15 Kasım 2017 Çarşamba

Apo’yu ipten kurtaran MHP ve Devlet Bahçeli’dir!


Apo’yu ipten kurtaran MHP ve Devlet Bahçeli’dir!



MHP’nin ihaneti  ve Gerçek Milliyetçiliğin doğuşu

Ulusal Parti’nin başlattığı yeni kampanya ile tüm Türkiye’nin sokakları Türk’ün sesiyle çınlamaya başladı. Artık sokaklarda yepyeni bir gündem var.
Ulusal Parti standına her siyasi görüşten, her partiden vatandaş geliyor. Şu bir gerçek ister AKP’ye, ister CHP’ye, ister MHP’ye oy vermiş olsun, kendini Türk hisseden herkes idam cezasının geri gelmesini, Apo’nun asılmasını istiyor.
Türk siyasi hayatında artık yeni bir saflaşma yaşanıyor: Türklüğe bağlı olanlar ve karşı olanlar...

Bu yüzden eski partilerin seçmenleri, üyeleri ve hatta yöneticileri bile Ulusal Parti’yi büyük ilgiyle karşılıyor. Kendi partilerinin ihanetleri onları yeni arayışlara yöneltiyor.

Geçmişte yaşanan ihanetler adeta halkımızın boynuna zincir, ayaklarına pranga oldu. Herkes geçmişte verilen sözleri bize hatırlatıyor. Kimisi “asamazsınız, ABD izin vermez” diyor. Kimisi “Sizin dediğinizi MHP de demiyor mu? Onlar da Apo asılsın diyor ama asamadılar.”

Samimi bir eski ülkücü hayıflanıyor: “Siz asın valla sizden olacağım. Bizimkiler sözünü tutamadı, asamadı.”

Şu gerçek herkesçe iyi bilinmelidir. MHP asamadı değil! Asmadı, astırmadı.

MHP Apo’yu asmanın değil, astırmamanın partisiydi.

Bu amaçla 1999’da iktidara getirilmişti.
Türk milliyetçiliğini yok etmek, halkın milliyetçiliğe olan güvenini ortadan kaldırmak için bu parti elinden gelen her şeyi yaptı.


İhanetin kısa tarihçesi

İşte Apo’yu Asmama belgesi Altında.., Bahçeli’nin imzası var!















Apo’nun idam kararı TBMM’ye sevk edilmek üzere Başbakanlığa gönderildi. Ama bu dosya Başbakanlık’tan TBMM’ye asla gönderilmedi. Tam 3 yıl boyunca dosya hasıraltı edildi. Bu Türkiye tarihinde bir tektir. Apo’ya bu iltimas ve kıyak dönemi boyunca MHP iktidardı. 
Dosyayı Meclise getirmek için tek bir eylem yaptılar mı? Kıllarını kıpırdattılar mı? Hayır! Tersine dosya başbakanlıkta kalsın diye ellerinden geleni yaptılar.

12 Ocak 2000 tarihinde Başbakanlıkta kritik bir toplantı yapıldı. Başbakan Bülent Ecevit ve koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz tam 7,5 saat boyunca Apo’nun idamıyla ilgili dosyayı görüştü. ABD ve AB idama karşıydı. Koalisyonun temel hedefi ise AB’ye katılmaktı. Her üç lider mutabakata vardı. Bu yazılı olarak zapta geçildi. A­po’nun idam dosyası Meclis ’e getirilmeyecek ti.


MHP yönetimi özellikle son günlerde yeniden idamdan bahsediyor. DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde diğer partilere sözlerini dinletemedikleri için idam edemediklerini ileri sürüyorlar.

Birincisi MHP mağdur değildir. Tersine şehit ailelerini ve Türk milletini mağdur etmiştir. Apo’yu kurtarmışlardır. Hem de tek bir sloganla, “asacağız” diye milyonlardan oy toplamalarına ve iktidara gelmelerine rağmen.
İkincisi idamın kaldırılması MHP’ye rağmen değil, MHP sayesinde gerçekleşmiştir. Bu gerçek çok iyi algılanmalıdır. Çünkü “MHP bile asamadı” söylemi halkımızı yılgınlığa sevk etmek için sürekli öne sürülmektedir.

Yakın tarihi hatırlayalım. 16 Şubat 1999’da Kenya’da terörist başı bordo bereliler tarafından yakalandı. Tam da bu süreçte Türkiye seçim sürecine girdi. İktidarda DSP-ANAP koalisyonu vardı. Bu iki parti Apo’nun yakalanmasının primini seçimlerde toplamayı hesaplıyordu.
Bir diğer parti MHP ise tek bir sloganla seçimlere giriyordu: “Apo’yu asacağız!” Ve bu sayede oylarını neredeyse üçe katlayarak tarihinde görmediği büyük bir seçim zaferi kazandı.

18 Nisan 1999’da DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruldu. Bu üç partiyi iktidara taşıyan dalga ulusalcılıktı. Oysa her üç parti çok daha gizli bir gündemi savunuyordu: İdamı kaldırmak ve AB’ye üye olmak.
Abdullah Öcalan’ın yargılanmasına 31 Mayıs 1999’da başlandı. İmralı’daki mahkeme 29 Haziran 1999’da son buldu. Karar oybirliğiyle idamdı. Hiçbir hafifletici neden ve indirim de söz konusu değildi.
Yargıtay kararı 25 Kasım 1999’da onayladı.

Karar TBMM’ye sevk edilmek üzere Başbakanlığa gönderildi.
İşte bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en utanç verici sayfaları dönemin iktidarı tarafından yazılmaya başlanacaktı.
Bu dosya Başbakanlık’tan TBMM’ye asla gönderilmeyecekti. Oysa kanunlar açıktı. İdam cezasının infazı için dosyanın Meclis’e getirilip oylanması şarttı. Tam 3 yıl boyunca dosya hasıraltı edildi.
Bu Türkiye tarihinde bir tektir. Apo’ya bu iltimas ve kıyak dönemi boyunca MHP iktidardı.
Dosyayı Meclise getirmek için tek bir eylem yaptılar mı?
Kıllarını kıpırdattılar mı?
Hayır!
Tersine dosya başbakanlıkta kalsın diye ellerinden geleni yaptılar.
12 Ocak 2000 tarihinde Başbakanlıkta kritik bir toplantı yapıldı. Başbakan Bülent Ecevit ve koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz tam 7,5 saat boyunca Apo’nun idamıyla ilgili dosyayı görüştü.
ABD ve AB idama karşıydı. Koalisyonun temel hedefi ise AB’ye katılmaktı. Her üç lider mutabakata vardı. Bu yazılı olarak zapta geçildi. Apo’nun idam dosyası Meclis’e getirilmeyecekti.
Çıkışta onlarca tv kamerası üç lideri bekliyordu. 70 milyon canlı olarak liderlerin aldıkları bu kararı dinledi.

Şimdi Devlet Bahçeli hangi yüzle milliyetçilikten bahsetmektedir?
Apo’yu bize astırmadılar ” sözü tamamen yalandır. Siz hep birlikte astırmadınız.

DSP-MHP-ANAP’ın Ulusal Programı

Şimdi sözü Devlet Bahçeli’ye bırakalım. Böylelikle hiçbir MHP’li bizim iftira attığımızı ileri süremez. Aşağıdaki sözler Devlet Bahçeli’nin 25 Haziran 2002’de Ertuğrul Özkök ile yaptığı röportajdan.
Bu tarihlerde kimilerinin ulusalcılık şampiyonu ilan ettiği dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer AKP dâhil AB’ye üyeliği destekleyen tüm partileri köşke topla-
mış, bir tek MHP bu toplantıya çağrılmamıştı. Tüm Türkiye idam meselesi yüzünden koalisyonun çatırdayacağını düşünüyordu.
Oysa bakın Devlet Bahçeli, Ertuğrul Özkök’e ne kadar kesin konuşuyor. 25 Kasım 1999 tarihinden itibaren Apo’nun idamının büyük bir rezaletle Başbakanlıkta saklanmasının nedeninin kendi imzaları olduğunu nasıl itiraf ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre kesinleşmiş idam cezalarının yerine getirilmesi kararı münhasıran TBMM’nin yetkisindedir. Hükümet, TBMM’nin 1984 yılından bu yana yaşama hakkının özüne dokunulmaması yönünde benimsediği uygulamaya saygılıdır. Türk ceza hukukundan ölüm cezasının kaldırılması hususu, şekil ve kapsamı itibariyle TBMM tarafından orta vadede ele alınacaktır.’”

Devlet Bahçeli’nin bahsettiği bu metin DSP-MHP-ANAP’ın AB’ye taahhüt olarak imzaladıkları Ulusal Programın 2.1.8 No’lu bölümünden alıntıdır.
Devlet Bahçeli 25 Haziran 2002’de Ertuğrul Özkök’e neden Apo’yu asamayacaklarını çok açık bir şekilde itiraf etmektedir. Devlet Bahçeli’nin “Apo asılmayacak” taahhüdünün metninin altında imzası vardır.
Bu tarihi bir belgedir. Kimse inkâr edemez. Hükümet olmak için ilk başta bu sözü vermişlerdir.


“Sözünün Eri”, “Mert Başbuğ”

İşte belgesi: Bahçeli İdamı kaldırma sözü verdi 

















Devlet Bahçeli, Ertuğrul Özkök ile röportajında konuyu hep devlet adamlığı ciddiyetine getiriyor ve idamla ilgili verdikleri sözü tutmak zorunda olduklarını belirtiyor:
“Bir, bizim ölüm cezalarının uygulanmayacağı yolunda bir moratoryum ilan ettik. Buna sadığız. İki, idam cezasının kaldırılmasını orta vadeli bir karar olarak ilan ettik. Buna sadığız.”

“Sözünün eri” devlet adamımız ABD ve AB’ye verdikleri sözü tutmak için her şeyi yaptı.

Peki ya, seçim meydanlarında 70 milyon Türk halkına verdikleri “asacağız” sözüne ne oldu?

