5 Kasım 2015 Perşembe

TÜRK ORDUSU





TÜRK ORDUSU.,



19 Kasım, 2007 

canakkalebayramnamazi.jpg












“Ordumuz; Türk Birliğinin, Türk Kudret ve Kabiliyetinin, Türk Vatanseverliğinin Çelikleşmiş Bir İfadesidir” ATATÜRK
Türkler de siyasi hayat, Orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir. Ordu-Millet bütünlüğü tarihimizin her döneminde değişmeyen bir gerçektir. Türk Devletinin siyaset hayatında silahlı kuvvetler her zaman en önemli faktör olmuştur.
Türk Devletlerinin yok edilmesi için, tarihin her döneminde düşman ülkeler Türk Ordusunu zayıf hale getirtmek için gayretler göstermiştir. Buna yakın tarihimizden bir örnek vermek gerekirse;
Osmanlı Devletinin, 1.Dünya Savaşına girmesinin en büyük nedeni olarak 10 Ağustos 1914 tarihinde 2 Alman savaş gemisini  (Göeben ve Breslau)  boğazlardan geçirtilmesi gösterilir. Ancak bu gerçeğin çok önemli ve haklı bir nedeni vardır. İşte bu haklılığımız her ne hikmetse Türk Gençliğine anlatılmaz!
Türkler ateşe atıldıklarını bile bile neden iki Alman gemisine geçiş izni veriyordu? 1914’ün dünya tarihinde çok önemli rolü olan bu olayı için bir anda kesin karar verilmişti. Ama, Almanlara bir çırpıda “Evet” hazırlayan ortam yıllara dayanıyordu. Osmanlı Devleti zayıf düşmüşlüğü içinde yıllar boyu gelişmiş ülkeler arasından bir dost aramıştı kendisine…
Başta İngilizler Osmanlı Devletine “Hangi konuda olursa olsun antlaşma yapmaya değmez bir Ülke” gözüyle bakıyorlardı. Diğerleri de öyle… Balkan savaşlarında toprak ve itibar kaybeden Osmanlı, tekrar güçlenmek istiyordu. Yunanlıların deniz gücüne karşı Ege’de dengeyi sağlamak için, Brezilya’dan eski bir savaş gemisi alındı. Bunun üzerine bugünkü stratejik ortağımız (!) ABD, Yunanistan’a “İdaho ve Mississipi” adında 2 savaş gemisini hibe etti. ABD’nin  amacı “Türklerin güçlenmesini engellemek. Eğer Türkler güçleniyorsa, Türklerin sınır düşmanlarını daha da güçlendirmektir”
Osmanlı Devleti bu hibeye itiraz etti… Güç dengesi artık Yunanlılardan yanaydı. Ancak Osmanlı Devleti için başka bir umut daha vardı… İngiltere’ye yapımı için siparişi verilen iki modern savaş gemisinin “Sultan Osman ve Reşadiye” idi… Bu iki savaş gemisinin de yapımı 1914 yılı itibarı ile bitmek üzereydi… Bu iki savaş gemisinin de yaptırılabilmesi için fakir Türk Halkından para toplanmıştı. Tam 7.5 milyon İngiliz lirası bir araya getirilmiş ve peşin olarak İngiltere’ye ödenmişti…
1914 Mayıs’ında 500 Türk denizcisi, yapımı biten “Sultan Osman” gemisini teslim almaya gider. İngilizler gemilerin Türklere verilmesini istemiyordu. Osmanlı’yı sürekli oyalıyordu… Temmuz ayına kadar oyaladılar. Artık diğer gemi “Reşadiye”’nin yapımı da tamamlanmıştı. İngiltere Denizcilik Bakanı Winston Churchill gemilere el konulmasını emretti. Gemileri teslim almak için bekleyen Türk Komutanı üzerinde bu emir şok etkisi yaptı. Türk kaptan gemilere Türk Bayrağı çekip getirmek için, gemilerin bulunduğu tersane limanlarına giderler… Bu durum Churchill’e bildirilir. Churchill, 500 Türk Askerinin bu girişimine hayret eder… Vatanından binlerce kilometre uzakta 500 Türk Askeri, parası ödenmiş gemilerine el konulmasını hazmedememiş ve neredeyse Britanya İmparatorluğu’na savaş ilan ediyordu.   Limanda Türk Denizcileri ile İngiliz askerleri arasında uzun süren bir çatışma çıkar… Şehitlerimiz olur ancak İngiltere’nin de çok kaybı olur… Tüm İngiltere şaşkın bir haldedir… Türk Halkı üzgündür… Gemilerin yapımı için ödenen 7.5 milyon İngiliz lirası da geri ödenmemiştir!
Gemilerimize el koyan İngiltere, Osmanlı Devletince “Milli Düşman” olarak görülüyordu…
Bu şartlar altında, Osmanlı Devleti Almanların dostluk ellerini sıkmaktan başka çare bulamadılar…
1. Dünya Savaşında Türkler insan kaynağı yönünden çok zayiat vermiştir. Çanakkale, Allahüekber faciası, Arapların ihaneti yüz binlerce vatan evladının şehit olmasına neden olmuştur… Anadolu işgal altında… Osmanlı Hükümeti İngilizlerle işbirliği içinde… Şeyhülislam Mustafa Sabri efendi’nin Kuvay-i Milliye aleyhinde yayınladığı fetvalar… Ali Kemal gibi hain gazetecilerin Atatürk aleyhinde yazdığı yazılar… Ordu dağılmış… Yoksulluk… Moral yok…
Her türlü imkansızlıklar içinde başlatılan bir İstiklal Savaşı!
26 Ağustos 1922 tarihinde başlatılan Büyük Taarruz öncesinde, Milli Şairimiz Y. Kemal Beyatlı’nın “Dua” tarzında yazmış olduğu şu dörtlük Türk- İslam Aleminin o gün için ne durumda olduğunu göstermektedir.
“Şu Kopan Fırtına, Türk Ordusudur Yarabbi!
  Senin Uğrunda Ölen Ordu Budur Yarabbi!
  Ta ki  Yükselsin Ezanlarla Müeyyed Namın
  Galip Et, Çünkü Bu Son Ordusudur İslam’ın!”
Türk Ordusu, Türk Milletinin Bağımsızlık Yemini ve Garantisidir!
Türk Silahlı Kuvvetlerini, pasif hale getirmeye çalışan her türlü zihniyet  İŞBİRLİKÇİDİR!
ALLAH; Vatan için Ter’ini ve  Kan’ını Dökenden, Razı olsun…
YILMAZ KARAHAN

İSLAMİYET’TEN ÖNCEKİ TÜRK DEVLET GELENEKLERİNE GÖRE ORUN VE ÜLÜŞ



 İSLAMİYET’TEN ÖNCEKİ TÜRK DEVLET GELENEKLERİNE GÖRE ORUN VE ÜLÜŞ
 (MEVKİ VE PAY)


