26 Aralık 2015 Cumartesi

“KURU KAFA” KİLİSELERİ



 
“KURU KAFA” KİLİSELERİ


Yayin Tarihi 14 Mayıs, 2009 
 
  1-  ÇEK CUMHURİYETİ
 
 
 
Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’ın 70 km doğusunda, Sedlec isimli kasabada bulunan bir kilise görenleri şaşkına çeviriyor. Kilisenin içi gerçek insan kemikleriyle dekore edilmiş. Hikaye 1218 yılında, güvenilen bir kişi olan Abbot Henry’nin kutsal topraklara hacca gitmesi ve oradaki mezarlıktan bir kavanoz toprak getirerek kilisenin uzerine serpmesiyle başlar. Böylece kilise daha kutsal bir yer olarak görülmeye başlanır ve çok popüler bir gömülme noktasına dönüşür. 1318’e kadar 30,000’den fazla beden buraya gömülmüştür ve 1511’de yeni bedenlere yer açabilmek için eski kemiklerin bir kısmının yerlerinin degiştirilmesi gerekmiştir. Bunlar daha sonra ürpertici eserlerin malzemesi olmuşlardır. 1870 yılında Shwartzenberg Dükü tarafindan yerel bir ahşap oymacısı, kilisenin içini insan kalıntıları (yaklasik 40,000 set insan kemigi) ile dekore etmesi için tutulmuştur. Günümüzde kilise, dünyanın en olağandışı kiliselerinden biridir.
 
 
image00119.jpg
 


image0027.jpg
 
 
image0033.jpg
 
 
image0043.jpg
 
 
image0053.jpg
 
 
image0063.jpg
 
 
image0073.jpg
 
2) PORTEKİZ
 
 
Portekiz’in Capella Dosusu Ossos’a yakın olan Sao Francisco kilisesine girenler dehşete düşüyor.
Nedeni bu kilisenin duvarlarının insan kemikleri ve kafatasıyla yapılmış olması.
1460 ve 1510 arasında Gotik tarzıyla inşa edilen bu kilisenin duvarlarında tamamen gerçek insan kemikleri kullanıldı.
İnsan kemikleri çimento ile birleştirilerek yapılan duvarların süslemesinde de kemik ve kuru kafalar kullanıldı.
Kiliseyi inceleyen bilimadamları buranın inşaası sırasında en az 5 bin insan cesedinin kullanıldığını açıkladılar.
Papazların 5 bin insan cesedini nereden bulduğu konusu hala bır sır özelliği taşırken, bu cesetlerin ya mezarlıklardan çıkarıldığı veya engizisyonla yapılan büyük katliamlardan kaldığı sanılıyor.
Papazlar sadece normal insanları değil ölen keşişlerin de kemiklerini kilise duvarına süs olarak koydu.Ancak biraz farklı olarak.Keşişlerin kemikleri parçalara ayrılmadan tek parça olarak duvarlara süs yapıldı.Biraz da beyaz bir karışımla boyandı ve normal insanlardan farklı kılındı.
Aslında insan kemikleriyle dekore edilmiş tek kilise burası değildir.Dünyanın bazı bölgelerinde insan kemiklerini dekor olarak kullanan kiliseler vardı.
İnsana huzur vermesi gereken bir ibadethanenin bu şekilde dehşete düşürücü bir hale sokulması ve gömülmesi gereken insan cesetlerinin taş ve süs olarak kullanılması hıristiyanlığın olayları yüzeysel görmesinin bir işareti sayılıyor.
 

image0083.jpg
 
 
Kaynak: Habervitrini.com
HAZIRLAYAN: YILMAZ KARAHAN
 
 
..

YILDIZ (GEZEGEN) SAATLERİ




 
YILDIZ (GEZEGEN) SAATLERİ



Yayin Tarihi 5 Şubat, 2012 
 
 
image0015.jpg
 
Birçok kültüre göre her gün bir gezegenin etkisi altındadır. Ve o gün içindeki bazı saatler farklı gezegenlerin etkisi altına girer. Bu şekilde bazı matematiksel hesaplar ile hangi saatlerin hangi gezegenlerin etkisi altına girdiği bulunabilir.
 
Bunun yapılma amacı, öncelikle kişinin hayatında bu saatleri dikkate alarak anlaşmalar yapması, buluşmalar düzenlemesidir. Yani hayatının akışında bu şemaya dikkat etmesidir. İkinci amaç ise eğer bir meditasyon ya da enerji-dua çalışması yapılacaksa, o çalışmayla bağlantılı gezegenin saatine dikkat etmektir. Mesela Venüs saati, sevgi, aşk ve sanat enerjilerinin yüksek olduğu bir saattir. Bu saatte sevdiğiniz biri ile buluşmanız, daha güzel bir an yaşatacaktır. Ya da birine çıkma teklif edecekseniz, bu saatte çıkma teklifini etmeniz, karşıdakinin kabul etmesini kolaylaştırır. Mars saatinde bunu yapmak ise ters etki yapabilir. Çünkü mars saati, savaş, hırs anlamlarına gelmektedir. Eğer bu tür romantik bir buluşma mars saatine denk gelirse çok daha gergin geçebilir. Genelde fark ettiğim mars saatinde kişilerde gerginliğin meydana gelmektedir. Çok ilginçtir ki genelde kavgalar mars saatinde patlak vermektedir. Bu açıdan mars saati savaş için uygun saatlerdir.
Yukarıdaki örnekten de anlaşılabileceği gibi eskiden çoğu savaş, anlaşma ya da buluşma bu saatlere göre ayarlanırdı. Aylık ya da haftalık saat şeması çıkarılırdı ve ona göre hareket edilirdi.
Yıldız saatlerini çıkarmak, lise matematiği bilen herkes için kolay bir işlemdir. İlk olarak bilinmesi gereken; her gün o güne ait gezegenin saati ile başlar. Mesela pazartesi, ay’ın günüdür. Bu yüzden pazartesinin ilk saati (güneş doğduktan sonra) ay gezegeninin enerjisi altındadır. -Burada günlerin İngilizce isimlerini dikkat çekmek istiyorum. Monday; moon day (ay günü), Saturday; Saturn day (Satürn günü), Sunday; Sun day (güneş günü). Yani İngilizceye geçen bu gün isimleri, bu ilimden dolayı geçmiştir. Bu gezegenlerin enerjisel konumları hemen hemen her kültürde ortaktır. Yıldız saatleri hesaplaması özellikle İslam âlimlerinin bazı kitaplarında yer almaktır ve detaylıca anlatılmaktadır – Ama bunun için öncelikle gezegenlerin bu açıdan anlamlarına tekrardan göz atmak gerekir;
Güneş: Günü pazardır. Bu yüzden pazarın ilk saati güneş ile başlar. Enerjisel anlamı; para, ümit, yöneticiler, başkanlar, arkadaşlık, düşmanlığa karşı koymak, sportif başarılar, fiziksel sağlamlık, genelin hayranlığını kazanmak.
 