“Devlet adamı ciddiyeti” burada işlemiyor muydu?

Devlet adamlığı ABD ve AB’ye karşı “ciddi”, halka karşı ciddiyetsiz olmak mı?
Röportajda Ertuğrul Özkök Devlet Bahçeli’ye öylesine içten ve net sorular soruyor ki, o gün verdiği yanıtlardan Devlet Bahçeli bugün asla kıvırtamaz.
Özkök “kötü durum” senaryosu olarak şunu merak ediyor:
“Peki, Meclis’e geldiği takdirde, bazı milletvekilleri, biraz da seçim ortamının etkisiyle, ‘Getirin şu dosyayı Meclis’te oylayalım’ derse ne olacak?”
Bahçeli kesin emin. Milletvekillerinin hepsini kontrol altına almış. Asla Apo’yu asmayacaklarını bakın nasıl belirtiyor:
“İdam cezaları uygulanmayacak diyen o moratoryumu kim imzaladı? Altında bizim imzalarımız yok mu? Elbette imzamıza sadık kalacağız.”
Özkök bile bu yanıta şaşırıyor:
“Ya yıl sonunda AB bize tarih vermezse ne olur? Bunun sorumluluğu MHP’nin üstüne yıkılmaz mı?”
Bahçeli kendi partisinden ve siyasi geleceğinden çok AB ve Apo’yu düşünüyor. Bakın ne cesaretli bir yanıt veriyor:
“Siyaset risk alma sanatıdır. İnandığınız bir konuda elbette risk alacaksınız.”
MHP’nin aldığı riskin bedelini şimdi İmralı’daki katilin emriyle her gün şehit edilen Türk gençleri ödüyor.

Adalet Komisyonunda yaşanan rezalet

Bu röportajı internetten herkes okuyabilir. Zaten yakın tarihimiz Devlet Bahçeli’nin ABD ve AB’ye sadık kalma pahasına uyguladığı bu ihanet politikasının sonuçlarını içermektedir.
Bilindiği gibi idam cezasının kaldırılması adım adım oldu.
Önce 3 Ekim 2001 günü Anayasa’nın 38. maddesine ‘savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemeyeceği’ ifadesi eklendi.
Devlet Bahçeli dâhil tüm MHP bakan ve milletvekilleri bu maddeye evet oyu kullandı. Bu madde “terör suçlarının” idamla cezalandırılıp cezalandırılmayacağının düzenlemesini kanun çerçevesinde meclise bırakıyordu. Aslında meclisin ne yapacağı da belliydi.
O dönem SP’den ayrılarak yeni kurulmuş olan AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan çok sinsice bir politika yürütüyordu. Tayyip Erdoğan hükümetin ABD tarafından yıkılacağını biliyordu. Bir an önce başbakan olmak istiyordu. İdam meselesinin buna vesile olması için çalışıyordu. AKP, idamın kaldırılmasının Anayasal olarak hükme bağlanmasını istiyordu. İş Türk Ceza Kanunu (TCK) değişikliğine bırakılmamalıydı.

Hükümet ortakları AKP’nin bu taktiğine koalisyon dağılmasın diye başka bir taktikle yanıt verdi. İdamın kaldırılmasına yönelik idamla ilgili Anayasa değişikliği sınırlı ola-rak yapıldı. Böylelikle idamı tamamen kaldırmak için TCK değişikliğini beklemek ve bu sayede süreci uzatmak mümkün oldu.
Ancak Tayyip Erdoğan 2002 yazında yepyeni bir açıklama yaptı. İdamın kaldırılmasının kanun çerçevesinde yapılmasına artık karşı olmadıklarını belirtti. Bu konuda TCK değişikliği yapılırsa AKP olarak destek vereceklerdi. Böylelikle DSP-ANAP ile MHP arasındaki çatlak derinleşmiş olacaktı.
Bundan sonra TCK’da idamın kaldırılması için TBMM Adalet Komisyonuna teklif getirildi. Burada Türk tarihinin en büyük rezaletlerinden biri yaşandı. MHP’li Mehmet Gül de bunu itiraf etmektedir. Meclisteki Adalet Komisyonunda “Apo’ya af yasası” olarak bilinen idamı kaldıran düzenleme görüşülüyorken; AKP inanılmaz bir taktik adım daha attı. AKP’li milletvekilleri DYP milletvekili Sevgi Esen’in TCK değişikliğindeki “idam ile ilgili hüküm bu sefer için Meclise gelmesin” şeklindeki komisyona getirdiği yeni bir önergeye destek verdiler. Amaç belliydi: Koalisyon ortaklarını birbirine düşürmek.

Devlet Bahçeli’nin birden bire etekleri tutuştu. Komisyondaki MHP’li üyeler AKP önergesine destek verip, TCK değişikliğinde idam maddesini saf dışı etme eğilimindeydiler.

MHP’li üyeler Bahçeli’nin odasına çağrıldı. Odadan çıktıklarında hepsi kıpkırmızı kesilmişti. Mehmet Gül odadan çıkıyorken kendi ifadesiyle gözyaşları içindeydi. Apo’yu kurtarmak ülkücülere nasip olmuştu.
“Sert ülkücülerimiz” komisyonu terk edip gitti. Güya protesto etmek için. Bir tek MHP’li üye Orhan Bıçakçıoğlu ise idamın kaldırılmasının TCK değişikliğinden çıkarılması için verilen önergeye parti disiplinine rağmen evet oyu verdi.
Sonunda önergeye verilen bir MHP’li milletvekili, DYP’li ve AKP’li vekillerin toplam 7 evet oyuna karşı DSP-ANAP ve SP’lilerin 10 hayır oyuyla idamı kaldıran hüküm TCK değişikliğinde aynen kaldı.
Komisyondaki diğer 5 MHP milletvekili ise çekimser oy kullanmış oldular.
Eğer bu “çekimser” ülkücüler oy kullansaydı matematik 12’ye karşı 10 oy olacaktı.
MHP’liler o gün oy kullansalardı idamı kaldıran yasa meclise bile gelmeyecekti.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bunu engelledi.

Sahte milliyetçilerin millete ihaneti

Adalet Komisyonunda bu oyunları oynayan AKP 3 Ağustos’ta idamın kalkması için evet oyu kullanacaktı. Zaten oylamanın sonucu belliydi. Bütün partiler Apo’nun kurtarılmasından yanaydı. DSP-DYP-YTP-SP-AKP-ANAP evet oyu kullandılar.

MHP’liler ise güya şov yapacak ve oy toplayacaklardı. 

Ancak asıl yaptıkları evetçilere çanak tutmaktı. Çünkü isteseler oturumu engelleyebilirlerdi.

3 Ağustos 2002’de yasa Meclise gelmeden hemen önce, MHP’liler bal gibi Meclisten istifa edip yasayı engeller ve seçime gidebilirlerdi. Ve böyle bir restten sonra asla AKP iktidara bu gücüyle gelemezdi. Kim bilir belki MHP iktidar olurdu.
Ama onlar öylesine Amerikancıydılar ki; idam yasası geçmeden değil, yasa geçtikten sonra meclisi kilitleyip, “hadi seçime gidelim” dediler. Kendi partilerini barajın altına indirme pahasına ABD’ye hizmetlerini tamamladılar.

Böylelikle Türk halkına iki kazık attılar. Hem meclisten idamı geçirttiler, hem de iktidarı hemen AKP’ye teslim ettiler.

Oysa 3 Ağustos’tan önce TBMM’den istifa edebilirlerdi. Bunu yapabilselerdi hem idam yasalaşmaz hem de AKP ezici bir çoğunlukla iktidara gelmezdi. Adeta görünmez bir el onlara bu millet için olabilecek en kötü sonuç için yön vermişti.
Bu elin daha başbakan olmadan önce Tayyip Erdoğan’ı Beyaz Saray’da kabul edip elini sıkan Irak soykırımcısı ve Türk düşmanı George Bush’un eli olduğuna şüphe yok.

Devlet Bahçeli gerçekten de tam bir “ Devlet Adamıydı.” Kendi partisini hezimete uğratmak pahasına Amerikan devleti için en iyi sonucu yarattı.

3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP de geri kalan ihanet yasalarını tamamladı. “Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri” durumunda idama olanak tanıyan Anayasa’nın 38. maddesini değiştirmek ve idamı anayasal olarak yasaklamak da AKP’ye ve bunu destekleyen CHP’lilere nasip oldu. Apo’yu böylelikle Meclisteki tüm partilerimiz kutsamış oldu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en büyük ve en eli kanlı vatan haininin hayatını kurtarmak için tüm yasa ve Anayasa maddelerimiz bütün partilerin suç ortaklığıyla değiştirildi. Bu utanç hepsinindir. Ama MHP’nin suçu çok daha büyüktür.


...

Dağ fare doğurdu karar yeterli değildir

Dağ fare doğurdu,  Karar yeterli değildir.


Anayasa Mahkemesi’ne yandaş medya saldırısı

Kimi üniversitelerde yuvalanmış, medyanın kimi köşelerine çöreklenmiş, iktidar tetikçiliği yapan militanların kimileri de bilimsel san taşıyor. Son zamanlarda radyo ve televizyonlarda boy gösteren bu tiplerin halkı aldattığını, ulusal yaşam andı saydığımız Anayasa konusunda doğru bilgi vermekten öte, tam anlamıyla yanıltıcı bilgiler verdiğini üzüntüyle izliyorum.

Anayasa, demin de söylediğim gibi ulusal yaşam andıdır. Herkesin klasik söylemde anlaştığı ulusal uzlaşma belgesi olmaktan öte de, bizim ulusal hukukumuzun kaynağıdır.

