18 Şubat 2016 Perşembe

Kürt Açılımını Destekleyen İki Cihanda Lekesiz " Sanatçılar "


Kürt Açılımını Destekleyen İki Cihanda Lekesiz " Sanatçılar "



Cmt Eki 17, 2009

282 Sanatçıdan Kürt Açılımına Destek

Sağ, Sam, Doğan, Alabora, Kaya, Türkali, Matur, Yağmurdereli, Bilginer gibi isimlerin de bulunduğu sanatçıların oluşturduğu "Barış İçin Sanat Girişimi" konser ve gösterilerle Kürt sorununa çözüm ve barış talep edecekler. Ortak bildiri 19 Ekim'de yayınlanacak.



Aralarında şair, yazar, müzisyen, ressam, tiyatrocu ve sinemacıların bulunduğu sanatçılar Hükümetin önce "Kürt açılımı", ardından "demokratik açılım" olarak adlandırdığı Kürt sorununun çözümüne yönelik sürece destek vermek için bir araya geldi.

" Barış İçin Sanat Girişimi " isimli inisiyatifin amacı başta Kürt sorunu olmak üzere ülkedeki bütün meselelere barışçı bir yaklaşımla getirilecek çözüm önerilerine katkı sağlamak.

Sanatçılar 19 Ekim'de İstanbul Eczacılar Odası'nda bir araya gelerek konuyla ilgili ortak bildiri yayınlayacak.

" Sanatçılar siyasi görüş gözetmeden barış için bir araya geldi "

Arif Sağ, Leman Sam, Aynur Doğan, Derya Alabora, Gülten Kaya, Bejan Matur, Cahit Berkay, Ezel Akay, Eşber Yağmurdereli, Haluk Bilginer, Mustafa Erdoğan, Suavi, Tuncel Kurtiz, Vedat Türkali, Hasan Saltık, İclal Aydın, Servet Kocakaya ve Zeynep Tanbay gibi isimlerin oluşturduğu " Barış İçin Sanat Girişimi " üyesi sanatçılar, katıldıkları konser ve gösterilerde akan kanın durması ve toplumsal barışın korunması için diyalog çağrısı yapacaklar.

Girişimin düzenleyicilerinden tiyatrocu Metin Göksel, inisiyatife katılan sanatçıların kendi faaliyetleriyle iradi bir beyanda bulunduklarını Zaman Gazetesi'ne söyledi. İmzacı sayısını bine çıkarmayı hedeflediklerini belirten Göksel, "Siyasi görüş farkı olmadan, barış ve demokrasi noktasında uzlaşılması şartıyla girişimin, bütün sanatçılara açık olduğunu" kaydetti.

"Sanatçıların imza vererek bildiri yayınlamak gibi bir niyetleri yok. Daha uzun zamana yayılan faaliyetlerle bu girişimi desteklemek ve bu sözlerin altını doldurmak gibi bir niyetleri var. Şu an ne tür faaliyetler olacağı konuşuluyor."

" Daha güzel bir Türkiye için..."

Girişimi destekleyen dansçı Zeynep Tanbay da " Katılımı çok yüksek olan bu yeni oluşumun kısa sürede büyük bir kamuoyu oluşturacağını" belirtti. "Sanat bütün ideolojilerin üstündedir" diyen Tanbay, " Sanat yoluyla aşılmayacak sorunun olamayacağının " altını çizdi.

" Sanatın bu büyülü dilini kullanarak, doğuya barışı götürmek istiyorum. Kürt sorunu sadece Kürtlerin değil bütün Türkiye'nin sorunudur. Sanatçılar bu demokratikleşme sürecine katkıda bulunmak zorundadır. Hayalim bütün sanatçıların olduğu bir trenle doğuya barış götürmek."

" Barış, insanlık ve birlikte yaşamak için bu platforma katıldığını ifade eden" müzisyen Hasan Saltık'ın girişimle ilgili düşünceleri şöyle:

" İnsanların artık rahat rahat konuşabilmeli. Sadece Kürt açılımı olarak değil, demokratik açılım olarak değerlendiriyoruz. Artık insanlar düğünlerinde şarkı söylediler diye gerdek gecesi gözaltına alınmamalı, sanatçılar görüş beyan ettiler diye gözaltına alınmamalı. Biz bunu daha güzel bir Türkiye için tasarlıyoruz."


Barış İçin Sanat Girişimi İmzacıları..,


Kürt sorununa demokratik çözüm isteyen 282 sanatçının katıldığı girişimde Ayşegül Devecioğlu, Leman Sam, Derya Alabora, Arif Sağ, Haluk Bilginer gibi isimlerin yanı sıra çeşitli sanat grupları da var.

Hükümetin Kürt sorunun çözümü için başlattığı demokratik açılıma destek vermek için bir araya gelen sanatçılar şöyle:

Abdullah Özgenç (Müzisyen), Adile Yadırgı (Müzisyen), Adnan Özyalçıner (Yazar), Adnan Şahin (Oyuncu), Adnan Tönel (Oyuncu, yazar), Ahmet Büke (Hikâyeci), Ahmet Örnek (Oyuncu), Ahmet Telli (Şair), Ali Haydar Timisi (Müzisyen), Alican Bukrek (Oyuncu), Alin Taşçıyan (Eleştirmen, yazar), Arif Sağ (Müzisyen), Arto Tunçboyacıyan (Müzisyen), Arzu Oral (Oyuncu), Aslı Filiz (Radyo programcısı), Aslı Öztürk (Dansçı), Asuman Susam (Şair), Ata Güner (Müzisyen,ses tasarımcısı), Avi Haligua (Radyo programcısı), Ayça Damgacı (Oyuncu), Aydan Baktır (Grafik tasarımcı), Aydan Çelik (Çizer), Aydın Şimşek (Şair), Ayhan Akkaya (Müzisyen), Aynur Doğan (Müzisyen), Ayşegül Devecioğlu (Yazar), Ayşenur Kolivar (Müzisyen), Banu Açıkdeniz (Dansçı), Baran Uğurlu (Oyuncu), Barış Güney (Müzisyen), Barış Pirhasan (Şair, çevirmen), Bartın Bölge Tiyatrosu, Bartın Sanat Tiyatrosu, Bayar Şahin (Müzisyen), Bayram Candan (Heykeltraş), Bejan Matur (Şair), Belmin Söylemez (Yönetmen), Benian Dönmez (Oyuncu), Berkan Şahan (Oyuncu), Berna Kurt (Dansçı), Beyza Gümüş (Dansçı), Birgül Serçe (Müzisyen), Birol Topaloğlu (Müzisyen), Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Burak Acil (Oyuncu), Burak Karacan (Ressam), Burcu Yankın (Müzisyen), Bülent Sezgin (Oyuncu), Bülent Turan (Müzisyen), Cafer Solgun (Yazar, çizer), Cahit Berkay (Müzisyen), Candan Baş (Dansçı), Cavit Mürtezaoğlu (Müzisyen), Cem Pulathaneli (Müzisyen), Cem Tanır (Dansçı), Cemal Atila (Dansçı, çevirmen), Ceyhun Dörtbudak (Oyuncu), Cezmi Ersöz (Şair), Cuma Boynukara (Oyun yazarı), Cüneyt Uzunlar (Tiyatrocu-Yazar), Cüneyt Yalaz (Oyuncu), Çağatay Kadı (Müzisyen), Damla Duru (Oyuncu), Deniz Kaptan (Oyuncu), Derya Alabora (Oyuncu), Derya Petek (Müzisyen), Devrim Yakut (Oyuncu), Dilek Yıldız (Oyuncu), Duygu Güngör (Dansçı), Ebru Ak (Oyuncu), Emel İrtem (Şair), Emir Ali Yağan (Şair), Emre Soykan (Oyuncu), Enver Topaloğlu (Şair), Ercan Tanrıverdi (Şair), Ercan Y. Yılmaz (Şair), Erdal Bayrakoğlu (Müzisyen), Erdal Erzincan (Müzisyen), Erdoğan Kahyaoğlu (Yazar), Esra Aşan (Çevirmen), Esra Carus (Seramik sanatçısı), Eşber Yağmurdereli (Oyun yazarı), Evren Bay (Müzisyen), Ezel Akay (Yönetmen), Ezgi Kaplan (Dansçı), Fadıl Öztürk (Şair,yazar), Fatih Gençkal (Oyuncu), Fatin Hazinedar (Şair), Fergun Özelli (Şair), Feridun Kurt, Feryal Öney (Müzisyen), Fethi İzan (Fotoğraf sanatçısı), Fırat Çete (Oyuncu), Fırat Güllü (Oyuncu), Gençer Yurttaş (Fotoğraf sanatçısı), Gonca Benzeş (Müzisyen), Gökhan Gökçen (Dansçı), Gözde Güldiken (Oyuncu), Gül Abus Semerci (Yazar, senarist), Gül Dönmez, Eskişehir Gül Dünya Sanat Topluluğu, Gülcan Küçük (Dansçı), Güliz Sağlam (Yönetmen), Güliz Şirinyan (Oyuncu), Gülsüm Cengiz (Şair,yazar), Gülsüm Öztürk (Oyuncu), Gülten Kaya (Yapımcı), Gür Akad (Müzisyen), Habib Bektaş (Yazar), Hakan Akçura (Kısa film yönetmeni, ressam, şair), Hakan Altun (Tiyatrocu), Hakan Gürel (Kültür araştırmaları), Haluk Bilginer (Oyuncu), Harun Ataman (Müzisyen), Harun Tekin (Müzisyen), Hasan Öztoprak (Yazar), Hasan Sağlam (Müzisyen), Hasan Saltık (Müzik yapımcısı), Haşmet Topaloğlu (Televizyon programcısı), Hekim Kılıç (Dansçı), Hikmet Akçiçek (Müzisyen), Hülya Deniz Ünal (Şair), Hümeyra Erdin (Yönetmen), Hürdoğan Aydın (Müzisyen), Hüseyin Karabey (Yönetmen), Hüseyin Şahin (Şair - Hollanda), İbrahim Rojhîlat (Müzisyen), İclâl Aydın (Oyuncu,yazar), İlkay Akkaya (Müzisyen), İlkem Balseçen (Müzisyen), İlknur Özdemir (Tiyatrocu), İnan Temelkuran (Yönetmen), İsmail Kaplan (Oyuncu), İsmet Çetinkaya (Ressam, yazılım geliştirici), İstanbul Gösteri Sanatları Geliştirme Derneği, Jülide Kural (Oyuncu), Kadir Çıtak (Fotoğraf sanatçısı), Kardeş Türküler, Kayuş Çalıkman G. (Seramikçi), Kemal Aydoğan (Yönetmen-yazar), Kemal Gökhan Gürses (Çizer), Kenan Yaşar (Müzisyen), Kerem Kurdoğlu (Yazar, yönetmen, oyuncu), Korhan Özyıldız (Müzisyen), Lal Lalesh (Şair), Leman Sam (Müzisyen), Levent Soy (Dansçı), Mahir İpek (Oyuncu), Mahir Karayazı (Şair), Mahmut Fazıl Coşkun (Yönetmen), Mahmut Temizyürek (Şair), Mansur Balcı (Şair), Maral Ceranoğlu (Dansçı), Mazlum Çimen (Müzisyen), Mehmet Atak (Oyuncu), Mehmet Çetin (Şair), Mehmet Demir (Yazar), Mehmet Esatoğlu (Oyuncu), Mehmet Esen (Oyuncu), Mehmet Özer (Fotoğraf sanatçısı), Mehmet Özveren (Belgeselci), Mehmet Sadık Kırımlı (İzmir), Mehmet Sander (Dansçı), Meltem Ahıska (Yazar), Mercan Erzincan (Müzisyen), Metin Boran (Yönetmen), Metin Göksel (Tiyatrocu), Metin Kaygalak (Şair), Mihran Tovmasyan (Dansçı), Murat Düzgünoğlu (Yönetmen), Murat Meriç (Yazar, radyo programcısı), Murat Uyurkulak (Yazar), Mustafa Avkıran (Oyuncu), Mustafa Erdoğan (Dansçı, yönetmen), Mustafa Yakut (Yazar), Nadir Öperli (Oyuncu), Namık Kuyumcu (Şair), Nazlı Masatçı (Oyuncu), Nesimi Aday (Şair), Neşe Yaşın (Şair), Nevruz Yıldırım (Oyuncu), Nevzat Çelik (Şair), Nevzat Karakış (Müzisyen), Nezan N. Çelebi (Yazar), Nihal Zaim (Müzisyen), Nurettin Rençber (Müzisyen), Onur Topal Sümer (Dansçı), Orçun Masatçı (Oyuncu), Orçun Yıldırım (Müzisyen), Orkun Kocabıyıkoğlu (Oyuncu), Ömer Faruk Kurhan (Yazar, yönetmen), Önder Kızılkaya (Şair), Övül Avkıran (Oyuncu), Özcan Alper (Yönetmen), Özden Çiftçi (Oyuncu), Özden Dönmez (Radyo programcısı), Özgür Örün (Oyuncu-Eskişehir), Özlem Gülmez (Oyuncu), Özlem Öztürk (Oyuncu), Pakrat Estukyan (Yazar), Pelin Esmer (Yönetmen), Pınar Gümüş (Oyuncu), Pınar Sağ (Müzisyen), Ragıp İncesağır (Grafik tasarımcı), Rauf Kösemen (Grafik tasarımcı), Redd (Müzik Grubu), Refika Kadıoğlu, Reis Çelik (Yönetmen), RemDans Proje Topluluğu (İstanbul), Roni Margulies (Şair), Selçuk Uyan (Oyuncu), Selim Evcim (Şair ), Selma Kociva (Yazar), Sema (Müzisyen), Sennur Sezer (Şair, yazar), Serap Yağız (Müzisyen), Seren Sayın (Oyuncu-Eskişehir), Serhat Ertuna (Oyuncu), Serkan Taycan (Fotoğraf sanatçısı), Servet Kocakaya (Müzisyen), Seteney Koz (Dansçı), Sevilay Saral (Oyuncu), Seyfi Teoman (Yönetmen), Seyhan Kaya, Sezai Sarıoğlu (Şair), Sırrı Süreyya Önder (Yönetmen), Suat Alican (Müzisyen, şair-İsveç), Suavi (Müzisyen), Sumru Ağıryürüyen (Müzisyen), Şahin Adıgüzel (Oyuncu), Şebnem Sönmez (Oyuncu), Şevket Şahintaş (Fotoğraf sanatçısı), Şevval Sam (Müzisyen), Şule Ateş (Sanat Yönetmeni), Şule Işıklı (Oyuncu-Eskişehir), Şükrü Erbaş (Şair-Antalya), Taner Koçak (Yayıncı), Tanju Duman (Müzisyen, yönetmen)?), Tarık Tufan (Yazar), Taylan Şengül (Müzisyen-ABD), TİSAD (Tiyatro Sanatını Araştırma İnceleme Bilim Kültür Eğitim Derneği), TİSEN-G (Tiyatro İşçileri Sendikası Girişimi), Tiyatro Yeraltı, Tolga Esmer (yazar, çevirmen), Tolga Sağ (Müzisyen), Toprak Karaaoğlu (Yazar), Tozan Alkan (Şair,Çevirmen), Tuğçe Canbolat (Belgeselci), Tunay Bozyiğit (Şair), Tuncel Kurtiz (Oyuncu-Edremit), Tülin Özen (Oyuncu), Tünay Bozyiğit (Şair), Türker Alpugan (Oyuncu-Manisa), Türkiye Tiyatrolar Birliği, Uğur Açıkgöz (Oyuncu-Eskişehir), Uğur Baran (Oyuncu), Uğur İpek (Oyuncu), Ulaş Özdemir (Müzisyen), Umur Hozatlı (Yönetmen), Ülker Uncu (Müzisyen), Ülkühan Zekioğlu (Fotoğraf sanatçısı), Vartkes Keşiş (Müzisyen), Vecdi Erbay (Şair- İstanbul ), Veda İpek (Oyuncu), Vedat Türkali (Yazar), Vedat Yıldırım (Müzisyen), Veysi Altay (Fotoğraf sanatçısı), Volga Sorgu (Oyuncu), Yamaç Okur (Sinema eleştirmeni?-İstanbul, Yasemin Göksu (Müzisyen), Yaşam Kaya (Tiyatro yazarı), Yaşayan Tiyatro (Eskişehir), Yeliz Burçin Özkaya, Yener Aksu (Festival yöneticisi), Yonca Tuna (Oyuncu), Yusuf Çetin (Oyuncu), Yüksel Aymaz (Işık tasarımcısı), Zafer Gecegörür (Oyuncu-Bartın), Zeki Tombak (Şair), Zeynep Casalini (Müzisyen), Zeynep Tanbay (Dansçı), Züleyha Ortak (Müzisyen).



http://bianet.org/bianet/siyaset/117663-baris-icin-sanat-girisimi-imzacilari


http://www.guncelmeydan.com/pano/kurt-acilimini-destekleyen-iki-cihanda-lekesiz-sanatcilar-t22815.html




ORTADOĞU’DA DENGELER YENİDEN Mİ DEĞİŞİYOR?






ORTADOĞU’DA DENGELER YENİDEN Mİ DEĞİŞİYOR?

YAZAN ; Özdem SANBERK
Köşe / 2015 Haziran

Ortadoğu’da dengeler aslında hiç bir zaman sabit olmadı. On yıllardan beri ittifaklar ve koalisyonlar hemen hergün kuruluyor, hergün bozuluyor, sonra tekrar kuruluyor.(*) Çünkü dış politikanın oluşturulmasında ve uygulanmasında halkların bir rolü yok. Monarşik, ideolojik, despotik yönetimler birbirleriyle ve aynı zamanda kendi halklarıyla sürekli mücadele içinde. Bu mücadelelerin ıztıraplarını ise mazlum ve mahrum halk kitleleri çekiyor. Arap Baharı anlık taze bir nefes gibi geldi geçti. Gerçi savurduğu özgürlük tohumları yok olmadı. Ama tekrar ne zaman filizlenirler belli değil. Bölge dışı güçlerin ilgileri buradaki zengin enerji kaynaklarının ötesine geçmiyor. Ortadoğu son yetmiş yıldan bu yana giderek artan istikrarsızlık ve güvensizlik içinde bir karışıklıktan diğerine savrulup duruyor.