image0021.jpg
 
Ay: Günü pazartesidir. Bu yüzden pazartesinin ilk saati ay ile başlar. Enerjisel anlamı; denizcilik, yolculuklar, aşk ve yenilenme, su, hırsızlıkla ilgili şeyler, vizyonlar, haberciler, sezgiler, rüyalar.
Merkür: Günü çarşambadır. Anlamı; konuşma gücü, iş, sanat, bilim, kehanet, hırsızlığı keşfetmek, hile gerektiren işler.
Venüs: Günü cumadır. Anlamı; aşk, arkadaşlık, seyahat, nezaket, eğlence, cinsel konular, baştan çıkarma.
Mars: Günü salıdır. Enerjisel anlamı; savaş, askeri başarılar, imha, katliam, ölüm ve acı olaylar, düşmanlıklar, düşmanlara karşı çalışmalar, erkeklere yönelik çalışmalar.
Jüpiter: Günü perşembedir. Anlamı; şeref, zenginlik, arkadaşlık, fiziksel sağlık, kalpteki arzular, para, bilgi kazanmak.
Satürn: Günü cumartesidir. Anlamı; iyi ve şerli çalışmalar, hadim davetleri, rüyalara girmek, telkin, mesleki şans veya bela, mülk, mal, bilgi kazanma, ölüm ve bela
Bunlar dışında bilinmesi gereken ise gezegenlerin etkisi hep aynı sıra ile tekerrür eder; Güneş, Venüs, Merkür, Ay, Satürn, Jüpiter, Mars. Mesela cumartesi gününü hesaplıyorsunuz. İlk saati Satürn demiştik. Ondan sonraki saati Jüpiter’dir ve sıralama şöyle devam eder; Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür, Ay ve yine Satürn. Yani bu zamansal dönüşüm hiç değişmez.
Hesaplamaya geçmeden önce mantığı çok basittir. Öncelikle sabah ve akşam hesaplanıp 12’ye bölünür. Böylelikle bir gün 12 saat dilimine bölünmüş olur. Ardından ilk saat o günün gezegeniyle başlanır ve yukarıdaki sıralama ile 12 saat tamamlanır. (Ayrıca saat hesaplaması yapıldığı için 1 saatin 60 dakika olduğu unutulmamalıdır. Mesela 13.30 a 60 dakika eklemek 14.30 yapar.)
 
image003.jpg
 
Hesaplama:
Öncelikle bir maarif takvim alın. Maarif takvimde bizi ilgilendiren kısım Güneş ve Akşam bölmesidir. Güneş kısmındaki saate 12 dakika ekleyin. Akşam kısmındaki saatten de 12 dakika çıkarın. Çünkü güneşin gerçek doğuşu, maarif takvimlerde yazan güneş kısmındaki saatten 12 dakika sonradır ve güneşin batışı, yine akşam bölümünden 12 dakika öncedir. Bu işlemi yapmamızdaki amaç güneşin doğuşu ile batışını hesaplamaktır.
Güneşin doğuşu ile güneşin batışı arasındaki saat farkını bulun.
Bulduğunuz bu saat farkını dakikaya çevirin ve 12’ye bölün. Böylelikle bir günü 12 zaman dilimine ayırmış olduk.
Böldüğünüzde bulduğunuz dakikayı, güneşin doğuşuna ekleyin. Ardından ekleye ekleye 12 bölümlük süreci çıkartın.
Örnek Hesaplama;
22 Kasım 2009 Pazar gününün İzmir için yıldız saatlerini çıkarmak istiyorum. Öncelikle maarif takvimi alıyorum. İmsak, güneş, işrak, öğle, ikindi, akşam, yatsı diye gidiyor. Bizim için önemli olan güneş ve akşam kısmı. İzmir’in güneş ve akşam kısımlarına bakıyorum.
Güneş; 6.53
Akşam; 17.03
Öncelikle güneşe 12 dakika ekliyoruz, akşamdan 12 dakika çıkarıyoruz (Güneşin doğuşunu ve batışını hesaplamak için.
Güneşin doğuşu; 6.53+00.12 = 7.05
Güneşin batışı; 17.03–00.12= 16.51
7.05 ile 16.51 arasında 9 saat 46 dakika var.
1 saatin 60 dakika olduğunu biliyoruz.
Bunu dakikaya çeviriyorum; 9*60=540 (9 saat 540 dakika ediyor)
540+46=586 dakika. Yani güneşin doğuşu ile batışı arasında 586 dakikalık bir zaman varmış.
Şimdi bunu 12’ye böleceğiz. Böylelikle güneşe kaçar kaçar ekleyip, yatsıya ulaşacağımızı bulacağız; 586/12=48,833… Bu sayıyı yuvarlarsak 48 dakika alacağız.
Şimdi tek tek ekleyelim.
Bu sırada genel sıralamayı tekrar hatırlayalım; Güneş, Venüs, Merkür, Ay, Satürn, Jüpiter, Mars
Güneşin doğuşu 7.05 idi. Buna 48 dakika ekleyerek ilk zaman dilimimizi bulacağız . Pazar günü olduğu için ilk saat güneş olacak.
7.05+48=7.53 yani 7.05 ile 7.53 arasında ki 48 dakikalık zaman dilimi güneş saati oluyor. 7.53+48= 8.41 yani 7.53 ile 8.41 arasında ki 48 dakikalık zaman dilimi Venüs saati oluyor.
Ekleye ekleye devam edelim;
Pazar
1.saat; 7.05 Güneş
2.saat;7.53 Venüs
3.saat; 8.41 Merkür
4.saat; 9.29 Ay
5. saat; 10.17 Satürn
6. saat; 11.05 Jüpiter
7.saat; 11.53 Mars
8.saat; 12.41 Güneş
9.saat;13.29 Venüs
10.saat,14.17 Merkür
11.saat; 15.05 Ay
12.saat 16.53 Satürn
Küsuratlar dan dolayı tam son bulunmaz. Ama bu şekilde alınır. Bu saatler o gezegenin enerjisini içermektedir. Bu gündüz saati bulmadır. Gece saatini bulmak için ise aynı işlem basamağı uygulanır. Sadece alınan zamanlar farklıdır. Mesela 22 Kasım 2009’un gece saati alınacaksa; 22 Kasım 2009 akşam saati ile 23 Kasım 2009’un güneş saati hesaplanır. Böylelikle 22 Kasım’ın akşamından, 23 Kasım’ın sabahına kadar olan gezegen saatleri bulunmuş olur.
 
 
 

TÜRKİYE’DE NEDEN HAİN ÇOK


 
TÜRKİYE’DE NEDEN HAİN ÇOK



Türkiye’de Neden Hain Çok?
Yayin Tarihi 27 Mart, 2015 

image001


Türkiye’de bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri, varsıl işbirlikçiler, sanatçı görünümlü çıkarcılar; aynı yerden buyruk almışçasına, ülkeyi ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor. Yozlaşma ve yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem durumuna getirilmesinin bir nedeni olmalıdır. Yaşananlar, tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa bağlanmanın ve kendine yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir. Aşağıdaki çalışmayı, günümüzdeki ihanet şebekesinin tarihsel dayanağını ortaya koymak için yayınlıyoruz.