Dünyanın en güzel üç-dört anayasasından birisi olan 1961 Anayasası’nı bile kötüleyen sözde bilim adamlarının boy gösterdiği bu ortamda, bu Anayasa’nın çok kötü bir kopyası olan 1982 anayasasını, yargı organlarının seçili kılındıkları alanlarda ellerinden geldiğince düzeltmeleri, “içtihat” dediğimiz kararlarıyla güncelleştirip yenilemeleri de onların görevi sayılır.
Bunun için çıkmış bir fırsat Cumhuriyet Halk Partili milletvekilleri ağırlıklı 111 milletvekilinin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ile ortaya çıktı.
Biliyorsunuz Anayasa değişiklikleri konusunda cumhurbaşkanı, başbakan ya da siyasal partiler ne teklif verebilirler, ne de Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilirler. Anayasa değişikliğini önerme hakkı 184 milletvekilinin imzasıyla olur, iptal istemi ise en az 111 milletvekilinin imzasıyla Anayasa Mahkemesi’ne yapılır.

Anayasa Mahkemesi’ne başvurulduğu andan başlayarak azgınlaşan bir iktidar yandaşı medya saldırısı oldu. Hem Anayasa Mahkemesi’ne, hem de Anayasa Mahkemesi’nin çok değerli bildiğim ve nitelikleriyle her zaman övdüğüm, tarafsızlığından hiç kuşku duymadığım üyesi Fulya Kantarcıoğlu’na, sonra da başkanvekili Osman Paksüt’e…

Açıkça belli oluyor ki, bu iki üyenin, bu kötü Anayasa değişikliği karşısında takınacağı tavır, onların alması olası dört oyu, karşı reyi azaltacaktı. Çünkü Anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi’nde olumlu-olumsuz karara bağlanması için, daha doğrusu iptal edilebilmesi için 7 oy gerekiyor. Salt çoğunluk yetmiyor. 1995 Anayasa değişikliği ile siyasal güçler bunu da bozdular.
Bir kez, şöyle bir yoldan gidelim; tabii bir hazırlığım yok. Aslında Anayasa Mahkemesi’nin kararı yayınlanmadan, gerekçeleri görülmeden, kimlerin nasıl oy kullandığı, kimlerin hangi dayanaklar üzerinde durdukları belli olmadan değerlendirme yapmak yeterli olmayacaktır. O zaman Anayasa Mahkemesi’nde acaba siyasal bir yaklaşım mı oldu, “ne şiş yansın ne kebap” mı oldu, siyasal iktidarı gücendirmeyelim mi oldu, yoksa muhalefetten yana görünmeyelim özeni mi oldu, o alınan kararlardan belli olur.

“Öz” ve “biçim” yönünden inceleme tartışması,

İptal edilen maddeler hukuksal yönden bir düzeltme olsa da yeterli değil. 
Doyurucu değil. 
Önemli bir değişiklik getirecek değil. 
Aykırılıkları ortadan kaldırmış değil. 
Umutları karşılamış değil. 
Hukuk devleti bağlamında olası karanlıkları önleyici kapsamda değil.
Bütün bunlara karşın, hukuk devletini demokrasinin gerçek dayanağı bilerek korumak için Anayasa Mahkemesi’ne güvenecek, hukuka bağlılığımızdan ödün vermeyecek ve Mahkeme üyelerinin onurları ve kişiliklerine saygılı olacağız.



















Ancak ben mahkemenin yansızlığını esas alarak eleştirilerimi yapıyorum. Anayasa Mahkemesi kararlarını yorumlarken “laiklik din düşmanlığı değil” diyorlar, sanki laiklik din düşmanlığıymış gibi. “Anayasa Mahkemesi esas inceleme yapamaz” diyorlar, sanki esas inceleme yapıyormuş gibi.
Anayasa açık. Anayasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi öz yönünden denetleyemez. Biçim yönünden denetler, o da Anayasa’da yazan üç yüzeysel ve kaba koşulda olur. Nedir? 184 imzayla Anayasa değişikliği önerilmiş midir, iki kez görüşme zorunluluğuna uyulmuş mudur, bir de en az 330 imza var mıdır?
Anayasa değişikliğine ilişkin kabul oyu 367 imzayı aşarsa, cumhurbaşkanı isterse halkoyuna götürür. 367 oydan aşağı olursa otomatikman halkoyuna gider, engellemenin olanağı yoktur.

Şimdi “Anayasa Mahkemesi de öz yönünden denetleyemez, biçim yönünden denetler”e gelince... Bu saydığım üç maddeyi denetlemeyi, tutanak yazmanlar da yapar. Açacaksınız, bakacaksınız; 184 milletvekili imzalamış mı? Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürmeye ne gerek var? İki kez görüşme olmuş mu? Tutanağa bakarsanız; hangi gün görüşülmüş, 48 saat geçince ikinci görüşme olmuş mu? Üçüncüsü; kaç oy alındığı kesinkes belli olmalı ki kabul edilmiş sayılsın. O zaman ne gerek var bunun Anayasa Mahkemesi’ne getirilmesine?
Anayasa’yı bu kadar eften püften bir denetimle Anayasa Mahkemesi’ne görev verdiği bir metin olarak görmek yanlıştır. O bakımdan biçim yönünden inceleme kapsamına, daha önceki Anayasa Mahkemesi kararlarında olduğu gibi, değiştirilmesi önerilemez değişiklikler önerilmişse, bu biçim yönünden Anayasa Mahkemesi’ne denetim hakkı verir. O bakımdan “Anayasa Mahkemesi -kimileri sömürdü- öz yönünden denetleyemez biçim yönünden denetler” diyerek sanki öz yönüne giriyormuş da bu uygun bulunmuyormuş gibi yansıtmaya çalıştılar, öyle değil.
Anayasa Mahkemesi’nin öz yönünden denetimi, demin de söylemeye çalıştığım gibi, saydığım kaba üç koşula bağlı değildir. Özünde ve temelinde Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez kurallarını değiştirmek varsa o da biçime girer. Biçim dediğimiz salt bir yöntem değildir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini Anayasa’nın ikinci maddesindeki niteliklere dokunuyorsa, birinci maddesine dokunuyorsa, cumhuriyet biçimine, ikinci maddedeki niteliklere, üçüncü maddesindeki Başkent Ankara’ya, İstiklal Marşı ve Türk bayrağına, ülkenin ulusuyla bölünmez bütünlüğüne dokunuyorsa, Anayasa Mahkemesi bunları bal gibi inceler.
Bugün yapılan inceleme de budur. Bu inceleme öze girme değildir. İktidar yandaşları ve iktidar ilgilileri, dünden beri üzüntüyle izliyorum; “Anayasa Mahkemesi Anayasa’yı çiğnemiştir” diyorlar. Hayır, bu öze girmek değildir. Anayasa Mahkemesi aslında Anayasa’nın özüne saldırıları, Anayasa’ya aykırı biçim yönünden denetimle önlemiştir. Bunu bilelim bir. İkincisi, Anayasa Mahkemesi’nin hep alıştığımız gibi yalnızca laiklik karşıtı eylemler konusunda duyarlılığı yok. Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın dördüncü maddesi gereğince değiştirilmesi önerilemez 4 maddeye baktığı için, ki bunun içine demokratik, laik sosyal hukuk devleti de giriyor. O halde hukuk devleti ilkelerine aykırı bir durum varsa, Anayasa Mahkemesi’nin bunu iptal etmesi gerekir.
Sanıyorum-açıklanmamış olmakla birlikte-Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı da budur. Tabii biz başkaları gibi hukuk dışı yollara girip bilgi almaya çalışmadık, o nedenle ancak yorum yapabiliyoruz.
Biliyorsunuz; Ergenekon soruşturması gibi soruşturmalarla ilgili kimi konuşmalar hukuksal aykırılık konusu oldu. Gizli kalması gereken anlatım ve belgeler yandaş medyaya sızdırıldı. Bu kötülükler önlenmeli, ama önlenmiyor. İstense önlenebilir. İşte bizi de böyle bir suçlamayla karşı karşıya bırakmasınlar diye yakınlarımızla, tanıdıklarımızla bile bu konuları konuşmadık. Evimizdeki telefonu bile doğru dürüst kullanamıyoruz.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını, demin de söylemeye çalıştığım gibi gerekçesi yayınlanınca, verilen oylar ve onların dayanakları belli olunca eleştirmek daha doğru olur. Ama, halkımızın bilgilendirilmesi bakımından söyleyeceğim, bir; Anayasa Mahkemesi siyasal iktidarların gücünü Anayasaya uygun kullanma yönünden gerekli denetim görevini yapmak zorundadır. Anayasa Mahkemesi bu görevi için bu çalışmayı yapmıştır. İki; Anayasa Mahkemesi’ni ve üyelerini suçlamak bana göre akıl ve ahlak dışı bir tutumdur. Üç; eleştiri yapabilirsiniz, ama eleştirseniz de uymak zorundasınız. Uysanız da eleştirme hakkınız her zaman vardır. Ama bunun ölçülerini çiğnememek gerekir. Türkiye’mizde bu ölçülere, çok kimse, özellikle iktidar güvencesiyle uymuyor. Dört; Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliklerini halk oylamasından önce görüşemeyeceği görüşünün sakatlığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Anayasa değişikliklerinin bir özelliği vardır. Anayasa değişiklikleri 330 oyla 367 oy arasında kalırsa otomatikman referanduma gider. Ama Resmi Gazetede yayımlanır. Yani yasa olarak gider. Referanduma giden yasadır. 367’den fazla oy alırsa cumhurbaşkanı isterse gönderir ama yine Resmi Gazete’de yayınlanır, yani yasadır. Bu bakımdan hem Anayasa’nın 177. maddesinde hem de Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulmasına ilişkin 3376 no’lu yasada bunların yasa olduğu yazılıdır. Bir koşul; bunlar yasalaşır, yürürlüğe girmesi halk oyuyla olur. Kabul edilirse yürürlüğe girer, edilmezse girmez. Halkoyuna sunulmazsa bu metinler, yahut reddedilirse, yürürlüğe girmediği için önceki Anayasa metinleri yürürlükte kalır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı, yeterli değildir.

Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin bunu inceleyip incelemeyeceğine ilişkin kendi bilim adamı sananlarla, yalan yanlış anlatımlarla televizyon ekranlarına çıkan iktidar yandaşları, bir kez daha hukuksal yönden yanılgıya düşmüşlerdir. Halk oylamasından önce Anayasa Mahkemesi’nin yasalaşmış Anayasa değişikliklerini inceleme hakkı vardır. Bunu yapmıştır Anayasa Mahkemesi. Şimdi bu olumlu sonuçlardandır. Bir olumlu sonuç daha; öyle ya da böyle, bu incelemelerin sonunda hem Anayasa Mahkemesi ile ilgili hem de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili kurallarda birer ibare iptal edilmiştir.
Ama en son kanımı söyleyeyim; bana göre bu yeterli değildir. Madem hukuk devletine aykırılıkla siz biçim yönünden inceleme yapıyorsunuz, o zaman Anayasa Mahkemesi’nin 19961 Anayasası’nda üyelerini gönderen organların doğrudan seçmeleri geçerliydi de niye 1982 Anayasası’nın bunları geri götüren, her şeyi cumhurbaşkanı’nın eline veren düzenlemeyi iptal etmiyorsunuz. Hukuk devletine uygun mu bu? Anayasa’nın 6. maddesi gereğince zannediyorum cumhurbaşkanı aynı zamanda yönetimin başı. E, yönetimin başı yargının tüm üyelerini atarsa, özellikle cumhurbaşkanını görevlerine ilişkin suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla yargılayacak olan organın üyelerinin tümünü cumhurbaşkanı atarsa, böyle bir şeyin hukuka uygunluğu savunulabilir mi?
O bakımdan bana göre Anayasa Mahkemesi’nin bu verdiği iptallerin genelde hiçbir yararı yoktur. Anayasa Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bu yapılandırılmasını getirilen anayasa değişikliği doğrultusunda değiştirmeyeceğine göre Türkiye’nin hukuksal geleceği kuranlıktır.
Yalnızca üyelerin kendi organları içinde nasıl seçileceğini, HSYK üyelerinin ya da Anayasa Mahkemesine üye gönderecek diğer organların yalnız biri için değil de boşalan diğer üyeler için üç aday göstermesi olanağı sağlamak hukuka uygunluğu sağlamak için yeterli değildir. Yapı duruyor. Yapının etkilenme durumu ortada duruyor. Yapı üzerindeki siyasal baskı duruyor. Yönetimin ağırlığı duruyor. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini atamakla, HSYK’nın üyelerini atamakla bir iş yapıldı zannediliyor.

Dağ, fare doğurmuştur.

Kaldı ki daha 1961’lerde daha doğmamış olan kimilerinin yaptığı anlatımlar var, biz işin içindeydik; Yüksek Hâkimler Kurulu üyelerinin 18’inin 6’sı birinci sınıf Hâkimler arasıdan seçilirdi. Hâkimlerin Meclis’te nasıl dolaştığını, nasıl bildiri gönderdiğini, nasıl istekte bulunduğunu, siyasetçilere nasıl yaklaştığını ve kurul üyesi olmak için nasıl çabaladığını Hâkim niteliklerine uymayan hangi yaklaşımlar içinde bulunduğunu biz üzüntüyle izledik. O nedenle 1971 değişikliğinde bu kalktı. Her şeyin iyi tarafları olduğu gibi kötü tarafları da var. Ben demek istemiyorum ki; bu Anayasa’nın her tarafı kötü. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yapısına ilişkin düzenlemeler dışındaki düzenlemelerin iyi yanları vardır. Ama hiç birisinin bizim yaşamımıza faydası yoktur. Bu yapılan değişikliklerin Anayasa Mahkemesi ve HSYK kanalıyla halkımızın adalet beklentilerine, haklarını elde etmesine, haksızlıkları gidermesine, güvenlik içinde yaşamasına hiçbir katkısı yoktur. Bana göre dağ fare doğurmuştur.

1983 yılına kadar Anayasa Mahkemesi kararları açıklanmıyordu. 1961 Anayasası’nda karar verildiği gibi yürürlüğe giriyordu. İktidarın hoşlanmadığı 71 değişikliği ile kararın Resmi Gazete’de yayımına bağladılar işi. 1982 Anayasası da iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanmaz dedi. Dikkat edin; red kararlarının açıklanmasına engel var mı? Yok.
Peki, bir örnek vereyim; Ceyhan Altınyelek isimli Tercüman gazetesi muhabiri Başkan Semih Bey’e sordu; o gün önemli bir konu vardı herhalde, “Sayın başkan, ne karar verdiniz” diye, Başkan, söylemem dedi. Bunun üzerine muhabir gitti, iptal edilmiştir diye yazdı. Söylemiyor ya. Halbuki reddedilmişti. Karar açıklanınca da yayının yanlışlığı ortaya çıktı.
Şimdi halkı yanıltmamak, iktidarlara olanak tanımak, bir an önce yanlışlardan kurtulmak ve sakıncalı işlemler varsa alıkoymak için, sonuç bildirme anlamında bilgilendiriyor. Çünkü karar açıklaması demek karşı oylarla birlikte kimin ne oy verdiğini açıklamak demektir. Dün Anayasa Mahkemesi Başkanı da sonuç bildirdi. Sonuç bildirdiğini anlatmaya çalıştı ama “açıklama” kelimesini kullandı. Bilgi vermek dedi. Mahkeme Başkanı bilgi vermek zorunda değil. “Açıklama” sözü zaten doğru değil. Sonuç bildirmek, demin anlatmaya çalıştığım, dört beş maddede sıralamaya çalıştığım yararlar için önemli bir katkıdır. Bu bakımdan “kararlar açıklanamaz” demeleri yanlış. Çünkü karar yoktur, yalnız sonuç bildirilmiştir. Karar, karşı oy sahipleriyle, imza sahipleriyle birlikte açıklanır. Bu bakımdan iktidar yandaşları istismar edip Anayasa Mahkemesi’ne saldırı için bahane aramaktadırlar. Bunu da yeri gelmişken söylemiş olayım.

HSYK ve YARSAV’ın açıklamalarına katılıyorum

HSYK ve YARSAV’ın açıklamalarına da katılıyorum çünkü orada yönetimde bulunan hukukçuların ne kadar yansız, ne kadar gerçekçi ve bilgi bakımından ne kadar donanımlı olduklarını biliyorum. O nedenle açıklamaları zaten haklılıklarının dayanağıdır.

Adalet bakanının ağırlığı yerinde oldukça, cumhurbaşkanının çoğunluğu seçme olanağı elinde oldukça, ister sekretarya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda olsun, ister yazmanlık olsun, ister kurul raporu hazırlasın, herkes bildiğini okuyacak olduktan sonra…Ben yazsam HSYK’nın gündemini ne olacak. Oradaki üyeler iktidar yandaşı olduktan sonra neye yarayacak.
Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları üzerine çıkan “ne kadarı iptal edildi” tartışmasına gelince; Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği kısımlar çıkarılacak ve kalanlar halk oylamasına sunulacaktır. Yani metinden iptal edilen ibareler çıkarılacak ve kalan kısım halk oyuna götürülecektir.
Çıkarılan metin kuralın varlığını bozsaydı kuralı iptal ederlerdi. Çıkarılan tümce ya da sözcükler kuralın öbür yapısını bozmuyor ki. O nedenle yalnızca bunları iptal ettiler.
Bana göre aslı gibi geçmiştir. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya üye seçiminde üyeler bir kişi seçeceklerdi, şimdi üç kişi seçecekler, ne fark eder yani. Tek kişiyle kendi adamlarını seçtirme olanağı azalacak ama, gene üç kişiden birini cumhurbaşkanı seçeceğine göre, hiçbir şey olmayacak.

Referandum tarihinde ince bir oyun var

Ancak referandumun gününü insanların özellikle Ankara, İstanbul gibi şehirlerde yaşayanların kent dışında olduğu aylarla rastlayan, Ramazan Bayramı’nın hemen ertesi ve okulların henüz açılmadığı bir döneme denk getirdiler. Bunların hepsinde ince bir hesap var. Mümkün mertebe, aydınlar ve aklı eren kesimler oyunu kullanamasın, “hayır” diyemesin diye çok hesaplı bir savaş var.
Son olarak iptal edilen maddeler hukuksal yönden bir düzeltme olsa da yeterli değil. Doyurucu değil. Önemli bir değişiklik getirecek değil. Aykırılıkları ortadan kaldırmış değil. Umutları karşılamış değil. Hukuk devleti bağlamında olası karanlıkları önleyici kapsamda değil.
Bütün bunlara karşın, hukuk devletini demokrasinin gerçek dayanağı bilerek korumak için Anayasa Mahkemesi’ne güvenecek, hukuka bağlılığımızdan ödün vermeyecek ve Mahkeme üyelerinin onurları ve kişiliklerine saygılı olacağız.

http://www.turksolu.com.tr/290/ozden290.htm


...

