şekilde, Türkiye’nin Demokratik bir rejime sahip olduğunu, seçimlerde aday olup kazandığımı ve Başkan olduğumu söyledim.
Brumme, “Benim söylemek istediğim o değil, siz hiç Belediyecilik Eğitimi aldınız mı?” diye sordu!
Sonra da 40 yaşlarında bir Belediye Meclis Üyesini çağırıp bana takdim etti;
“Sayın Başkan bu bey bizim partimizin gelecek seçimlerdeki adayıdır. Ailesini-servetini-alışkanlıklarını-dürüstlüğünü biliriz. Kendisini partimiz 12 yıldır Belediye Meclis Üyesi olarak seçtiriyor. Ben de onu belediyenin tüm birimlerinde çalıştırıp, Belediyeciliği öğretiyorum. Böylelikle eğer seçilirse, hizmete hazır bir Başkan olarak göreve başlayacak” dedi!…
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu yüzden adamların şehirleri düzen içinde, bu yüzden her gelen bir öncekinin yaptığını bozmuyor, bu yüzden oralarda imar yolsuzlukları-hırsızlıklar olmuyor.
Bu yüzden biz onlara imrenerek bakıyoruz.
Biz ne yapıyoruz? Hangi okulu bitirdiğini dahi bilmediğimiz, cahil-görgüsüz-geçmişe saygısı olmayan birini büyük bir Anakente Belediye Başkanı yapıyoruz. Adam birdenbire “ne oldum delisi oluyor” ve görev süresi sonunda “1,5 Milyar Dolar Serveti Oldu” iddiasına karşı, yargıya dahi gidemiyor ve suskun kalıyor…
Daha sonra Hollanda ve Almanya’daki Siyasi Parti yapılanmalarını inceledim;
Her siyasi partinin bir “Kadrobank” denen kuruluşu vardı. Bu kuruluş tüm üyelerini ve kendi meslek dallarında parlayan, ülkeye hizmet edeceğine inandıkları kişileri seçer. Onları en ufak ayrıntıya kadar inceler, gerekli elemeleri yaptıktan sonra o kişinin hangi makama gelirse iyi ve başarılı hizmet edebileceğini tespit eder. Böylelikle o kişi partinin gelecekteki kadrosundaki yerini alır.
Parti seçimleri kazanır ve iktidar olursa, Başbakan kabineyi kadrobank’a danışarak oluşturur, Bakanlara da kimlerin Müsteşar- Genel Müdür yapılması gerektiği bir liste halinde bildirilir. Hizmete hazır, bilgisi ve görgüsü sağlam olan, konusunun uzmanı bir kadro işbaşına gelmiş olur.
Parti seçimi kaybederse, bu kadrolar anında istifa ederek, seçimi kazanan kadrolara yer açarlar.
Bizdeki gibi, Cami avlularında beraber sadaka paraları topladığınız arkadaşınızı Başdanışman, damadını da Bakan yapamazsınız, asker arkadaşınızı Bakan olarak atayamazsınız. Bu yüzden oralarda yolsuzluk olmaz. Bu yüzden sadece
bir çatı” çöktüğü için o Başbakan halkından özür diler ve derhal istifa eder…
Şimdi beraberce düşünelim;
-Eğitimsiz, servetinin hesabını veremeyen, çocukları kısa sürede süper zengin olup üniversite kurmaya kalkışan bir kişiyi, Avrupa’da Başbakan yaparlar mı?
-Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde bir Bakan Oğlu, Valiyi koluna takıp dolaşarak, hazine arazisi seçebilir mi?.
-Avrupa’da, bir Başbakan’ın oğlu, o ülkenin önemli bir sanatçısına yaya geçidinde ehliyetsiz olarak çarparak öldürüp, bir dakika bile gözaltına alınmadan dolaşabilir mi?.
-Avrupa’da bir Kamu Bankası Genel Müdürünün evinde, ayakkabı kutularının içinde 4,5 Milyon Avro olur mu?. O ülkenin Başbakan’ı, o paranın hayır parası olduğunu söyleyip bu hırsızlığa sahip çıkabilir mi?
O Başbakan, koltuğunda bir dakika olsun oturabilir mi?
-Siz hiç Avrupa’da evinde 6 tane para kasası, para sayma makinası, aylık kirası bir memurun 1 yıllık maaşına denk bir evde oturan Bakan veledi gördünüz mü?
Göremezsiniz, çünkü böyle densizlikler olmaz, olursa da adamı rezil edip, kovarlar.
Bizde tüm bu rezillikler olacak, her şey milletin gözü önünde olacak sonra da “Bu yapılanlar Milli İradeye-Demokrasiye-Sandığa yapılan suikasttır. Bunlar yolsuzluk kılıfı giydirilmiş suikast planlarıdır” deyip Müslüman olduğunuzu öne sürüp, utanmadan Türk Milletinden oy isteyeceksiniz.
Ne böyle insan olur, ne böyle Müslüman!…
AKP’ye oy veren dostlar, bilmem anlatabildim mi? Siz anladınız onu!
Sağlık ve başarı dileklerimle 03 Ocak 2014
Rifat Serdaroğlu
..