“İkiyüz Bin Hain”

Günümüz Türkiyesi’nde, politikacılar başta olmak üzere kimi üst düzey kamu yöneticileri, iş adamları, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar ve aydınlar arasında, yoğun bir yozlaşma ve yabancılaşma yaşanmaktadır. Ülkenin ve ulusun çıkarları yönünde değil de, ilişki içinde oldukları küresel güç merkezlerinin istekleri yönünde davranan, sayıları az etkileri çok bu insanlar; ele geçirmiş oldukları siyasi ve akçeli gücü, iletişim olanaklarıyla birleştirerek, ülke ve ulus karşıtı eylemler içine girmektedirler. Eski bakanlardan Kamran İnan, bu olgu için olacak; “Türkiye’de 200 bin hain var” diyebilmiştir.1
Kamran İnan’ın bu sayıyı nasıl saptadığı bilinmez ancak Türkiye’de hainliğin ve bu yolu açan yabancılaşmanın çok yoğun olduğu, herkesin gördüğü açık bir gerçektir. Tarihinde, ülke ve devlete bağlılığa özel önem verilen bir ülkede, bu denli yoğun bir yabancılaşma yaşanmasının kuşkusuz bir nedeni olmalıdır. Birbiriyle uzlaşması olanaksız olan bu iki eğilim, yani ülkeye ve devlete bağlılıkla dışa hizmet, nasıl oluyor da, Türkiye gibi bir ülkede bu denli yaygın olabiliyor? Bağımsızlığına ve değerlerine bu denli düşkün bir ulus, içinde bu kadar çok hain’i nasıl barındırabiliyor? Toplumun özyapısı ve tarihiyle çelişen bu kaba gerçek, neyle açıklanabilir?

Tarihe Bakış

Savaş tutsakları ile kölelerin, ekonomik ya da askeri amaçla kullanılması, değişik yöntem ve oranlarda hemen tüm toplum biçimlerinde görülür. Antik Çağ Grek devletleri ve Roma İmparatorluğu, köleciliği bir üretim biçimi durumuna getirirken, bu biçimiyle köleciliğe yönelmeyen Osmanlı İmparatorluğu çok başka bir yöntem geliştirdi. Atina ve Roma’da köleler satılabilir, bağışlanabilir ya da öldürülebilir. Nesne olarak görülüp en ağır işlerde çalıştırılır ve toplum dışında tutulurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda insan gereksinimi çok başka biçimde karşılandı. Fethedilen yerlerden toplanan seçilmiş genç insanlar, Osmanlı nizamına uygun olarak yetiştirilerek toplumun iç unsuru durumuna getirilip yönetici yapıldı. Osmanlılar bunlara devşirme adını verdi. Bu yöntem, Atina ve Roma köleciliğinden çok daha başkaydı. Daha insancıldı ancak bu insancıllık, Osmanlı Devleti’ne ve onun Türk uyruklularına yararından çok zarar verecekti.

Devşirmeler

Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde, savaş tutsaklarının beşte biri, orduda kullanılmak üzere padişaha yani devlete ayrılıyor ve bu işleyişe pençik vergilendirmesi deniliyordu. Önceki İslam devletlerinde; gulam, kul ya da memluk sözcükleriyle tanımlanan bu uygulama, Anadolu Türk beylikleri döneminde geliştirilmiş, Osmanlı Padişahı I.Murat döneminde (1360-1389) kurumsallaştırılarak daha kapsamlı duruma getirilmiştir. Devşirme düzeni bu sürecin ürünüdür.
Padişah buyruğuna (fermana) dayanan toplama (devşirme) kurulları birkaç yıl arayla Balkanlar’da değişik bölgeleri dolaşır, kent ya da köylerde, hane sayısının kırkta biri oranında genç toplardı. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde kalan,sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilir ve eğitilmek üzere İstanbul’a götürülürdü. Kurul üyeleri, köy ya da semt papazının eşliğinde, kilise vaftiz defterinden gençlerin özelliklerini saptar ve aile başına bir kişiyi geçmemek koşuluyla seçim yapardı. Devşirilenlerin özellikleri bir deftere yazılır ve halktan, devşirilen her genç için, yol ve giyim giderlerini karşılamak amacıyla 600 akçe para toplanırdı. Bu paraya kul akçesi denirdi. Devşirilenler 100-200 kişilik kümeler biçiminde, sürücü adı verilen yetkililere teslim edilerek yola çıkılırdı.2
Batılılar bu yöntemin, Hıristiyan aileleri, özellikle ana ve babaları perişan ettiğini, çocuğu zorla elinden alınan kimi anaların, delirmiş gibi oğullarının peşinden İstanbul’a gittiklerini söylerler. Batı yazınında (edebiyatında) bu konuyu işleyen sayısız acıklı öykü yazılmıştır. Oysa, bu tür öykülerin gerçekle bir ilişkisi yoktur ve bunlar Türk karşıtlığının aracı olarak kullanılan yaymacadan (propagandadan) başka bir şey değildir.
Gerçekte ise, Hıristiyan aileler toplama kurullarına devşirme listesi sunan papazlara, kendi çocuklarını listeye alması için baskı yaparlar, armağanlar verirlerdi. Devşirme olarak seçilen her çocuk, ailesi için başa konan bir talih kuşu, bir umut kaynağıdır. “Beslenmesi gereken bir boğazın eksilmesi”3 bir yana, asıl önemli olan bu boğazın dünyanın en büyük devletinin askeri ya da idari kademelerinde yükselerek kendilerine ilerde “nimetler sunma” olasılığıdır. Devşirme seçilmek, günümüzde herkesin büyük bir istekle peşinden koştuğu, ABD vatandaşı olmaktan çok daha önemli bir şeydi. Nitekim, büyük askeri seferler sırasında, sınır boylarına doğru ilerleyen ordunun, devşirme kökenli başkomutanları; doğdukları köye uğrayarak anne-babalarının “gönlünü yüceltmek”, onlara “bağışta bulunmak” için ordunun yolunu değiştirdiği çok görülmüştür.4
İstanbul’a gelen devşirmeler, burada Yeniçeri ağası ve hekimler tarafından gözden geçirilerek sünnet ettirilir ve Kelime-i Şahadet getirtilerek Müslüman yapılırlardı. İçlerinde yakışıklı, zeki ve becerikli olanlar, padişaha, yönetimde ve özel işlerinde hizmet vermek üzere seçilirlerdi. Bunlara içoğlanı denir ve özel olarak yetiştirilirlerdi.
Osmanlı padişahları, başlangıçta, yönetimlerini korumak için gereksinim duydukları insan kaynağının önemli bir bölümünü devşirmelerle karşıladı. Kısa dönemde gereksinim karşılanmış gibi göründü. Asker ya da sivil görevliler (kapıkulları), kesin bağlılık ilişkisiyle padişaha, paralı asker sıkı düzeniyle (disipliniyle) bağlanmıştı.
Devşirmeler, süreç içinde ordunun (Yeniçeri) ve yönetici sınıfın (rical-i devlet) tümünü kapsayan bir yaygınlığa ulaşmış; yönetim, bunlar aracılığıyla padişahın mutlak egemenliği üzerine oturtulmuştu; sistemin tümü bir tek kişinin (padişahın) yararına işliyordu. Ancak, bu düzenin gerçek işleyişinin ne olduğu, neye hizmet ettiği biraz karışıktı.