8 Ekim 2017 Pazar

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 33


KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 33



BÖLÜM VIII

SONUÇ ; 

İŞTE KIBRIS GERÇEĞİ

Bölgedeki enerji kaynakları sorun olmadan önce de güç merkezlerinin mücadelesine sahne olan bu küçücük ada, Türk-Yunan sorunu haline geldiği bir yüzyıllık zamandan fazla süredir neden gündemdedir ve ilgili ilgisiz büyük güçler tarafından neden paylaşılamamakta, bu yüzden de adeta sorunun çözülmemesi neden teşvik edilmektedir? Çünkü önemli bir stratejik üs ve de ticaret yoludur. Bunun için de, büyük güçlerin bölgedeki çıkarlarını koruyacak “batmayan uçak gemisi” olarak görülmektedir. Hepsinden de önemlisi, “Türkiye’nin arka kapısı” özelliği vardır. Hem yerli, hem de yabancı siyasilerin ve uzmanların bu tespiti, diplomasi literatürüne geçmiştir. O sebepledir ki Atatürk, “Kıbrıs'a dikkat ediniz. Kıbrıs bizim için gereklidir!..” demiş, İngiltere, politikasını “Kıbrıs Adasını kim elinde bulundurursa, İskenderun Limanı’nı ve Türkiye’nin arka kapısını kontrol altına alır.” gerçeği üzerine oturtmuştur. 
Yakın tarihi adeta kanla yazılan, Türkiye-Yunanistan ve İngiltere arasındaki Kıbrıs sorununun 1960’lı yıllarda uluslararası arenaya taşınmasından sonra ibre Türkiye aleyhine dönmeye başlamış, Batılı güçlerin desteğini arkasına alan Yunanistan, Girit örneğinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da adım adım Megali İdea’sını hayata geçirmiştir. Bunda elbette Türkiye’nin uzun bir süre meselenin ciddiyetini anlamaması, önce İngiltere. sonra ABD’ye endeksli bir politika izlemesinin de büyük etkisi olmuştur. Uzun yıllar adeta Yunanistan’ı takip edip, Kıbrıs politikasını belirleyen Türkiye, son olarak Yunanistan’ın kendisini çekmek istediği AB ringine itilmiştir. Türkiye, bu yeni arenada da politikasının merkezine Kıbrıs’ı değil, AB’yi oturtmuştur.  Bunun neticesinde de,   “Sanal adaylık” uğruna, yalnız Kıbrıs değil, Yunanistan’la aramızdaki tüm sorunlarda bir anda karşımıza 15 ülke dikilmiş, etrafı adeta tümüyle rakibimizi destekleyen hakem ve seyircilerden çevrili AB ringinde mücadeleye verilmeye çalışılmıştır. Rakip topluluğa ne yazık ki, gerek Türkiye’den, gerekse KKTC’den yerli seyirciler de katılmıştır. Halen sürdürülmeye çalışılan bu mücadelede, bilinçli ve bilinçsiz olarak o kadar çok hata yapılmıştır ki, bugünkü noktaya gelinmiştir.

Meselenin gerçek tarafı olan Birleşmiş Milletler, Kıbrıs-AB arasında bağlantı kurulmaya çalışıldığında “aman yapmayın” demiştir. Fikirler Dizisine, “Kıbrıs meselesi halledilmeden bunu gündeme getirmeyin” kaydını düşen, zamanı gelince de iki taraf için referandum öneren BM, birden bire, Yunanistan’ın ve AB’nin,  “AB üyeliği Kıbrıs meselesinin halline yardımcı olacaktır.” görüşünü sahiplenmiştir. Bu, yalnız gayrı resmi hakemlerin değil, resmi hakemin de maçın ortasında taraf tutması ve bunu açıklaması olmuştur. Kıbrıs’a ilgili, ilgisiz o kadar el ve çıkar karışmıştır ki, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın da dediği gibi, “Kıbrıs konusundaki temsilci ve koordinatörlerin çabalarını koordine etmek üzere ayrıca bir koordinatör gerekir.”276 olmuştur.   

DE GAULLE: İKİ MİLLETİ BİR DEVLETTE BİRLEŞTİRMEK İĞRETİDİR 

Evet, Türkiye çok hata yapmıştır ancak karşımıza, “hukukun, yüksek insani ve ahlaki değerlerin” savunucusu olarak dikilenlerin neler yaptığı da ortadadır. Uluslararası antlaşmalar hiçe sayılmıştır ki, bu maçın hiçbir kural olmaksızın yapılması anlamına gelmektedir. Öyle de olmuş, duruma ve zamana göre kurallar ihdas edilmiştir. Oysa soruna doğru teşhis koyup, doğru çözüm bulabilmeleri için bu hakemlerin, öncelikle aslında çok iyi bildikleri Kıbrıs’ın geçmişini ve gerçeğini kabul etmeleri gerekmektedir. Büyükelçi Onur Öymen’in verdiği şu örnek bile tabloyu anlatmaya yeterlidir:
“Ada’daki iki en büyük toplum olan Türklerle, Rumlar 300 yıl birarada yaşamışlar ama bir türlü kaynaşamamışlardı. Tek bir millet haline gelememişlerdi. Tek bir ülkü etrafında birleşememişlerdi. 100’den fazla karma köyde yüzyıllarca beraber yaşamışlar ama ortak aileler kurmamışlar, kendi dinlerini, geleneklerini, göreneklerini korumuşlardı. 1974 yılı sonunda Türkiye’nin Lefkoşe Büyükelçiliği Müsteşarlığına atandığımda Kıbrıslı Türklere sorduğum ilk sorulardan biri şuydu; Ada’da Türklerle, Rumların evliliğinden oluşan kaç ortak aile var? Kıbrıslı Türkler uzun süre düşünüp, aralarında danıştıktan sonra cevabı verdiler: Beş... İşte Kıbrıs’ın gerçeği buydu.”277     

BM veya AB, Yugoslavya’da ayrı devletler kurulmasına destek veriyor, Balkanlarda olabildiğince çok sınır çiziliyor. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra bir daha parçalanmasına çalışılıyor. Kosova’nın bağımsızlığına, Karadağ’ın, onlara da kuzey bölgelerinin eklenmesi planlanıyor. Üstelik de buna bizzat AB’nin Dışişleri Komisyonu Başkanı Javier Solan’a ön ayak oluyor. Karadağ Lideri Djukanoviç bunun nasıl olduğunu anlatırken, Sırplarla, Karadağlıların artık tamamen birbirinden ayrılacaklarını, bunun kendilerine ve bölgeye büyük zarar vereceğini kavradıklarını anlatırken, bu yönde AB’nin de büyük katkıda bulunduğunu söylüyor. Karadağ Lideri, “Bu iki tarafın da lehindeki tek çıkar yol, tek gerçekçi çözüm.” diyor, AB de bunu destekliyor. Geçmişte de, 1918’de kurulan üniter Çekoslovak devleti, Çek ve Slovak halkları arasında yarattığı büyük sorunlar nedeniyle 1968’de dağıtılarak, yerine federal bir yapı oluşturulmuştur.

İngiltere, Falkland’ın ve hatta 28 bin nüfuslu Cebelitarık’ın (böyle ayrı bir ülke yoktur. Yaşayanlar İspanyoldur ve bölge İspanya’nın doğal bir parçasıdır) bile self determinasyon hakkını tanıyor, sıra Kıbrıs Türk halkına gelince, “self determinasyon hakkınız yoktur, egemenliğiniz tanınamaz” deniliyor. İngiltere, 1713 yılında imzalanan Utrecht anlaşmasından bu yana sömürgesi olan Cebelitarık üzerindeki egemenlik hakkını İspanya ile paylaşma konusunda henüz 2002 yılı içinde prensip anlaşmasına vardı. Ancak İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw, yine de son sözü referandum yoluyla halkın söyleyeceğini açıkladı. Cebelitarık halkının çoğu Britanya kolonosi olarak kalmak istediği belirtilmektedir çünkü son olarak 1967’de yapılan referandum Britanya lehine sonuçlanmıştı. 
Yine aynı din ve kültüre sahip Haiti ve Dominik aynı adada (Hispaniola) iki ayrı devlet olarak yaşıyor. Ya da BM, Doğu Timor adasındaki Hıristiyan azınlığın referandumla Endonezya’dan bağımsızlığı tanıyor. Bu öyle bir çifte standart ki, Müslüman Endonezya’nın bir adasındaki 700 bin Hıristiyanın giriştiği ayrılıkçı harekete destek veriliyor, aynı mücadeleyi yapan ve meşru temellere dayanan KKTC’nin engellenmesi için ise yıllardır sistemli bir kampanya yürütülüyor. Kıbrıs’ta ayrı bir millet, ayrı bir dil, ayrı bir din, ayrı bir tarih ve kültür olduğu halde, “Bir adada yalnız bir devlet olur” diye bir kural ihdas edilmişçesine, bu insanlar birarada yaşamaya zorlanıyor, daha doğrusu Türklerin, Rumların egemenliği altına girmesi isteniyor. Oysa KKTC egemenliğini ilan etmiştir ve bu durum uluslararası hukukta öngörülen çerçeveye tamamen uygundur. Ancak şimdi bu insanlara, “egemenliğinizden vazgeçin” denilmektedir. Gerçek şudur ki, Kıbrıs’ta fiilen, resmen ve hukuken ayrılmış bu iki yapı, gerçek veya suni ya da silahlı-silahsız birleştirilmeye çalışıyorlar. Bu da, Batı standardı barış politikası olsa gerek.
Oysa Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, daha 1968 Ekim’inde, Türkiye’ye yaptığı ziyarette, Çankaya Köşkü’ndeki görüşmelerde şunları söylemiştir:

“Kıbrıs’ta Yunan milletinden bir parça, bir de Türk milletinden bir parça vardır. İki millet birbirinden pek farklıdır ve bunları bir devlette birleştirmek iğretidir, tabii değildir. Aklıselim ister ki, bütün Türkler bir tarafta toplansın ve Yunanlılar öbür tarafta. Tıpkı Trakya’da olduğu gibi Kıbrıs’ta, Türkiye ile Yunanistan arasında bir hudut olmalıdır.”278  

Bugün malum bazı çevreler önemsiz göstermeye çalışsa da, egemenlik öylesine önemlidir ki, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra egemenliğini ilan eden Kazakistan Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev, BM’ye şu çağrıyı yapmıştır:

“Önce egemenlik ilan eden Cumhuriyetleri tanıyın. Cumhuriyetlerarası sınır çarpışmalarını önlemek amacıyla bunun yapılması şarttır.”279 

TÜRKİYE NEREDE HATA YAPTI?