20 Ağustos, 2013 

image00111.jpg






ÖZET
Bozkır coğrafyasının uçsuz bucaksız sınırları içinde atlı konar göçer bir medeniyet kurmuş Türkler’de tören ve gelenekler devlet hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Orun ve Ülüş kurallarının eksiksiz uygulanması ise hükümdarın otoritesini ve gücünü pekiştirmiştir. Devlet hayatıyla ilgili tören ve geleneklerin halk gözünde uygulandığının ispatı ise hükümdarın kullanmış olduğu geleneksel sembollerdi. Bunlardan bir tanesi ise Orun ve Ülüş kurallarının hükümdar makamında uygulanmasıdır.
Orun hükümdarın meclisinde oturulan yeri ifade ederken ülüş ise hükümdarın sofrasından devlet görevlilerinin almış olduğu pay anlamına gelmektedir. Orun ve ülüş kurallarına uymak hükümdara itaat anlamına gelirken bu davete katılmamak ise hükümdarın otoritesine itaatsizlik anlamına gelmekteydi.
GİRİŞ
Eski Türk devletlerinde hükümdarın, devlet adamları ve komutanlarla yapmış olduğu toplantı, meclis ve kurultaylara başkanlık yapması onun hâkimiyetinin sembollerinden biridir. Bu meclis ve toplantılarda bulunanların Türk devlet anlayışına uygun kurallara göre oturma kuralına orun denir. Orun, durulan yeri ve mevkii ifade etmekteydi. ( İbn Mühennâ Lûgati; 1988: 53) Orun kimin nerde duracağı veya oturacağı yerin belirlenmesidir. Orunun reisi olan hükümdar ise durulacak ve oturulacak yeri yegâne belirleyen güçtür. Ülüş ise hükümdarın sofrasında bulunan yemekten devlet adamları ve boy beylerinin alacakları payın belirlenmesidir.
Eski Türk devletlerinde ordugâhda, otağda en yüksek mevkii ve rütbenin sahibi hükümdardır. Hükümdarın otağı (saray) bir orun yeridir, orun da tahtın bulunduğu yerdeki mevki düzenidir. (Ögel, 2000, c. VII: 95; Kafesoğlu, 2000: 244) Türk imparatorluk ananelerini muhafaza etmiş olan Türk hakanlıklarında hanın sarayında ve kengeşlerde, toylarda, törenlerde boy beyleri, komutanlar ve devlet adamlarının oturacakları yerler (mevkiiorunları) ve hükümdarın sofrasından alacakları paylar(ülüş) kesin protokol kuralları ile belirlenir. (İnan, 1998: 241)
ORUN VE ÜLÜŞ (MEVKİ VE PAY)
Türk devlet gelenekleri içerisinde orun ve ülüş ilk olarak Oğuz destanında görülmektedir. Orun sistemini tespit edip düzenleyenin, Oğuz Kağanın öldükten sonra hükümdar olan oğlu Gün Hanın ünlü veziri Irkıl hoca’nın olduğu kabul edilmektedir. Irkıl hoca ikili düzeni teşkil etmiştir. Oğuz destanında orun Üç-Ok ve Boz-Ok diye ayrılmıştır. Bu ikili yapının altında yirmi dört boy beyleri, komutanlar ve alt düzey rütbeli görevliler yer almıştır.
Gün Hanla veziri Irkıl Hoca’nın başında bulunduğu orun sıralaması ise şu şekildedir. 1-Kayı ve Bayat, 2-Alka–Evli ve Kara-Evli, 3- Yazır, 4-Dodurga, 5-Avşar ve Kızık, 6-Bekder ve Karkın, 7-Bayındır ve Çepni, 8-Çavuldur ve Çepni, 9-Salur ve İmur, 10- Alayuntlu ve Ürker, 11-İğdır ve Böğdüz, 12- Ava ve Kınık(Oğuz Destanı, 1972: 52; İnan, 1998: 243) boylarıdır.
Oğuz kağanın her oğlundan dört oğlu türemiştir. Oğuz Kağanın torunlarının oturacağı yerin belirlendiği düzenin adı “orun” dur. Oğuz Kağanın ve yerine tahta oturan oğlu Gün Hanın ünlü veziri Irkıl hocanın kurmuş olduğu Üç-ok, Boz- ok düzeni, orunun temeli olmuştur ve orun Türk devletlerinde devam etmiştir. Türk devlet yönetimi doğu-batı, büyük- küçük olarak iki bölüme ayrılmıştır. Türk devlet yönetiminde memurlar sağ-sol, olarak iki bölüme ayrılırken halk da ak-kara olarak belirlenmiştir. (Kafesoğlu, 2000:271. Ak Hun- Kara Hun, Ak Hazar-Kara Hazar, Ak Kuman-Kara Kuman, Ak Ogur-Kara Bulgar, Ak Macar- Kara Macar, Ak Kıpçak-Kara Kıpçak)
Hunlarda ise Sağ ve Sol Bilge beyliği olarak ikili düzen belirlenmiştir. Avrupa Hunlarında ise ikili düzen “kanat eliğ’leri” olarak kendini göstermiştir. (Priskos, 1995: 11; Hun Şan yüsü Mete kendi oğlunu Sol Hsien hükümdarı yapıyor.; Eberhard, 1942: 77)
Göktürklerde ise Hunlarda görmüş olduğumuz sağ ve sol ikili düzeni devam etmiştir. (Chavannes, 2007:56. Gök Türk kağanı, 633- 635 yıllarında ülkesini on boya böldü. Her kabilenin onu yöneten bir beyi vardı. Hükümdar her boya bir ok vermişti. Onlara aynı zamanda on ok da denirdi. Bunlar her kolda beş ok olmak üzere sağ ve sol bölümlere ayrılmıştı.) İkili düzende Oğuz boyları ise iç-dış Oğuz boyları olarak belirlenmiştir.
Eski Türk devlet geleneğinde hükümdarın ve devlet adamlarının oturacakları ve bulunacakları konum, orun ile tespit edilmiştir. Türklerde bütün toplantı, kengeş ve ziyafetler yemekli olarak toy şeklinde tertip edilmiştir. Türk devlet anlayışına uygun kurallara göre, hanedan üyelerinin veya devlet adamlarının hükümdarın sofrasında bulunan at veya koyundan belirlenmiş bir pay almasına ülüş denir. Ülüş kelimesi, “Ü” fiil kökünün, fiilden isim yapma eki –“lüş” ile türetilmiş isimdir. Ülüş kelime anlamı olarak pay (hisse) anlamına gelir. (Kâşgarlı Mahmûd, 2006: c. I, 62) Ülüşü belirleyip dağıtma yetkisine hükümdar sahiptir. Ülüş belirleyip dağıtma yetkisi hâkimiyetin sembollerinden bir tanesi sayılmıştır. Türklerdeki “ülüş”, töre ve gelenekler de bu protokolü düzenleyen bir töredir. Topluluk içindeki herkesin yeri, bu ülüş haklarına göre belirlenir. (Ögel, 1982: 81)
Oğuz boylarının Türkmenlerin geleneklerine göre, içtimalarda her boyun oturacak (işgal edecek) yeri, “damga”sı, “ongun”u ve hatta ziyafet için kesilecek hayvanın etinden alacak pay (ülüş)ları da Oğuz Kağanın oğlu “Gün Han” tarafından hükümdarlık sembolü olarak tayin edilmişti. (İnan, 1998:241) Gün Hanın veziri Irkıl hoca Türk orun sistemini tespit etmiştir. Irkıl hoca, hükümdarın sofrasında bulunan at etinden hâkimiyeti altında bulunan boylardan hangisine hangi parçayı ülüş olarak verileceğini hiçbir anlaşmazlığa mahal bırakmamak için şu şekilde tespit etti. “Bir toy yapılacağı zaman, iki at kessinler. Atı, oniki parçaya ayırsınlar. Atın birini “Boz ok” lara, diğerini de “Üç ok” lara versinler.” Irkıl hoca, “Hakanın yâda milletin büyüğünün payı ‘büyüğünün payı’ boyuna yakın olan bir arka kemiği, arkaya yakın olan bir sırt omurgası (döş) ve bir sağ kolu olsun. Diğer parçalar ise her boya ve Oğuz Kağanın oğullarına “has ülüş” olarak, ayrılıp, verilsin.” (Togan, 1972: 52; Ögel, 2001:287) Yani “ülüş” sistemi, Eski Türklerde ülkenin hükümdarın evlatları arasında paylaştırma geleneğinin bir parçası olduğu düşünebilinir. ( Togan, 1981: 211; Gumilev, 2004: 80)
Ülüş sistemi eldeki bilgilere göre hükümdarın bulunduğu toy veya yemekte kimin nerde oturacağı, ikram edilen at veya koyunun hangi parçasını yiyeceğini belirleyen bir nevi protokol yasasıdır. Tabii olarak bu yasanın uygulayıcısı hükümdardır.
Priskos ve İbn Fadlan, Orun ve Ülüşle ilgili günümüze kadar ulaşan değerli bilgileri kaydetmişlerdir. Avrupa Hun hükümdarı Attila’nın zamanında Hun ülkesine gelen Bizans elçisi Priskos “orun ve ülüşü” ayrıntılı olarak tasvir etmiştir.