Devşirmelerin Gücü

Padişahlar, hizmetine aldığı devşirme unsurunu o denli büyütüp geliştirmişti ki, dizgenin (sistemin) gerçekten padişahtan yana mı, yoksa “emri altındaki” devşirmelerden yana mı işlediği, giderek belirsizleşmeye başlamıştı. Örneğin, başlangıçta “sarayın uysal bir aleti” olan yeniçeriler, kısa bir süre içinde, saray üzerinde güçlü bir baskı kurmuşlardı. 15.yüzyıl bitmeden, yani kuruluşlarından henüz yüz yıl bile geçmeden; “Sadrazam öldürüyor, saltanat kavgalarına karışıyor, taht alıp taht veriyorlardı.”5
Görünüşte devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her isteğini yerine getiriyorlardı… Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet politikalarına yön verdiler ve İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri durumuna geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke durumuna getirdikleri bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum durumuna getiriyorlardı.

Köksükleştirirken Köksüzleşmek

Devşirmelerle yaratılan örgütlü güç, başlangıçta devlet yararına, birçok alanda kullanıldı. Devletin ve ordunun sürekli geliştiği ilk dönemlerde, ilerde sorun yaratabileceği düşünülmemiş, tersine sorunları giderecek bir güç olarak görülmüştü. Toplumsal kimliği korumaya dayanan, binlerce yıllık devlet gelenekleri bırakılmış, Türk unsurların karşı çıkmasına karşın devletin merkezi; Rum, Sırp, Hırvat ya da Ermeni Hıristiyanlara, üstelik yoğun biçimde açılmıştı. Osmanlı devşirmeciliği, köleleri yabancı unsur olarak yönetim dışı işlerde kullanan Roma köleciliğinden ayrımlı olarak,devşirmeleri yani yabancı insanlar topluluğunu, köksüzleştirdiğini sanarak içsel bir güçdurumuna getirmişti. Köksüzleştirirken köksüzleşen bu düzen, aslında kendini yıkacak bir güç yaratıyordu.

Devşirmenin Niteliği

Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi.6
Bilinçli izlencelerle (programlarla) kişiliksizleştirilen devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden yoksun biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan ruh hastası durumundaydı.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazdı; yalancı ve ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirmiş; rüşvet, vurgunculuk (ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam kayırma’yı (iltimas) neredeyse yasal duruma bunlar getirmişti. Yeniliğe ve devlete karşı ayaklanmayı, hak olarak görürlerdi. 1550’den sonra, yeniçerilerin evlenmesine izin verilince, çocukları Acemi Ocağı’na öncelikli olarak alınmış, devşirmecilik babadan oğula geçen ayrıcalıklı bir meslek durumuna gelmişti.

Rüşvet ve Entrika

Hangi kesimden gelirse gelsin, devşirmelerin tümünün ortak özelliği, boğazlarına dek rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı. Rüşvet ve vurgunculuk yoluyla o denli büyük bir servet ediniyorlardı ki; halk “simyanın (her madeni altına çeviren gizil güç y.n.) sırrına erdiklerini” söyleyerek bunlarla alay ediyor, tepki gösteriyordu.7
Devşirmelerin rüşvetçiliği, zaman içinde, tehlikeli bir boyuta ulaşmış ve ülke çıkarlarını yabancılara satma noktasına varmıştı. Yönetimde elde ettikleri yüksek yetkiler, onlara bu tür girişimler için geniş bir alan yaratıyordu. Elde ettikleri yetkiyi kullanarak, “baştan aşağı bir yağma, çapul ve servetlere elkoyma”8 uzmanı olmuşlardı.
Devşirmeler, nitelikleri gereği tüketici bir topluluktu. Roma soyluları gibi, üretimle uğraşmayı ayak takımının yaptığı onursuz bir iş olarak görürlerdi. Kılıç ve kahramanlık söylemleriyle yağma, bu olmadığında “entrika” ve “yalan dolan”a dayalı vurgunculukla geçinirlerdi. “İş bilenin kılıç kullananın” özdeyişi, Türkçe’ye bunların yerleştirdiği bir sözdü.9

Devşirmeler ve Türk Düşmanlığı

Devşirme etkinliği, Fatih döneminde başlatılan devlet yönetimini Türkler’den arıtma (tasfiye) eylemi ve I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. İmparatorluğun yükünü çeken, sorunlarıyla ilgilenilmeyen, bu nedenle ayaklanan ve toplu olarak öldürülen Anadolu Türkmenleri, o denli baskı altındaydılar ki kaçacak, sığınacak yer arar duruma gelmişlerdi. Şii inancını Osmanlı Devleti’ne karşı, ideolojik yaymaca aracı olarak başarıyla kullanan ve kendisi de Türk olan Safevi Hükümdarı Şah İsmail’in (1487-1524) çağrısına uyarak, kitleler halinde İran’a göç ettiler.
Yürütülen dizgeli şiddet ve baskıyla, öldürülen ya da göç ettirilen Oğuz halkı, Prof.Fuat Köprülü’nün tanımıyla “Anadolu Türklüğü’nün en temiz, en canlı unsurunu oluşturuyordu.”10 Yerlerinden yurtlarından edilen bu halk, gözden uzak yerlerde yoksulluk içinde yaşadı. Çok zorda kaldığında, çalışıp para kazanmak için İstanbul’a çalışmaya gittiğinde, orada kendisini bekleyen hor görülme ve aşağılamaydı. En şanslıları, saraylarda ya da varsıl evlerde aşçılık, çöpçülük gibi işlerde çalışırdı. Çalıştığı yerde, “Türklüğünü söylemeye cesaret edemez”, kapıkulu yalılarında “Türk aile ve tarihine düşmanlıkta uzmanlaşmış” davranışlarla karşılaşırdı.11

Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak

Türkler’e karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya konmuştu. II.Murat döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk durumuna getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu. Sadrazamı, padişahtan sonra devleti temsil edecek en yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”.12
Fatih Kanunnamesi’nden sonraki 70 yıl içinde naib yetkisiyle devlete sadrazam olan 48 kişiden yalnızca 5’i Türk kökenlidir; bunlar da devşirme anlayışıyla yetişmiş aslını yadsıyan (inkar eden) insanlardır. Geri kalan 43 sadrazamdan; 11’i Slav, 11’i Arnavut, 7’si Rum, 5’i Ermeni, 4’ü Çerkez, 3’ü Gürcü, 1’i İtalyan kökenliydi.13

Türk Unsurlar Devlet Yönetiminden Uzaklaştırılıyor

Türk unsurların devlet yönetiminden uzaklaştırılmasına yönelen en etkili uygulama, II.Mehmet’in (Fatih) Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmesidir. Anadolu ahi şeyhlerinden Çandarlı Ali’nin kurduğu bu aile, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih dönemine dek, çok etkin görevlerde bulunmuş ve eski Türk yönetim geleneğinin devletteki simgesi durumuna gelmişti. Halil Paşa, 1429’dan 1453’e dek, aralıksız 24 yıl sadrazamlık yapmıştı.
II.Murat’tan sonra güçlenmeye başlayan devşirmeler, Halil Paşa’nın kişiliğinde devletin kilit görevlerini elinde bulunduran eski Türk soylularına karşı, şehzadeliği döneminden beri Fatih’i etkilemişler ve Çandarlı’yı kendilerine özgü entrika yöntemleriyle idam ettirmişlerdi. Bu idam, yalnızca Çandarlı Ailesi’nin değil, Türk devlet geleneklerinin de Osmanlı yönetim dizgesinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanmıştır.