Suudi Arabistan’da yeni yönetim

Bölgedeki siyasi dengelerin değişimini bu kez Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın ölümü tetikledi. Yeni Kral Salman bin Abdülaziz Ocak ayında tahta geçer geçmez yönetimde ve krallığın dış politika önceliklerinde köklü değişiklikler gerçekleştirdi. İçişleri Bakanı Prens Muhammed bin Nayif’i veliaht, aile dışından profesyonel diplomat olan Washington Büyükelçisi Adil el Zübeyir’i de dışişleri bakanı olarak tayin etti. Başkan Obama’nın Amerika’yı Ortadoğu’da askerî operasyonlara sokmama yolunda ikinci döneminin başından beri kararlılıkla uyguladığı strateji, bir süreden beri bölgedeki kuvvetler dengesini muhafazakâr Arap monarşileri aleyhine değiştirmişti. Suudi Arabistan’ın tehdit değerlendirmelerini ciddi surette etkileyen bu değişiklik yeni Kral Salman’ın dış politikasına güçlü biçimde yansıdı. IŞİD ve benzeri Selefi akımlarla mücadele, İran, İslam ve demokrasi gibi konular, Suudi Krallığı’nı ve Körfez emirliklerini tehdit eden en önemli unsurlar olarak ön plana çıktı. Suudi Arabistan özellikle İran’ın nükleer konuda Batı dünyasıyla vardığı ön mutabakattan sonra bu ülkenin dünyada ve Ortadoğu’da artan nüfuzunu sınırlamak amacıyla ilk başta Yemen ve Suriye kapsamında proaktif bir politika izlemeye başladı. Yeni Dışişleri Bakanı Zübeyir, bir yandan Suudi Krallığı’nın Amerika’yla iyi ilişkilerini korumaya çalışırken diğer yandan Körfez İşbirliği Konseyi’ni (KİK) daha işlevsel hale getirdi. Bir taraftan da bölgede Mısır ve Türkiye dâhil, Sünni ağırlıklı nüfusa sahip büyük ülkelerle ilişkilerini sıkılaştırdı. Kral Salman, Yemen’de ayaklanan Şii Husilere karşı hava harekâtı gerçekleştirirken, aynı zamanda Müslüman Kardeşler’e karşı daha ılımlı bir tavır sergilemeyi yeğledi.

Körfez’de ve Yemen’de yaşanan bu gelişmelere paralel olarak, Suriye ve Irak dinamiklerinde de hareketlilik meydana geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Kral Salman’ın görevine başlamasından hemen sonra Riyad’a gitti ve yeni Kral’ın, İran’a karşı bölgede bir Sünni bloğu kurma yolundaki politikalarını reddetmeyen bir tutum sergiledi. Özellikle Suudi Arabistan’ın Yemen’de İran destekli Husilere karşı giriştiği hava harekâtına siyasi destek verdi. Erdoğan ayrıca İran’ı, bölgedeki yayılmacı politikaları dolayısıyla kamuoyu önünde eleştirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu eleştirilerine İran’da bilhassa meclis çevreleri tepkisiz kalmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan buna rağmen Tahran’a da önemli bir ziyaret gerçekleştirdi.

Suriye iç savaşında Rusya ve İran’ın Esed’e vaki desteği sayesinde rejimle muhalefet arasında uzun süredir devam eden kilitlenme son bir iki ay içinde rejim aleyhine bozuldu. Muhalefet arazide durumu kendi lehine döndürmeyi başardı. Katar ve Suudi Arabistan tarafından askerî olarak, Türkiye tarafından da siyasi olarak desteklenen muhalif güçler, El Fetih ordusu ile İdlip, Jisr El Shugur’u ve Şam’ın bazı mahallelerini ele geçirdi. Cephedeki bu gelişmelerde Al Nusra ve Ahrar Al Sham gibi Al Kaide ile irtibatlı örgütlerin alandaki etkin rolü de ön plana çıktı.

Rejimin mevzi kaybetmesi diplomatik çevrelerde Esed’in takatinin kalmadığı şeklinde yorumlandı. Arazideki dinamiklerin değişmesi BM’yi de harekete geçirdi. BM temsilcisi Mistura da Suriye’de geçiş sürecini başlatmak için Cenevre’de 15 Mayıs’tan itibaren uzmanlar düzeyinde istişareleri başlattı. Bu istişarelere ABD’ nin terör listesinde yer alan Al Nusra ve Ahrar Al Şam hariç, muhalefeti oluşturan bütün gruplar ve rejim temsilcileri davet edildi. Ayrıca, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin memnuniyetsizliğine rağmen bu kez İran da çağrıldı. Temmuz’a kadar sürmesi beklenen bu istişarelerin bir amacının da zaman kazanmak olduğu söylenebilir. Çünkü P5+1 ile İran arasında varılan anlaşmanın Haziran sonunda kesinleşmesi sözkonusu. Başkan Obama anlaşmanın mutlaka kesinleşmesi taraftarı. Bu nedenle de İran’la Batı arasında gerginlik yaratacak bir politika izlemek istemiyor. Eğer anlaşma kesinleşirse İran’ın uluslararası toplumla bütünleşmesi, Amerika ve İran’ın birbirlerine daha çok yaklaşması kuvveden fiile çıkabilir. Bu durumun başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkelerinde ve hatta İsrail üzerinde yaratacağı endişe ve memnuniyetsizliği tahmin etmek zor değil. Esasen Başkan Obama’nın da 14 Mayıs’ta Camp David’de KİK liderleriyle gerçekleştirdiği zirve toplantısının bu endişeleri gidermek amacına yönelik olduğu malum. Fakat Kral Salman’ın katılmadığı bu toplantının amacına ulaştığını söylemek mümkün değil.

İran’la Nükleer anlaşmanın Haziran sonunda kesinleşmesinin Suriye’deki savaş üzerinde sonuçları nasıl olur? Bunu şimdiden kestirmek zor. Fakat hiç değilse ABD’nin İran’ı uluslararası toplumla daha fazla bütünleştirmek için bu ülkenin hassasiyetlerini gözetmeyecek bir politika izlemeyeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Nitekim Obama Camp David’de İran’ın marjinalleştirilemeyeceğini açıkça belirtti. Bunun anlamı ise Washington’ın Ortadoğu’daki önceliklerinde ve özellikle Suriye politikasında en azından Obama’nın görev süresi bitene kadar bir değişiklik yapmayacağı. Suriye ile sınırımızda uçuşa yasak güvenli bir bölge kurulması meselesi belirsizliğini korurken IŞİD’in Ramadi’yi ele geçirmesi dâhil, artan tehditlerine rağmen Amerika’nın bölgeye ilişkin stratejisinin askerî boyutunda, bazı nokta hareketleri dışında bir gelişme yok.(**) ‘Eğit-Donat’ programının eğitim aşaması henüz yeni başladı. Rusya’ya gelince bu ülkenin, Ukrayna’da yaşadığı sorunlara rağmen Suriye rejimine, eski boyutlarda olmasa bile, desteğini devam ettirmeyeceğini düşünmek zor.

Rejim gücünü kaybediyor

Ne var ki bu tahlil Suriye rejiminin hala güven içinde olduğu anlamını taşımıyor. Tam tersine rejimin büyük bir güvensizlik havası içinde bulunduğu görülmekte. Kısa süre önce Palmira da IŞİD’in eline geçti. Yönetim kademesinde zorlukların bulunduğu ve rejimin istihbarat şeflerinden General Ali Memluk’un göz hapsinde bulunduğu gibi haberler basına yansıyor. Beşinci yılına girilen kanlı savaşın rejimin takatini tükettiğini değerlendirenler bu ülkenin devlet yapısında ani bir çöküş yaşanabilmesi ihtimalini ciddi görüyorlar. Böyle bir gelişmenin ise hazırlıksız yakalanıldığı takdirde, başta ülkemiz olmak üzere, herkes için yaratacağı siyasi ve güvenlik riskleri aşikâr. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgede ve BM’de, ikili ve çok taraflı alanlarda halen bulunduğu diplomatik girişimler hiç şüphesiz isabetli.

Ancak bu aşamada rejimin çözüldüğünü söylemek mümkün değil. Esed’e asıl destek veren ülke İran. İran’ın Suriye’de önemli milis güçleri var. Ayrıca İran’da halen 430 bin kadar bulunan  Hazara’nın 3-3,5 bininin Suriye’de olduğu bilinmekte.

Karanlık bir gelecek

Yukarıdaki gelişmeler bölgenin yakın ve orta vadedeki geleceğinin büyük belirsizlikler içinde olduğunu gösteriyor. Ortadoğu halen, İran ve Suudi Arabistan arasındaki bölgesel hegemonya rekabeti yanında, tarihin derinliklerinden yüzeye doğru tehlikeli şekilde kabaran mezhep savaşları girdabına doğru sürükleniyor. Herkes için ciddi tehdit barındıran bu girdabın bizi de içine çekmemesi ve değişmeyi daha uzun yıllar sürdürecek olan bölgedeki dengelerin istikrar ve güvenliğimizi etkilememesi için Türkiye’nin sağlam bir çıpaya ihtiyacı var. Bu çıpa ise 21’inci yüzyıl standartlarında bir demokrasidir. Bu çıpaya tutunabilirsek kendi güvenlik ve refahımızı teminat altına alacağımız gibi bölgeyi istikrara kavuşturacak oyun kurucu kapasitemize yeniden kavuşuruz.


(*) “Orta Dogu için uzun vadeli tahmini sadece çılgınlar yapar.” (Only a fool offers longer term predictions about the Middle East.) (Graham Fuller)
(**) IŞİD’in Abu Sayyaf adlı komutanının bir baskınla öldürülmesi.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/06/ortadogu-da-dengeler-yeniden-mi-degisiyor

MISIR’DAKİ DARBE ARAP BAHARINDA SON NOKTA DEĞİL,






MISIR’DAKİ DARBE ARAP BAHARINDA SON NOKTA DEĞİL,



YAZAN Özdem SANBERK
Köşe / 2013 Ağustos


Siyasal İslam Ortadoğu’da henüz çökmüş değil. Eğer İhvan kendini sorgular, İslam’ı tekeline almaktan vazgeçer ve ideolojisini siyasi özgürlüklerle bağdaştırabilirse yeniden iktidara gelebilir.

Bölgede iki yıldan beri yaşananlar Arap halklarının ne kadar muhafazakâr olsalar da özgürlük ve refah adına mücadele edeceklerini gösterdi. Şimdi tüm Müslüman ülkelerde gençlerden ve orta yaşlılardan oluşan yeni bir orta sınıf doğuyor. Daha dindar, daha muhafazakâr ama bilgiye erişen, şiddeti reddeden fakat daha fazla hak, daha fazla refah talep eden kitleler... Bu yeni kitlelerin muhafazakârlıkları ise onların haysiyet, özgürlük ve refah taleplerine bir engel değil.


Dönüşümün tüm Ortadoğu’ya etkisi

Arap Baharı, daha ziyade yönetim şekli “cumhuriyet” olan anti-demokratik rejimleri etkiledi. Örneğin, Körfez ülkeleri ve Fas gibi monarşilerde hakların genişletilmesi için kimi zaman ortaya çıkan gösterilerin çeşitli sebeplerle kitlesel protesto hareketlerine dönüşmediği görüldü. Zira bu ülkelerin iç dinamikleri, iktidar yapıları, nüfus azlığı, petrol zenginliği ve muhalefet hareketlerinin doğası, siyasi enerjinin siyasi güce dönüşmesini şimdilik önlüyor. Geleceği tam olarak öngörmek mümkün olmasa da Suudi Arabistan dâhil tüm Körfez monarşilerinin iki buçuk yıldır hüküm süren ve son dönemde Suriye ve Mısır’da ciddi krize saplanan demokratik değişim ve dönüşüm dalgasının etkisi altına girmesi kaçınılmaz. Çünkü büyük farklılıkları olsa da bu ülkelerin ortak paydaları, siyasi özgürlükler ile temel haklardan yoksun olmaları ve iç istikrar ile güvenliklerini baskı ve şiddete dayalı otoriter güç kullanımıyla sağlamaları. Oysa güç kavramının anlamını altüst eden iletişim çağında, güce dayalı rejimlerin ayakta kalması artık mümkün değil. Bu nedenle insana öncelik vermeyen ve kendi halkına baskı uygulayan hiçbir Ortadoğu rejimi değişimden muaf olmayacağı gibi, demokratik değişim hareketini tüm bölge ülkelerinin er veya geç yaşayacağı da 21. yüzyılın kaçınılmaz bir gerçeği. 

Ama Ortadoğu halklarının bu dönüşümü farklı şekil ve ritimlerde geçireceği kesin. Kimi daha süratli ve bir anda, kimi  ise iniş-çıkışlarla bu değişimi yaşayacak. Bu nedenle Ortadoğu ve Arap dünyası onyıllarca istikrarsızlık ve güvensizlikten kurtulamayacak gibi görünüyor. Süreç uzadıkça da halkların ıstırabı ve bölgenin istikrarsızlığı aynı oranda ve kaçınılmaz bir şekilde artacak.


Suriye ve Mısır

Suriye’de değişim sancıları başladığı zaman halkına yıllardır zulmeden azınlıktaki bir diktatörün hemen devrileceği ve doğumun kolay olacağı zannedildi. Ama iki yılı geçen ve uluslararası toplumun gözleri önünde yüz binden fazla cana, milyonlarca mülteciye mal olan iç savaş farklı bir tablo ortaya koyuyor. Bu tabloda ülkedeki siyasal, mezhepsel ve etnik kırılmaların derin tarihî köklere sahip olduğu, bölge içi ve dışı güçlerin çıkar çatışmalarının insani mülâhazaların önüne geçtiği ve dolayısıyla özgürlüklerin doğumunun pek de yakın olmadığı belirginleşti.  
Mısır’a gelince, uzun yasa dışı muhalefet yıllarından sonra tarihte ilk kez sandıkla iktidara gelen Müslüman Kardeşler yepyeni bir siyasi kültürle tanıştı. Olivier Roi’nin dediği gibi, bu siyasi kültürde, “demokrasilerde sandığa rağmen iktidara karşı çıkan kitleler mevcut olabiliyor ve bu muhalif kitleler, ifade özgürlüğü haklarını sokağa dökülerek kullanmak isteyebiliyor”. Muhammed Mursi bu durumla baş edemedi. Çareyi ise Tahrir Devrimi’ni yapan tüm siyasi aktörlerle uzlaşmak ve aşırı kutuplaşan kamuoyunun beklentilerini anlamaya çalışmak yerine, “sandıkla geldim her istediğimi yaparım” mantığıyla daha fazla otoriterleşmekte buldu.


Askerî darbe yıkılmaya mahkûm

Mursi yönetimine karşı geçekleştirilen askerî darbenin, sebebi ne olursa olsun siyasal İslam hareketine ve Arap Baharı’na büyük bedel ödeteceğine şüphe yok. Ancak darbe ne Mısır halkının Tahrir Meydanı ile başlayan özgürlük arayışlarına ne de Arap Baharı’na son verebilir.1920’lerden beri İslam dünyasında dürüst, adil ve İslami geleneklere saygılı yönetim arayışı içinde mücadele veren Müslüman Kardeşler hareketi, son bir yıllık deneyimden gerekli dersleri çıkarıp hatalarıyla yüzleşebilirse Mısır’da ve başka yerlerde yeniden iktidara gelebilir. Ancak bu sorgulamayı, İhvan’ın şimdiki yaşlı kadroları değil, 21. yüzyıl gerçeklerinin bilincindeki yeni kuşak muhafazakârlar yapabilir. Böyle bir sorgulama ise darbecileri iktidardan söker ve Arap Baharı’na tüm bölgede yeni bir hız ve geçerlilik kazandırır.


İhvan’ın siyasi İslam tekelindeki ısrarı

İktidar, sadece ideolojik yönetimden ibaret değil; her şeyden önce seçmenin günlük aş, iş ve güvenlikten oluşan yaşamsal sorunlarını da çözme sınavıdır. Tunus’ta, Suriye’de ve Mısır’da Arap devrimlerini tetikleyen temel faktörün bilhassa kırsal alanda ve kentlerin çeperlerinde yaşayan mahrum kitleleri uzun yıllardır vuran ve açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, adaletsizliğe ve korkunç gelir farklarına yol açan ekonomik sorunların varlığını biliyoruz. Ekonomik beklentiler iktidarları yıpratır. Hele Mısır gibi ihmal edilmiş ve devasa ekonomik sorunların birikmiş olduğu bir ülkede, sorunların bir yılda çözülmesini beklemek hiç akılcı değil. Bu nedenle Mursi karşısındaki en müessir muhalefet ekonomik ve sosyal sorunlar karşısındaki çaresizlikten ziyade cumhurbaşkanının kendi iktidarını kayıtsızca güçlendirmeye çalışmasından, siyasal İslam’ı İhvan’ın tekeline almak istemesinden ve İhvan’ı Mısır’da sosyo-ekonomik sorunların çözümüne bir çare yapmaya çalışmak yerine kendi otoriter yönetiminin bir kontrol aracı hâline getirmesinden kaynaklandı. Nitekim Mursi, hemen bir yıl içinde karşısında sadece orduyu, yargıyı, Hıristiyan azınlıkları, laik, liberal ve sol çevreleri değil, Selefiler ve Sufiler gibi başka İslami hareketleri, hatta El-Ezher gibi saygın İslam kurumlarını da buldu. 


İhvan kendini sorgulayabilecek mi?

Müslüman Kardeşler’in şimdi askerî darbe mağduru olarak kendilerini yenileme şansı var. Sağduyu gösterebilirlerse, darbe dolayısıyla kazandıkları yeni sempati dalgasından yararlanarak muhalefette kendilerini Mısır’ın çoğulcu dinî topografyasına uyum sağlayacak şekilde bir reforma tâbi tutabilirler. Arap dünyasında siyasal İslam’a tek başına sahip olma gibi hayalî emellerini gözden geçirebilirler. Bu gerçekleşirse, Mısır’ın ve aynı zamanda bölgenin mahrum ve mazlum kitleleri için yeniden bir umut ışığı olabilirler. Tabii yeni bir seçimi kazanmalarında ideoloji kadar, Mısır halkının gündelik sorunlarına yanıt arayan, ayakları yere basan bir hükümet programıyla ortaya çıkabilmeleri de önemli. 