Priskos “çadırımıza döndüğümüz zaman Orestes’in babası gelerek Attila’nın bizi öğleden sonra üçte yemeğe davet ettiğini haber verdi. Davet sahibini bekleyerek saat üçte Batı Roma elçileri gibi davete icabet ettik. Kapının eşiğinde tam Attila ile karşı karşıya durduk. Oturmadan önce bunların örf ve âdetlerine göre Attila’ya selam vermek üzere sakîler elimize kadeh verdiler. Elimizde kadehlerle oturmadan önce selam verdik.
Verileni içtikten sonra yemek sırasında oturmamız gereken iskemlelere oturduk. İskemleler her iki tarafta ve duvarın yanında idiler. Ortada bir divanda Atilla oturuyordu. Yemekte en hürmetli yer Attila’nın sağ tarafı idi.
İkinci mevkii sol tarafı idi. Bizde sol tarafına oturduk. Fakat üstümüzde Berichus adlı İskit reisi bulunuyordu.
Onegesius Atilla’nın sağ tarafına oturmuş, karşısında iki oğlu oturmuştu. En büyük oğlu ise Atilla’nın divanında ve belirli bir uzaklıkta oturmuş olup babasına saygıdan dolayı gözlerini öne eğmiş bulunuyordu. Hepimizin
yerimize oturur oturmaz sakî geldi ve şarap dolu kadehi Atilla’ya verdi. Atilla bunu alıp sıraya göre ilk adamı selamladı ve şerefine içti. Selamı alan, hemen ayağa kalkıyor ve içinceye kadar veya iade edinceye kadar bir yere oturmuyorlardı. Daha sonra ayağa kalkan, şarabı içmeden Atilla’ya sağlık diliyor sonra içip oturuyordu.
Atilla’nın şarapçısı gittikten sonra diğer şarapçılar geldiler. Çünkü herkesin ayrı ayrı şarapçısı vardı. Böylece herkese ayrı bir şarapçı, şarap ikram etmekteydi. Bu suretle ikinci şahıs ve diğerlerin şerefine içildikten sonra sıra bize geldi. Bizim şerefimize de içildi. Sonra selam merasimi bitince sakîler çekildiler.
Önce Atilla’nın önüne bir masa getirildi. Sonra diğer misafirlerin önüne de masalar konmaya başlandı. Üç veya dört adamın önüne bir masa kurulmuştu. Herkes konan yemekten yerdi. İlk önce salona Attila’nın hizmetçisi bir tepsi et ile içeri girdi.
Sonrada bize hizmet edenler ekmek ve yemek getirdiler. Diğer İskitler’e ve bize gümüş tabaklarda, Atilla’ya ise tahta tabakta et getirmişlerdi.” (Priskos, 1995: 48)
Avrupa Hun imparatorluğunda Priskosun orun ve ülüşü mükemmel tasvirinden sonra bir başka kaynak Arap seyyah İbn Fadlan ise İdil Bulgar devletinde görmüş olduğu orun ve ülüş protokolünü net bir içimde anlatmıştır.
İbn Fadlan “Bulgar hanı (Yiltivar) bizi çağırttı ve huzuruna çıktık. Çadırındaydı ve prenslerini sağına almıştı. Bizi soluna oturmaya davet etti. Çocukları önünde oturuyorlardı. O, ise Bizans nakışlarıyla kaplı bir tahtta tek başına oturuyordu. Sofranın kurulmasını emretti ve sofra kuruldu. Sadece kızarmış et vardı. Bir bıçak aldı ve bir parça et kesip yedi, sonra ikinci bir parça kesti ve üçüncü bir parça kesti ve elçi Susan’a verdi. Parçayı alınca onun önüne küçük bir masa getirildi. Âdetleri böyledir, kral bir parça ikram etmeden hiç kimse yemeğe el uzatmaz. İkram edilen parçayı alır almaz da o kişinin önüne bir masa getirilir. Daha sonra, bana bir parça ikram etti ve bana da bir masa getirildi. Sonra dördüncü prense ikram etti ve ona bir masa getirildi, sonra çocuklarına ikram etti ve masalar getirildi. Her birimiz kendi önündeki masada yemeğini yedi, hiç kimse masasını başkasıyla paylaşmadı, birinin masasındaki yiyeceklerden bir başkası almıyordu. Sofradakilerin her biri, yemeğini bitirdikten sonra kalanları evine götürüyordu. Yemeğimizi bitirdikten sonra bal şerbeti getirtti ve bir kupa içti. (İbn Fadlan, 2005: 35) Elimizdeki kaynaklardan istifa ederek orun ve ülüşün nasıl uygulandığını bilmekteyiz.
Orun ve ülüşün uygulanmasına Türk devletlerinde katiyetle dikkat edilmiş ve kuraları ihlal edenler hükümdarın şahsına karşı itaatsizlik ve saygısızlık etmiş olarak değerlendirilmekteydi.
Eski Türk devlet geleneğinde mevkii sahibi devlet adamları ve komutanlar önceden belirlenmiş yerlerine otururdu ancak bu yerlere oturmamak hükümdara saygısızlık ve itaatsizlik sayılırdı. Orun ve ülüş kurallarına göre yerine oturulmaz ve mevkiinden daha yüksek bir yere oturulursa hükümdara saygısızlık ve isyan kabul edilirdi. Bu geleneğin daha geç dönemlerde uygulandığı görülmektedir.
Selçuklu hanedanın atası sayılan genç Selçuk Bey, Oğuz Yabgu devletinde âdet gereğince saraya gitmiştir. Hatun ve çocuklarının üstünde bir mevkii’ye hükümdarın yanına oturmuştur. Onun bu hareketi sonucu başta Hatun olmak üzere, devlet adamları ve beylerin etkisi ile Oğuz Yabgu, Selçuk beyi kendine rakip görmeye başladı. Oğuz Yabgusu Selçuk beyi yok etmek için hazırlık yapmaya başladı, bunun üzerine Selçuk Cend şehrine göç etti. (Köymen, 1993: 12; Sevim ve Merçil, 1995: 16)
Orun ve Ülüş, üst düzey devlet görevlisi, bey ve komutanların görev mevkilerinin hükümdar tarafından dağıtılmasıdır. Kafesoğluna göre harp ganimetleri bölüşülürken her kabilenin “Orun ve Ülüşü” dikkate alınarak ona göre pay verildiğine, mühim içtimalardan birinde Orun ve Ülüşünü kaybeden kabilenin yahut oymağın yaylak, otlak, av, vb. şeyler üzerindeki hukukunu kaybettiğini vesikalardan anlıyoruz. (Kafesoğlu, 2000: 244)
Sonuç
Sonuç olarak orun ve ülüş, eski Türk devlet anlayışında bir nevi protokol kurallarının uygulanmasıdır. Eski Türk devletinde tahta oturacak hükümdar dâhil devlet kademesinde görev alacak herkesin yeri ve sırası orun ve ülüş sistemi ile tespit edilmiştir. Eski Türk devletlerinde orun ve ülüş kuralları dikkatle uygulanmıştır.
Bu kurallar çerçevesinde muhtemelen tahta oturacak hükümdar ve diğer devlet adamlarının yeri tespit edilmiştir. Bir nevi görev dağılımı orun ve ülüşle yapılmıştır. Orun ve ülüşle tespit edilen mevkilerde oturmayı reddetmek ise hükümdara itaatsizlik sayılmış ve reddeden kişi cezalandırılmıştır.
Kürşat KOÇAK
ULUSLARARASI AVRASYA SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Yıl:2, Sayı:3 HAZİRAN 2011
NOT: Bu makale Eski Türklerde Devlet Gelenekleri ve Törenleri (Tarih Öncesi Devirlerden Türklerin İslam Dini Medeniyetine Girişine Kadar) adlı doktora tezinin bir kısmıdır
KAYNAKLAR
CHAVANNES, Edouard;(2007) Batı Türkleri (Çin Kaynaklarına Göre), Terc. Mustafa KOÇ, Selenge Yayınları, İstanbul.
EBERHARD, W.;(1942)Hsiung-nu’lar Hakkında Monografya, TTK, Tercüme No: 40-90a
GUMİLEV, L. N.;(2004)Türkler, Terc. D. Ahsen BATUR, Selenge Yayınları, İstanbul.
İBN FADLAN; (2005)BİN YIL ÖNCE TÜRKLER VE ÖTEKİLER,Terc. Sadık Şaşar, İstanbul.
İBNi MÜHENNÂ LÛGATİ; (1988)Terc. Abdullah BATTAL, TDK Yayınları, Ankara.
İNAN, Abdülkadir;(1998) Makaleler ve İncelemeler I, II, T.T.K. Yayınları, Ankara.
KAFESOĞLU, İbrahim;(2000) Türk Milli Kültürü, İstanbul.
KÂŞGARLI MAHMÛD;(1996) Divanü’l Lugati’t- Türk I, II, III, (Terc. Besim ATALAY) Ankara.
KÖYMEN, M. Altay;(1993) Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Cilt I, TTK Yayınları, Ankara.
Oğuz Destanı; (1972)Zeki Velidî TOĞAN, İstanbul.
ÖGEL, Bahaeddin;(1982) Türklerde Devlet Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
ÖGEL, Bahaeddin;(2001) Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul.
PRİSKOS;(1995) Avrupa Hunları, Terc. Ali AHMETBEYOĞLU, TDAV Yayınları, İstanbul.
SEVİM, A. ve MERÇİL, E.;(1995) Selçuklu Devletleri Tarihi, TTK Yayınları, Ankara.
TOGAN, Zeki Velidi;(1981) Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul.