Devşirmeler ve İşbirlikçilik

Devşirmeler, Türk karşıtı her olay ve düşüncede hemen bir araya gelirdi. Bir araya gelişin, toplumsal ve ekonomik dayanakları vardı ve bu dayanaklar; eskiden gelen, bugün de süren çıkar ilişkileriydi. Yasa dışı yollarla edinilen servetin korunması ve yenilerinin edinilmesi için, ülke içindeki güç yeterli olmazsa, dış destek arayışı içine girilirdi. Bu nedenle ülke değerlerini dışarıya devretme eğilimi, bu arayışa bağlı olarak devşirmelerde her zaman vardı.
Devşirmeler, gereksinim duydukları mal ve can güvenliğine kavuşmak için, yabancılarla bütünleşmekten çekinmediler ve ülke kaynaklarını yağmalamaya gelen Avrupalı büyük devletlerin işbirlikçileri oldular. Batıya bağlanmanın aracı olan işbirlikçilik, değişik biçimlerle, devlet başta olmak üzere, toplumun hemen her kesiminde yaygın bir anlayış durumuna geldi. Tanzimatçılık, mandacılık ya da günümüzdeki Avrupacılık; işbirlikçi anlayışın değişik biçimleridir.
Devşirme işbirlikçiliğini ortaya koyan çok sayıda belge vardır. Bunlardan çarpıcı olanlarından biri Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin, 1580 yılında Paris’e gönderdiği yazanaktır (rapordur). Bu yazanakta şunlar söylenmektedir: “Mümkünse şöyle davranılmalıdır; Kral, Yeniçeri Ağası İbrahim Paşa’ya ve Padişah’ın donanma komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’ya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmayı ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin, İspanya Kralının işlerini kolaylaştırması için önerdiği 50 bin duka altın liralık armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti…”14


Türkiye de Yabancılaşma ve Yozlaşma Neden Çok

Rüşvet ve yolsuzlukla servet elde edenlerin, elde ettiklerini geliştirerek korumak için, yabancılara vermeyecekleri kamusal ya da ulusal, hiçbir değer yoktur. 19.yüzyılda Tanzimat’la meşrulaştırılan bu eğilim, bugün AB ya da IMF politikalarıyla uygulanmaktadır. Bunu yapanların konumları, özlem ve yönelişleri, içinde bulundukları özdeksel (maddi) koşulların ve bu koşulları yaratan uzun bir geçmişin ürünüdür. Yönetime egemen olan kapıkulu devşirme anlayışının dayandığı ekonomik nedenleri, Prof.İdris Küçükömer şu biçimde açıklamaktadır: “Sivrilmiş bürokratlar (kapıkulu devşirmeleri y.n.) bir sınıf olmadıkları ve güçlerini üretim araçlarıyla onlara bağlı kurumlardan almadıkları için, her zaman kendisini savunma ihtiyacı içinde olmuştur. Bu amaçla yenilikten yana olan padişahları, yenilik diye kapitalizmin zorlaması altında, Batının üst kurumlarını almak üzere ikna etmeye çalışmaları doğaldı. Bu nedenle, 19.yüzyıl başında (Tanzimat y.n.) Batıdakine benzer mülkiyet v.b. kurumların alınmasında bürokrat ile ayan (ileri gelenler y.n.) beraberlik içinde olacaktı…”15
Günümüzde Arapçılığı sürdüren siyasi İslamcılar, Batıyla bütünleşen Müslüman demokratlar ve uygarlığı Batıcılık sayan şekilsiz aydınlar; Türklüğü ezen onu yok sayan Osmanlı tutumunun, özellikle de devşirme anlayışının, günümüze taşınan sonuçlarıdır.
Yalnızca on beş yıllık Atatürk döneminde bastırılmış olan kimliksizleşme eğilimleri yani devşirme geleneği, günümüzde olanca hızıyla ve çok etkili yöntemlerle sürdürülmektedir. Türk kimliği ve tarihi için olumsuzluk taşıyan bugünkü gidiş, nedenleri tarihte kayıtlı bir süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki sonuçlarıdır.
Türkiye’de bugün yaşanmakta olan olgu yani; rüşvet, yolsuzluk, dışa bağlanma ve ihanet davranışlarının politik işleyiş durumuna gelmesi, bugün ortaya çıkan, yeni bir olgu değildir. Dışa boyun eğmenin ya da ihanetin yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez, Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu anlayışına gidecektir. Kamran İnan’ın 200 bin, başkalarının ise daha çok olduğunu söylediği “hain çokluğunun” nedeni, kuşkusuz yarım bin yıl egemen olan bu anlayışta aranmalıdır.

Metin AYDOĞAN

DİPNOTLAR

1 “Sözde Aydınlar” İsmet Solak, “Ankara Kulisi” Hürriyet, 12.04.2000
2 Ana Britannica 10.Cilt, sf.100
3 “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas. 2000, sf.297
4 “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas. 2000, sf.297
5 Ana Britannica 10.Cilt, sf.183
6 “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen, ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
7 “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas,. sf.306
8 “Tarihimiz ve Cumhuriyet” M.Birgen, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.147
9 a.g.e. sf.147
10 “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981, sf.95
11 “Tarihimiz ve Cumhuriyet-Muhittin Birgen”, Prof.Zeki Arıkan, Tar. Vak. Yurt Yay., 1997, sf.128
12 Ana Britannica, 10.Cilt, sf.100
13 “Tarihte Türklük”, Prof.Laszlo Rasonyi, Türk Kül.Gel. Ens.Yay., 2.Bas. 1988, sf.204
14 “Tarih III, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri”, Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.409
15 “Düzenin Yabancılaşması”, Prof.İdris Küçükömer, Ant Yay., 1969, sf.62

http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2015/03/turkiyede-neden-hain-cok.html#more



..