Kıbrıs’ın, “tamamı yazılmamış ve sonu oyuncuların kararına bırakılmış bir senaryo misali, 19. yüzyıldan bu yana 21. yüzyılda da devam ettiği ve en çok seyirciyi topladığı”280 söylenmektedir. Çok doğru ve güzel bir ifade. Ancak keşke sadece bir oyun olsa. Ne yazık ki yaşananlar oyun değil, gerçektir ve bir kabus gibidir. Burada bir oyun vardır ve bu oyunu büyük güçler, en başta da, demokrasi ve hukukun kalesi diye anlatılan AB, Türkiye üzerine oynamaktadır. Oyunun senaristi Yunanistan, senaryonun başlığı ise Enosis ya da Megali  İdea’dır.      

Türkiye nerede hata yapmış da kendi mülkü olan bu adanın elinde kalan son üçte birlik parçasını da bir yüzyıllık süreçte kaybetme noktasına gelmiştir?

Osmanlı’dan başlayıp, bugüne uzanan hatalar zincirinin ilk halkasında, Kıbrıs’ın tarihçesine yer verdiğimiz bölümde de görüldüğü gibi, Ada’nın İngiltere’ye kiralanmasından sonra adeta unutulması, bunun sonucunda gelen İngiliz ilhakı ve nihayet Lozan Antlaşması ile bu ilhakın Türkiye tarafından kabulü bulunmaktadır.  Sonrasında, neredeyse 32 yıl Yunanistan adım adım Kıbrıs’a yerleşip, enosisin olgunlaştığı düşüncesiyle Türklere saldırmaya başlayana kadar da “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu” olmamış, Ada’daki İngiliz varlığı teminat sayılmıştır. Ancak Yunan  baskı ve saldırılarından bunalan İngiltere’nin Kıbrıs’a yeni sahip aramaya başlamasıyla ve yine İngiltere’nin zoruyla meseleye taraf olan Türkiye, Ada’nın, kendisi ile hiçbir hakkı ve hukuku olmayan Yunanistan ve İngiltere arasında paylaştırılmasına da sesini çıkarmamıştır. Kıbrıs’ın stratejik önemi yıllarca anlaşılamadığından paylaşımdan sonra da konu İngiltere’ye havale edilmiş, bu arada  Yunanistan’ın yaklaşık yüzyıl öncesine dayanan ve adım adım uygulamaya konulan konseptlerine hazırlıksız yakalanılmıştır. 

Sorun uluslararası arenaya taşındığında da, İngiltere ve ABD’ye güvenilmiş, bu ülkelerin tüm oyun ve darbelerine rağmen gerekli tedbirler alınıp, bir Kıbrıs  politikası oluşturulamamıştır.  

Bu arada Yunanistan, “atı alan Üsküdar’ı geçti” misali tüm cephelerde silahlı-silahsız savaşını yüzyıl önce belirlenen planlar doğrultusunda sürdürmüş ve maalesef başarılı olmuştur. En büyük başarıyı ise kendi insanlarının tarih bilincini beşikten mezara canlı tutmada göstermiş, buna karşılık hem Kıbrıs Türk kesimi, hem de Türkiye’de psikolojik bir harekat yürütmüştür. Yakın tarihte Girit ve 12 adaların akibeti unutturulmuş, daha sıcaklığını koruyan, ülke sınırları içine kadar nüfuz edip, tam 17 yıl sürdürülen terör hareketine verdiği destekle suçüstü yakalanması dahi yaşanmamış sayılmıştır. Aksi bir tutumun, “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikamıza aykırı olacağı gibi bir hava yaratılmış, haksızlıklar karşısında sessizlik adeta güvercinlikle eşdeğer görülmüştür. Rum ve Yunan ikilisi yaşlısından gencine her fırsatta ve platformda “enosis” derken, bizde tarih bilinci şovenlik olarak gösterilmeye çalışılmıştır. AB’ye gerçek ve bağımsız bir devletmiş gibi üyelik başvurusunda bulunan Kıbrıs Rum kesiminin her tarafında  Yunan bayrağı dalgalandırılmış, çifte standardı ortaya çıkacağı için bundan rahatsızlık duyan AB’nin isteği üzerine bazı hastane ve kamu kuruluşlarında Yunan bayraklarının azaltılması şiddetli protestolar ile karşılanmıştır. Buna karşılık KKTC’de Temmuz 2002’de yapılan yerel seçim propagandasında muhalif partilerin ilk kez Türk bayrağı taşımaları, bizzat bizim bazı yazar ve çizerlerimiz tarafından “ilginç” bulunmuştur. 

Hatalar zincirinin affedilmez halkasını ise AB ile ilişkilerde yaşananlar oluşturmaktadır. Üstelik burada Hem Kıbrıs ve hem de Türkiye için gerçekten dönüm noktası niteliğinde olan bir değil, üç hata yapılmıştır. Bunlardan ilki, Türkiye ekonomisine ağır darbe indiren tek yanlı Gümrük Birliği uğruna Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusuna zımni onay verilmesidir. Eski Başbakanlardan merhum Turgut Özal ile başlayıp, Tansu Çiller’le devam eden bu süreçte, Türkiye AB üyesi olmasa da, Gümrük Birliği’nin tamamlanması ısrar, inat hatta iştahlılığı sergilenmiştir. Bu yüzden yalnız Kıbrıs değil, demokratikleşme ve Güneydoğu sorununun çözümü adı altında ülkenin birlik ve bütünlüğüne yönelik vaadlerde bulunulduğu iddia edilmiştir. O döneme ilişkin olarak, bugün AB’ye taviz vermemiz gerektiğinin gerekçelerinden birisi yapılan KKTC ekonomisinin, bilinçli olarak ihmal edildiği de ileri sürülmektedir. Uzmanlar, KKTC ekonomisinin bugünkü duruma gelmesinin 1987,1988 ve 1989 Özal dönemi ile başladığını, 1994’de Çiller hükümeti zamanında da sürdüğünü belirtmektedirler.281 Kamu finansman açığı sebebiyle, KKTC’nin Türkiye’den 500 milyarlık yardım talebinin sözkonusu dönemlerde, “KKTC kendi ekonomisini kendi toparlasın” zihniyetiyle verilmediğini hatırlatan uzmanlara göre, bunda bazı siyasi mülahazalar da rol oynamıştır ki, herhalde burada, AB ile ilişkiler uğruna bilinçli bir geri bırakma kastedilmektedir. Çünkü KKTC’nin bu yardım talebi Gümrük Birliği anlaşması imzalandıktan sonra ancak 1996’da karşılanmıştır. Bu hatalı yaklaşım ile ilgili olarak ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktar Türel’in yaptığı şu değerlendirme geçmişe de,  geleceğe de ışık tutacak niteliktedir:
   
“Büyük Özal şokuna, küçük Çiller şokunu da ekleyebiliriz. IMF stilinde (Şunu yapmazsanız, biz parasal desteği kısacağız) türünden dayatma yapılmıştır. Ortada çok ciddi Türkiye’nin ve tüm Doğu Akdeniz’in kaderini etkileyecek önemli sorunlar varken. bu sorunların çözümü Hazine-IMF ortodoksluğuna bırakılamaz. Kıbrıs sorunu parasalcı ortodokslukla ele alınacak bir sorun değildir. Uzak ufku ve geleceği düşünmek durumundayız.” 

Türkiye-AB ilişkilerinde hem Kıbrıs, hem de gerçek dışı anlam yüklenilip, çifte standartlı uygulanarak, bugün Türkiye’nin üzerinde giyotin gibi sallandırılan Kopenhag kriterleri konusunda ikinci büyük hata 1999 yılında Helsinki Belgesi’nin kabul edilmesi ile yapılmıştır. Türkiye Helsinki Belgesi ile, soruna çözüm bulunmasa da Kıbrıs Rum kesiminin (ki bunu, biz böyle anlıyoruz. AB’nin Helsinki Belgesi’nde Kıbrıs denilmektedir) AB üyeliğine alınmasına resmen onay vermiştir.  Aynı belge ile  Kıbrıs başta olmak üzere AB’nin tüm Türk-Yunan sorunlarına taraf olması da kabul edilmiştir.

Yol haritası adı altında Türkiye’ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, Kıbrıs ve Ege Türkiye’nin AB üyeliğinin siyasi kriterler haline  getirilmiştir ki, üçüncü hata burada yapılmıştır. Türkiye, her ne kadar bu maddeler hariç KOB’u kabul ettiğini söylese de  AB, meseleye böyle bakmamakta, KOB’u bir bütün olarak görüp, gereğinin yapılmasını istemektedir. Bunun en somut göstergesi de ilerleme raporlarıdır. AB, Türkiye’nin ilerleme raporlarında 2001 yılına kadar ayrı bir başlık altında ele aldığı Kıbrıs meselesini, 2001 raporunda Kopenhag kriterleri kapsamında ve siyasi ön şart olarak değerlendirmiştir. Raporda, “Bu rapor; 1993 Kopenhag AB Konseyi tarafından belirlenen siyasal kriterler (demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması) açısından ve 1999 Helsinki AB Konseyi’nin sonuçları uyarınca başlatılan Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog açısından durumu analiz etmektedir. Raporda, Türkiye’nin Katılım Ortaklığı önceliklerini ne ölçüde ele almış olduğunu inceleyen ayrı bir bölüm vardır.” denildikten sonra “Üyelik Kriterleri” başlığı altında, “Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü, İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması”  gibi  hem Kıbrıs ve hem de sınır sorunları için ayrı alt başlıklar açılmıştır. Bu konularda ilerleme olup, olmadığı anlatılıp, isteklere yer verilmiştir. Sonrasında yapılan genel değerlendirme ise şöyle olmuştur:

“İnsan hakları, Kıbrıs ve sınır anlaşmazlıklarının barışçıl yoldan çözülmesi gibi, Katılım Ortaklığı’nın öncelikleri arasında bulunan önemli konularda daha fazla gelişme sağlamak üzere, güçlendirilmiş siyasi diyalog daha geniş kullanılmalıdır. Bay Denktaş’ın BM dolaylı görüşmelerden çekilme ve BM Genel Sekreteri’nin New York’ta yapılacak görüşmelere davetini geri çevirme kararına Ankara’nın verdiği destek dikkate alındığında, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs problemine kapsamlı bir çözüm bulma çabaları için siyasal diyalogda Türkiye tarafından ifade edilmiş olan desteği, şimdi bir çözümü kolaylaştırmak için Türkiye’nin atacağı somut adımlar takip etmelidir.”282 