..

BAŞ YAPIT: DİVANÜ LÜGATİ’T TÜRK




BAŞ YAPIT: DİVANÜ LÜGATİ’T TÜRK,


30 Aralık, 2008 

BAŞ YAPIT: DİVANÜ LÜGATİ’T – TÜRK
image001
















Eserin Adı

   Türk yazı dillerinin, lehçelerinin ve ağızlarının dil özelliklerini belirleyen, söz varlığını derleyerek bir araya getiren Kâşgarlı Mahmud kendisine sonsuz bir ün, bitmez tükenmez bir kaynak sağlaması dileğiyle elde ettiği bu bilgileri yazıya geçirerek ortaya koyduğu eserine Divanü Lugati’t-Türk adını vermiştir.
Döneminin yazı dilinin dil bilgisi kurallarını ve söz varlığını eserinde toplayan Kâşgarlı Mahmud, bu ölçünlü dil çerçevesinde diğer Türk topluluklarının ağız özelliklerini hem ses hem de söz varlığı bakımından ayrıntılı biçimde ele almıştır. Zaman zaman biçim bilgisi yönünden belirlediği farklılıklara da işaret eden Kâşgarlı Mahmud bu nedenle eserine Türk Lehçeleri (veya Ağızları) Sözlüğü adını vermiştir.
Kâşgarlı Mahmud, eseriyle tam olarak bağdaşan bir ad seçmiştir. Gerçekten de Divanü Lugati’t-Türk, Türk soylu halkların dil özelliklerini ve o dönemin söz varlığını olabildiğince ayrıntısıyla ortaya koyan bir “divan”dır…

 Kâşgarlı Mahmud Divanü Lugati’t-Türk’ü Ne Zaman Yazmıştır?


Eserini Bağdat’a gelmeden önce mi yoksa Bağdat’a geldikten sonra mı yazdığı konusunda farklı görüşler bulunsa da Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’ü 1072 yılında yazmaya başladığı, dört defa düzelttikten sonra 1074 yılında tamamladığı konusunda kayıt bulunmaktadır.
İstanbul Millet Kütüphanesinde bulunan elimizdeki tek nüshanın son sayfasında verilen bilgiden Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’ü 25 Ocak 1072 günü yazmaya başladığı, 10 Şubat 1074 günü tamamladığı açıkça anlaşılmaktadır.
Kitabı el yazısıyla çoğaltan Muhammed bin ebî Bekr ibn ebi’l-Feth, Divanü Lugati’t-Türk’ün son sayfasındaki ketebe ‘yazılış’ bölümünde Kâşgarlı Mahmud’un kaleminden çıkan nüshaya bakarak yazdığı bilgisini vermektedir. Müstensih Muhammed bin ebî Bekr ibn ebi’l-Feth, Kâşgarlı’nın kendi el yazısıyla yazdığı asıl kitabı şu sözlerle bitirdiğini belirtir:
Kitap dört yüz altmış dört yılının Cümad-el-ula ayının ilk günü (25 Ocak 1072) yazılmaya başlanıp dört defa düzeltildikten sonra dört yüz altmış altı yılının Cümad-el-ahire ayının onuncu günü olan (10 Şubat 1074) Pazartesi bitirilmiştir. Güç ve kudret yüce ve büyük Allah’ındır. O bize yeter. Himaye ondandır…
Her ne kadar nag yılı ‘timsah yılı’ sözünün açıklandığı bölümde:
Biz bu kitabı yazdığımız 469 yılı nag yılıdır
on iki hayvanlı Türk takviminin anlatıldığı bars maddesinde de:
Biz şu kitabı yazdığımızda dört yüz altmış altı yılının Muharrem ayı idi, yılan yılı girmişti. Bu yıl geçip de dört yüz yetmiş yılı olunca yund yılı girecekti. Diye farklı tarihler verilmişse de bu kayıtlarda karışıklık olduğu ve bir yazılış yanlışı bulunduğu düşünülmektedir. Her şeyden önce 466 yılından sonra 470 değil 467 yılının geldiği bilinmektedir. Bu bölümde sonradan el yazısıyla yapılan düzeltmeyle 466’dan sonra 467 yılının geldiği belirtilmiştir.
Bu konuda farklı görüşler bulunsa da yaygın görüş Kâşgarlı Mahmud’un eserini 25 Ocak 1072 günü yazmaya başladığı, 10 Şubat 1074 tarihinde tamamladığı yönündedir.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Millet Kütüphanesindeki tek nüshası ise, Sava’dan gelerek Şam’a yerleşen Muhammed bin ebî Bekr ibn ebi’l-Feth tarafından Kâşgarlı’dan yaklaşık iki yüz yıl sonra, 1 Ağustos 1266’da el yazısıyla yazılmıştır.


image002
















Kâşgarlı Mahmud Divanü Lugati’t-Türk’ü Neden ve Nasıl Yazdı?

   Kâşgarlı Mahmud, anıtsal eseri Divanü Lugati’t-Türk’ü yazış nedenini ilk sayfadaki Tanrı’ya ve Hz. Muhammed’e övgü bölümünden hemen sonra açıklamaktadır.
Talih güneşinin Türk burcunda doğduğunu, Tanrı’nın Türk kağanlığını gökyüzünün katmanları arasına yerleştirdiğini, onlara Türk adını ve egemenliği verdiğini yazar. Çağının kağanlarını Tanrı’nın Türkler arasından çıkardığını ve ulusları yönetme dizginlerini Türklere vererek bütün insanlığa egemen kıldığını belirtir. Türkleri doğruluğa yönelten Tanrı’nın, Türklerle birlikte olanları, birlikte çalışanları ve onlara katılanları aziz kıldığını, Türkler sayesinde onları isteklerine eriştirdiğini, yağmacıların kötülüklerinden onları koruduğunu anlatır Kâşgarlı Mahmud…

Türklerin oklarından korunmak için akıl sahibi olanların, Türklere katılması gerektiğini yazan Kâşgarlı Mahmud, en doğrusunun Türklerin gönlünü almak olduğunu, derdini dinletebilmek için onların diliyle konuşmaktan başka çıkar yol bulunmadığını ifade eder.
Bu görüşlerini kanıtlamak amacıyla Buharalı ve Nişaburlu iki ayrı imamdan işittiği bir hadisi tanık gösterir. Her iki imam da Hz. Muhammed’in kıyamet belirtilerinden, ahir zamandaki azaplardan ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışından söz ederken “Türklerin dilini öğreniniz, çünkü onların egemenliği uzun sürecektir” buyurduğunu Kâşgarlı Mahmud’a anlatmıştır.
Bu bir sahih hadis ise Türk dilini öğrenmenin Peygamber buyruğu ve dinî bir gereklilik olduğunu yazan Kâşgarlı Mahmud, hadisin sahih olmaması durumunda da aklın Türk dilini öğrenmeyi buyurduğunu söyler.
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Malazgirt zaferinden hemen sonra İslam dünyasında Türklerin, Türklüğün ve Türk dilinin öneminin daha da arttığı bir dönemde Araplara Türkçeyi öğretmek, Türkçenin Arapça kadar zengin dil olduğunu ortaya koymak amacıyla Divanü Lugati’t-Türk’ü yazmıştır Kâşgarlı Mahmud…

Hazırladığı sözlük ile Türkçenin söz varlığının gücünün ortaya konulmasını sağlayan Kâşgarlı Mahmud, böylece Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu da göstermiştir. Nitekim Divanü Lugati’t-Türk’ün giriş bölümünde Türk dilinin Arap dili ile birlikte at başı beraber yürüdüklerini ifade eden Kâşgarlı Mahmud, söz varlığı ile birlikte Türk kültürünün ve uygarlığının da zenginliğini gözler önüne sermiştir.
Eserinin pek çok yerinde Türkleri ve Türklüğü öven Kâşgarlı Mahmud, sözü kendisine getirerek Türklerin en güzel ve en etkili dile sahip bir kişisi olarak en açık anlatan, en akıllı, en iyi eğitimli, en soylu olmakla övünür. Çok iyi kargı kullandığını sözlerine ekleyen Kâşgarlı Mahmud, bu özellikleri sayesinde bütün Türk illerini dolaşıp Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgızların dillerini, sözlü edebiyat ürünlerini öğrendiğini belirttikten sonra bütün bu bilgileri kitabında en uygun bir biçimde sıralayarak düzenlediğini anlatır.