Ne var ki Mısır’da ve tüm Arap dünyasında demokratik dönüşüm ve değişim hareketinde en ciddi sınav, kişisel siyasetle dinî inançların birbirinden ayrılması noktasında ortaya çıkacak gibi. Zira aksi durumda, siyasal özgürlükler ve temel hakların gerçek hayata yansıması sorunu çözümsüz kalmaya devam edecek. Aslında Arap devrimlerinin tümünün geleceği, bu sorunun çözümüne bağlı. 

http://www.analistdergisi.com/sayi/2013/08/misir-daki-darbe-arap-baharinda-son-nokta-degil


G20 ANTALYA ZİRVESİ’NDE KAÇIRILAN FIRSAT




G20 ANTALYA ZİRVESİ’NDE KAÇIRILAN FIRSAT


YAZAN Özdem SANBERK
Köşe / 2015 Aralık

Ortadoğu’yu yıllardan beri kasıp kavuran kanlı terör hareketleri bir süreden beri Avrupa’ya sıçradı. Hatta daha geniş coğrafyaları da tehdit ediyor. Bu şiddetin tetiklediği kitlesel göçler ise Avrupalılar için ilave bir kâbus. Biz kendi ülkemizde zaten 30 yıldır, dış dünyanın kayıtsız nazarları altında on binlerce cana mal olan PKK terörünü yaşıyoruz. Ancak uluslararası toplum 13 Kasım gecesi Paris’te IŞİD tarafından gerçekleştirilen katliamdan sonra bu türlü bir şok içine girdi.  İnsanlık uzun, ıstıraplı ve müzmin bir korku ve şiddet döneminin başlangıcına adım atmakta olduğunun bilincine vardı. Bu korku ve güvensizlik duygusu ise tam da terör örgütlerinin ulaşmak istediği hedef. Zira bedbin bir ruh hâlinin tüm uygar dünyada içe kapanma reflekslerini güçlendirdiği, sağcı siyasi hareketleri yükselttiği ve liberal demokrasiyi temellerinden sarsarak dünyayı bir kaos ortamına sürüklediğini hep birlikte görüyoruz.

Karanlıkla aydınlık arasında bir savaş

Terör örgütleri rasyonel davranmaz. Terörün mesajı korku salmaktır. Terör karanlıkta hareket eder. Devletler ise mücadelelerini aydınlıkta sürdürür. Karanlığı aydınlatan hukuk, eğitim ve özgürlükler temelinde gelişen demokrasidir. Liberal demokrasilerle terör arasındaki bu savaş da aslında karanlıkla aydınlık arasında yaşanan savaştır. Terör örgütleri eylemlerinde kural ve ahlak tanımaz. Ancak uygar dünya, kuralsız savaşa karşı kuralsız hareket edemez; kendi koyduğu demokratik ve etik kuralları yok sayamaz. Eğer sayarsa bundan kazançlı çıkacak taraf terör olur. Bu nedenle bu savaşı ancak demokrasiye, hak ve özgürlüklere güçlü bir şekilde sarılan taraf kazanacaktır.

İçe kapanma

Uygar devletlerin bugün terörle mücadelelerinde haklı olarak güvenlik ağırlıklı bir yaklaşımı benimsediklerini görüyoruz. Tehdidin ciddiyeti ve yaygınlığı karşısında toplumların koruma reflekslerinin harekete geçmesi doğal. Göçmenler ülkesi ABD’de Kongre’nin göçmen kabulünü kısıtlayan son yasası bu yaklaşımı açık şekilde kanıtlıyor. Ancak devletler bu mücadeleyi sırf savaş mantığında yürütürlerse teröristlerin oyun alanında kalırlar. Bu da felaketin reçetesidir.  George W. Bush 15 yıl önce, 11 Eylül’den sonra el-Kaide terörüne karşı, bugün aynen Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in yaptıkları gibi, intikam ve savaş mantığı içinde teröre karşı savaş ilan etmişti. Ne var ki 15 yıl sonra dünya kendini terör karşısında tekrar aynı yerde buldu. Çünkü el-Kaide dönüşmüş ve IŞİD adı altında yeni bir ölüm makinası olarak dünyayı kana bulamaya başlamıştı. 11 Eylül’den sonra Ortadoğu’da kesintisiz süren fakat Batı’da pek dikkat çekmeyen terör ve can kayıpları şimdi Avrupa kentlerine atlayınca şiddet sorunu dünya gündeminin birinci sırasına oturdu. Ölümler yalnız Batı’da değil Ortadoğu’da, Afrika’da yaşandığı zaman da ıstırap verir. Bunun anlamı, teröre karşı mücadelenin tüm ülkelerin beraberce vermesi gereken ve vatandaşların hükümetleri ile sıkı bir işbirliğini gerekli kılan bir süreç olduğudur.

Savaş mantığı

Fakat ne yazık ki bu tür sözler şu sırada safça bir temenniden öteye gitmemeye mahkûm. İntikam, aynı merhamet gibi insani ve meşru bir duygu. Fransa, Paris’teki katliamdan ve Rusya da Sina’da düşürülen uçağında 224 sivil yolcusunu kaybettikten sonra, IŞİD’i cezalandırmak amacıyla örgütün merkezi Rakka’ya bombalar yağdırmaya başladı. Bu şiddet, tüm bu kaos ortamında en korumasız toplumlardan biri olan Bayır-Bucak Türkmenlerini de vurdu. Bu bombardıman İkinci Dünya Savaşı’ndaki Dresden bombardımanından farklı değil. Ne kadar çocuk, kadın, yaşlı sivilin can verdiğini bilmiyoruz.

Bu bombalar terörü yok etmez, güçlendirir. Çünkü terör kandan ve şiddetten beslenir. Nitekim IŞİD’in ortaya çıkmasından bu yana ona karşı her geçen gün daha şiddetli bir savaş veriliyor. Rusya neredeyse iki aydan beri Suriye’de IŞİD’i bomba yağmuruna tutuyor. Amerikan savaş uçakları iki yıldan beri yüzlerce sorti yaptı. Örgüt belki bazı topraklarını kaybetti ancak son iki yılda militan sayısını sürekli artırdı. Ayrıca Irak ve Suriye toprakları dışına taşarak ses getiren cüretkâr terör eylemleri yapma kapasitesine sahip olduğunu ortaya koydu.

Uygar dünya bu eylemlere karşı IŞİD’e misliyle cevap veriyor. Bu tepkisel şiddet belki terör kurbanı ülkelerde kamuoylarını teselli edebiliyor,  ama sorunları çözmüyor. Çünkü örgütün beklediği tepki tam da şiddete dayalı bu tepkiden başka bir şey değil. Zira ‘asimetrik’ savaşta karşılıklı şiddet zaten teröristin silahı. Karşılıklı şiddetin ürettiği kaos ortamı da teröristin hareket alanı… Kaos kinleri keskinleştirir, nefretleri biler, özgürlükleri ise sınırlar. IŞİD aşırı güç kullanımıyla belki geriletilebilir. Fakat hangi adı taşırsa taşısın, terör kaos ortamında kendini yeniden üretir. İnsanlık da böylece sonu gelmez bir husumet kısır döngüsü içinde bir şiddet sarmalından diğerine savrulur.

Şiddet çözüm değil

Antalya G20 Zirve toplantısında dünya liderleri de terörle mücadelede kendi halklarını ve dünya kamuoylarını rahatlatan kararlılık mesajı verdiler. Bu mesaj,  güçlü devletlerin teröre karşı savaşı şiddetle sürdürecekleri anlamına geliyor. Bu kararlılık hem hükümetlerin hem de halklar olarak hepimizin, doğal yollarla savaş mantığından çıkamadığımızı kanıtlıyor. Bu tür yüksek seviyeli medyatik zirvelerde ne yazık ki sorunların özüne girilemiyor ve esas meseleler tartışılamıyor. Oysa bugün dünyadaki terör sorununun birinci sebebi kitlesel yoksulluk, ikinci sebebi bölgeye silah satışları.

G20 Antalya Zirvesi, Paris saldırıları ile hemen hemen aynı günlerde gerçekleştirildi. Ama liderlerin hiçbiri kitlesel yoksulluğun silinmesi ve Ortadoğu’ya yönelik kontrolsüz silah akışının durdurulması veya silah trafiğinin kontrol altına alınması zaruretini dile getirmedi. Oysa hem IŞİD’in ve diğer terör örgütlerinin silahlarının tamamı hem Suriye savaşında kullanılan silahların tümü hem Bamako rehin alma olayındaki silahlar hem de Paris saldırılarında kullanılan silahlar Antalya Zirvesi’nde teröre karşı kararlılık bildirisi yayınlayan liderlerin kendi ülkelerinin ürettiği silahlar. Altını bir kez daha çizmek gerekir ki bölgeye giren kontrolsüz silah akışı durdurulmadan veya silah trafiği kontrol altına alınmadan dünyada terör ve şiddetin bitmesi mümkün değil.

Barış mantığı

Ancak bunun yapılabilmesi savaş değil ‘barış mantığını’ gerektiriyor. İntikam duygularıyla dolu siyasilerin olayların sıcaklığında savaşı bırakıp barış mantığına geçmeleri mümkün mü? Evet, mümkün. Barış savaşta hazırlanır ve barış mantığı kendi yol haritasını kendi bulur. Ama bunun için dünyanın vizyoner devlet adamlarına ihtiyacı var. 1945’te İkinci Dünya Savaşı tam bitmeden ileri görüşlü devlet adamları San Francisco’da toplanarak savaştan sonra 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurulacak yeni dünya düzeninin temellerini attılar. Böylece savaşın son aylarında toplanan devletler, Nisan 1945’te San Francisco Konferansı’nda daha savaş sona ermeden alınan kararlar sonucu Birleşmiş Milletler’i kurdular. Bu Konferans o tarihte, savaşın bunalımını yaşayan insanlığa da dayanışma ve umut içeren güçlü bir barış mesajı göndermiş oldu. Aynı vizyoner liderler ayrıca savaş biter bitmez Avrupa’yı savaşın tahribatı sonrası yeniden yaşama kavuşturma anlamını taşıyan Marshall Planı’nı yürürlüğe koydular.               

Bugün tüm dünyanın güvenliğini etkileyecek devasa bir çöküş yaşayan Ortadoğu’nun kurtarılması için insanlığın aynen Marshall Planı gibi uzak görüşlü bir vizyona ve benzeri geniş ufuklu bir emele ihtiyacı var. Dünya gayrisafi yurt içi  hasılasının yüzde 85’inden fazlasını temsil eden 20 ülkenin Antalya’da, Ortadoğu’nun çöküşünü durduracak ve mültecilerin yurtlarında kalmasını özendirecek bir umut mesajı verebilmesi insanlık için büyük önem taşıyacaktı. Ama bölgede her geçen gün artan kontrolsüz silahların mevcudiyetine son verilmeden sırf ekonomik tedbirler terörü yok edemez.

Bu mesajlar verilebilseydi bugün belki Avrupa’da ve dünyada herkese hâkim olan korku, yılgınlık ve tedirginliğin yerini cesaret, umut ve güven duyguları alabilirdi. Bugün dünyayı saran terör dalgasının sebepleri muhakkak ki sadece bölgenin yoksulluğu ve Ortadoğu’ya silah sevkiyatı olmayabilir. Ama bu ikisi, en ciddi sebeplerden. Antalya’da en azından bu tespit yapılabilseydi o zaman bu zirvenin gerçek anlamda tarihî bir zirve olarak anılması mümkün olabilirdi. Bu fırsat ne yazık ki kaçırıldı. 

http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/g20-antalya-zirvesi-nde-kacirilan-firsat



..

RUSYA-TÜRKİYE HATTINDA SURİYE DÜĞÜMÜ: ÇELİŞKİ DİPLOMASİSİ



RUSYA-TÜRKİYE HATTINDA SURİYE DÜĞÜMÜ: ÇELİŞKİ DİPLOMASİSİ


YAZAN Özdem SANBERK
Köşe / 2012 Ağustos


Başbakan Erdoğan’ın 18 Temmuz’da gerçekleştirdiği Moskova ziyareti, hem Türk-Rus ilişkilerinin seyri hem de gittikçe karmaşıklaşan Suriye krizinin geleceği bağlamında dikkate değerdi.

Geçtiğimiz 12 yıllık dönemde önemli ivme kazandırılan ikili ilişkilerde 30 milyar doları aşan ticaret hacmi ve Türkiye’yi yılda 3,5 milyon Rus turistin ziyaret etmesine ek olarak enerji alanındaki yoğun iş birliğinin katkısıyla, iki ülkenin birbirine “stratejik ortaklık” çerçevesinde yaklaştığına tanık olduk. Pek çok konuda iş birliğine gidilmesine rağmen ikili ilişkilerin düzeyi, politik alanda sorun çözme kapasitesini beklenildiği ölçüde arttıramadı. Zira gerek uluslararası sistemin yapısına ilişkin değerlendirmeler gerekse de bölgesel konulara yaklaşımlardaki farklılıklar, tarafları önemli sorunlarda ayrı saflara itti.

Enerji sektörünün baskın olduğu ekonomik ilişkilerin yoğunluğu ve pek çok iş birliği alanına rağmen dış politika tercihlerinde zaman zaman ayrı düşen Ankara ve Moskova, genel olarak Arap Baharı sürecinde özel olarak ise Suriye’de yaşanan gelişmelerin tanımlanmasında ve uygulanacak olan politikalarda taban tabana zıt duruşlara sahip iki aktör. Öyle ki bir buçuk yıldır devam eden çatışmalar boyunca Baas rejiminin en önemli destekçilerinden biri Rusya iken Türkiye, Suriye’nin geleceğinde Beşşar Esed’in yeri olmadığını düşünüyor.

Moskova görüşmesinin Suriye’ye yansımaları
  
İki liderin düzenlediği ortak basın toplantısında, ikili ilişkilerin Suriye krizi gölgesinde kalmaması gerektiği konusunda uzlaşı açık bir şekilde gösterildi. İkili ilişkilere yapılan vurgu kadar Suriye konusunda tarafların yapacakları açıklamalar da önem arz ediyordu.


Başbakan Erdoğan’ın, Suriye düğümünde önümüzdeki döneme ilişkin 30 Haziran’da gerçekleşen Cenevre Görüşmesi’nde çıkan yol haritası üzerinde çalışılabileceğini ifade etmesi, görüşmenin Suriye konusundaki en önemli çıktısı oldu.


Türk dış politika yapıcıları açısından da ele alındığında, Suriye denkleminin önemli unsurlarından biri olan Rusya ile diplomasi araçlarının etkin bir şekilde kullanılması, Batı’da söylem düzeyinde sıklıkla tercih edilen “Rusya’nın ikna edilmesi gerektiği” argümanına paralel ve Batılı müttefiklere yakın bir politika izlendiğini gösteriyor.


Rusya ile komşu ve önemli ilişkilere sahip Türkiye’nin, Moskova’yı izole ederek sorunun çözümünü öne çıkarması ise hem Türkiye’nin yalnızlaştığı hem de sonuç getirmesi açısından sorgulanabilir bir süreci beraberinde getirebilir.

Rusya’yı ikna etmek mümkün mü?

Rusya’nın ikna edilmesinin mümkün olup olmadığı konusunda ise Rusya açısından Suriye’nin ve özellikle Tartus üssünün önemine odaklanmak kadar, hatta bundan daha da önemli olarak, Arap ayaklanmaları ile birlikte Ortadoğu ve Akdeniz’de yoğunlaşan küresel güçler mücadelesinde Rusya ve Amerika arasında kızışan nüfuz rekabeti üzerinde durmak gerekiyor.

Bu mücadelede Rusya’nın önceliği, Esed’in gidip gitmemesi, Suriye’de akan kanın durması ve ülkenin ve bölgenin istikrar ve güvenliğe kavuşması değil, Suriye’de muhtemel bir rejim değişikliğinin, yeni uluslararası kuvvet dengelerinde Amerika ve onun liderliğindeki Avrupa için Libya ve Tunus örneklerinde yaşandığı gibi yeni bir siyasi kazanç sonucu doğurmasının önlenmesidir. Rusya için önemli olan mazlum kitlelerin despotik liderlere karşı demokratik mücadelesi değil, ulus-devletlerin egemenliği temelindeki mevcut düzenin korunmasıdır.

Buna mukabil Ankara, rejimlerin değil, demokratik mücadele veren halkların yanında yer aldığını ilan etmiş bulunuyor. Bu durum Ankara ve Moskova’yı, bölgedeki bu köklü tarihi değişim sürecinde birbirlerine 180 derece farklı duruşlarla karşı karşıya getiriyor ve ciddi bir menfaat çatışması karşısında bırakıyor.

Arap dünyasında, henüz başlangıç safhasında olduğumuz ve daha kaç yıl süreceği belli olmayan, aynı zamanda tüm bölgeye yayılma riski taşıyan bu istikrarsızlıklar, tedricen daha demokratik bir düzene evrilmezse Türkiye için ciddi güvensizlik kaynağı teşkil edecek. Rusya için ise Amerika ve transatlantik toplumu ile nüfuz mücadelesinde yeni bir diplomatik hareket alanı açılacak. Bu nedenle Türk-Rus münasebetlerinde Suriye konusu Moskova açısından, Türkiye’nin ötesinde, Soğuk Savaş dönemindeki bloklaşmalara benzer küresel bir boyut kazanmakta ve bu boyut Moskova’nın bu konudaki mevcut politikasını değiştirme noktasında Ankara tarafından hatta Amerika tarafından ikna edilmesini olanaksızlaştırmakta.

Önümüzdeki günlerde New York veya Cenevre’de sarf edilecek müteakip uluslararası diplomatik çabaların sonuç vermesi de zor görünüyor. Bayan Clinton’un Rusya’nın bedel ödeyeceği yolunda geçtiğimiz günlerdeki sert beyanı, bu yeni uluslararası gerginliğin ipuçlarını veriyor. Türkiye-Rusya ilişkilerinin önümüzdeki yıllarda bu çıkar çatışmasından etkilenmemesi mümkün olmayacağı için bu görüş ayrılığının yaratacağı siyasi çelişkilerin ikili alanda ciddi soğukluklara dönüşmesinin önlenmesi ve öteki iş birliği alanlarına sirayet etmemesi için siyasi istişare ve diyalog kanallarının cömertçe kullanılması ve mahir bir çelişki yönetimi diplomasisi sürdürülmesi tek yol gibi görünüyor. Başbakan Erdoğan’ın son Moskova ziyaretinin de bu çerçevede değerlendirilmesi doğru olacaktır.