AB, her ne kadar Helsinki kararlarına atıfta bulunsa da açıkça bunu değil, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni esas almıştır. Helsinki Zirvesi’nden sonraki yılda hazırlanan 2000 ilerleme raporu ile kıyaslama yapıldığında bu gerçek ortaya çıkmaktadır. 2001’deki bu ifadelere karşılık, 2000 yılı ilerleme raporunda, sadece Kıbrıs’taki müzakerelerin seyri ve genel durum hakkında bilgi verilmiş, Türkiye aleyhine açılan davaların sonuçlarına uyulması istenmiş, bunların dışında herhangi bir talepte bulunulmamıştır. Raporda, “Türkiye, bir garantör olarak, Kıbrıs sorununa Birleşmiş Milletler himayesi altında kapsamlı bir çözüm bulunması için her gayreti göstermeye devam etmelidir.”283denilerek, Helsinki Belgesi’nden daha da olumlu bir tablo çizilmiştir. Çünkü AB, Türkiye’nin haklı olduğu konularda hiç adını anmasa da, Helsinki Belgesi’nde yer almadığı halde, çözüm bulmaya zorlamak için bile olsa garantörlüğümüzü hatırlayıp, bundan bahsetmiştir.          
AB’nin bakış açısında 1 yıl içinde meydana gelen değişiklik ortadadır. Bu gelişmelerden sonra ve AB, sorunların tam ortasına oturmuşken Türkiye’nin “Kıbrıs meselesinin AB’yi ilgilendirmediği ya da Kıbrıs ayrı Türkiye’nin üyeliği ayrı konular” tezi ne kadar geçerli ve gerçekçidir ya da AB tarafından ne kadar dikkate alınmaktadır diye sormak gerekmektedir. Üstelik AB, 2002 sonunda yapılacak Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzakere takvimi verilmesinin  “yüzde 60 Kıbrıs, yüzde 40 siyasi gelişmelere”284 bağlı olduğunu açıkça telaffuz ederken. Ve de  devlet politikasını en iyi bilmesi gerekenlerden birisi olan, hükümetin ortağı Mesut Yılmaz dahi AB üyeliği ile Kıbrıs meselesinin çözümü arasında açıkça bağlantı kurarken...

Evet, AB Türkiye’ye karşı hep önyargılı ve taraflı davranmıştır. Nihai hedef aynı çatı altında buluşmak olan bir ilişkide, bu niye böyle olmuştur ve olmaktadır sorusu ciddi olarak sorulması, cevabı da ciddi şekilde aranması gereken bir husustur. Bu noktada, AB’nin bu tutumunun, samimi ve ciddi bir ortaklığı düşünmediğini gösterdiğini söylemekle yetinmek istiyoruz. 

Türkiye’nin diplomasi alanında hata üstüne hata yapmasının en büyük sebeplerinden birisi genel olarak AB, özelde de yine AB ile ilişkiler açısından Kıbrıs konusunda bir milli politikasının bulunmaması, bu yüzden de bir bütünlük ve tek ses ortaya konulmaması ise, diğeri de ciddi ve kararlı durulmamasıdır. Bu tablo ise  Türkiye’nin elini zayıflatmış, en haklı ve ciddi tepkiler bile geçersiz kalmış, AB uğruna herşeyin sineye çekildiği ve çekileceği görüntüsü verilmiştir. Muhatapları karşısında aşırı iştahını gizlemeyen bir kadronun bulunması, AB ve Yunanistan’ı elbette ki daha da cesaretlendirmiş, hatta pervasızlaştırmıştır. Tarihi hataların yapıldığı 1995-2000 yılları arasında Tansu Çiller başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit, Yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz ile Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in çelişkileri ve yanlışları kitabımızın çeşitli bölümlerinde yeri geldikçe sergilenmiştir. Bu dönemde kararlı ve gerçekçi tavır sadece askeri cenah ile dönemin Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel ve TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Kamran İnan  ile özellikle Helsinki Belgesine karşı çıkan Dışişleri Bakanlığı bürokratlarından gelmiştir. Bunlara tartışmasız ilave edilecek bir diğer isim de elbette KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’dır.

AB ise bu tablodan o kadar memnundur ki, ilerleme raporlarında Türkiye’yi her konuda ve diplomatik lisana hiç de uygun olmayan bir üslupla eleştirdiği halde, “Ortak Dışişleri Politikamızı” övmektedir. Mesela, 2001 ilerleme raporunda, “Bundan önceki düzenli rapordan beri, Türkiye kendi dış politikasını AB’nin dış politikasıyla uyumlaştırmaya devam etmiştir. Ortak Dışişleri ve Güvenlik  Politikaları ile ilgili hükümleri uygulamaya yönelik idari kapasite açısından, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın kadroları ve işleyişi gayet iyidir.” denilmiştir. Bu ifadelerin, “Türkiye, dış politikada bizim sözümüzden çıkmıyor” şeklinde tercüme edilmesi mümkündür. İki yüzlü uygulamaları ve dayatmaya varan talepleri dikkate alındığında, AB’nin bu memnuniyetinin bizim açımızdan kaygı verici ve rahatsız edici bir durum olması gerekmektedir. Nitekim Prof.Erol Manisalı’nın, dış politikamıza bakışı AB’den farklı olmuş ve “İsmail Cem Diye Biri...” başlıklı yazısında, ilginç bir analiz yapmıştır. (Ek-7)                 

Dış politikamızı etkisiz kılan ve Kıbrıs örneğinde de karşımıza çıkan bir diğer önemli alışkanlık ise “yanlışta ısrar”dır. Şöyle ki, gerek Başbakan Bülent Ecevit, gerekse de Yardımcısı Mesut Yılmaz, muhalefet dönemlerinde daha açık, iktidarlarında da zaman zaman gündeme getirdikleri yanlışları nedense sözde bırakmışlardır. Gümrük Birliği örneğinde olduğu gibi, her ikisi de şiddetle karşı çıktıkları bu tek yanlı ortaklıkta Türkiye’ye yapılan haksızlıkları ortadan kaldırmak için bir türlü harekete geçmemişler veya geçememişlerdir. Kıbrıs’ta da başından beri haklı olduğumuz halde, AB’nin dayatmaları karşısında bir türlü kestirip, atamadığımız için yanlışların peşine takılmış durumdayız. Oysa ki, onların yanlışlarını düzeltelim derken adım adım mevzi kaybettiğimizin ve bizi istedikleri ortama çektiklerinin farkında bile değiliz. 

Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel’in, Devlet Bakanı olduğu dönemde söylediği şu sözler gerçekten ibret vericidir:

“Biz bütün bu yanlışları anlatmaya çalıştığımızda da hep AB’den, oradaki muhataplarımızdan- samimi olanlarından tabii- özellikle son dönede aldığımız cevap şu oldu; Dediler ki, (Evet belki bir hata yaptık ama şimdi bundan geriye dönüş yok.) Neden yok diye sorduğumuzda, Bu konuda karar alındı, yani sanki bu konuda AB kararlar aldıysa bunlar gözden geçirilmeyecek kutsal kararlarmış gibi ve yanlış kararların bedelini başkaları ödemek zorundaymış gibi davrandılar, en samimi olanları dahi böyle davrandılar, dolayısıyla iş büyük bir çıkmazdaydı. AB ve konuyla ilgilenenler unutmasınlar ki, artık ne Türk kamuoyunda ne uluslararası kamuoyunda çok fazla kişiyi kandıramazlar, yani artık Türkiye’nin önüne AB üyeliği doğrultusunda yeni engeller çıkartmak konusunda başka maharetler sergilemeleri gerekir. Yoksa biz döner, deriz ki kendilerine, (Eğer şimdi bizim Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkileriyle ilgili olarak önümüze koyduğunuz engel sizin benimsediğiz bir engel olsaydı, o zaman örneğin İrlanda’nın da AB’ye üye olmaması gerekirdi, çünkü eğer üyelerden biriyle sorunu olan bir aday ülkenin o sorunları çözmeden üye olmasına engel var idiyse, o zaman İrlanda’nın da üye olmaması gerekirdi. Demek ki bu koşulu siz bizim için icat ettiğiniz diye düşünmeye hakkımız oluyor diye düşünürüz.”285 

Meseleye en gerçekçi ve Türkiye menfaatleri açısından bakanlardan birisi olan  Gürel’in bu tespiti doğru ancak eksiktir, ayrıca geç kalınmıştır. AB’nin çifte standardını anlatmak için birkaç ay sonra üye yapılacak olan ve 38 yıldır yeşil hatla ayrılmış bulunan Rum kesimi dururken, İrlanda’ya gitmesine gerek yoktu. AB’nin kararlarının kutsal olup, olmadığı konusunda ise Mesut Yılmaz başta olmak üzere öncelikle kabine arkadaşlarını ikna etmesi gerekirdi. Çünkü Gürel’in ifadesinden hareketle, AB de, konuyla ilgilenenler de, uluslararası kamuoyundan önce Türkiye’de bazı etkin ve yetkin çevreleri kandırmaya başarıyla devam etmektedirler. AB’nin çifte standardının sınır sorunlarından ibaret olmadığı, Gümrük Birliği uygulamasından başlamak üzere Türkiye’ye ne kadar haksızlık yapıldığını, her konuda diğer 12 gerçek aday ile Türkiye’ye nasıl farklı yaklaşıldığı, yine meşhur Kopenhag Kriterlerinin idam cezası, azınlıklar başta olmak üzere sıra Türkiye’ye gelince nasıl farklı yorumlandığını ve nihayet Katılım Ortaklığı Belgesi ile zaten çarpıtılarak yansıtılan bu kriterlere Kıbrıs ve Ege gibi iki yeni kriter daha eklendiğini en iyi bilmesi gereken kişilerden birisinin Gürel olduğuna inanıyoruz. Böyle olduğu için de, Gürel’in, “Demek ki bu koşulu siz bizim için icat ettiğiniz diye düşünmeye hakkımız oluyor” şeklindeki sözlerinin hem yetersiz ve hem de çok geç söylenmiş sözler olduğunu düşünüyoruz. Evet yanlışları gören ve bilenler de vardır. Ancak hala “yanlıştan dönülmez”lik bir politikaymış gibi davranılmaktadırlar. Kaldı ki, Gürel’in samimi diye nitelendirdiği AB yetkililerinin, “Evet belki bir hata yaptık ama şimdi bundan geriye dönüş yok.” itirafının da hiçbir samimiyeti ve geçerliliği yoktur. Kıbrıs’ta böylesi işine gelen AB’nin, gerçekte menfaatine en ufak bir zarar geldiğinde, en temel konularda bile nasıl karar değiştirdiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır.                  