Yıllarca birçok güçlüğe göğüs gererek hazırladığını belirttiği Divanü Lugati’t-Türk’te sözleri arayanlar kolayca bulsun diye belirli bir düzene göre sıraladığını da belirten Kâşgarlı, atasözü, deyim ve şiir gibi edebî ürünlerle Türkçenin anlatım derinliğini ortaya çıkardığını söyler. Bunun için eserinin sözlük bölümünde tanımladığı hemen her sözün, içinde geçtiği örnek cümleleri, şiirleri, atasözleri ve deyimleri vermeye özen gösteren Kâşgarlı Mahmud:
   Türklerin görgülerini, bilgilerini göstermek için söyledikleri şiirlerden örnekleri kitaba serpiştirdim. Sıkıntılı veya sevinçli günlerde yüksek düşüncelerle söylenmiş olan ve ilk söyleyenden sonra kuşaktan kuşağa aktarılan atasözlerini de kitaba aldım. Böylece kitap en üst düzeyde yetkinliğe ve mükemmel arılığa ulaştı.
   diyerek örnekli bir sözlük yazmasının gerekçelerini de açıklamaktadır. Günümüzden dokuz yüz otuz altı yıl önce yazmaya başladığı Divanü Lugati’t-Türk’te tanımları örneklerle pekiştiren Kâşgarlı Mahmud’un tuttuğu bu yol, çağdaş sözlük biliminde bugün de uygulanan bir yöntemdir. Türk sözlük biliminde açtığı bu çığır, Kâşgarlı Mahmud’a Türk sözlükçülüğünün atası unvanını kazandırmıştır.

Divanü Lugati’t-Türk’ün Yapısı


Bir dil bilgisi, bir sözlük, bir ansiklopedi niteliğinde yapılandırılan Divanü Lugati’t-Türk, iki ana bölümden oluşmaktadır.
Kitap, elimizdeki biricik nüshanın 1266’da yazılışının ardından yaklaşık yüz kırk yıl sonra ön sayfasına yazılan bir açıklama ile başlamaktadır. Bu yazı, Divanü Lugati’t-Türk’e ait bir bölüm olmamakla birlikte eserin değerini ortaya koyan bir tartışmadan söz etmesi bakımından ilgi çekicidir.
İlk sayfanın üstünde El-Muhammed bin Ahmed Hatib Darreyya imzasının ve Kahire 803 bilgisinin okunabildiği bu imzanın hemen altına iri harflerle Kitabu Divanü Lugati’t-Türk başlığı ve ikinci satırında da Telif Mahmud bin el-Hüseyn bin Muhammed el-Kâşgarî rahmetu’l-lah ibaresi yazılmıştır.
Burada bulunan, Hatipzade’nin yazısı eserin değerli olup olmadığı sorusuna verdiği yanıtla sona erer. Hatipzade’nin şu sözleri Divanü Lugati’t-Türk’ün değerini ortaya koymaktadır:
Bu kitap çok yüksek, çok değerli, çok önemlidir. Ben Türkçe hakkında yazılmış birçok eser okuduğum, onları iyice özümsediğim hâlde bugüne kadar bu kitap gibisini hiç görmedim. Bu kitap, bugüne kadar gördüğüm kitapların hepsinden daha derli toplu, hepsinden mükemmel, söz varlığı bakımından hepsinden zengin bir eserdir. Bu kitabın kadrini, kıymetini ancak Türk dilinde sivrilmiş, kendisini kanıtlamış insanlar bilir. Bunun için bu kitabı yazan kişiyi rahmetle, dua ile anmak görevimdir. Tanrı ona rahmet eylesin, kusuru varsa kusurlarını bağışlasın.

   Bu yazı, bilgili kişilerin görür görmez Divanü Lugati’t-Türk’ün değerini anladığını, mükemmel bir kitap olduğunu göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Hatipzade’nin okuduğunu belirttiği ancak adını vermediği kitapların yanında Divanü Lugati’t-Türk’ün değerini açıkça ifade etmesi Kâşgarlı Mahmud’un eserinin benzerlerinden çok daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır.
Esere sonradan eklenen bu yazının ardından Muhammed bin ebî Bekr ibn ebi’l-Feth’in kaleminden çıkan Divanü Lugati’t-Türk besmele ile başlar.

Her yazma eserde olduğu gibi eserin dibacesinde, yani başlangıç bölümünde, Tanrı’ya ve Hz. Muhammed’e övgü cümleleri yer almaktadır. Ancak Kâşgarlı Mahmud bu övgü sözlerinden sonra diğer yazma eserlerde örneği pek görülmeyen bir biçimde Türkleri ve Türklüğü över, Türkçe öğrenmenin gereğini bir de hadise dayandırır.
Eserinin sözlük bölümünü sekiz ayrı kitaptan oluşturduğunu, her kitabı da isim ve fiil olmak üzere iki bölüme ayırdığını belirten Kâşgarlı Mahmud kitapta bulunabilecek ve bulunamayacak sözcük türlerini de tablo hâlinde vermiştir. Eserine almadığı bu sözcük türleri; bırakılan, kullanımdan düşenlerdir.
Baştan yirmi yedi sayfa tutan ve Türklerle ilgili çok önemli bilgileri içeren bu bölümde, Türk topluluklarının yaşadığı bölgeleri gösteren ilk Türk haritası da yer almaktadır.

Divanü Lugati’t-Türk’ün yirmi sekizinci sayfasından itibaren sözlük bölümü başlamaktadır. Sözlük de adlar ve fiiller olmak üzere iki ana bölüme ayrılmıştır. Harf sayısına ve harflerin niteliğine göre sıralanan Türkçe sözcüklerin açıklaması Arapça olarak yapılmış, örnek cümleler yine Türkçe verilmiş, anlamları yine Arapça yazılmıştır.
Türkçe madde başı sözcükler metin içerisinde yazıldığından bunları göstermek amacıyla sözcüklerin hemen üstü kırmızı renkli mürekkep ile çizilmiştir. Tanımlara açıklık kazandıran örnek cümleler de üstlerine kırmızı mürekkeple çekilen çizgilerle gösterilmiştir.

Sözlükte ad türünden sözler Türkçe olarak verildikten sonra yanına Arapça karşılığı yazılmış, açıklaması yine Arapça yapılmıştır. Fiil bölümünde ise belirli geçmiş zaman üçüncü teklik kişi çekimindeki Türkçe fiillerin gösterilmesinden sonra anlam verilmemiş, madde başındaki fiilin içinde geçtiği örnek cümleler Türkçe olarak yazılmıştır. Üstü kırmızı mürekkeple işaretlenen Türkçe örnek cümlelerin yanında da Arapça anlamları gösterilmiştir. Böylece madde başındaki fiilin anlamı da ortaya çıkmış olmaktadır.
Sözlük bölümünde madde başı sözlerin bu düzen içerisinde verilmesi, Kâşgarlı Mahmud’un dil bilimciliğin yanı sıra dil öğretimi konusunda da bilgi sahibi olduğunu göstermektedir.
Türk sözlükçülüğünün temelini, hazırladığı bu mükemmel eserle atan Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t-Türk’ü sekiz ayrı bölümden oluşturduğunu belirtir. Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin Arapça kadar güçlü bir dil olduğunu ortaya koymak amacıyla Divanü Lugati’t-Türk’ü kaleme alan Kâşgarlı Mahmud’un bu nedenle eserinin bölümlendirmesini Arapçanın dil bilgisi özelliklerine göre yaptığı görülür.

Kâşgarlı Mahmud sekizinci bölümün hem de Divanü Lugati’t-Türk’ün bittiğini şu sözlerle açıklar:
Hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a… Hüseyin oğlu Mahmud der ki: Bu kitabı yazmaya başlarken Türk dilinin sözlerini toplama, kurallarını ve usullerini bildirme, ölçülerini açıklama, bölümlerini sıralama sözünü vermiştik. Bu sözümüzü yerine getirmiş, amacımıza ulaşmış oluyoruz. Gereksiz sözleri, fazlalıkları, kullanımdan düşmüş şekilleri kitabın dışında tuttum. Burada sona eren kitabımız sonsuza kadar varlığını sürdürsün. Hamd, ezelî ve ebedî olan Allah’a, salat ve selam Muhammed’e ve onun soyuna olsun…
   Divanü Lugati’t-Türk’ün sözlük bölümünü oluşturan bölümler XI. yüzyıldaki Türk dilinin söz varlığını gözler önüne seren eşsiz bir hazine niteliğindedir.

image003
   












Divanü Lugati’t-Türk’ün Söz Varlığı

   Kâşgarlı Mahmud’un Türkçeye en büyük hizmeti, yaklaşık bin yıl önceki Türk topluluklarının söz varlığını örnekleriyle ortaya koymasıdır.
Yapılan çeşitli sayımlar sonucunda Divanü Lugati’t-Türk’teki söz varlığı konusunda farklı verilere ulaşılmıştır. Carl Brockelmann’ın yayımladığı Mitteltürkischer Wortshatz nach Mahmud al-Kaşgaris Divan Lugat at-Türk adlı eserde 7.993 söz bulunmaktadır. Besim Atalay’ın üç ciltlik çevirisinin 1943 yılında yayımlanan “endeks”inde verilen sözcük sayısı ise 8.783’tür. Divanü Lugati’t-Türk’ün Özbekistan’daki yayımında ise 9.222 sözcük bulunmaktadır. M. Vefa Nalbant’ın çalışmasında ise Divanü Lugati’t-Türk’te 5.147’si ad, 3.477’si fiil olmak üzere 8.624 sözcüğün madde başı olarak bulunduğu belirtilmiştir. Verilerdeki bu farklılığın nedeni, bazı çalışmalarda madde başı sözlerin yanı sıra madde içinde örnek cümlelerde geçen sözlerin de söz varlığına katılmış olması ve madde başı sözlerle birlikte değerlendirilmesidir.