YENİDEN DOĞUŞ




YENİDEN DOĞUŞ
 
 
image0012.gif
 
 

image002.gif
 
 
 
image003.gif
 
 
 
image004.gif
 
 
 
image005.gif
 
 
image006.gif
 
 
image007.gif
 
 
Her canlı ölümlüdür. Mutlaka yaşamı sona erecektir…
Ancak yaşarken ölmeden ölmek, özelliklerini yaşayamamak, ölümden de beterdir…
İnsanca yaşayabilmek için, onurlu bir duruş ve direniş ile her türlü zorluğa göğüs gerebilmeliyiz ki Yeniden Doğalım…
 
YILMAZ KARAHAN
 
(YENİDEN ERGENEKON)
 
kartal.gif


AYANDON


 
AYANDON


 

AYANDON
Pek çok kitabı var Osman Pamukoğlu’nun, son kitabının bir roman olduğunu bilmeden kitapçıdan satın aldım. Daha önceden de herhangi bir kritiğine rastlamadım. Doğal bir beklenti ile yeni bir Güneydoğu ve Türkiye analizi diye düşündüm.

Kitapta, Ayandon başlığının altında “Gidip de dönemeyen cesur insanların öyküsü” yazıyor. İç Başlıkta roman olduğunu fark ettim. Yine doğal bir beklenti ile bir Güneydoğu romanı olduğu beklentisine girdim.

Roman “Takvimler 26 Ocak 1915 yılını gösteriyordu.” diye başlıyor. Düşündüm ki, Birinci Dünya Savaşı ve günümüzde kimilerince adı “Düşük Yoğunluklu Savaş” olan Güneydoğu sorunu arasında romanda geçişler oluşturacak.
Hayır, roman, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Karadeniz’de geçiyor. Tabi o zamanla şimdiki zamanlar arasında paralellikler kurmak okuyucunun mukayese yeteneğine bırakılıyor.

Romana kendimi kaptırdığımda ise artık beklentilerimin farkında olmadan beni terk ettiğini gördüm. 253 sayfayı çevirip romanı bitirdiğinizde, içinizde bir şeyler artarken bir şeyler de eksiliyor.

Osman Pamukoğlu’nun tabiat tasvirleri çok güçlü. 

Şüphesiz O’nun tasvirleri ile başka yazarların, özellikle Rus yazarların, tabiat tasvirleri arasında paralellikler kurmaya çalışacaklar olabilir. Oysa Osman Pamukoğlu, tabiat tasvirlerindeki gücü, kendi tabiatından alıyor; kendi tabiatından ve yaşadığı coğrafya tabiatının keskinliğinden ve kesinliğinden.

O bir Karadeniz çocuğu. Karadeniz’i en iyi bir Karadenizli anlatabilir. Dağların haşmetini ve ürkütücülüğünü, bölgedeki dağlar kadar, ömrünü yurdunun diğer dağlarında geçirmiş bir insan tasvir edebilir.

Kışı tasvir ederken sizi üşütmesi, pek çok kışta üşümesinden kaynaklanıyor. Bir insanın donma sürecini, okuyucuyu adeta donduracak bir üslupla, ancak bu olayı yaşayan veya defalarca şahit olan bir insan anlatabilir.
Kitapta donan bir insan nasıl yardım edilmesi gerektiğinin bilgisi roman akıcılığında verilirken, sizde donma tehlikesi geçiren bir insana ilk yardım yapabilecek bir donanım elde ediyorsunuz.

Osman Pamukoğlu; kim bilir karda, kıyamette, kamçı gibi insanın vücudunda patlayan kaç fırtına sığdırmıştır, fırtınalı ömrüne.
Osman Pamukoğlu sizi karın, donun, fırtınanın ayazında üşütürken, Karadeniz’de üşütmekten de geri kalmıyor.

Ayandon, her ne kadar Sinop’un Ayancık ilçesinin eski adı olsa da, o aynı zamanda bir fırtına ismi. Karadeniz’e özgü olan, denizi adeta kudurtan ve dalgalandıran, denizin altını üstüne getirirken, üstündeki her şeyi, koskoca gemilerde dâhil, dibini boylatan cinsten, ne zaman patlayacağını ancak erbabında bilinen, bazen de romanda olduğu gibi birden patlayan güçlü bir fırtına.

Denizin kudurmuşluğunda ve kucağında duyuyorsunuz ayandonun şiddetini.
Süleyman, Yusuf, Haydar ve Nuri’nin yanında bu fırtınayı iliklerinize kadar yaşıyorsunuz.

Evet, roman Birinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Devlet seferberlik ilan etmiş ve 46 yaşından genç olanları cepheye taşırken, geride kalanlara da vazifeler yüklemiş.

46 yaşın üzerinde ki dört tane sevkiyat kayıkçısının macerası var romanda. Bir milletin topyekûn yaşadığı bir maceranın, mecrası var dört sevkiyat kayıkçısında ve romancımızda.

Rum çetelerinin varlığında ve merakında, kayıklarını tamir etmek için bir Rum vatandaşımızın yardıma gelişi, Ayandon ile üşüyen içimizi ısıtıyor.
Parçalanan kayıkta, Çanakkale’ye götürülecek erzak vardır. Hepsi denize saçılmıştır. Kayık tamir edilmeli ve yeni tedarik edilecek erzak yetiştirilmelidir, cephedeki Mehmetlere.
Sevkiyatçılarımızın çare üretme gayretlerindeki titizliğe benzer bir titizlikle, özenerek kurmuş Osman Pamukoğlu romanın retoriğini.
Türk milletinin felaket ve sefalet anlarında bile asalet ve zarafetini nasıl muhafaza ettiğini, iç geçirerek okuyor ve bu millete bir kez daha iman tazeliyorsunuz.

Edebiyatımızda Osman Pamukoğlu’nun romancılığı ile tazeleniyor.
Osman Pamukoğlu, akıcı, yakıcı, keskin ve şiddetli bir üslubun roman kıvamında, nasıl oluşturulacağının sahnelerini, usta bir biçimde, doğal gelişen şaşırtıcı sürprizler hazırlayarak veriyor okuyucuya.

Roman adeta günümüzün, 1915’lerdeki daha şiddetli ve felaketli bir kesiti. Misyonerlerden, azınlık okullarına kadar her tesirin ince muhasebesi var. Bu muhasebenin günümüze düşen bilançosunu çıkarmak okuyucunun vazifesi.
Rum çeteler ve Türk isimli hainler bir yanda; öbür yanda Kocadayı ve Rum kayık ustası Damyani. Bu milletin sadece Danko isimli hainleri yok, Türk isimli Değirmenci Recep gibi hainleri de çok. 

 Bu milletin sadece Koca Tahir’lerden dostu yok, Damyani isimli sadıkları da var.

Romanda her ne kadar milletine yabancılaşmış da olsa namuslu bir aydın olan Necip’in şahsında, halk hissediş ve pratiklerinin, yabancılaşmış aydın paradigma tasavvuru ve aforizmalarından ne kadar güçlü olduğu canlı diyaloglarla sunuluyor.

Koca Tahir’in; bilgelik, akıl, zekâ, aptallık, feraset ve insiyak hakkında öyle bir söylevi var ki, Osman Pamukoğlu, bir halk bölgesi aracılığı ile pedagoji ve felsefe dersi vermeyi de ihmal etmiyor romanda.