Sonuç olarak, 18 Temmuz’da Erdoğan ile Putin’in Moskova’da gerçekleşen görüşmeleri, yaptıkları basın toplantısından anlaşıldığı üzere, “stratejik ortaklık” düzeyine çıkarılan ikili ilişkilerin Suriye krizinin gölgesinde kalmayacağını göstermesi açısından oldukça anlamlıdır. Diğer taraftan Suriye konusunda taban tabana zıt dış politika uygulamalarına sahip iki ülkenin bir görüşme neticesinde ortak paydada buluşmasının zor olduğu ön kabulünden hareketle, Başbakan Erdoğan’ın Cenevre Görüşmesi’nde ortaya konulan yol haritasına yaptığı vurgunun, toplantının en önemli çıktısı olduğu söylenebilir. Özellikle ABD-Rusya arasında devam eden müzakereleri doğru değerlendirmenin ve masada Rusya’nın da olmasını önceleyen Batılı müttefiklere paralel politikalar izlemenin önümüzdeki dönemde Türk dış politikasına daha fazla hareket alanı sağlaması muhtemeldir.
http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/08/rusya-turkiye-hattinda-suriye-dugumu-celiski-diplomasisi

Prof. Manisalı ve Darbenin Medya Ayağı






Prof. Manisalı ve Darbenin Medya Ayağı



 01.01.1970 02:00

Prof. EROL MANİSALI ve Darbenin Medya Ayağı

Taraf gazetesinin haberine göre, hükümeti ve TBMMyi ortadan kaldırmaya teşebbüsle suçlanan Ergenekon zanlısı Şener Eruygur'un gazetecilerin yanısıra akademisyenlerle de gizli görüşmeler yaptığı ortaya çıktı.
Jandarma Genel Komutanlığı'na sunulan rapora göre Prof. Dr. Erol Manisalı, hükümete karşı medyanın, sendikaların ve akademisyenlerin nasıl yönlendirileceğini ders verir gibi anlatmış. Manisalı askerlere, irtibata geçebilecekleri birçok ismi verip, "Güvenilir, kullanılabilir, yönlendirilebilir, yararlanılabilir" gibi özelliklerle referans göstermiş.
Eruygur'un emriyle Levent Ersöz ve Atilla Uğur, Prof. Dr. Erol Manisalı'yla karargahta yaptıkları görüşmeyi iki ayrı rapor haline getirerek Şener Eruygur'a sunmuş. İlk rapor Manisalı'nın toplantıda dile getirdiği konuların özetlendiği, 33 sayfadan oluşuyor, ikinci rapor ise "Prof. Dr. Erol Manisalı'nın Referans Verdiği Kişiler" başlığıyla 13 sayfa olarak hazırlanmış. Bu rapor da kendi içinde üç bölüme ayrılmış. Rapor, Manisalı'nın "önerdiği kişi", bu kişilerle ilgili "kanaati" ve Jandarma Genel Komutanlığı'nın bu notlarla ilgili "yapılacak faaliyetleri" başlıkları altında toplanmış.
" Yapılacak Faaliyetler  " başlıklı bölümde Jandarma, Manisalı'nın referans verdiği kişilerle ilgili "irtibata geçilmesi", "mevcut irtibatın devam ettirilmesi" gibi kararlar almış. Raporda Emin Çölaşan'la ilgili bölüm ise dikkat çekici. Aydın Doğan'a dokunabilecek işlerden uzak durabileceği endişesine karşı, " Çalışmalarımızı bütünü göstermeden parça parça vermek suretiyle medyaya taşınması konularında kendisini kullanabiliriz " deniliyor.

Manisalı, Çölaşan'ın yanı sıra Mustafa Balbay'dan, ATO Başkanı Sinan Aygün'e, İşçi Partili Adnan Akfırat'tan, MHP tandanslı gazeteciler Arslan Bulut ve Arslan Tekin'e kadar birçok ismi referans göstermiş: "Bu kişilerle irtibata geçebilir, yönlendirebilirsiniz."

Prof. Dr. Erol Manisalı ile yapılan görüşme "ÖZEL BİLGİ NOTU" başlığını taşıyor. Bu başlığın hemen altında "Yapılan görüşme sonuçlarına yer veriliyor. Manisalı ile yapılan görüşmede, hükümetin 2003'te hazırladığı Acil Eylem Planı, Ulusal Birlik Hareketi, AB tarafından finanse edilen projeler, insanca Yaşam Projesi, Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı, Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu ve sendikaların durumu ele alınıyor. Raporda ortaya konan bazı tespitlerin daha iyi anlaşılabilmesi için önce
Manisalı'nın askerlere ilettiği görüşlere, ardından da Eruygur ve arkadaşlarının bu kişilerle ilgili aldıkları kararlarla ilgili görüşmeden bazı satırbaşları:

SAYLAN GARDROP ATATÜRKÇÜSÜ AB'YE LAF SÖYLETMİYOR

E.M (Emin Manisalı): Ulusal Birlik Hareketi esas benim konum. Toplantıya Yaşar Hacısalihoglu gitti. Benim birçok konuda birlikte çalıştığım güvenilir bir kişi. Bizzat katılmayı uygun görmediğim yerlere onu gönderiyorum. Bana bilgi getiriyor. UBH'da Türkan Saylan gibi gardrop Atatürkçüler var. AB ye laf söyletmiyor. Gümrük Birliğini savunuyor. Atatürkçülüğü istismar ediyor, kullanıyor. Bülent Berkarda'yı tanırım. Elini taşın altına koymaz. Atatürkçülüğün altını eğitim politikası, ticaret politikası vs ile doldurmazsan ayaksız masa gibi olur.
Halkın eğitilmesi değil, örgütlenmesi önemli. Ben öğrenciyi eğitiyorum, gidip Fransız şirketinde iş bulup Türkiye aleyhine çalışıyor. Yine de araya Yaşar Hacısalihoglu gibi birini koyup kullanabilir, siz de yönlendirebilirsiniz."

Jandarma Yapılacak Faaliyetler:

" Yaşar Hacısalihoglu ile İstihbarat Başkanı seviyesinde görüşülmesi. Mevcut irtibatımızın geliştirilmesi. Bu kapsamda çalışmalarımızın kamuoyuna intikali ettirilmesi konularında yararlanılması.

ULUSAL CEPHE BENİM KONUM

E.M: " İrticai Unsurlarla Mücadele Sempozyumu benim ilgi alanım dışında. Benim konum ulusal cephe, onunla meşgulüm. Mücadele başka bir alan. O konuda Prof. Alparslan Işıklı ve Prof: Sina Aksin ile görüşebilirsiniz. Ben onlara güvenirim. Toktamıs Ateş Fethullahçıdır. Ben dikkat etmenizi öneririm."

Jandarma-Yapılacak Faaliyetler:

 Daire Başkanı ve müteakiben İstihbarat seviyesinde Işıklı ve Aksinle görüşülmesi. Seminerin yeri, katılımcıların belirlenmesi, planlanması ve irtica konularında yararlanılması uygun değerlendirilmektedir."

GÖRÜŞ, KULLAN, YARARLAN: SENDİKALARI MANİPÜLE EDEBİLİRİZ

E.M: "Hükümetin Acil Eylem Planı gerçekten çok güzel hazırlanmış, ciddi bir çalışma. İthalatın ihracata oranla 22milyar dola fazla olması ve 7 milyar dolar cari işlemler açığı, son 10 yılın rekorudur. AKP yolsuzlukla mücadeleyi hem kendisinden korktuğu için, hem de diğerleri hakkındaki dosyaları koz olarak elinde bulundurmak istediği için ağırdan alıyor, özelleştirmedeki başarısızlığı aslında iyi bir başarısızlıktır. TEKEL'i ne kadar geç satsa o kadar iyidir, çalışmayı Yıldırım Koç (Görüşmenin yapıldığı tarihte Türk-İş Genel Başkan Danışmanı) aracılığı ile kamuoyuyla paylaşabilirsiniz. Ben onu güvenilir buluyorum. Sendikal faaliyetlerde önemli bir kişi, ulusal duyarlılıkları olan biri. Yönlendirilebilir ve yararlanılabilir. Yol-lşten Fikret bey (Yol-tş Başkanı Fikret Bann) yönlendirilebilir ve yararlanılabilir. Ulusal duyarlılıkları olan güvenilir biri. Güvenilirliğini siz de test edin. Yol-lş ve Yıldırım Koç'u kullanabilir, kullanarak sendikaları manipüle edebilirsiniz. Sendikalarla ilgili çizelgeyi bana e-posta ile gönderirseniz sevinirim.
ATO Başkanı Sinan Aygün yönlendirilebilir ve yararlanılabilir. Siyasal görüşü bizimle tam örtüşmese de ulusal duyarlılıkları olan milli ve laik kişiliği, dış politikalara ilişkin duruşu ile güvenilir bir kişi.
Aydınlık'tan Adnan Akfırat'ı da kullanabilirsiniz. Fırat ve Aydınlık Dergisi'nde çalışan 2-3 kişi ulusalcılık çizgisinde güvenilir yapıdadır.
Bir konu Aydınlık bir defa yayınlanınca ben dahil, Mustafa Balbay, İlhan Süter gibi birçok köşe yazarı oradan alıntı yapıyor.
Aydınlık istediğiniz her şeyi yayınlar.

Jandarma-Yapılacak Faaliyetler:

" Yıldırım Koç ile mevcut irtibatımızın devam ettirilmesi. Yol-lş Sendikası'ndan Fikret Beyin, Yol-lş ile mevcut ilişkilerimiz kapsamında yönlendirilmesi. Sendikalann eylemlilik sürecine çekilmesi ve hükümetin Acil Eylem Planı'na ilişkin çalışmalarımızın kamuoyuna intikal ettirilmesi konularında yararlanılması.
Sinan Aygün ile İstihbarat Başkanı (Levent Ersöz) seviyesinde görüşülmesi. Bilgi alışverişinde bulunulması. Bu kapsamda çalışmalarımızın kamuoyuna intikal ettirilmesi.
Daire Başkanı (Atilla Uğur) seviyesinde Aydınlık Dergisi, Adnan Bey ve diğer yazarlarla görüşülüp çalışmalarımızı parça parça vermek suretiyle medyaya taşınması konularında yararlanılması."

MEDYAYI YÖNLENDİRİN: ÇÖLAŞAN'A PARÇA PARÇA VERİLSİN

E.M: " Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı'nın arka planı ve diğer konular, İstanbul medyasında bütünü göstermeden Emin Çölaşan'a parça parça verilebilir, yönlendirilebilir. İnsanca Yaşam Projesi'nin arka planıyla ilgili Çölaşan'a sağlam bir yerden bilgi uçurulursa kullanabilir.
"MHP tandanslı Yeniçağ ve Ortadoğu gazetelerine ben çok sıcak bakıyorum. Yönlendirebilir, kullanabilirsiniz."

Jandarma-Yapılacak Faaliyetler:

" Emin Çölaşan ve benzer çizgideki diğer yazarlarla daire başkanı seviyesinde görüşülmesi. Çalışmalarımızı parça parça vermek suretiyle medyaya taşınması konularında kullanılması. Yeniçağ'dan Arslan Bulut ve Arslan Tekin ile mevcut olan örtülü iltisakımızın geliştirilerek sürdürülmesi. Bilgi alışverişinde bulunulması. Bu kapsamda çalışmalarımızın kamuoyuna intikal ettirilmesi konularında kullanılması."
E.M: Ulusal Kanal, duyarlılıkları çok yüksek bir yayın organı. Ülkücülerle de iş birliği içindedirler. Kıbrıs konusunda Denktaş'a destek programları yapıyorlar. Kanaldan Şule hanımla (Şule Perinçek) görüşebilir, yönlendirebilir ve yararlanabilirsiniz. Cumhuriyet Gazetesi'nden Barış Tostaş ve diğer birçok yazarla da görüşülebilir."

Jandarma-Yapılacak Faaliyetler: 

Daire Başkanı seviyesinde Şule hanım, Barış Tostaş ve benzer çizgideki diğer yazarlarla görüşülmesi. Çalışmalarımızın kamuoyuna intikal ettirilmesi."
Medyayı 'koordine' planı

E.M: Aydın Doğan ve TÜSİAD medyası yüzde 70 düzeyinde. Diğerleri kopuk. Bunları birleştirip koordine edebilirseniz, bir güç haline gelirler. Yerel Televizyon ve gazetelerle temas etmek lazım. İzmir TV sahibi Ali Beyi kullanabilirsiniz. Ben onu güvenilir bulurum. Siz de test edin. Mersin TV, Hatay'dan Kıbrıs'a kadar izleniyor. Ahmet Karaoğlu ile temas edebilirsiniz. Konya Sun TV, Trabzon ve Antalya'daki televizyonlar kullanılabilir.

Jandarma-Yapılacak Faaliyetler: 

"11 Jandarma Komutanlıklarından yerel tv ve gazetelerin durumları ve biyografik istihbaratına dair bir rapor istenmesi. Daire Başkanı ve İstihbarat Başkanı seviyesinde durumu uygun değerlendirilen gazete ve TV sahipleri, etkin yazar ve programcılar la görüşülmesi. Programların ve yayın politikalarının yönlendirilmesi. Çalışmalarımızın kamuoyuna intikali ettirilmesi konularında yararlanılması"
http://www.ufkumuz.com/prof-manisali-ve-darbenin-medya-ayagi-4288h.htm

...