Söz varlığında genel Türk dilinde kullanılan sözler olduğu gibi Uygurların, Oğuzların, Türkmenlerin, Kırgızların, Çiğillerin, Yağmaların, Arguların ve diğer Türk topluluklarının kendilerine özgü sözleri de bulunmaktadır. Kâşgarlı Mahmud bununla da yetinmemiş, Türk lehçelerinin yanı sıra bu lehçelerin ağızlarında yerel olarak kullanılan sözlere de yer vermiştir.
Kâşgarlı Mahmud’un özel adları da söz varlığına alarak ayrıntılı bilgiler vermesi esere ansiklopedik sözlük, hatta ansiklopedi niteliğini de kazandırmıştır. Bunlar içerisinde şehir, köy, dağ, ırmak, deniz gibi coğrafya adları ile kişi ve topluluk adları da yer almaktadır.
Özellikle Türk topluluklarının adlarını açıkladığı maddelerde Kâşgarlı Mahmud’un verdiği ayrıntılı bilgiler dikkat çekicidir. Kâşgarlı Mahmud bu adlarla ilgili olarak kısa tanım yapmak yerine ayrıntılı bilgi vermeye, anlattıklarını atasözleriyle, manzum parçalarla, zaman zaman da hadislerle tanıklamaya özen göstermiştir.

Divanü Lugati’t-Türk’ün söz varlığı aslında Türk kültürünün tarihsel boyutunu ve özelliklerini ortaya koymaktadır. Bu söz varlığı incelendiğinde, Türklerin aile yapısını, akrabalık ilişkilerini, eski ve yeni inançlarını, toplumsal yaşayışını, devlet yapısını, iktisadi etkinliklerini, sanatını, yemeklerini, haberleşmelerini, ulaşımlarını, silahlarını kısacası Türklerle ilgili her şeyi ortaya koyan eşsiz bir kaynak karşımıza çıkmaktadır.
   Kâşgarlı Mahmud’a Göre Türk

   Eserinin başlangıç bölümünde Tanrı’ya ve Hz. Muhammed’e övgüden sonra Türklerden övgüyle söz eden, Divanü Lugati’t-Türk’ün sonraki sayfalarında da hemen her fırsatta Türklüğü ve Türkleri öven Kâşgarlı Mahmud sözlüğünde Türk adını şöyle tanımlamaktadır:
Türk Tanrı’nın selamı üzerine olsun Nuh peygamberin oğlunun adıdır. Nitekim ‘İnsanın üzerinden (henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı) uzun bir süre geçmedi mi?’ ayetinde Âdem peygamberin adı nasıl ‘insan’ sözüyle anılıyorsa Allah Nuh’un oğlu Türk’ün çocuklarına seslenirken bu adı kullanır. Ayetteki ‘insan’ sözü genel bir ad olarak yalnız bir kişi için kullanılmıştır. ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağılarının aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç’ ayetinde geçen ‘insan’ sözü çokluğu, topluluğu bildirir. Türk sözü, Nuh’un oğlunun adı olduğunda bir kişiyi ifade eder. Oğullarının adı olduğunda da ‘beşer’ sözü gibi çokluğu ve topluluğu anlatır. Bu sözün tekliği ve çokluğu da kullanılır. Nitekim Rum da İshak peygamberin oğlu Esav oğlu Rum’un adıdır. Onun çocukları da bu adla anılmıştır.

Biz de, ad olarak kullanılan Türk’ün Allah’ın verdiği bir ad olduğunu söylüyoruz. Çünkü Kâşgarlı Halef oğlu İmam Şeyh Hüseyin’in İbn-el-Garkî’den aktardığına göre İbn Ebi’d-Dünya adıyla tanınan Şeyh Ebu Bekr el-Mugide’l-Cerceranî’nin ahir zaman üzerine yazmış olduğu kitabında yazdığı ve yüce Peygamber’e dayandırdığı hadise göre Allahü Taala ‘Benim bir  ordum vardır, ona Türk adını verdim ve onları doğuya yerleştirdim. Bir ulusa kızdığım zaman Türkleri o ulus üzerine musallat ederim’ diyor.
İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı üstünlüktür. Yüce Tanrı, onların adlandırılmasını kendisi üstlenmiş, onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara ‘Kendi ordum’ demiştir. Bunların yanı sıra Türklerin güzellik, sevimlilik, zariflik, incelik, tatlılık, büyüklere saygı, sözünde durma, sadakat, alçakgönüllülük, yiğitlik, mertlik gibi her biri ayrı ayrı övülmelerini gerektirecek erdemleri anmaya gerek yoktur.
Bu özellikler şu parçada anılmıştır:
Kaçan görse, anıTürk Onun Türk olduğunu gördüklerinde
Ayga anıg anıg aydaçı Derler ki şeref
Muŋar tegir uluglugVe haysiyet buna yaraşır
Munda naru keslinürOndan sonrası bundan mahrum kalır
Türk ile ilgili bu bilgiyi veren Kâşgarlı Mahmud, bir de hem teklik hem de çokluk yapıda genel ad olarak kullanılan Türk sözünü de sözlüğüne almıştır:
Türk Bu söz teklik olarak da çokluk olarak da Türk biçiminde kullanılır. Kim sen? ‘Kimsin?’ sorusuna Türk men ‘Türk’üm’ diye yanıt verilir. Türk süsi atlandı ‘Türk ordusu at bindi’


 Kâşgarlı Mahmud’a Göre Türk Boyları


Kâşgarlı Mahmud, yirmi boydan oluşan Türklerin kökünün Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e ve onun oğlu Türk’e dayandığını yazmaktadır. Bu durumun İbrahim Peygamber’in oğlu İshak’a, İshak’ın oğlu Esav’a ve onun oğlu Rum ve Rum’dan gelenlerin soyunun adlandırılmasına benzediğine dikkat çekmektedir.
Türklerin her bir boyunun çeşitli kollara ayrıldığını belirten Kâşgarlı Mahmud bu kolların sayısını ancak Tanrı’nın bilebileceğini belirtir ve yalnızca büyük boyları ve ana kollarını eserinde anar. Ancak Kâşgarlı Mahmud’un Oğuzlara özel bir önem verdiği, Oğuzların bütün kollarını adlarıyla, damgalarıyla birlikte ayrıntılı bir biçimde tanıttığı görülür. Bunun nedeni, Kâşgarlı’nın eserini yazdığı sırada Oğuzların arasında bulunması olabileceği gibi aynı dönemde Oğuzların çoğunluğunu oluşturduğu Selçuklu Sultanı Alparslan’ın ordularının Anadolu’da ilerlemesi ve siyasi bir güç olarak ortaya çıkışı düşünülebilir. Kâşgarlı’nın Oğuz kollarını ve hayvanlarına vurdukları damgaları herkesin bilmesi gerektiğini de yazması, bu düşüncenin doğru olabileceğini göstermektedir.

Oğuzlara böylesine büyük önem veren Kâşgarlı Mahmud, her Türk boyunun yaşadığı bölgeleri en batıdan başlayarak doğuya doğru sıralamıştır:
Rum (Bizans) ülkesine en yakın olandan başlayarak hem gayrimüslimleri hem de Müslümanları belirli bir düzen içerisinde doğuya doğru sıraladım. Rum ülkesine en yakın boy Beçenek ‘Peçenek’tir. Sonra Kıfçak ‘Kıpçak’, Oğuz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay, Yabagu, Tatar, Kırgız gelir. Kırgızlar Çin ülkesine yakındırlar. Daha sonra Çigil, Tohsı, Yagma, Ograk, Çaruk, Çomul, Uygur, Tangut ve Çin’de olan Hıtay gelir. Bundan sonra Tavgaç gelir, bunların ülkesi de Maçin’dir.