“Hayatın belirsizliklerle dolu oluşunun, hayata ait bir hürriyet alanı” olduğunu vurgusu oldukça çarpıcı. İnsanın hürriyet özlemi yanında insanın içindeki ve dışındaki hayatının da bir hürriyeti olduğu ve insanın hürriyetinin hayatın hürriyeti tarafından kuşatılmış olmasının bilgisi, insanın esaret ve hürriyet alanlarını yeniden gözden geçirmesini gerektiriyor.
Sadece Kocadayı aracılığı ile değil, romanın diğer kahramanları ile de çok değerli aforizmalar sunuluyor okuyucuya.

Romanın tek paragraflık bir özeti zihnimde şu şekilde oluştu. Vazife şuuru ve inisiyatif alma zarureti. Durumdan vazife çıkarma lafazanlığı değil, üstüne vazife olmayan ve boşta kalmış vazifeleri de üstlenme ve hiçbir şeyi eksik bırakmadan tamamlama şuuru.
Yarım kalmış iş, başlanmamış işten daha çok sıkıntılar açabilir insana; insana ve millete. Romanda bu millete mensup olmanın mesuliyetinin, çocuğundan ihtiyarına nasıl doğal bir iş bölümü halinde örgütlenerek halledilebileceği var. Vazife almak için emir bekleyenin gövdesi semirir, konuşması geğirir, vazife alışı da, vaziyet alır tarzda seğirtir gibidir.
Ayandon, bu ülkenin fırtınalarındandır. Bu ülkenin başka fırtınaları da var. Bu ülkenin fırtınaları olduğu kadar, tatlı esintili meltemleri de vardır. Kışları olduğu kadar, baharları ve yazları da var. Ne mutlu baharı ve meltemleri hazırlayanlara.
Bu milletin ayandonları ve devrilen kayıkları hep olacaktır. Ancak kayığı tamir edecek ve yola devam edecek iradeyi, imkânsızlıkları yenerek ortaya koyacak imanı her zaman sergileyecektir.
Osman Pamukoğlu, yenilmeyecek ve özgürleştirecek hakikatlerimizi, kendi hakikatlerimiz olarak, bir roman kıvamında ve usta bir romancı kıvraklığında sunuyor okuyucuya.
Romandan bir cümle ile başladığım yazıyı, aynı cümlenin yakıcılığı ile bitirmek istiyorum. Okuyucu da bu sözün bilinci ile başlasın okumaya, okumaya ve yaşamaya;
“Dünya öyle bir bütündür ki, özgürlük bir yerde kaybedilince, her yerde kaybedilmiş demektir.”

Ayhan Eralp
Gaziantep Üniversitesi
 



Deniz, kurşuni gökyüzünün altında, heybetli kükreyişleriyle, uçsuz bucaksız koskoca meydan bana kaldı, der gibiydi. Azgın dalgalar hüzünle ürperen kıyıları olanca gücüyle dövüyordu.Yaşlı kadın sahile inen yamacın üstünde durdu. Rüzgarla sertleşen kar serpintilerinden yüzünü sakınmak için defne ağaçlarını kendine siper yapmaya gayret ederek, karşısındaki çetin ve sonsuz suya baktı. Bu gözler, geniş göklere, açık ufuklara, deli rüzgarların çığlıklarına, denizlere, ormanlara, dağların ötesine, yalnız bir ağaca; bir ardıç, bir pınar, bir dereye hep aşinaydı. Bu deniz ne istiyordu?Her yer siyah, karanlık ve sinsiydi...Bugün deniz ve orman sınırında kartalın hava nakşını seyretme günü olmadığını o da biliyordu.Uçuk benziyle yırtılan denize daldı gözleri... Buraya her gelişinde olduğu gibi, yine oğlundan duyduğu Son sözleri aklından geçirdi: "Ana, ver çıkınımı, gün doğdu yolum gider; köz iner yüreğime..."

Gidipte dönemeyen cesur insanların öyküsü.

Osman Pamukoğlu başarılı askeri kimliğinin dışında edebiyatta da ne kadar başarılı olduğunu, bu eserle bir kez daha kanıtlamış. Hüzünlü olan hikayeyi okudukça o dostluklara, o yokluğun paylaşıldığı karanlık gecelere ve günlere,seksen senelik hayatının bilgeliğini paylaşan kocadayıya hayran olmamak elde değil.1915 yılının ocak ayında yaşlarından dolayı cepheye alınmayıp, Çanakkale'de savaşan askerlerimize erzak taşımakla görevli sevkiyatçı dört efenin bir gece ansızın karşılaştıkları ayandon fırtınası sonrası yaşadıkları ibret dolu sevgi ve dostluk dersi veren öyküsü...




Yazar Hakkında


Osman Pamukoğlu (27 Aralık 1947, Sinop), Türk emekli tümgeneral, yazar ve siyasetçi. Hak ve Eşitlik Partisi'nin kurucusu ve mevcut başkanıdır.

Sinop'un Gerze ilçesinde doğan Pamukoğlu, 11 yaşından 55 yaşına kadar askeri üniforma giymiştir. Selimiye Askeri Ortaokulu, Kuleli Askeri Lisesi, Kara Harp Okulu, Piyade Okulu, Kara Harp Akademisi, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Milli Güvenlik Akademisi'nde öğrenim görmüştür. 10 yıl piyade subayı, 16 yıl kurmay subay olarak, kıta komutanlıkları ve karargah subaylığı görevlerinde bulunmuştur. 1990-1992'de Edirne-Uzunköprü'de 42'nci Piyade Alay Komutanlığı, 1993-1995'de Hakkari'de Dağ ve Komando Tugayı ve Güvenlik Komutanlığı, 1998-2000'de Kıbrıs'ta 28'nci Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı, 2000-2001'de İstanbul'da Piyade Okul Komutanlığı vazifelerini yapmıştır.
1993'de Tuğgeneralliğe terfi etmiş, 1997'de Tümgeneralliğe yükselmiştir. 2002'de Tümgenerallikten emekli olan Pamukoğlu toplamda 43 yıl askeri üniforma giymiştir. Osman Pamukoğlu, 1. Dereceden Altın Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası, 2 kez Üstün Cesaret ve Feragat Nişanı ve 5 kez Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı almıştır. Pamukoğlu, Türk Ordusu'nda 5 tane Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı'na sahip tek kişidir.

1993-1995 yılları arasında Hakkari bölgesinden sorumlu olarak PKK'ya karşı yönettiği üstün mücadele dağlardaki PKK'ya bağlı militanlar rakamının 12.000'den 5.500-6.000 aralığına inmesini sağlamıştır. 30'a yakın kere yapılan sınırdışı askeri harekatların neredeyse tümü onun yönetiminde yapılmıştır. Dönemin genelkurmay başkanı Üç tane Pamukoğlu Paşa olsa terörü bitiririz. demiştir.