14 Şubat 2016 Pazar

MÎSÂK-I MİLLÎ HEDEFLERİNİN LOZAN ANTLAŞMASI’NA YANSIMASI



MÎSÂK-I MİLLÎ HEDEFLERİNİN LOZAN ANTLAŞMASI’NA YANSIMASI



MÎSÂK-I MİLLÎ HEDEFLERİNİN LOZAN ANTLAŞMASI’NA YANSIMASI


Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının hangi prensiplere dayanılarak belirlendiği konusu gündeme geldiğinde, hiç düşünmeden “Misak-ı Millî Beyannamesi’ne göre” cevabı verilir. Çünkü Misak-ı Millî ile millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları, Millî Mücadele’nin ana ruhu, Türk dış politikasının hedefleri, devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar tespit edilmiştir.
Mîsâk-ı Millî’ye temel olan ilk metin ise, Mustafa Kemal Paşa tarafından, 1920 yılının Ocak ayı başlarında, tek tek veya gruplar halinde, Ankara’ya gelen milletvekilleri ile yapılan görüşmeler sırasında, ülkenin mevcut durumu gözönünde bulundurularak ve Erzurum ile Sivas Kongreleri kararları da esas alınarak belirlenmiştir. Atatürk, Mîsâk-ı Millî’nin ilk müsveddesinin hazırlanmasını Nutuk’ta şöyle özetlemiştir:
“Efendiler, milletin âmal (emelleri) ve maksadını da kısa bir programa esâs olacak sûrette toplu bir tarzda ifâdesi görüşüldü. Mîsâk-ı Millî unvanı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur.”[1]
Hazırlanan bu metin, Hey’et-i Temsîliye’nin tüm üyeleri tarafından imzalanmıştır. Hey’ette kâtiplik ve sözcülük görevi yapmakta olan Trabzon Milletvekili Hüsrev Sami (Gerede) Bey’e de teslim edilerek İstanbul’a gönderilmiştir.[2]
12 Ocak 1920’den itibaren, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nın açılmasıyla birlikte, Mîsâk-ı Millî metni üzerinde, düzenlenen bir dizi gizli toplantılarda görüşmeler yapılmıştır. Bu millî program, 28 Ocak 1920’de Meclis-i Meb’ûsân’ın yine bir gizli oturumunda gündeme getirilmiş ve bütün milletvekilleri tarafından kabul edilerek imzalanmıştır.[3]
Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı Mîsâk-ı Millî’nin orijinal metni elimizde bulunmadığından, Meclis’te kabul edilen bu programın ilk nüshadan ne derece değiştirildiği bilinmemektedir. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın bu kararla ilgili olumlu kanaati gözönünde bulundurulduğunda, kendi metninden fazla uzaklaşılmadığı sonucunu çıkarmak mümkündür. Bununla birlikte Mîsâk-ı Millî’de geçen maddelerin, Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı metinden olduğu gibi mi aktarıldığı, değiştirilerek mi alındığı, yoksa tamamen yeniden mi yazıldığı hususunda kesin bir şey söylemek hayli zordur.
Mîsâk-ı Millî üzerindeki çalışmalar, genellikle Meclis’in gizli oturumlarında yapılmış ve konuyla ilgili bilgilerin mümkün olduğu kadar basına sızdırılmamasına gayret edilmiştir.[4] Konusu hakkında, sadece önemli millî meseleleri içerdiğine ve millî menfaatleri gerçekleştirmek üzere bir yemin metninin hazırlandığına dair kısa beyanatlar yayınlanmıştır. 28 Ocak’tan sonra ise Mîsâk-ı Millî’nin oybirliğiyle benimsenmiş olduğunu kamuoyuna müjdeleyecek ve onun niteliğini anlatacak haberlerin veya yorumların yayınlanmasına başlanmıştır. Bununla beraber Meclis’in resmî açıklamasına kadar gerçek metin gizli tutulmuştur.
17 Şubat 1920 tarihinde, Meclis-i Meb’ûsân’ın onbirinci oturumunda, Edirne Mebusu Mehmed Şeref Bey[5], Ahd-ı Millî’nin müzakere edilmesini ve Avrupa parlamentolarıyla bütün basına bildirilmesini teklif etmiştir. Bu öneri oylanarak kabul edildikten sonra, Mehmed Şeref Bey bir konuşma yaparak beyannameyi okumuştur.[6] Oturumun devamında yapılan müzakerelerde ise milletvekilleri Mîsâk-ı Millî’yi destekleyen konuşmalarda bulunmuşlardır. Hatta, “Ahd-ı Millî Meclis-i Meb’ûsân’ın vücûda getirdiği en mühim bir vesîkadır.” değerlendirmesini yapmışlardır. Daha sonra bu belge oybirliği ile onaylanmış, iç ve dış kamuoyuna ilân edilmesine karar verilmiş ve gereğinin yapılması için Meclis Başkanlığı’na yetki tanınmıştır.[7] Bu kararlardan sonra, Meclis-i Meb’ûsân Zabıt Ceridesi’nde sureti bulunan “Ahd-ı Millî Esâsları” metni, Meclis matbaasında tek yapraklı nüshalar şeklinde çoğaltılarak gazetelerde yayınlanmış ve 24 Şubat’ta Avrupa parlamentolarına sunulmuştur.[8]
Dönemin basınında da konuyla ilgili yorumlar çıkmıştır. Ancak gazeteler, bu önemli kararı, kendi görüşleri istikametinde yaptıkları değerlendirmeler ve kullandıkları başlıklarla halka duyurmuşlardır. Örneğin Vakit Gazetesi “Ahd-ı Millî Programı”, İleri Gazetesi “Ahd-ı Millî’nin Sulh Esasları”, İkdâm Gazetesi “Mîsâk-ı Millî Programı Sûreti”, Tevhîd-i Efkâr ” Meb’ûsân Meclisi’nde Millî Haysiyet Şâhlanışı” başlıklarını kullanırken, Alemdar’da “Meclis-i Meb’ûsân’da Rûznâme Harici İttihadcı Pervâsızlığı” başlığına yer verilmiştir.[9]
İşte bu belge tarihe “Mîsâk-ı Millî”, “Ahd-ı Millî Beyânnâmesi”, “Ahd-ı Peymân”, “Peymân-ı Millî”, “Ahd-ı Millî Esâsları” yani millî yemin, millî and, millî sözleşme olarak geçmiştir. Mîsâk-ı Millî’nin kabulü ile Müdâfaa-i Hukukçuların çoğunlukta bulunduğu son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ı çok önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. Böylece Mustafa Kemal Paşa’yı tutan, seven ve ona inanan milletvekillerinin faaliyetleri sonucunda, Türk milletinin düşüncelerinden oluşan, daha önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde şekillenen ve barış şartlarını içeren, Mîsâk-ı Millî adlı belge Türk tarihindeki önemli yerini almıştır.
Mîsâk-ı Millî’nin Dayandığı Temeller
İstiklâl Harbimizin başından itibaren gündemde olan Mîsâk-ı Millî Programı’nı, ilk olarak kimin hazırladığı yönünde farklı iddialar öne sürülmektedir. Bununla birlikte asıl metnin, Mustafa Kemal Paşa ve Hey’et-i Temsîlîye azaları tarafından, 1920’nin Ocak ayında kaleme alındığı bilinmektedir. İstanbul gazeteleri bile bu ahdın hazırlanmasında Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cem’iyeti programlarının esas alındığını kabul etmektedir.[10] Mîsâk-ı Millî Programı, Meclis-i Meb’ûsân milletvekilleri tarafından birkaç günde hazırlanıp, 28 Ocak’ta imzalanan ve 17 Şubat’ta ilân edilen bir kararlar bütünü değildir. Aksine, fikri yapının oluşması ve belgenin hazırlanması için oldukça uzun bir zamanın geçmesi gerekmiştir.
Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar, tam bir millî mücadele anlamı taşımaktadır. Bu karalar ile Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihteki sınırların, millî sınırlar olduğu bildirilerek doğu illerinin bölünmezliğiyle Müslüman unsurların birlik ve beraberliği vurgulanmıştır. Aynı şekilde Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki hedefleri tespit edilmiştir. Böylece, Erzurum Kongresi’nde Millî Mücadele’nin hedeflerini ve ülke sınırlarını tespit eden Mîsâk-ı Millî’nin ilk esaslarının temeli atılmıştır. Sivas Kongresi’nde ise bu hususlar doğrulanmış ve daha açık bir şekilde belirlenmiştir. Bu prensiplerde ise öngörülen amaç, sonraki yıllarda, özellikle Atatürk döneminde, daima gözönünde tutulmuş ve uygulanmıştır. Buradan, Mîsâk-ı Millî için, esasının Erzurum’da doğduğu, Sivas’ta geliştiği, Ankara’da kaleme alındığı, İstanbul’da son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ında nihai şekline kavuşturularak kamuoyuna açıklandığı ve TBMM tarafından kabul edilerek uygulanmaya çalışıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Zaten Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) ve hatta Amasya Mülâkatı (20-22 Ekim 1919) kararlarıyla, Mîsâk-ı Millî metni karşılaştırılarak incelendiğinde, maddelerin ortak yönleri hemen fark edilmektedir. Şöyle ki:
  1. Erzurum Kongresi’nin 1 ve 6, Sivas Kongresi’nin 1, 5 ve 6, (Amasya Mülâkatı’nın 1.) maddelerinde; Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırın asgari bir istek olarak temin edilmesinin öngörüldüğü, millî sınırlar içinde bulunan vatan parçalarının, Doğu Anadolu illeri dahil olmak üzere, birbirinden ayrılmaz bir bütünü meydana getirdiği, ülke bütünlüğünün korunması gayesiyle gereken tedbirlerin alınması, ülkemizdeki Müslüman unsurların öz kardeş olduğu ve aynı amacı paylaştığı görüşleri yer almıştır. Bu kararlar ise, Mîsâk-ı Millî’nin 1, 2, 3 ve 4 maddeleriyle yeniden teyid edilmiştir.
  2. Erzurum Kongresi’nin 3., Sivas Korgresi’nin, 3. ve 4. (Amasya Mülâkatı’nın 2.) maddelerinde; Hıristiyan azınlıklara ülke bütünlüğünü ve toplum dengesini bozacak ayrıcalıkların verilmemesi yönündeki hükümlerin Ahd-ı Millî’nin 5. maddesiyle benzerliği ortadadır.
  3. Erzurum Kongresi’nin 7. ve Sivas Kongresi’nin 7. (Amasya Mülâkatı’nın 3.) maddesindeki; iç ve dış bağımsızlığımızın korunması şartıyla diğer devletlerle fenni, teknolojik ve ekonomik işbirliği yapılabileceği yönündeki kararların, Mîsâk-ı Millî’nin 6. maddesiyle paralelliği tartışılmazdır.
Özetle; Millî Mücadele’nin yürütülmesini, vatanımızın kurtarılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi ve Mîsâk-ı Millî kararları temin etmiştir. Bu kararlarla ülkemizin millî sınırlar içindeki toprak bütünlüğünün, millî birlik ve beraberliğin, millî hakimiyet ve bağımsızlığın taviz verilmeden sağlanması öngörülmektedir. Her üç belgedeki hükümlerin ise, aynı konuyu içermeleri ve büyük bir benzerlik içinde olmaları, kongreler ile and arasındaki ilişkiyi açıklamada gözardı edilemeyen delillerdir. Bu ise Mîsâk-ı Millî’nin temelini ve dayanağını Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararların teşkil ettiğini doğrulamaktadır.
Mîsâk-ı Millî’nin Amaç ve Hedefleri
Mîsâk-ı Millî Programı, giriş kısmı ile altı maddeden oluşmaktadır. Burada yer alan madde ve hükümleri ayrı ayrı değerlendirdiğimizde ise şu hususlar açıkça anlaşılmaktadır:
  1. maddede, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihine kadar, düşman devletlerinin işgali altında kalan Arap çoğunluğunun yaşadığı yerlerdeki halka kendi geleceklerini tayin edebilme hakkının tanınması istenmektedir. Ayrıca mütarekenin çizdiği sınır içinde ve dışında din, ırk veya gaye bakımından birbirine bağlı Osmanlı-İslâm çoğunluğunca yerleşik bölgelerin tamamının bölünmez bir bütün olduğu belirtilmektedir. Böylece mütarekenin imzalandığı sıralarda elimizde bulunan topraklardan katiyetle taviz verilemeyeceği, hatta sınır dışında kalan ve Müslüman milletlerce yerleşik olan bölgelerin ülkemizin tabi uzantısını oluşturduğu ifade edilmektedir.
  2. maddeye göre, halkı hür kalır kalmaz Anavatan’a kendi istekleri ile katılan Elviye-i Selâse yani Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan üç sancak için gerekirse yeniden serbestçe halk oyuna başvurulması kabul edilecektir.[11] Böylece halkının çoğunluğunu Türklerin meydana getirdiği üç sancağın, Anavatan’ın ayrılmaz bir parçası olduğu vurgulanmaktadır.
  3. maddeye göre, Batı Trakya’nın hukukî durumunun belirlenmesi oradaki halkın vereceği oylara uygun olmalıdır. Böyle bir kararın alınmasında ise Batı Trakya’nın nüfus yapısı etkili olmuştur.
Çünkü Lozan Barış Konferansı sırasında sunulan belgelerden (Yunanistan’ın elinde bulunan) Batı Trakya’da (129.118 Türk, 33.904 Rum, 26.266 Bulgar, 1480 Yahudi, 923 Ermeninin yaşadığı), nüfusun %76.5’ini Türk, %23.5’ni diğer unsurların teşkil ettiği görülmektedir.[12] Bu demografik yapı, halkoyuna başvurulduğu taktirde, Batı Trakya halkının Türkiye’ye bağlanmak isteyeceğini göstermektedir.
  1. maddeye göre, İslâm Halifeliği’nin, Saltanatın ve Osmanlı Hükûmeti’nin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği, her türlü tehlikeden korunmalıdır. Bu esasın saklı kalması şartıyla, devletimizle diğer ilgili devletlerin ortaklaşa alacakları kararlar çerçevesinde Akdeniz ve Karadeniz Boğazları dünya ulaşımına açılmalıdır. Böylece İstanbul, boğazlar ve çevresinde kayıtsız şartsız Türk hakimiyetinin sağlanması ve yabancıların boğazlardan geçişlerinde tabi olacakları kuralların Türk Devleti’nin onaylayacağı bir tarzda düzenlenmesi öngörülmektedir.
  2. maddeye göre, ülkemizdeki azınlıkların hakları, İtilâf Devletleri ile diğer devletlerin arasında, azınlıklara dair yapılan antlaşmalardaki esaslar çerçevesinde, civar ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan faydalanması şartıyla, tarafımızdan tanınacak ve sağlanacaktır. Bu suretle, ülkemizdeki azınlıklara devletlerarası antlaşmalar çerçevesinde kararlaştırılan hak ve hürriyetlerin verileceği ifade edilmektedir. Ancak diğer devletlerdeki Türklerin, aynı insan hak ve hürriyetlerinden istifade edebilme şartı öne sürülerek mütekabiliyet prensibinin uygulanacağı vurgulanmaktadır.
  3. maddeye göre, millî ve iktisadî gelişmemizi imkânlar çerçevesinde gerçekleştirmek ve çağdaş, düzenli bir idare kurabilmek için, her devlet gibi, ülkemizin de, tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşması lâzımdır. Bunun ise yaşamımızın ve varlığımızın esas temelini teşkil etmesinden dolayı siyasî, adlî, malî ve gelişmemizi önleyecek diğer sınırlamalara karşı olduğumuz, borçlarımızın ödeme şartlarının da bu esaslara uygun düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Böylece Türk Devleti’nin tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmasını önlediği için yabacı müdahalelere ve kapitülasyonlara izin verilmeyeceği bildirilmektedir. Nitekim bu hususlar Lozan Antlaşması’nın yapıldığı sırada gündeme gelerek kapitülasyonlar kaldırılmıştır.
Özetle Mîsâk-ı Millî ile 30 Ekim 1918 tarihinde, imzalanan Mondros Mütarekesi sırasında Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan her yerin Türk sınırlarının içinde kalması (1. mad.),
Mütarekenin çizdiği sınırların dışında kalan yerlerdeki Osmanlı-İslâm çoğunluğunun geleceğini kendisinin belirlemesi (1. mad.),
İşgal altında bulunan ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Elviye-i Selâse (2.mad.), Batı Trakya (3. mad.) vd. toprakların millî sınırlara dahil edilmesi (2. ve 3. mad.),
İstanbul şehri, Marmara Denizi ve Boğazlar üzerinde Türk hakimiyetinin sağlanması ve Boğazlardaki geçişlerin Türk Devleti’nin onaylayacağı tarzda düzenlenmesi (4. mad.),
Esaret altında kalan soydaşlarımıza azınlık haklarının temin edilmesi ve azınlıklara (milletlerarası antlaşmalarda öngörülen hakların dışında) imtiyazların verilmemesi (5. mad),
Devletimizin, siyasî, adlî, iktisadî, malî vd. alanlarda tam bağımsızlığa kavuşması (6. mad.) amaçlanmaktadır.
Mîsâk-ı Millî Sınırları
Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini yaptığı Millî Mücadele’nin iç ve dış amaçları, Mîsâk-ı Millî adıyla Osmanlı Devleti’nin yasama organı tarafından onaylanmış ve TBMM Hükümeti tarafından hayata geçirilmesi için yoğun çaba harcanmıştır. Mîsâk-ı Millî’de tespit edilen ilkeler yalnız millî mücadele yıllarında değil, ondan sonraki dönemlerde de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir. Bu sebeple Atatürk, Mîsâk-i Millî’yi “milletin emelleri ve maksatlarının kısa bir programı”[13] olarak tarif etmiştir.
Söz konusu özelliklerinden dolayı Mîsâk-ı Millî üzerinde, kabulünden günümüze kadar, çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında en çok tartışılan konu ise sınırlar meselesidir. Bu yüzden, Mîsâk-ı Millî sınırlarımızın nerelerden geçtiğini belirtebilmek, Atatürk dönemindeki Türk dış politikasının millî hedeflerinin neler olduğunu anlayabilmek ve konuyla ilgili gerçekleri görebilmek için, Atatürk’ün düşünce, ifade ve icraatlarından örnekler vermek ve 1920’lere ait belgeleri değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık 1919 tarihinde, Ankara’da, kentin ileri gelenlerine verdiği konferansta, Wilson prensiplerindeki hükümlere, Osmanlı Devleti’nin durumuna ve İtilâf Devletlerinin memleketimizi haksız yere işgal etmelerine değinmiştir. Devamında Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Türk kuvvetlerinin hakimiyetinde bulunan yerlerin millî sınırlarımızın dahilinde olduğunu ifade etmiştir. Bu arada Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenen yeni Türkiye’nin güney, güneydoğu sınırlarından ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir. Sınırları takiben ise azınlıklar statüsünün ve Türkiye’nin tam bağımsızlığını sağlama şartlarının neler olduğunu da açıklamıştır. Oldukça uzun olan bu konuşmanın belli başlı yerlerinin Mîsâk-ı Millî metnine büyük ölçüde yansımış olduğunu, hatta bazı maddelerine açıklık getirdiğini söylemek mümkündür. Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasındaki sınırlarla ilgili kısım şöyledir:[14]
“Osmanlı İmparatorluğu’nun muhârebeden evvelki hudûdu malûmunuzdur. Harbî Umûmî’nin neticesi bir takım fedakârlık ihtiyârına (yapmaya) devletimizi mecbur kılıyor, buna nazaran devlet için millî yeni bir hudûd kabul etdik. Bu hudûd beyânnâmemizin birinci maddesinde musarrahtır (açıklanmıştır). Teferruât itibâriyle bilmiyenler olabilir. Ve bittabi (tabiatıyla) ma’zûrdurlar. Bu hudûd tahassul ederken (oluşurken) işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim:
Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu hudûd İskenderun Körfezi cenûbundan Antakya’dan Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenûbunda Fırat Nehri’ne mülâkî olur (ulaşır). Ordan Deyrizora iner; badehu (ondan sonra) şarka temdîd edilerek (uzatılarak), Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtivâ eder. Bu hudûd ordumuz tarafından silâhla müdâfaa olduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anâsırı ile meskûn aksâm-ı vatanımızı (vatanımızın kısımlarını) tahdîd eder (sınırlar). Bunun cenûb aksâmında Arapça mütekellim (konuşan) dindaşlarımız vardır. Bu hudûd dahilinde kalan aksâmı memâlikimiz (memleketimizin kısımları) câmi‘a-i Osmâniye’den lâyenfekk bir kül (ayrılmaz bir bütün) olarak kabul edilmişdir”.[15]
Yukarıdaki ifade değerlendirildiğinde, Mîsâk-ı Millî’nin birinci maddesiyle, Türkiye’nin yeni sınırlarını, özellikle güney sınırını, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün, orduların durumuna göre, “hatt-ı mütareke” olarak adlandırılan hattın teşkil etmesinin öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca güney sınırımız oldukça ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. Burada sınırımız İskenderun Körfezi’nin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasındaki Cerablus Köprüsü’nün güneyinde Fırat Nehri’ne uzanan ve oradan Deyrizora inen, doğuya doğru ise Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içeren bir hat olduğu ve Türk, Kürt vd. İslâm unsurlaranın yaşadığı bu yerlerin vatanımızın bölünmez bir parçasını teşkil ettiği kaydedilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın ülke bütünlüğüyle ilgili görüşünü Türkiye Büyük Millet Meclisi milletvekilleri de savunmaktadırlar. Nitekim Türkiye Büyük Millet Meclisi milletvekillerinin, 28 Ekim 1922 tarihinde hazırladıkları mazbatada, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde bulunduğu halde, Fransa Hükûmeti’yle geçici olarak imzalanan anlaşma sonucunda Anavatan dışında kalan vatan parçalarının kurtarılması ve Mîsâk-ı Millî’nin tamamlanması hususunda, devlet organlarının hiçbir fedarkârlıktan kaçınmadan çalışmalarının gerekli olduğu beyan edilmiştir.[16] İlgili belgede ayrıca şu görüş yer almıştır:
“…Suriye ile aramızda ta’yîn edilecek hudûdun Mîsâk-ı Millî’de ta’yîn edilmiş esâsât dâ’iresinde ya’ni Mondros Mütârekesi’nin akdında Türkiye elinde kalıp ahâlisi Türk olan mahaller Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ne â’id olmak üzere ta’dîl ve ta’yîni taleb eder.”[17]
Görüldüğü gibi milletvekilleri tarafından, Suriye ile aramızdaki sınırın, Mîsâk-ı Millî’de belirlenen esaslara dayalı, yani Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı sırada Türkiye’nin elinde bulunan ve ahâlisi Türk olan yerlerin Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ne ait olduğu vurgulanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 14 Mart 1921 tarihinde, TBMM’de, “Cephe Zamları Hakkındaki Kanun Münasebetiyle” yaptığı konuşmada da, savaş hatlarıyla ülkemizin sınırlarının tespit edildiğini ve güney savaş hattının, dolayısıyla güney sınırımızın Mersin’den başlayarak Musul’a kadar uzadığını, oradan da doğuya doğru yöneldiğini şu sözlerle belirtmiştir:
“Hattı harbimizin imtidâdını takip edelim. Mersin, Tarsus, Adana, Ayıntap böyle Cenup Cephesi gider. Tâ Musul karşısına kadar. ve oradan da şarka teveccüh eder (yönelir). Demek ki memleketimizin bütün hudutları bugün için hattı harpllerden ibarettir.”[18]
Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin Mîsâk-ı Millî sınırlarımız içinde yer aldıklarını ispatlayan diğer önemli arşiv belgeleri de bulunmaktadır. TBMM milletvekilleri tarafından 28 Ekim 1922 tarihinde hazırlanan ve İcrâ Vekîlleri Hey’eti ile Hâriciye Vekâleti’ne gönderilen bir mazbatada:
“Musul, Süleymaniye, Kerkük, Türkiye’nin lâ-yen-fekk eczâsından (ayrılmaz kısımlarından) olup Mîsâk-ı Millî mûcebince hakimiyetimiz altına alınacağı şübhesiz olduğudan bu dahi arz etdiğimiz sûretle hudûdun tashihi âmir ve mûcibdir (gereklidir)”[19] denilmek suretiyle Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ün Türkiye’nin ayrılmaz parçaları oldukları vurgulanarak Mîsâk-ı Millî gereğince sözkonusu yerlerin hakimiyetimiz altına alınmasının ve hududumuzun buna göre düzenlenmesinin zorunluluğu bildirilmektedir.
Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Re’îsi sıfatıyla Fevzi Çakmak Paşa’nın, Hey’et-i Vükelâ Riyâseti’ne, Müdâfa’a-i Milliye Vekâleti’ne ve cephe kumandanlarına Eylül 1922’de gönderdiği bir telgrafta; Musul mıntıkasındaki Mîsâk-ı Millî hududumuzun gerekirse silâhla temin edilebileceğini, ordumuzun aşiret ve yerli halktan oluşan birliklerle takviye edileceğini, İmadiye-Süleymaniye hattı üzerinden Musul- Kerkük’e taarruz emrinin verilebileceğini ifade ederek, bu yönde hazırlıkların yapılması ve konu hakkında ilgili makamların süratle görüşlerini bildirmelerini istemektedir.[20] Bu belgeden de, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve Savunma Bakanlığı tarafından 1922 yılında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde düşünüldüğü, vatanımızdan koparılan bu parçaları ülkemize katabilmek için savaşın dahi göze alındığı, Türkmen aşiretleriyle bölge halkının da Türk ordusuna destek vereceği, dolayısıyla bölge halkının Türk Devleti’nin bünyesinde yer almak istediği anlaşılmaktadır.
Doğu (Kafkas) Cephesi’ne gelince, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, (Türk Kafkas Cephesi’ndeki 9. Ordu ile Azerbaycan ve Dağıstan’daki Kafkas İslâm Ordusu, Sovyet Rusya ile yapılan antlaşmaların sağladığı durum üstünlüğünü korumaktaydı), Türk kuvvetleri Kuzeybatı İran, Azerbaycan ve Dağıstan’a (Kuzey Kafkasya) hakimdi.[21] Fakat, Mondros Mütarekesi’nin 11[22] ve 15.[23] maddelerine dayanan İngilizler, 11 Kasım 1918’den itibaren Türk birliklerini 1914 yılındaki harpten önceki Türk-Rus hududuna dönerek, Kars, Ardahan ve Batum’u boşaltmaya zorlamışlardır. Böylece Brest-Litovsk Antlaşması ile alınan üç sancak, ayrıca Kuzeybatı İran ve Kuzey Kafkasya, Mondros Mütarekesi gereğince terkedilmiştir.[24] Bununla birlikte söz konusu yerlerin, özellikle Elviye-i Selâse’nin Anavatana bağlanması için yoğun faaliyetlere devam edilmiştir.
Elviye-i Selâse’nin, yani Kars, Ardahan ve Batum’un, millî sınırlarımız içinde düşünüldüğünü doğrulayan çok sayıda belge ve birinci elden kaynak bulunmaktadır. Örneğin “TBMM Gizli Celse Zabıtları”nda bulunan kayıtlara göre, TBMM’nin 21 Mart 1921 tarihli gizli oturumunda, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Sovyetler Birliği’yle ilgili ilişkilerimiz tartışılmıştır. Bu arada, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, birçok mebus, Batum’un da Mîsâk-ı Millî’nin dahilinde yeraldığı ve Türkiye sınırlarının içinde kalmasının gerektiği hususunda hararetli konuşmalarda bulunmuşlardır.
Konu üzerinde konuşan Mustafa Kemal Paşa, Elviye-i Selâse’nin ve tabiatıyla bu bölgenin dahilinde bulunan Batum’un Mîsâk-ı Millî’de yer aldığını, Batum’un ülkemize dahil edilmesi için öncelikle barış yollarının deneneceğini, ancak netice alınamazsa gerekli diğer tedbirlere başvurulacağını açık bir dille şu sözlerle ifade etmiştir:
“ Mîsâk-ı Millî’miz ve hududu millimiz dahilinde olduğunu iddia ettiğimiz Elviye-i Selâse’de (Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan üç sancak) ahalinin ârâyı umumiyyesine (oyuna) müracaat etmek suretiyle Elviye-i Selâse’yi almak istiyoruz veyahut herhangi bir şekilde bir fikrimizi azami bir surette temin etmek istiyoruz…”
“…Binaenaleyh almak istiyor isek alınacak zaman bu defadır; alınacak an bu dakikadır. Sulh ile alınır; sulh ile alınamazsa bittabi (tabiatıyla) cebren alınır.”.
“… Harbetmemek için ne yapmak lazımsa (yapacağız. Çünkü, her zaman arz edildiği üzere Büyük Millet Meclisi’mizin takip ettiği siyaset) harp siyaseti değildir; muslihâne (barış yoluyla) temin-i menafi etmektir (fayda sağlamak) …”
“.Mîsâk-ı Millîmizde Elviye-i Selâse bizimdir, diyoruz. Vereceğiniz kararı. Bunun sureti teminidir. Onu düşününüz, ona karar veriniz; . Hey’et-i Vekîle tatbik edecektir.”[25]
Hariciye Vekili Ahmet Muhtar Bey ve bazı milletvekillerin yaptıkları konuşmalarda da Batum, Kars, Ardahan, Artvin, Acara ve diğer yerleşim bölgelerinde nüfus çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğunu, ayrıca buraların Mîsâk-ı Millî kapsamında bulunduğunu, dolayısıyla “Mîsâk-ı Millî mucibince söz konusu yerlerin tamamıyla alınmaları” gerektiğini ateşli sözlerle savunmuşlardır.[26]
Konuşmaları takiben Meclis’te yapılan oylama sonucunda, Mustafa Kemal Paşa’nın, Ardahan ve Artvin’in ülkemize iade edileceğinden, öncelikle barış yollarının denenerek Batum’da halk oylamasının yapılması, Mîsâk-ı Millî hükümlerinin korunması ve bu konularda Hey’eti Vekîle’ye yetkinin verilmesi tarzındaki teklifi kabul edilmiştir.
Resmi yazışmalarla meclisteki müzakerelerden de açıkça görüldüğü üzere 1920’li yıllarda, bütün milletvekilleri, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve ilgili kurumlarla kuruluşlar tarafından Kars, Ardahan ve Batum Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde düşünülmekte ve buraların ülkemize katılması için yoğun çaba harcanmaktadır.
24 Nisan 1920 tarihinde, yani TBMM’nin açılışının hemen ikinci gününde, Mustafa Kemal Paşa, Mîsâk-ı Millî metninde sınırlarla ilgili yer alan hususları ve buna dayanılarak Ankara Hükûmeti’nin takip edeceği dış politikayı açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa, hareket noktasını Erzurum Kongresi’nin ve burada alınan kararların teşkil ettiğini hatırlattıktan sonra, konuşmasına şöyle devam etmiştir:
“Efendiler. Millet bütün maksadında maddî ve hakiki düşünmek ve ancak kuvvet ve kudretiyle temin edeceği husûsât üzerinde kendisine yeni bir hudûd çizmek üzere idi. İşte kongre bu hudûdu çizmiştir. Bir hudûd-ı millî çizmişdir. Bu hudûd-ı millîyi sühûletle ibka’ (kolaylıkla devam ettirmek) için demiştir ki; mütârekenâmenin imza olunduğu 30 Ekim 1918 tarihinde çizdiği hudûd hududumuz olacaktır. Vatanımızın hudûdu olacak bu hudûdu ihtimâl teferruâtıyla bilmeyen arkadaşlarımız vardır. Yeniden fazla teferruâta girmek istemediğim için şu sûrette izâhât vereceğim: Şark (doğu) hudûduna Elviye-i Selâse’yi (Kars-Ardahan, Batum) dahil ederek tasavvur buyurunuz. Garp (Batı) hudûdu Edirne’den bildiğiniz gibi geçiyor. En büyük tebeddülât (değişiklikler) Cenûb (Güney) hudûdunda olmuştur. Cenûb hudûdu İskenderun cenûbundan başlar. Halep’le Katıma arasında Cerablus Köprüsü’ne müntehî olur (uzanır) bir hat ve şark parçasında da Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük havâlîsi ve bu iki mıntıkayı yekdiğerine kalbeden (bağlayan) hat. Efendiler, bu hudûd sırf askerî mülâhazât (düşünceler) ile çizilmiş bir hudûd değildir, hudûd-ı millîdir. Hudûd-ı millî olmak üzere tesbît edilmişdir. Fakat bu hudûd dâhilinde tasavvur edilmesin (düşünülmesin) ki, anâsır-ı İslâmiye’den (İslâm unsurlarından) yalnız bir cins millet vardır. Bu hudûd dâhilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anâsır-ı sâire-i İslâmiye vardır. İşte bu hudûd memzûc bir hâlde (birlikte) yaşayan, bütün maksatlarını, bütün mânâsıyla tevhîd etmiş (birleştirmiş) olan kardeş milletlerin hudûd-ı millîsidir (Hepsi İslâm’dır, kardeştir sesleri) ”.[27]
Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıdaki konuşmasında da, Mîsâk-ı Millî’nin hedeflediği sınırların genel hatları oldukça açık bir tarzda belirtilmektedir. Öyle ki; Doğu’da Elviye-i Selâse adıyla anılan, Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan üç sancak Anavatan’a dahil edilmektedir. Güney sınırımızın İskenderun’un güneyinden başlayarak, Halep’le Katıma arasında Cerablus Köprüsü’ne uzanan bir hat olduğu, buradan doğuya doğru devam ederek Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük yörelerini birbirine bağlayan hattın da ülkemizin sınırları içinde yer aldığı ifade edilmektedir. Ancak batı sınırımızın Edirne’den geçtiği kaydedilmektedir. Bununla birlikte, Mîsâk-ı Millî’nin 3. maddesindeki Batı Trakya’yla ilgili hüküm bu ifadeyle bir bütünlük içinde düşünüldüğünde, sözkonusu sınırın Edirne’nin batısına doğru uzandığı anlaşılmaktadır. Zaten yöre halkı ve Trakya milletvekilleri Batı Trakya’nın ülkemizden ayrılmasını kabul etmemektedir. Trakyalı mebusların İcrâ Vekîlleri Hey’eti Reîsi Rauf Bey’e 10.04.1923 tarihinde sunduğu muhtıra, bu görüşü yansıtması bakımından önemli bir belgedir.[28]
Yukarıdaki belgelerde, özellikle Mustafa Kemal Paşa’ya ait beyanatlarda, önemli olan hususlardan biri de, bahsedilen sınırların, sadece askerî düşüncelerle çizilmediğinin, millî sınırlar olarak tespit edildiğinin vurgulanmasıdır. Ama bu millî sınırlar içinde, Türklerin yanı sıra, başka İslâm unsurlarının yaşadığı kaydedilmektedir. Bunlar ise ortak geçmişi olan kardeş milletler olarak telâkki edilmektedir. Buradaki Türk ve diğer unsurların yaşadığı yerlerin millî hududlar içinde yer aldığı, millî birlik ve beraberlik ruhu içinde “vatan” oluşturduğu ve ülkemizin ayrılmaz bir parçasını teşkil ettiği belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk, ülkenin bölünmezliğiyle millî birlik ve beraberlik konusuna değinirken son derece hassasiyetle durmaktadır. O Türk gençlerine bir taraftan bilgi sahibi olmayı, ilim, fen ve teknolojide çağdaş devletlerin seviyesine çıkmayı, hatta onları geçmeyi hararetle tavsiye ederken, diğer taraftan da millî seciyeye, millî geleneklere, Türklük duygusuna, ülkü birliğine, ülke bütünlüğüne, millî birlik ve beraberliğe büyük önem verdiğini şöyle vurgulamıştır:
“Bir ülkenin en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık, duygu ve kabiliyetlerin olgunluğudur. Bu sebeple Türk Milleti’nin idaresinde ve korunmasında, millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”[29]
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da öğretmenlere hitap ederken sınıf, cins, kültür farklılığının ortadan kaldırılarak millî birliğin sağlanması gerektiğini şu sözlerle yeniden hatırlatmıştır:
“Hanımlar, Beyler!
Kat’iyyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, marîzdir (hastalıklıdır).”[30]
1 Kasım 1936 tarihinde TBMM’nin “Beşinci Dönem İkinci Toplanma Yılı”nın açılma münasebetiyle yaptığı konuşmada Atatürk, milli varlığımızın temelini; ilerleme düşüncesiyle yapılan güvenli çalışmada, gelişmiş bir millî bilincin oluşmasında ve millî birlik ile millî berberliğin temin edilmesinde görmektedir:
“Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri, güvenle çalışmada, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü, biz esasen millî mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz.”[31]
Halkımızı doğduğu veya yaşadığı bölgelere göre ayırmaya ve millî birlik ile beraberliğimizi zayıflatmaya yönelik faaliyetlere de karşıdır. Bu konuyla ilgili:
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır”[32] diyerek ülkemizin farklı bölgelerinde yaşayan vatandaşlarımızın aynı kökten geldiklerini ve aynı soylu milletin kollarını teşkil ettiklerini açık bir şekilde dile getirmiştir.
Atatürk kendi el yazısıyla yazdığı belgede:
“Bugünkü Türk milletinin siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hâtta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler (isimlendirmeler) -birkaç düşman âleti, mürteci beyinsizden maada- hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden (üzüntüden) başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü, bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar” sözleriyle, Türk milletini parçalamak ve ayrı gruplara bölmek amacıyla vatandaşlarımıza Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak gibi farklı milletler oldukları tarzında fikirlerin aşılanmaya çalışıldığını, bu propaganda ve yanlış isimlendirmeleri düşman vasıtası olan bazı mürteci ve beyinsizlerin benimseyerek yürüttüğünü, bunun ise ortak geçmişe, kültüre, adet ve geleneklere sahip olan milletimizi rahatsız etmekle birlikte başarıya ulaşmadığını ve bu bölücü düşünceleri sadece düşmana hizmet edenlerle beyinsizlerin benimsediğini belirtmiştir. Belgenin devamında ise:
“Ayrı ve kesretli cemiyetlere malik olduklarını iddia etmiş ve bu yüzden Türklerle birleşip bir millet teşkil etmemiş olan Araplar -hem de dinlerini kabul ettiğimiz halde- acaba bugünkü esaretlerinden memnun mudurlar?
Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevî vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk milletine vicdanî arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılmak, medenî Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?”[33] açıklamasına yer vererek aynı dine mensup olmamıza rağmen, ayrı ve kalabalık cemiyetlere sahip olduklarını öne sürerek Türklerden ayrılan Arapların esarete dahil edildiklerini, buna karşılık bünyemizde kalan Hıristiyan ve Musevi azınlıklara ise Türk milletinin asil karakterine uygun bir idare tarzının sağlandığını hatırlatmaktadır.
Mustafa Kemal’in, diğer bir ifadesinde de:
“.Haricin teşvikiyle veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek, pek tabiî ve zarurîdir. Bugün en büyük, en kuvvetli ve en medenî milletlerin bu gibi meselelerde bize nispetle pek sert ve zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesçe bilinmektedir”[34] diyerek ihanette bulunanlara, ülke bütünlüğümüzü parçalamaya, millî birlik ve beraberliğimizi bozmaya veya başka zararlı faaliyetlerde bulunmaya teşebbüs edenlere katiyetle müsaade edilmemesinin gerektiğini önemle vurgulamakta ve gelişmiş ülkelerle medenî milletlerin, bu gibi meselelerde çok sert tedbirlere başvurduklarının herkesçe bilindiğine dikkat çekmektir.
Verdiğimiz bu örnekler dahi, Atatürk’ün, Misak-ı Milî sınırlarımız içinde milletimizle memleketimizin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini vurgulaması açısından önemlidir. Burada, bölge ayrımı yapılmamaktadır. Ayrıca doğu, güneydoğu ve güney bölgelerimizi Anavatanımızın diğer yerlerinden ayıracak bir statünün oluşturulmasından, federal bir sistemin tesis edilmesinden veya bütünlüğü, birliği, beraberliği zedeleyecek herhangi başka bir idare tarzının kurulmasından da söz edilmemektedir. Tam tersine birlik-beraberlik ruhu içinde, Misak-ı Millî sınırlarını kapsayan, bölünmez, üniter bir Türk Devleti’nin varlığını sonsuza kadar devam ettirmesi öngörülmektedir.
21 Mart 1923 tarihinde, Adana Türk Ocağı’nda düzenlenen bir toplantıda, Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada ülkemizin genel durumu, iç ile dış tehlikelerden, özellikle bazı unsurların Türk toprakları üzerindeki iddialarından bahsederken:
“.Memleketiniz sizindir, Türklerindir.”
“Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”[35]diyerek ülkemizin, geçmişte, olduğu gibi, gelecekte de, kısacası her zaman Türk vatanı kalacağını açıkça vurgulamaktadır.
Pof. Dr. Tahsin Banguoğlu, yaptığı araştırmalarda, Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda örnekleri verilen resmî beyanları dışında, güney ve doğu sınırlarımızdaki Mîsâk-ı Millî’nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM’nin açılışından sonra, Hatay’dan kaçarak Adana’da millî mücadeleyi yürütecek bir teşkilât kuran Tayfur (Sökmen) Bey’in Mustafa Kemal’e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay’la ilgili:
“Sancak Millî Mîsâk’a dahil midir?” sorusunu sormaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise bu soruya gönderdiği telgrafla, tartışma yapılamayan ve kesin bir anlam taşıyan şu önemli cevabı vermiştir:
“Türklerin yaşadığı her yer Millî Mîsâk’a dahildir.”[36] (Ancak burada “Türklerin yaşadığı her yer” denilirken Osmanlı İmparatorluğu’ndan zorla gasp edilen yerlerin kastedildiğini vurgulamak gereklidir).
Aynı tarihlerde kendisine Berlin’den mektuplar yazan Talat Paşa’ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken:
“Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır” demektedir.[37] Çünkü O’na göre Türkçe ve Kürtçe konuşan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da aynı devletin içinde yer almalıdır. Ayrıca bu görüşle büyük lider, I. Dünya Savaşı’yla Kurtuluş Savaşı’na, özellikle Ermenilerin saldırıları karşısında vatanımızın savunmasına, canla başla katılan doğulu ve güneyli vatandaşlarımızı Türk milletinin diğer bölgelerdeki fertlerinden asla ayrı görmediğini de dile getirmektedir. Nitekim, 1923 Lozan Konferansı sırasında, Anadolu Türklüğünü parçalamayı hedef alan Batılı diplomatların görüşleri karşısında İsmet İnönü:
“Kürt halkının, İran kökenli olduğu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır. Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiçbir yönden Türklerden farklı değillerdir”[38] sözleriyle Türk heyeti adına, Türk-Kürt ayrımının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Zaten Lozan’da, Kürtlerin, Türklerden ayrı bir unsur olmadığı kabul edilmiştir. Dolayısıyla Lozan Antlaşması’yla bu vatandaşlarımız azınlıklar grubuna dahil edilmemiştir. Bu yüzden son yıllarda yabancı güçlerin ve ülkemizdeki bazı çevrelerin ayrı bir millet yaratma çabaları ne ilmî esaslara ne de milletlerarası antlaşmalara dayanmaktadır. Tamamen Türkiye’yi zayıflatmaya, bölmeye ve Sevr Antlaşması’nı gerçekleştirmeye yönelik emperyalist devletlerin amaçları doğrultusunda yürütülen planlı faaliyetler zincirinin halkalarından birini teşkil etmektedir.
Amaçlanan ve Gerçekleşen Milli Sınırlar
Batılıların desteğindeki Yunanistan’ın mağlup olması sonucunda, 11 Ekim 1922 tarihinde, Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır. Bunu takiben (20 Kasım 1922’de) Lozan Barış görüşmeleri başlamıştır. Lozan Konferansı’na Türkiye’yi temsilen İsmet Paşa’nın başkanlığında Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey katılmışlardır. Ayrıca 21 danışman, 2 basın danışmanı, 10 katip ve mütercim de Türk Temsil Heyeti’nde yer almıştır. Bunların ise genç Türk Devleti’nin en becerikli ve bilgili aydınları arasından seçilmesine çaba harcanmıştır.
Lozan’da ele alınması gereken konular üzerinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin temel görüşlerini bildiren Türk tezini savunma ilkeleri, 14 maddelik bir direktif halinde özetlenerek hazırlanmıştır. Türk Temsil Heyeti’ne Lozan’a hareketinden önce bu direktif verilmiştir. Başbakan Rauf Orbay, Genelkurmay Başkanı ve altı bakanın imzasını taşıyan yönetmelik niteliğindeki bu direktifin sadeleştirilmiş metni şöyledir:
Türk Temsil Heyeti’ne Verilen Direktif
  1. Doğu Sınırı: Ermeni devletinin kurulması bahis konusu olamaz. Olursa görüşmeler kesilecektir.
  2. Irak Sınırı: Musul Vilayeti, Kerkük ve Süleymaniye sancakları istenecektir. Konferansta bundan farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için Bakanlar Kurulu’ndan talimat alınacaktır. Petrol ve diğer konulardaki ayrıcalıklar meselesinde İngilizlere bazı ekonomik çıkarların sağlanması görüşülebilir.
  3. Suriye Sınırı: Bu sınırın düzenlenmesine imkan oranında son derece çalışılacaktır. Sınır şöyle olmalıdır: Re’si İbni-Hayr’dan başlayarak Harm, Müslimiye, Meskene ve sonra Fırat yoluyla Dirizor, çöl ve nihayet Musul ile güney sınırına ulaşır.