TEKTEKÇİ PARTİ




TEKTEKÇİ PARTİ



Partinin sahibi “Tek!”
Genel Başkan olsa da, olmasa da partinin sahibi “Tek!”
Emri-Hak vaki olduktan sonra da partinin sahibi yine “Tek.” Şehzade Hazretleri!
Peki, diğerleri ne?
Diğerleri, mantardan şişe tapası veya kâğıttan tayyare!
Mesela Kısa Adam Başbakan Ahmet ne iş yapar?
Ne yapacak, Sultan Abisi ne emrederse onu yapacak!
Kısa Adam, Sultan’dan izin almadan bir danışman tayin ederse ne olur?
Sultan, Saraydan gece yarısı çıkar, parti genel merkezini basar, herkesi sıra dayağından geçirir!
Mesela bir Bakan, Sultan’dan habersiz bir ihale mi yaptı? Vay anam vay!
Sultan alır o Bakanı, evire çevire tekme-tokat bir güzel döver ve kapının önüne koyar!
Kupon arazilere bakan Genel Müdür, yanlışlıkla birini satarsa, eyvah ki eyvah!
Adamcağız tüm Türkiye’nin gözü önünde öyle bir fırça yer ki, anasından doğduğuna pişman olur.
Milletvekili seçilip, Bakan mı olmak istiyorsun? Kolay…
Sultan’a şartsız-şurtsuz biat edeceksin!
Arap Hanım Sultan’ın emrine gireceksin!
Şehzade Hazretlerine tekmil vereceksin!
Bir gözün Prenses Sultan’da olacak!
Bunları yaptın mı, istersen zır zır cahil ol, “Ekonomiden Sorunlu Bakan” bile olursun!
En önemli konuya gelince;
Hanım, yani eşin “Tek” olacak! Yani resmi nikâhlısı tek olacak!
İmam nikâhlısı için bir kısıtlama yok. Başı açık-kapalı hiç farketmez.
Bilakis lüks restoranlarda ihale bağlarken, başı açık kuman olursa daha havalı olursun. Rakıyı da çaktırmadan susuz ve tek-tek içeceksin, tamam mı Badem?
Tektekçi Parti, şimdi kongrelerini yapıyor. Sultan şartları baştan koydu.
Her kongreye “Tek” Başkan adayı olacak.
Kongre salonlarında mutlaka Türk Bayrakları olacak!
Şehitler ölmez-Vatan Bölünmez diye afişler asılacak!
Tüm resimler Sultan’ın posterinden daha küçük olacak.
Delegeler hür iradeleriyle toplanacaklar ve seçiyormuş gibi yapıp, “Tek” adayı seçecekler.
Daha önceden “Tek-Tek” isimleri belirlenen İl ve Büyük Kongre Delegeleri de “Tek” liste halinde seçiliyor gibi yapılıp güya seçilecekler.
Büyük Kongrede Genel Başkanlık için Sultan’ın izin verdiği “Tek” kişi aday olacak ve seçilecek. Böylelikle parti, gayet demokrat (!) bir şekilde kongrelerini tamamlamış olacak!
“Tek” Devlet diyeceksin ama Kürtçü-Bölücülerin Güneydoğu Bölgesinde kurdukları “Paralel Devleti” görmezden geleceksin…
“Tek” Bayrak diyeceksin ama Türk Bayraklarının yakılmasına, yerlerine PKK paçavrası asılmasına göz yumacaksın…
“Tek” Vatan diyeceksin ama Aziz Vatanın bir parçasının PKK militanları tarafından kirletilmesine onay vereceksin…
“Tek” Millet diyeceksin ama hepimizi kucaklayan TÜRK MİLLETİ kavramını alt kimlik olarak kabul edeceksin…
İleri Demokrasi diye konuşacaksın ama “Tek” adam diktası uygulayacaksın…
Allah, bunların cezasını “Tek-Tek” değil toptan verecek… Göreceksiniz!
“Pilot uçak kullanırken içki içmeyi alışkanlık haline getirmiş! Bunu gören Azrail, pilotun yanına gelip ‘Hadi bakalım vakit tamam, gidiyoruz’ demiş!
Pilot Azrail’e yalvarmış-yakarmış, bir daha içmeyeceğine dair söz vermiş ve ek süre istemiş. Azrail ‘Peki’ deyip kaybolmuş!
Aradan yıllar geçmiş pilot aynı pilot, yine içmeye devam ediyormuş!
Bir sefer sırasında Azrail pilot kabinine girip pilota; ‘Hadi bakalım vakit tamam, gidiyoruz’ demiş.
Pilot; ‘ Aman ne yapıyorsun, beni alırsan uçak düşer ve yolcuların hepsi ölür’ diye yanıt vermiş!
Azrail gülümseyerek; ’13 senede hepinizi bir araya getirinceye kadar ne kadar uğraştım biliyor musun? Öyle yağma var mı? Bu defa toptan gidiyorsunuz…”
13 senede bu kadar Lâik Cumhuriyet –Hukuk Devleti-Demokrasi-Çağdaşlık düşmanını bir araya zar-zor biraraya getirdik. Var mı öyle Tek-Tek kaçmak, bu defa toptan olacak toptan!
Değil mi AKP’ li Büyük Demokrat (!) Köksal TOPTAN…
Sağlık ve başarı dileklerimle 17 Kasım 2014
Rifat Serdaroğlu
..