Yirmi boyu, batıdan doğuya doğru sıralayan ve bunları Türk adı altında toplayan Kâşgarlı Mahmud günümüzde, çeşitli adlarla anılan soydaş toplulukların nasıl tanımlanması gerektiğine de bin yıl öncesinden ışık tutmaktadır.
Kâşgarlı Mahmud, Türk boylarının yaşadığı coğrafyayı anmakla kalmamış Bu boyların her biri şu haritada gösterilmiştir diyerek eserine eklediği harita üzerinde Türk soylu halkların yaşadığı bölgeleri göstermiştir.
Eserinin sözlük bölümünde Kençek, Kıfçak, Taŋut, Tatar, Yagma, Yemek gibi çeşitli Türk topluluklarının adlarını kısaca açıklayan Kâşgarlı Mahmud Türk adının yanı sıra Oğuz, Türkmen, Uygur, Çigil’i ele alırken bu Türk topluluklarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir.

image004








Kâşgarlı Mahmud’un Haritası
Divanü Lugati’t-Türk’ün pek çok önemli özelliği arasında eserin ilk sayfalarında yer alan bir de harita bulunmaktadır. Bugünkü bilgilerimize göre bu, bir Türk’ün çizdiği ilk dünya haritasıdır. Kâşgarlı Mahmud, dönemindeki Türk topluluklarının hangi bölgelerde yaşadığını göstermek amacıyla çizdiği bu haritaya bazı ulusların yaşadığı bölgeleri de ekleyerek yeryüzündeki belirli bölgeleri gösteren bir dünya haritası oluşturmuştur. Bugünkü haritacılık tekniklerine göre ilkel sayılabilecek bu harita, on birinci yüzyıl koşullarındaki coğrafyacılık bilgilerine ve tekniklerine göre çok ileri düzeydedir.
Kâşgarlı Mahmud’un bu haritasının Türk eseri olduğunu ortaya koyan birtakım kanıtlar bulunmaktadır. Her şeyden önce, harita Türk hükümdarlarının oturduğu Balasagun şehri merkez alınarak çizilmiştir. Diğer Türk şehirleri ve alanlar bu şehre göre düzenlendiği gibi yönler de Orhon Yazıtları’nda görülen eski Türk geleneklerine göre tayin edilmiştir. Türklerin yerleşim bölgelerindeki şehirler, dağlar, göller, nehirler ve denizler ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Türklere ait bölgelerin gösterilişinde pek az yanlışlık yapılması da haritanın bir Türk’ün elinden çıktığını göstermektedir.
On birinci yüzyıl Türk dünyasını resmeden bu harita ile birlikte Kâşgarlı Mahmud, Rum ülkesinden Maçin’e dek Türk ellerinin hepsinin boyu beş bin, tamamı sekiz bin fersah eder dedikten sonra bunların hepsinin iyice bilinmesi için haritasını yeryüzünün şekli gibi dairede gösterdiğini belirtir. Kâşgarlı Mahmud’un haritasını yuvarlak biçimde çizmesi ve bunu da dünyanın biçimi ile açıklaması, on birinci yüzyılda dünyanın yuvarlak olduğunun Türkler tarafından bilindiğini göstermektedir.
Divanü Lugati’t-Türk’ün yirmi ikinci ve yirmi üçüncü sayfalarında yer alan renkli haritanın çevresinde doğu, batı, kuzey, güney yönleri belirtildikten sonra sayfaların kenarlarında renklerin açıklaması yapılmıştır. Denizlerin yeşil, ırmakların mavi, dağların kırmızı, şehirlerin de sarı ile işaretlendiği kaydedilmiştir. Batıda gösterilen yerler Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları İtil boylarına kadar uzanmaktadır. Güneyde Hint, Sint, Çad, Berber, Habeş, Zenci ülkeleri, doğuda Çin ve Japonya, güneybatıda da Mısır, Mağrip, Endülüs gösterilmiştir.
Haritada Türklerin yaşadığı şehirler ve bölgeler ayrıntılı bir biçimde gösterilmeye çalışılmıştır. Haritanın esas merkezini oluşturan Balasagun’un hemen yakınında ve yine merkezde gösterilen yerleşim birimleri Kâşgarlı Mahmud’un babasının şehri Barsgan ve dönemin önemli kültür merkezi Kâşgar’dır. Barsgan yakınlarında gösterilen ancak adı belirtilmeyen göl ise Isık Göl’dür. Haritanın merkezinde Kuça, Barman, Uç, Koçŋarbaşı, Yarkend, Hoten, Curcan, Özçend, Margınan, Hucend, Semerkand, İkiögüz, Talas, Beşbalık, Mankışlak gibi diğer Türk şehirleri de bulunmaktadır.

Türklerin yaşadığı bölgeler Oğuz ülkesi, Kıpçak ve Oğuz yerleşimleri, Başkırt bozkırları, Ötüken, Horasan, Harezm, Azerbaycan adlarıyla da belirtilmektedir. Haritada renklerle gösterilen deniz, nehir ve dağların yanı sıra Seyhun, Ceyhun, Ila, İtil, İrtiş nehirleri, Karaçuk ve Serendip dağları adları anılarak belirtilen coğrafya adlarıdır.
Haritada Türklerin yerleşim alanları ayrıntısıyla gösterildiği gibi aynı bölgede Türklerle ilişki içerisinde olan yabancı ülkeler ve topluluklar da belirtilmiştir. Ancak Türklerle herhangi bir ilişkisi olmayan alanlar ve ülkeler dikkate alınmamıştır.

   Japonya’yı Dünya Haritasında Gösteren İlk Kişi Kâşgarlı Mahmud

   Kâşgarlı Mahmud, haritasında Çin Seddi’ni, akarsuların yutularak yok olduğu kumluk bölgeyi, kadınlar şehrini, vahşi hayvanların ve ilkel insanların yaşadığı diyarlarla kuzeybatıda aşırı soğuklar yüzünden yaşanılmayan bölgeleri göstermiştir. Doğuda Çin ve Maçin halkıyla Cabarka diye adlandırdığı Japonya’nın uzaklığı, arada bulunan dağlar ve denizlerin yanı sıra Çin’in çevresindeki büyük duvarın, yani Çin Seddi’nin bu ülkelerde yaşayan ulusların dillerinin bilinmesini de engellediğini yazmaktadır.

Kâşgarlı Mahmud’un hem eserinde hem de çizdiği haritada Japonya’ya yer vermesi, haritanın önemini bir kat daha artırmaktadır. Bugünkü bilgilerimize göre, Divanü Lugati’t-Türk’teki harita, Japonya’nın gösterildiği ilk dünya haritasıdır. Kâşgarlı Mahmud, Japonya’yı doğuda bir ada olarak göstermiş ve Cabarka adıyla anmıştır. Japonya’nın ilk haritası Kâşgarlı Mahmud’dan üç yüzyıl sonra bir Japon tarafından çizilecektir, ancak Japonya’yı Kâşgarlı gibi bir dünya haritası üzerinde gösteren ikinci harita Divanü Lugati’t-Türk’ten tam dört yüzyıl sonra yapılacaktır. Bu durum Kâşgarlı’ya Japonya’yı dünya haritasında ilk kez gösteren kişi unvanını kazandırmıştır.
   Kâşgarlı’ya Göre Türk Yazısı

   Türk topluluklarının dili ile ilgili böylesine ayrıntılı ve Türk dili tarihi araştırmaları açısından son derece önemli bilgiler sunan Kâşgarlı Mahmud, Türklerin Arap kaynaklı yazıdan önce kullandığı ve Türklük bilgisinde Uygur alfabesi diye tanınan yazıyı Divanü Lugati’t-Türk’te özel bir bölümde tanıtmıştır. Türkçe kaynaklarda bu konudaki en eski bilgileri içeren ve iki ayrı tabloda Uygur alfabesini veren Kâşgarlı Mahmud’un bu alfabeyi heca-i el-Türkiyye ‘Türk alfabesi’ diye adlandırması dikkate değerdir. Ancak XVIII. yüzyıldan sonra bu alfabe bilim çevrelerinde Uygur alfabesi olarak tanınmıştır.