  4. Adalar: Duruma göre hareket edilecek, kıyılarımıza pek yakın meskun olan ve olmayan, ufak- büyük bütün adalar mutlaka sınırımız içine alınacak, başarı sağlanamazsa Ankara’dan sorulacak.
  5. Doğu Trakya’nın Batı Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.
  6. Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi uygulanacaktır.
  7. Boğazlar: Boğazlarda ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı askerî kuvvet kabul edilmeyecektir. Eğer bu konudaki görüşmelerin kesilmesi gerekirse kesilmeden önce Ankara’ya bilgi verilecektir.
  8. Kapitülüsyonlar: Kapitülasyonlar kabul edilmeyecektir. Eğer gerekirse görüşmeler kesilecektir.
  9. Azınlıklar: Esas, mübadeledir.
  10. Düyûn-ı Umûmiye (Genel Borçlar): Bu borçların Türkiye’den ayrılan ülkelere dağıtımı, hissemize düşecek olan miktarın Yunanlılara devri, yani savaş tazminatına karşılık tutulması, olmadığı takdirde yirmi yıl ertelenmesi. Düyûn-ı Umûmiye idaresi kalmayacaktır. Güçlükler çıkarsa sorulacaktır.
  11. Silâhlı Kuvvetler: Ordu ve donanmayı sınırlandıran kayıtlar kabul edilmeyecektir.
  12. Yabancı Kurumlar: Türk Kanunlarına tabi tutulacaktır.
  13. Türkiye’den ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin özel maddesi yürürlüktedir.
  14. Cemaatler ve İslâm Vakfılar Hukuku: Eski antlaşmalara göre sağlanacaktır.[39]
Bu kısa ama kesin talimattan anlaşıldığına göre, TBMM Hükümeti’nin hedefi, Misak-ı Millî ile öngörülen hususların barış görüşmelerinde Batılılara kabul ettirilmesidir. Bununla birlikte iki konuda pazarlığa girişmek niyetinde değildir. Bunlardan birincisi, Doğuda Ermenilere toprak bırakılmasıdır. İkincisi ise, Osmanlı Devleti’nin çöküşüne yol açan en etkili sebeplerden biri olan kapitülasyonların kaldırılmasıdır. TBMM Hükümeti, her iki konunun da millî bağımsızlık ilkesi ile asla bağdaşmadığını bildiğinden, gerekirse barış görüşmelerinden çekilmekte kararlıydı. Diğer konularda ise elverişli şartların sağlanması yönünde pazarlık yapılabileceği kanaatindeydi. Zaten Lozan’daki müzakere ve gelişmeler bu yönde cereyan etmiştir.
Türk Temsil Heyeti Başkanı ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Lozan barış görüşmelerinde takip edilecek hareket tarzından söz ederken:
“Bu milletimizin öteden beri millî istekleri yolunda takip ve tespit ettiği yoldur ki, Misak-ı Millî ile açıklanmıştır. Misak-ı Millî ve Yüsek Heyetimiz’in siyasetimize esas olarak kabul ettiği anlaşmalar bizim hareket tarzımızı teşkil eder. Misak-ı Millî ile imzalanmış anlaşmalar çerçevesinde hukukumuzu savunacağız” şeklinde açıklamada bulunmuştur. Konu üzerinde hassasiyetle duran Başbakan Rauf Orbay da:
“Gayemiz Misak-ı Millî, İstiklâli Tammı Millî’dir”[40] diyerek TBMM’nin amacının Misak-ı Millî’nin ve tam bağımsızlığın temin edilmesi olduğunu açıkça belirtmiştir. Görüldüğü gibi Lozan’da Türkiye’nin hareket noktası Mîsâk-ı Millî’ydi. Mîsâk-ı Millî sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimiyeti, Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul Vilâyeti, Elviye-i Selâse’nin ülkemize dahil edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması yer almaktaydı. Ayrıca kapitülasyonların kaldırılmasına da büyük önem verilmiştir. Yani Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız bir Türk Devleti’nin kurulması amaçlanmıştır. Zaten Türkiye bunu aşan bir talepte de bulunmamıştır. Bağımsız bir Türkiye’nin millî ve stratejik sınırlarının korunmasına yoğun çaba harcanmıştır. Fakat Müttefikler, 1914’ten önce terkedilen yerleri bu konferansta görüşmeye yanaşmamışlardır. Onlar, I. Dünya Savaşı’nın mağlubu olan bir Türkiye ile müzakerelerini sürdürme ısrarında idiler. Bunun karşısında Türk heyeti, bugün tenkit edilen bütün konuları Lozan müzakereleri sırasında büyük azimle savunmuştur. Bu yüzden görüşmeler uzun sürmüş, tartışmalı geçmiş hatta kesilmiştir (Öyle ki, 20 Kasım 1922’de toplanan konferans, müttefiklerin millî sınırlarımızı kabul etmemeleri ve kapitülasyonların devamında ısrar etmeleri üzerine, 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramıştır. 23 Nisan 1923’te yeniden başlayan konferans, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla sona ermiştir. Bu Antlaşma da 24 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanmıştır).[41]
Müttefikler, Osmanlı Devleti üzerindeki iktisadî, malî vd. imtiyazlarından çok zor vazgeçmişlerdir. Yeni Türkiye’nin sınırları konusunda ise Mudanya Mütarekesi sınırlarını savunarak geri çekilmek istememişler, Boğazlar üzerindeki fiili hakimiyetlerinden vazgeçmemişler, Hatay ve Musul Vilâyeti gibi yerleri vermeye yanaşmamışlardır. Bu yüzden Mîsâk-ı Millî’de öngörülen hususların tamamı gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte, Lozan’da elde edilen neticeler asla küçümsenemez. Çünkü o günkü siyasî şartları, milletimizin durumunu, devletimizin askerî gücünü, malî ve iktisadî yapısını gözönünde bulundurduğumuzda elde edilen neticeler gerçekten inanılmazdır. Ordusuyla bütünleşen Türk milleti, büyük fedakârlıkla verdiği mücadele sonucunda, yüzyıllardan beri yarı sömürge haline gelen devletlerinin millî sınırları içindeki istiklâlini kurtarmayı başarmıştır. Lozanla birlikte tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurulmuştur.
Büyük Nutuk’ta Sevr ile Lozan’ı karşılaştıran Atatürk:
“Muhterem Efendiler, Lausanne Sulh Muâhedenâmesi’nin ihtiva ettiği esâsatı, diğer sulh teklifleriyle daha fazla mukayeseye mahal olmadığı fikrindeyim. Bu muâhedenâme, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevres Muâhedenâmesi’yle ikmal edildiği (tamamlandığı) zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidâmını (yıkılışını) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nâmesbûk (eşi olmayan) bir siyasî zafer eseridir!”[42] değerlendirmesini yaparak Lozan Antlaşması’nın, Türk milleti aleyhine yüzyıllardan beri takip edilen ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilen yok etme faaliyetlerine set çeken bir belge niteliği taşıdığı ve Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasî zafer eseri olduğu sonucuna varmaktadır. Ancak Atatürk, burada ülkemizin sınırlarıyla ilgili alınan kararları Mîsâk-ı Millî ve millî menfaatler doğrultusunda değiştirmeyi düşündüğü de bir gerçektir. Nitekim Amerikalı General Mc. Arthur’un, “Hatıralarında”, “Büyük devlet adamlarından biri” olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk’le 1933’te Ankara’da yaptığı bir mülâkat buna örnektir. Mülâkatta şöyle denilmektedir:
“Atatürk, Ankara’daki karşılaşmamızda bana: “Almanya’ya dikkat edin, eğer diğer devletler akıllı davranmazlarsa bu haliyle Almanya ikiye bölünecek ve bundan en fazla Rusya kazançlı çıkacak” dedi.
“Sizin Türkiye’nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?” iye sorduğumda ise:
“Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım” cevabını verdi”[43]
Buradan da, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, Mîsâk-ı Millî’den vazgeçmediğini, hedefe ulaşmak için ise uygun bir ortamın meydana gelmesini beklediğini görüyoruz. Bu arada Atatürk’ün bir maceraperest olmadığını vurgulamak gereklidir. O, büyük devletlerle komşularımızın iktisadî, malî, askerî güçleriyle takip edecekleri politikaları ve Türkiye’nin durumunu göz önünde bulundurarak dış politikamızı tespit etmiş ve uygulamıştır. Bu yüzden Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan şartların oluşmasını beklemiştir. Bunun örneğini ise Boğazlar ve Hatay meselelerinde görmemiz mümkündür.
Hayatı boyunca Mîsâk-ı Millî’nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, II. Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek, Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren milletlerarası platformdaki gündemlere yeniden getirmeye başlamıştır. Sonuçta 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi’yle, Lozan’da Boğazlara konulan bütün sınırlamalar kaldırılmış ve Türkiye’nin bölge üzerindeki hakimiyeti kabul edilmişir. Böylece, büyük önder Atatürk’ün barışçı, azimli, kararlı tutumu ve yüksek dış politikası sayesinde, tam bağımsızlık ile çelişen bu engel barışçı yollarla ama Misak-ı Millî’nin 4. maddesinde öngörüldüğü şekliyle çözümlenmiştir.[44]
Atatürk, Boğazlar konusundan hemen sonra, Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde bulunan Hatay’la da yakından ilgilenerek meseleyi millî menfaatlerimiz doğrultusunda çözmeye çaba harcamıştır. Hatay meselesi, Atatürk’ün kararlı tutumu, ileri görüşlülüğü ve barışçı formülleri çerçevesinde, savaşa lüzum kalmadan, 1938’de Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında yapılan halk oylaması sonucunda, Hataylıların Suriye ve Fransa idaresini reddetmesi, 2 Eylül 1938’de toplanan Hatay Millet Meclisi’nce bağımsız Hatay Türk Devleti’nin kurulduğunun ilân edilmesi ve 23 Haziran 1939’da Hatay Meclisi’nin Türkiye’ye katılma kararı vermesi tarzında aşamalı olarak çözümlenmiştir.[45]
Atatürk, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını görememiş, bu mutluluğu yaşayamamıştır. Ama II. Dünya Savaşı’na doğru Avrupa devletleri arasında artan mücadeleden istifade ederek, yürüttüğü dahiyane siyaseti ve kararlı tutumuyla Hatay’ın Anavatan’a katılmasını sağlamış, bu vatan parçasını Türk milletine armağan etmiştir. Bu suretle Atatürk, kısa ömrünün son yıllarında, Mîsâk-ı Millî’nin Lozan’da kabul ettiremediğimiz iki maddesini gerçekleştirmiştir. Söz konusu gelişme ise, dirayetli, kararlı, ileri görüşlü bir lider ile güçlü bir devletin barış yoluyla millî hedeflerine ulaşabileceğini açıkça göstermektedir.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra, 1938 yılına kadar takip ettiği barışçı, tutarlı ve yapıcı “millî siyaset” ile, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada güvenilen, sözü dinlenilen ve saygı duyulan bir devlet haline getirmiştir. Türkiye’yi, dünya devletleri arasında itibarlı, onurlu bir üye yapmış ve devletin sonsuza kadar yaşaması için gerekli önlemleri almıştır. Dış siyaset alanında millî hedefleri gözetmiştir. Bütün anlaşmazlıkların barış yolu ile çözümü, Atatürk’ün takip ettiği temel ilke olmuştur. Bu ilke doğrultusunda “Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz” diyerek anlaşmazlıkları öncelikle barış içinde, ama millî menfaatlerden taviz vermeden, çözüme çalışmıştır. Bu siyasetin esasında barış isteği yatmakla birlikte, Atatürk, askerî gücümüzü, her zaman hesaba katılması gerekli önemli bir unsur olarak dış siyasetimize sokmuştur. Türk ordusunun gücü, görevine bağlılığı ve disiplinli durumu, Türk topraklarında gözü olan bazı devletlerin saldırgan hareketlerini frenlemiş ve barış siyasetimizin aksamadan yürütülmesini sağlamıştır.
Örneklerini verdiğimiz kaynak ve belgelerden Mîsâk-ı Millî’nin, milletimizin gelecek nesillerine, bütün İstiklâl Savaşı şehit ve gazileri gibi, Atatürk’ün de güçlü bir “arzusu” olarak devredildiği görülmektedir. Ancak, Atatürk’ün yukarıdaki ifadeleri, drektifleri ve icraatları yanlış anlaşılmamalıdır. O, katiyetle irredandist, saldırgan ve emperyalist bir düşünceye sahip değildir. Atatürk’ün sınırlarla ilgili sözlerini ve hedeflerini zamanın şartları ve imkânları çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir. Şartların elverdiği oranda Gazi Mustafa Kemal Paşa, hakkı gaspedilmiş, zulme uğramış, vatanı işgal edilmiş bir milletin, en tabiî haklarını temin etmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla yayılmacı ve saldırgan bir politika takip etmemiştir. Atatürk’ün belirlediği bu millî hedef, XIX ve XX. yüzyıllarda, Türk Devleti’nin zayıflığından istifade edilerek zorla, haksız yere, işgal edilen vatan topraklarıyla esaret altına alınan soydaşlarımızın kurtarılması olarak algılanmalı ve Türk milletinin kendi haklarını meşru müdâfaa çerçevesinde savunması olarak düşünülmelidir.
Atatürk, Mîsâk-ı Millî’de sınırlarla ilgili hükümlerin yer almasına rağmen, bu sınırları ilgili metin hükümlerinin değil, milletin menfaatlerinin tespit ettiğini ve bu hudutların millî menfaatlere göre yeniden düzenlenebileceğini belirtmektedir. Bu görüş ise Atatürk’ün yazılı metinlerle öngörülen dar kalıplar içinde kalmadığını, millî menfaatlere, devlet gücüne ve günün şartlarına göre her zaman değişik hedeflerin belirlenebileceğini vurgulaması açısından önemlidir. Ulu Önder bu hususta:
“.Efendiler arâzî meselesi ve hudûd meselesi Mîsâk-ı Millî’nin ma’lûmu âliniz, birinci maddesinin dâ’ire-i şümûlundedir (içeriğindedir). Mîsâk-ı Millî şu hat bu hat diye hiçbir vakitde hudûd çizmemişdir. O hudûdu çizen şey milletin menfaati ve Hey’eti Celîle’nin isâbeti hazırıdır. Yoksa bu haritası mevcud bir hudûd yokdur.”[46] diyerek bizlere dar kalıplardan kurtulmamız için rehber olmaktadır.
Mustafa Kemal’in inkılâplarının tümü gelişen ve değişen dünya sistemine çok rahat ayak uydurabilecek düzeydedir. Dış politikadaki prensip ve hedefleri de aynı şekilde akılcı ve ileriye dönüktür. 6 Aralık 1922 tarihinde Ankara’da, basın mensuplarına “Halk Partisi’ni Kurmak Hakkındaki Kararını Açıklaması” sırasında Mustafa Kemal Paşa:
“İstikbâlde (gelecekte) hayatı milleti (millet hayatını) tehdit edecek tehlikelere düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak, vatanını seven bilcümle (bütün) efradı milletin (millet fertlerinin) borcudur. Filvaki (gerçekten) vatanımıza ve istiklâlimize göz dikenlere yalnız askerlikçe üstün galebe etmek kâfi değildir. Memleketimiz hakkında istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak vechile (şekilde) siyaseten, idareten ve iktisaden kuvvetli olmak lâzımdır”[47] değerlendirmesini yaparak Türkiye’yi tehdit edebilecek tehlikeler karşısında alınması gereken temel tedbirleri açıklamıştır. Ayrıca Atatürk 13 Mart 1923 tarihinde Adana’da yaptığı konuşma esnasında:
“Arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salâhiyeti olmadığı gibi bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden bir vazifedir.”[48] uyarısını yapmıştır. Nitekim geçen yüzyılda olduğu gibi, XXI. yüzyılda da dünyamızda çok büyük değişimlerin gerçekleşmesi beklenilmektedir. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabaları karşısında, ülkemize yönelik bazı yaptırım ve millî hakimiyetle çelişen taleplerden dolayı, devletimizin bölünmez bütünlüğünün devamı ve milletimizin varlığı açısından oldukça hassas bir durum meydana gelmiştir. Böyle bir ortamda iç ve dış bağımsızlığımızın korunması şartıyla; diğer devletlerle siyasî, sosyo kültürel, iktisadî, teknolojik işbirliğin yapılabileceği yönündeki Misak-i Millî’nin fikirlerini değişen dünya sistemi içinde bir rehber olarak takip etmek, Ulu Önder Atatürk’ün direktiflerini hassasiyetle yerine getirmek, millî hakimiyete dayanan bağımsız bir Türkiye’nin varlığı için ve millî menfaatlerimiz açısından zorunludur.
EK: Mîsâk-ı Millî Beyannamesi
Mîsâk – ı Millî Metni
Mîsâk-ı Millî, Türk milletinin temsilcilerinin kabul ettiği bir karardır. Meclis’in kararı olduğundan, aynı zamanda Türk milletinin de kararı anlamına gelmektedir. Bu açıdan Mîsâk-ı Millî’nin kabulü ile Millî Mücadele, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ı tarafından resmen kabul edilmiş ve milletimize mâl edilmiştir. Ayrıca, demokrasi kurallarına uygun bir tarzda, Meclist’e alınan bir karardır. Dolayısıyla Mîsâk-ı Millî’nin bu önemli özelliğinden daha sonraki yıllarda, İngiltere, Fransa ve diğer devletlerle olan münasebetlerde temel ilke olarak istifade edilmiştir. Mîsâk-ı Millî, gerek Millî Mücadele yıllarında, gerekse sonradan Türk Devleti’nin siyasetinde rehber olmuştur. Özellikle Atatürk döneminde Türk dış politikasının ruhu ve ana hedefi olarak uygulanmaya çalışılmıştır. Bu önemli belgenin Osmanlıca metni ile transliterasyonu şöyledir:
Anadolu’nun Büyük ve Azimkârâne Mücâhedâtını (mücadelelerini) doğuran Esbâbı (sebepleri) ve Mukaddes Da‘vâ-yı Millîmizin Esâsâtını İhtivâ eden 28 Ocak 1920 târihli Misâk-ı Millî Beyânnâmesi’dir.
Misâk-ı Milli Beyânnâmesi
“Zîrde (aşağıda) vâzi‘ü’l-imzâ (imzâsı bulunan) Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân a’zâları istiklâl-i devlet ve istikbâl-i millînin, haklı ve devamlı bir sulhe nâ’iliyet (ulaşmak) için ihtiyâr edebileceği (katlanabileceği) fedâkârlığın hadd-i a’zamını (en yüksek sınırını) mutazammın olan (içeren) esâsât-ı âtiyeye (aşağıdaki esaslar) tamâmi-i ri’âyetin (tam uyumun) mümkünü’t-te’mîn (sağlanması mümkün) olduğunu ve esâsât-ı mezkûre hâricinde pâyidâr bir Osmanlı Saltanat ve Cem’iyetinin devâm-ı vücûdu (varlığının devamı), gayr-i mümkün bulunduğunu kabul ve tasdîk eylemişlerdir.
Madde 1. Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran (özellikle) Arap ekseriyetiyle meskûn olub 30 Teşrîn: Evvel (Ekim) 1918 târihli mütârekenin hîn-i akdinde (ateşkesin imzalandığı sırada) muhâsım (düşman) orduların işgali altında kalan aksâmının (kısımlarının) mukadderâtı, ahâlisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya (reylere) tevfîkan (uygun olarak) ta’yîn edilmek lâzım geleceğinden, mezkûr (anılan) hatt-ı mütâreke dâhil ve hâricinde dînen, ırken müttehid (birleşmiş) olan, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile (karşılıklı hürmet) ve fedâkârlık hissiyâtile meşhûn (dolu) ve hukûk-ı ırkıye ve ictimâ’iyeleriyle şerâ’it-i muhîtiyelerine (çevre şartlarına) tamâmiyle ri’âyetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksâmın (kısımların) hey’et-i mecmû’ası (bütünü) hakîkaten veya hükmen hiçbir sebeble tefrîk (ayrılık) kabûl etmez bir küldür.
Madde 2. Ahâlisi ilk serbest kaldıkları zamanda ârâ-yı âmmeleriyle (halkoyu ile) Anavatana iltihâk etmiş (birleşmiş) olan Elviye-i Selâse için lede’l-îcâb (gerektiği üzere) tekrâr serbestce ârâ-yı âmmeye mürâca’at edilmesini kabul eder.
Madde 3. Türkiye sulhune ta’alluk edilen (bağlanan) Garbî Trakya vaz’iyet-i hukûkiyesinin tesbîti de sekenesinin kemâl-i hürriyetle beyân edecekleri ârâya tebe’an (tâbi olarak) vâki’ olmalıdır.
Madde 4. Makarr-ı Hilâfet-i İslâmiye (İslâm halifeliğinin başkenti) ve pâyitaht-ı Saltanat-ı Seniyye ve Merkez-i Hükûmet-i Osmaniyye olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü halelden (zarardan) masûn (korunmuş) olmalıdır. Bu esâs mahfûz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticâret ve münâkalât-ı âleme (dünya nakliyatına) küşâdı (açılması) hakkında bizimle sâ’ir bi’l-umûm alâkadâr devletlerin müttefikan (ittifakla) verecekleri karâr mu’teberdir (geçerlidir).
Madde 5. Düvel-i İ’tilâfiye (İtilâf Devletleri) ile muhâsımları ve bazı müşârikleri (ortakları) arasında takarrür eden (kararlaştırılan) esâsât-ı ahdiye (anlaşma şartları) dâ’iresinde ekalliyetlerin (azınlıkların) hukûku, memâlik-i mütecâviredeki (civar memleketler) Müslümân ahâlinin de aynı hukûkdan istifâde ümniyesiyle (arzusuyla) tarafımızdan te’yîd ve te’mîn edilecekdir.
Madde 6. Millî ve iktisâdî inkişâfâtımız (gelişmelerimiz) dâ’ire-i imkâna girmek ve daha asrî bir idâre-i muntazama (düzenli idare) şeklinde tedvîr-i umûra (işleri çevirmeye) muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de te’mîn-i esbâb-ı inkişâfımızda (gelişme şartlarının sağlanmasında) istiklâl ve serbetî-i tâmma mazhar olmamız (ulaşmamız) üssü’l-esâs (temel esas) hayât ve bekâmızdır. Bu sebeble siyâsî, adlî malî ve sâ’ir inkişâfımıza mâni’ kuyûda (kayıtlara) muhâlifiz. Tahakkuk edecek düyûnâtımızın (borçlarımızın) şerâ’it-i sulhiyesi (barış şartları) de bu esâsâta mugayir (aykırı) olmayacakdır.”[49]
Görüldüğü üzere Mîsâk-ı Millî ile her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları tespit edilmiştir. Ayrıca, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı üyelerinin aldıkları bu kararların devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar olduğu vurgulanmaktadır.
 Prof. Dr. İlker ALP
Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 293-305