Pamukoğlu, o dönemde yapılan büyük askeri fedakarlıklara rağmen PKK'nın halen niçin sonlandıralamadığını 3 temel sebebe bağlıyor: İlk olarak gerçek bir siyasi irade kurulamaması, ikincisi tam bir istihbarat olmaması ve son olarak her yerde yayılmış asker bulunması diye tanımlıyor. Bizzat kendisinin yazdığı kitaplarda ve konuk olduğu birçok televizyon programında PKK'ya karşı yapılan mevcut mücadelenin uygun tarz ve strateji olmadığını ve ancak daha fazla şehit verilmesine sebep olduğunu söylemiştir. 'Karakolların hepsi yıkılmalıdır. Karakola gerek yok. Gelsinler bakalım, girsinler... Nereden girecekler? Pusuyu kurarsın, ağı kurarsın, mostrayı kurarsın alırsın.' demiştir. Daha doğru olan yöntemin 20.000 kişilik Eşkıya Takip Kuvveti kurmak ve dağlarda, taşlarda, mağaralarda, ormanlarda, nehir yataklarında yani tüm coğrafyada bulunmanın gerekliliğini belirtmiştir. Karakollarda bekleyen Mehmetçik kendisine karşı yapılan ani saldırılar halinde yeri, hareketleri, silahları militanlar tarafından bilinen bir durumdadır. Bir başka deyişle, bellibaşlı, elle gösterilebilir bir yerde olmamakla birlikte her yerde her zaman bulunma tavsiyesini vermiştir.

2007 yılında ise Serdar Akinan tarafından kendisinin görevli olduğu yıllarda PKK olaylarının gelişimini inceleyen Kan Uykusu belgeselinde PKK'ya karşı mücadelesi konu edinilmiştir.

Yönettiği bazı operasyonlar

  • Çelik Harekâtı
  • I. PKK Kirpi Operasyonu
  • II. PKK Balkaya Operasyonu
  • III. PKK Kuzey Irak Mezi Harekatı
  • IV. PKK Karanlık Dağ Operasyonu
  • V. PKK Buzul Dağı Operasyonu
  • VI. PKK Ejder Operasyonu
  • VII. PKK Karadağ Operasyonu
  • VIII. PKK Kuzey Irak Hakurk Operasyonu
Kitapları
  • Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok (2003) (ISBN 975-10-2254-1)
  • Ey Vatan Arkadaşlar Uykulardan Uyansın (2004) (ISBN 975-10-2240-1)
  • Kara Tohum (2005) (ISBN 975-10-2404-8)
  • Ayandon (2005) (ISBN 975-10-2511-7)
  • Yolcu/Beyhude Geçmesin Bu Ömür (2006) (ISBN 9751025722)
  • İnsan ve Devlet (2007) (ISBN 9751026255)
  • Angut (2008) (ISBN 9751026576)
  • Korkunun Çocukları (2010) (ISBN 9786054125340)
  • Akıllı Ol! (2012) (ISBN 978-975-10-3219-5)
  • Siyasetin Sefaleti (2013) (ISBN 9789751032782)
  • Cehennemdere Kanyonu (2013) (ISBN 978-975-10-3338-3)
  • Savaş Sanatı (2014) (ISBN 9789751034151)
http://hepar.org.tr/haberler/ayandon-07122015.html


..

SÖMÜRGE SAVAŞLARI !



 
SÖMÜRGE SAVAŞLARI !


 
SÖMÜRGE SAVAŞLARI !
Mayıs 2011'de,"Orta Doğu Yanacak" isimli bir yazı yayınlamıştım..
2012'de yangın başladı ve bütün coğrafyayı sarmış halde devam ediyor..
Savaşın politik galipleri belli:ABD ve RUSYA;Irak ABD'nin,Suriye Rusya'nın dominyonu oldu..
Rusya,çarlık döneminden beri hayali ve ideali olan Doğu Akdeniz'e inme planını gerçekleştirdi,bölgeye,bir daha kalkmayacak ve kaldırılması mümkün olmayacak biçimde oturdu...
İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana iki ülke ulusal çıkarları yönünden,Küba krizinde olduğu gibi anlaştılar.Biri Bağdat'ı,diğeri de Şam'ı tam komutasına aldı..
Bu anlaşmanın işaretlerinden en belirgini ise Türk hava sahasını koruyan NATO patriotlarının,bulundukları Türk mevzilerinden apar topar çekip gitmeleri oldu !...
Rusya'nın arkasına Çin'i ve İran'ı,ABD'nin arkasına NATO'yu alarak Ortadoğu meydanında birer baş pehlivan gibi,nara atarak çıkışması,dünya siyasi ve askeri tarihini iyi bilenler için hiçte şaşırtıcı bir durum sayılmaz..
ABD ve müttefiklerinin savaş gemileri ile Doğu Akdeniz'e doluşmaları,Türkiye'de ki üstlere uçaklarını konuşlandırmaları;"Var mı bize yan bakan !" gösterileridir..
Rusya'nın,Tartus ve Lazkiye liman ve bölgelerine yaptığı yığınaklar,Hazar'da ki su üstü gemilerinden attığı güdümlü füzelerle kilometrelerce ötede ki Suriye hedeflerini vurması,Doğu Akdeniz'de bulunan denizaltıları vasıtasıyla da aynı işi yapması,"Ben artık senin bildiğin Sovyet değilim." demektir..
ABD'nin Suriye PKK'sına 50 ton silah ve cephane göndermesi,Almanya'nın Peşmerge eğitmesi,Rusların Suriye PKK'sını desteklediğini açıklaması ve Lazkiye bölgesinin güvenliğini arttırmak için Hatay güneyini aralıksız bombalaması,anlaştıkları politik hedefin,eteklerini toplamaktan öte bir şey değildir..
Esad gitsin kalsın,İŞİD'e şöyle bir plan uygulayalım,uçak düşmüş düşmemiş;Şam,muhaliflerle anlaştı anlaşamadı,NATO şöyle dedi;gibi söz ve eylemler ise,stratejinin dolaylı tutumu,mıntıka temizliğidir..
Kuzey Irak,Peşmerge ve PKK'nın kontrolünde,Suriye'nin üçte ikisi de Suriye PKK'sının hakimiyetindedir.Cerablus denilen 100 Km kadar daha bölgenin Suriye PKK'sının eline geçmesi halinde,Irak petrolü,tamamen Kürtlerin kontrolünde ki bölgeden Doğu Akdeniz'e ulaştırılacaktır.İstenen budur ve sonunda da yapacaklardır...
Turistlerin gelip gelmemesi,sebze meyve meselesi,gaz vanasının açılıp kapanmasını,bizim sizin doğalgazınıza ihtiyacımız yok lafları;kuyunun dibinde oturanların,kuyunun ağzı kadar gökyüzünü görmesinden,dev dalganın kıyılardan uzaklara su sıçratmasından ibarettir..
Hayat bir sınavdır..Altı üstü bir sınav..Eğer,gerçek bir yaşamın nasıl olacağı bilinebilseydi,sizin nereye gideceğiniz ve ne yapacağınız söylenebilirdi..
"İstekli düşünce" olmadan hiç bir şey yapılamaz...
 
 
OSMAN PAMUKOĞLU
 
..