Kâşgarlı Mahmud, eserinin beşinci sayfasında Türk Sözlerini Kuran Harfler Üzerine başlığıyla şu bilgileri vermektedir:
Bütün Türk lehçelerinde kullanılan harfler on sekiz harften ibarettir. Bunlar Türk yazısını meydana getirirler, Türk yazısı bu harflerle yazılır.
Bu harfler Arapçadaki hece düzeninde ابتث harflerine karşılık gelmektedir. Yazılışta yeri olmayan, fakat söylenişte gerekli bulunan, temel harfler arasında bulunmayan yedi harf daha vardır. Türk lehçeleri bunlar olmadan olmaz.
Bu yazının nasıl yazılması gerektiğini de belirttikten sonra kullanıldığı alanları Eskiden beri Kâşgar’dan yukarı Çin’e dek, çepeçevre bütün Türk ülkelerinde hakanların ve sultanların yarlık (ferman) ve mektupları bu yazı ile yazılagelmiştir diye kaydeden Kâşgarlı Mahmud on birinci yüzyıl Türk dünyasında geniş ölçüde bu yazının kullanıldığını haber vermektedir.

On İki Hayvanlı Türk Takvimi ve Nevruz

   Divanü Lugati’t-Türk’ün sözlük bölümünde sıra bars ‘pars’ sözünü açıklamaya geldiğinde Kâşgarlı Mahmud önce bir hastalığı, ardından yırtıcı bir hayvan olan bars ‘pars’ sözünü açıklamış, sonra da “Türk takviminin on iki yılından biri” diyerek bars sözünün bir diğer anlamını vermiştir. Ancak Kâşgarlı bu bilgiyi vermekle de yetinmemiş, ansiklopedik sözlük yazarlığının gereğini yerine getirerek on iki hayvanlı Türk takviminin özelliğini, nasıl ortaya çıktığını, bu takvimin Türklerin hayatındaki yerini ayrıntısıyla anlatmıştır.

Türklerin on iki farklı hayvan adını yıllara vererek on iki yıllık bir takvim oluşturduğunu; çocuklarının yaşlarını, savaş tarihlerini ve diğer olayları bu şekilde tarihlendirdiğini belirten Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t-Türk’te bu takvimin ortaya çıkışını şöyle anlatıyor.
Türk kağanlarından biri, kendi yönetiminden önce, eski dönemlerdeki bir savaş hakkında bilgi edinmek ister. Çevresindekiler bu savaşın tarihi konusunda çelişkiye düşünce kağan kurultay toplar ve halkına danışır.
“Biz bu tarihte yanılıyorsak, bizden sonrakiler de yanılacaklar. Yanılmamaları için göğün on iki burcuna ve on iki ay sayısına göre bir düzenleme yapalım; her yıla bir ad verelim. Böylece bu yılları sayarak zamanı belirleyelim. Bu düzenleme, hepimiz için bir belge olsun,” der.
Kağanlarının bu düşüncesini halk da onaylar. Yıllara verilecek adları da şöyle belirlerler.
Kağan ava çıkar ve yaban hayvanlarını Ila vadisindeki büyük bir ırmağa doğru sürmelerini buyurur. Halk yaban hayvanlarını ürküterek, avlayarak ırmağa doğru sürer. Yalnızca on iki hayvan ırmağı geçmeyi başarır. İlk geçen hayvan sıçgan ‘sıçan’dan başlayarak her geçen hayvanın adı birbirini izleyen yıllara verilir. Böylece takvim, sıçan yılı ile başlar. Sıçandan sonra da ırmağı aşağıda belirtilen sırayla geçen hayvanlara göre on iki hayvanlı Türk takviminde yıllar şöylece belirlenir:

sıçgan yılı ‘sıçan yılı’
ud yılı ‘öküz yılı’
bars yılı ‘pars yılı’
tavışgan yılı ‘tavşan yılı’
nag yılı ‘timsah yılı’
yılan yılı ‘yılan yılı’
yund yılı ‘at yılı’
koy yılı ‘koyun yılı’
biçin yılı ‘maymun yılı’
takagu yılı ‘tavuk yılı’
ıt yılı ‘köpek yılı’
toŋuz yılı ‘domuz yılı’


image005
















Bu sıralamada domuz yılından sonra başa dönülerek yeniden sıçan yılına geçilir ve tarihlendirmeye devam edilir.
Kâşgarlı Mahmud takvimle ilgili bu bilgileri verdikten sonra Türklerin bu yılların her birinde bir hikmet olduğuna inanarak yıllarla ilgili kehanette bulunduklarını belirtir. Ud ‘öküz’ yılına girildiğinde öküzlerin birbiriyle vuruşup birbirlerini süsmeleri nedeniyle savaşların artacağına; takagu yani tavuk yılına girildiğinde tahıl taneleriyle beslenen tavukların yem bulmak amacıyla her yeri eşelemesinden ve birbirine karıştırmasından dolayı yiyeceğin bollaşacağına buna karşılık insanlar arasında kargaşa çıkacağına inanılmaktadır. Nag ‘timsah’ veya yılan yılının gelmesi, bu hayvanların yuvalarının sulak yerler olması dolayısıyla çok yağmur yağacağına, bolluk olacağına yorulur. Toŋuz ‘domuz’ yılının girmesiyle de çok sert bir kış geçeceğine, çok kar yağacağına inanılmaktadır. Kâşgarlı Mahmud’a göre Türkler, her yıl bir şeyler olacağına inanmaktadır.

On iki hayvanlı Türk takviminde yıllar on iki aya bölünmüştü. Takvimdeki yıl adları hakkında bu bilgileri veren Kâşgarlı Mahmud, daha sonra ay adları konusunda da şunları yazar:
   Hafta kavramı İslamlıktan sonra geliştiği için Türklerde haftanın yedi gününün adı yoktur. Ay adlarına gelince, şehirlerde Arapça ay adları kullanılır. Müslüman olmayan göçebe Türkler, yılı dörde bölerler ve her üç aylık döneme bir ad verirler. Bunların birbirini izlemesiyle yılın geçişi bilinir. Nayruz’dan sonra ilkbahara oglak ay ‘oğlak ayı’, oğlağın bu dönemde büyümesinden esinlenerek sonrakine ulug oglak ay ‘büyük oğlak ayı’ denir. Bundan sonraki ulug ay ‘büyük ay’ diye adlandırılır çünkü bu dönem yaz ortasıdır. Sütün bol olduğu, nimetlerin bollaştığı dönemdir.
   Yılın üç dönemini böyle anlatan Kâşgarlı Mahmud sıra dördüncü aya geldiğinde, az kullanıldığından bu ayın adını vermez.

Bu takvimin Türkler tarafından uzun süre kullanıldığını biliyoruz. Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’ü yazmaya başlamasından yaklaşık üç yüz elli yıl önce, 725, 731, 732 yıllarında dikilmiş olan Orhon Yazıtları’nda tarihsel olaylar on iki hayvanlı Türk takvimine göre anlatılmaktadır. Ay adlarının birinç ay ‘birinci ay’, bişinç ay ‘beşinci ay’ biçimlerinde belirtildiği Orhon Yazıtları’ndan bir örnek:
Bunça kazganıp kaŋım kağan ıt yıl onunç ay altı otuzka uça bardı lagzin yıl bişinç ay yiti otuzka yoğ ertürtüm. “Bu kadar kazanıp babam Kağan, Köpek yılının onuncu ayının yirmi altıncı gününde vefat etti. Domuz yılının beşinci ayının yirmi yedisinde cenaze törenini tamamladım.” (Bilge Kağan Yazıtı, Güney yüzü, 10. satır)

Kâşgarlı Mahmud’un verdiği bilgiye göre Türklerin on iki hayvanlı takvimi bugün kullanmakta olduğumuz takvimdeki 21 Mart günü ile başlamaktadır. En eski dönemlerden bu yana Türklerin kutladığı Nevruz, on iki hayvanlı Türk takvimine göre yeni yılın başlangıcıdır. Bugün de Türk dünyasında ve içinde bulunduğumuz coğrafyada Türkler ve çeşitli topluluklar tarafından Nevruz’un kutlanması devam etmektedir. Farsça kökenli Nevruz nev ‘yeni’ ve ruz ‘gün’ sözlerinden oluşmaktadır. Türk dünyasında Nevruz adının ve bu adın çeşitli biçimlerinin yanı sıra yanı kün, yeni gün, ergene kün, ulustun ulu küni gibi karşılıkları da bulunmaktadır. Türkiye Türkçesinde de halk ağzında sultan nevruz, navrız, gün dönümü gibi sözler kullanılmaktadır.
Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’te nayruz diye yazdığı sözcük Nevruz’dan başka bir şey değildir. Bu kayıt Türklerin kendi takvimlerine göre yeni yılın başlangıcı olan 21 Mart gününü binlerce yıldır kutladığını göstermektedir.

..