Dipnotlar :
[1] Kemal Atatürk, Nutuk, C. I., (1919-1920), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1981, s. 360.
[2] Nejat Kaymaz, “Mîsâk-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında”, VIII. Türk Tarih Kongresi, (Kongreye Sunulan Bildiriler), C. III., Ankara 11-15 Ekim 1976, s. 1943.
[3] Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara 1989, s. 12.
[4] Yenigün Gazetesi, “Mîsâk-ı Millî”, 28 Kânûn-ı Sânî 1920.
[5] Edirne Meb’ûsu Mehmed Şeref (Aykut) hatıratında, Mîsâk-ı Millî metninin 12 Ocak 1920’de Meb’ûslar Meclisi’nin çalışmaya başlamasından sonra “beş kişilik gayr-ı resmî bir hey’et” tarafından hazırlandığını ve temel metnin kendisiyle Yusuf Kemal Bey’de olduğunu, Felâhı Vatancıların toplantısında kabul edilmesinden sonra 28 Ocak 1920 Cuma günü, Meclis-i Meb’ûsânda Celaleddin Arif Bey’in riyasetindeki toplantıda gündem dışı tarafından okunduğunu, 17 Şubat 1920 tarihinde de Meclis Hey’et-i Umûmiyesince kabul edilerek “milli irâdeye iktiran ettiğini” belirtmektedir (Cemal Kutay, Mehmed Şeref Aykut, İstanbul 1985, s. 238-240, 259).
[6] Meclis-i Meb’ûsân Zabıt Ceridesi, C. I., Devre: 4, İçtima Serisi: 1, Onbirinci İnikad 17 Şubat 1920 Salı, TBMM 1992, s. 143-145; İkdâm Gazetesi, İkinci Celse, No: 8269, 18 Şubat 1920, s. 2; İleri Gazetesi, No: 760, 18 Şubat 1920, s. 4, Cemal Kutay, a.g.e., s. 308.
[7] Meclis-i Meb’ûsan Zabıt Ceridesi, s. 145-146.
[8] İleri Gazetesi, “Meclis-i Meb’ûsân’da”, No: 767, 25 Şubat 1920, s. 4.
[9] Vakit Gazetesi, “Ahd-ı Millî Programı”, No: 819, 17 Şubat 1920, s. 1; İleri Gazetesi, “Ahd-ı Millî’nin Sulh Esâsları”, No: 819, 17 Şubat 1920, s. 1; İkdâm Gazetesi, “Misak-ı Millî Programı Sureti”, No: 8269, 18 Şubat 1920, s. 2.
[10] Vakit Gazetesi, “Meb’ûsân Ahdı”, No: 801, 30 Ocak 1920, s. 1.
[11] Elviye-i Selâse, yani Kars, Ardahan ve Batum sancakları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde Rusya tarafından işgal edilmiştir. I. Dünya Harbi’nde ise, Rusların Kafkas Cephesi’nde mağlup olması ve 3 Mart 1918 Brest-Litovsk Andlaşması sonucunda plebisit yapılmış ve halkın büyük çoğunluğunun isteğiyle adı geçen üç sancak Osmanlı Devleti’ne dahil olmuştur. Bu sonuç ve bölgenin demografik yapısı göz önünde bulundurularak Kars, Ardahan ve Batum halkının, kendi isteğiyle Türkiye’ye katılacağı düşünülmektedir.
[12] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım I, C. I., Kitap I, Ankara 1969, s. 42. 1922 yılında bütün Batı Trakaya’da ise, (yani Bulgaristan idaresinde de kalan Razlog, Nevrekop, Dövlen, Paşmaklı, Eğridere, Kırcaali, Darıdere, Koşukavak, Ortaköy de dahil olmak üzere), %76. 5 (747. 628) Türk, %11. 3 (110. 741) Bulgar, %11. 2 (110. 041) Rum, %1 (9. 234) Yahudi, Ermeni Ermeni ve Ulah yaşamaktaydı. (Garbî Trakya Nüfus Grafikleri Tablosu, Garbî Trakya Cem’iyeti, Dersaâdet 338).
[13] Nutuk, C. I., s. 360; Nejat Kaymaz, a.g.m., s. 1945; Toktamış Ateş a.g.e., s. 217.
[14] Kemal Atatürk, Nutuk, C. III., Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1981, s. 1178-1186.
[15] A.g.e., (Vesika 220), s. 1186.
[16] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Hariciye, nr. 6/42, 31. 10. 1338 (1922).
[17] BCA, Hariciye, nr. 6/42, 28. Teşrîn-i Evvel. 1338 (1922).
[18] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1997, s. 184.
[19] BCA., Hariciye, nr. 6/42, 28 Teşrîn-i Evvel 1338, (28 Ekim 1922).
[20] BCA, Hariciye, nr. 1/210, 18. 9. 1338 (1922).
[21] Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Kafkas Cephesi 3’üncü Ordu Harekâtı, C. II, Genelkurmay Başkanlığı, Ankara 1993, s. 625-627, kroki: 109.
[22] Mondros Mütarekesi’nin 11. maddesine göre; İran’ın kuzeybatı kısmındaki Osmanlı Kuvvetlerinin derhal harpten önceki hudut gerisine alınması hakkı’nda evvelce verilen emrin uygulanması, Mâverâ-i Kafkas’ın (Kafkaslar Ötesi, yani Azerbaycan ve Dağıstan’ın), önceden Osmanlı kuvvetleri tarafından kısmen boşaltılması emredilmiş olduğundan, diğer kısımları müttefikler yerinde tetkik ederek, istediklerinde boşaltılacaktır.
[23] Mütarekenin 15. maddesine göre ise; Osmanlı Hükûmeti’nin denetimi altında bulunan Mâverâ-i Kafkas demiryolları, İtilâf subay ve memurlarının kontrolünde bulunacak, Kafkas demiryolları tamamıyla İtilâf memurlarının idaresine bırakılacaktır. İtilâf Devletleri Batum ve Bakü’yü işgal edebileceklerdir.
[24] A.g.e., s. 628-642.
[25] TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. I., İ: 154, (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları), Ankara 1985, s. 453-454.
[26] A.g.e., C. I., İ: 154, s. 448-456.
[27] TBMM Zabıt Ceridesi, C. I, Devre: 1, İkinci Celse (Üçüncü Baskı), Ankara 1959, s. 16.
[28] BCA., Hariciye, nr. 400-1/53, 10. 4. 1923, f. 4.
[29] Hurşit Ertuğrul, “Atatürkçülük Evrensel Boyutlu Bir Düşünce Sistemidir”, Atatürk Haftası Armağanı, Atatürk Dizisi, Sayı: 23, Ankara 10 Kasım 1990, s. 2.; Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C. IV, (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını) Ankara 1991, s. 634.
[30] Kemal Aytaç, “Atatürk’ün Eğitim Görüşü”, Atatürkçülük (İkinci Kitap), Ankara 1983, s. 108; İlker Alp, “Atatürk ve Türk Gençliği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XIII, S. 38, Ankara Temmuz 1997, s. 445.
[31] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, s. 405.
[32] Şükrü Kaya Şerefoğlu Hayri Başbuğ, Millet ve Millî Birlik Bilinci, Ankara 1985, s. 103.
[33] Afet İnan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1998, s. 23, 376-377.
[34] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1999, s. 203.
[35] A.g.e., s. 130, (Hakimiyeti Milliye, 21 Mart 1923).
[36] Tahsin Banguoğlu, “Millî Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı, İstanbul Ekim 1987, s. 7.
[37] A.g.e., s. 7.
[38] Seha Meray, a.g.e., 1/1, s. 346.
[39] Atatürk (Komutan, Devrimci, Devlet Adamı Yönüyle), Gn. kur. ATASE Bşk. Yayınları, Ankara 1980, s. 435-436; Türk İnkılap Tarihi, Kara Harp Okulu, Ankara 1986, s. 342-343; Ahmet Mumcu, Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, Ankara 1974, s. 99-100.
[40] Cengiz Kürşat, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Lozan Murahhas Heyeti’ne Verilen Talimatlar”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 18, İstanbul Temmuz 1998, s. 14-15.
[41] İsmet Giritli, “Mondros’tan Mudanya’ya, Sevres’den Lausanne’a”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. V, Mart 1989, Sayı: 11, s. 280.
[42] Kemal Atatürk, Nutuk, C. II, İstanbul 1981, s. 767.
[43] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, (4. baskı), İstanbul 1990, s. 52-53.
[44] Nuri Köstüklü, “Mîsâk-ı Millî ve Atatürk’ün Millî Dış Politika Hedefleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 1, Konya 1992, s. 126; Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789¬1960, Ankara 1975, s. 662-665.
[45] Fahir Armaoğlu, a.g.e., s. 667-671.
[46] TBMM Gizli Celse Zabıtları, 6 Mart 1922-27 Şubat 1923, C. 3., Devre: 1, İctima: 3, (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları), Ankara 1985, s. 1318; Arı İnan, a.g.e., s. 66.
[47] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 50.
[48] A.g.e., s. 130.
[49] Ahd-ı Millî Beyânnâmesi Sûreti”, Meclis-i Mub’ûsan Zabıt Ceridesi, C. 1, Devre: 4, İçtima Senesi: 1, Onbirinci İn’ikad, 17 Şubat 1336 (1920) Salı, TBMM Basımevi, 1992, s. 144-145; İleri Gazatesi, “Ahd-ı Millî Esâsları”, No: 759, 17 Şubat 1920, s. 4.



..