Bu kadar haksızlık ve hukuksuzluğa rağmen ne yazık ki AB Türkiye için bir idol olmaya devam etmekte, alternatifimiz bulunmadığı gibi bir mahkumiyet sergilenmektedir. Bu kervana eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel de katılmış ve “Bir defa imza verdik”286 diyerek, AB’ye katılmamızın değişmez hedef olduğunu söylemiştir. Oysa merhum Başbakan İsmet İnönü, bugünün AB’si,  dönemin AET’si ile ilişkimizi sağlayan Ankara Anlaşmasını, “bu anlaşmayı bozma imkanımız olup, olmadığını, ileride istersek çıkıp, çıkamayacağımızı sorup,(evet) cevabını aldıktan sonra”  onaylamıştı. Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit de, 1997 yılında, “AB’ye mahkum değiliz.”287 demişti. Türkiye’nin Lüksemburg Zirvesi’nde dışlanacağının anlaşılmasından sonra Ecevit, “Türkiye’nin AB’den dışlanması bir hata mı ve Türkiye yalnızlığa sürüklenebilir mi?” sorularını şöyle cevaplandırmıştı:   

“Türkiye'de kamuoyu AB'ye tam üyeliği istiyor. Fakat Türkiye ayakta kalabilmesi için, ekonomisini geliştirebilmesi için illa AB üyesi olmaya da mahkum değil. ABD ile olsun, diğer pasifik ülkeleriyle olsun, yani Asyalı, Rusya ile olsun, başka bölge ülkeleriyle olsun Türkiye yeni bir ekonomik model oluşturabilir. Türkiye'nin başka nedenlerle, tarihsel, coğrafya, kültürel nedenlerle AB içinde yer alması gerekiyor ama, bu olmazsa olmaz koşulu değil. 

Türkiye istese bile yalnızlığa sürüklenemez. Batı'nın bazı çevrelerinde yalnızlığa sürüklenebilir ama dünya yuvarlak, ne Avrupa'yla başlıyor, ne Avrupa'yla bitiyor. Batılılar çok akıllıdır, bu konuları çok incelerler varsayımı var ama, unutulmamalıdır ki, iki dünya savaşını da Avrupalılar çıkardı. İki dünya savaşının sonuçlarını da çok kötü değerlendirdiler. Onun için bu işleri Avrupalılar bizden daha iyi bilir sanan enteller, bu gerçekleri hatırlasınlar. Dünyanın bir ucunda koskoca ABD var. Dünyanın en güçlü ekonomisi. Onun kuzeyinde bir Kanada var. Asyanın doğusunda dev gibi Japonya var ekonomik bakımdan. Hatta günden güne devleşen Çin var. Hindistan var. Ekonomik ilişkilerimizin hızla geliştiği Rusya var. Türkiye için dünya o kadar dar değil. “

Türkiye’nin aday ülke ilan edildiği Helsinki Zirvesi’nde, Helsinki Belgesi’ni Başbakan sıfatıyla imzalayan, böylece sorun çözülmese de Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliğine onay vermenin yanısıra Kopenhag kriterleri dayatmasının yolunu açan Ecevit, AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’nde “sanal azınlıklar” yaratma amacını görünce de şöyle tepki göstermişti:288    

“Avrupa Türk ulusunu, kandırmacalarla, baskılarla, dayatmalarla, etnik lobilere veya bölücü akımlara destek olmakla kendi güdümüne alamaz veya yıldıramaz. Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye konusunda cahilce laflar ediliyor. Kıbrıs’ta barışın güvencesi olan Türk Ordusu (İşgalci) diye suçlamaya kalkışılıyor. Türkle, Kürdün ayrılmaz bir bütün olduğunu kavrayamadıkları için, kimi Avrupa Parlamentosu sözcüleri, Türkiye bağlamında, Korsika ve Bask benzetmeleri yapmaya kalkışıyorlar. Çoğunluğun ayrılmaz bir öğesi olan yurttaşlarımızı (Azınlık) gibi göstermeye uğraşıyorlar. Türk ulusunun bu tür hezeyanlara karnı tok, kulakları tıkalıdır. Türk’ün Avrupalılığında da böyle saçmalıkların yeri yoktur.”
Dün bu doğruları dile getiren Ecevit’in bugün, 1997’de “entel” olarak eleştirdiklerinin yanında yer aldığı, 2000 yılında  da “saçmalık” diye nitelendirdiği istekleri yerine getirmek için nasıl canla başla çalıştığı ortadadır. İşte bu tutumdur ki, yine Ecevit’in ifadesiyle AB’nin ve Yunanistan’ın “hezeyanlarına” fırsat vermektedir.    

SANAL ÖDÜLE KANMAK GAFLET, DALALET HATTA İHANETTİR

Mart 2002’de yayınlanan AB-Bitmeyen Yol isimli kitabım şöyle bitirmiştim:289

“Son söz, son tahmin ve son uyarı ; Kısa veya orta vadeli istekler yerine gelsin gelmesin, yakın zamanda AB’nin Türkiye’ye takvim vermek niyeti yoktur. O tren bir ihtimal iplerin iyice gerilip, kopma noktasında Türkiye peronuna yanaştırılır. Bir ihtimal diyoruz, çünkü maalesef bugün “kararlı duruşu” gösterecek iradeye sahip değiliz. İkinci ancak en tehlikeli ihtimal Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliğine tepkimizi kesme amaçlı “takvim havucu”dur. Gelişmeler ne yazık ki, Rum Kesimi’nin üyelik anlaşması Akropolis eteklerinde imzalanırken, Türkiye’ye verilebilecek takvimi kabul edebilecek olanlar bulunduğunu göstermektedir. Bunu yapabilecek olanların elbette tarih önünde hesap vermeyi de göze almaları gerekecektir. Ancak Türkiye ne pahasına olursa olsun, işin bu noktaya gelmesini, Kıbrıs’ın AB eliyle üçüncü kez ve bu defa tamamen Yunanistan’a teslimine engel olmalıdır. Aksi durum, Türkiye için sonun başlangıcı olacaktır.”               

Nitekim bizim bu tahmini yapmamızdan 4 ay sonra AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, ağzından baklayı çıkarmış ve “Türkiye, siyasi bir ödül almak için Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak yeni bir teklif getirebilir.”290 demiştir. Verheugen’in bahsettiği siyasi ödül, Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzakere takvimi verilmesidir ki, amacın veya rüşvetin çok açıkça ortaya konulduğunu düşündüğünden olsa gerek, “Ancak bunun için henüz önemli bazı şartlar mevcut değil. Türkiye’deki anayasa değişiklikleri yürürlüğe konulmalı.” kaydını düşmüştür. Ancak hemen ardından Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu’nun danışmanlarının bir rapor hazırladığı haberi geldi. Ta Nea Gazetesi’nde yer alan habere göre, danışmanlar, Rum kesiminin AB üyeliğine alınması halinde Türkiye’nin “yaralı bir canavara” dönüşeceği uyarısında bulunarak,  Ege ve Kıbrıs’ta meydana gelecek sınırsız bir olayın önlenmesi için Papandreu’nun etkin rol üstlenmesini istemişlerdi. Bakanın etkin rolü ise, “Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi konusunda AB üyesi ülkeler nezdinde girişimlerde bulunmak” olacaktı. Danışmanların planlarına göre, “Kopenhag Zirvesi’nde bir taraftan Rum kesiminin üyeliği kesinleşirken, diğer taraftan Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin başlama tarihi 2003 yılı olarak saptanacak. Bu durumda isteklerinin önemli bölümünü elde eden Ankara, Yunanistan’ın da bu konudaki çabalarını dikkate alarak, Rum kesiminin tek başına üyeliğine kontrollü tepki gösterecektir.”291 Bunlar tesadüf olamayacağına göre, bir şeylerin, AB ve Yunanistan tarafından ortaklaşa, hem de uzun süredir  planlandığı ortadadır.

Papandreu’nun danışmanlarının, Türkiye’nin siyasi açıdan oldukça karışık ve belirsiz bir döneme girdiği Temmuz 2002’de hazırladığı sözkonusu raporda, oldukça ilginç bir değerlendirme de bulunmaktadır. Kopenhag Zirvesi’nin yapılacağı, yani Rum kesiminin üyeliğinin kesinleşeceği Aralık ayında Türkiye’de güçlü bir hükümetin olamayacağına dikkat çeken danışmanlar, “Bu durumda en büyük tehlike, Türkiye’nin tepkisinin kontrolden çıkma olasılığıdır.” uyarısında bulunmuştur. Türkiye’nin geleceğine ilişkin öngörülerde bulunulan raporun,  “kontrolden çıkma” ifadesi bir dizi soruyu gerektirse de, aynı günlerde Rum Hükümet Sözcüsü Papapetru’nun bir açıklaması, Yunanistan ve Rumların, Türkiye’deki AB yanlılarına bakış açısını ortaya koymuş, bu arada Türkiye’deki siyasi belirsizlik ve bunun Kıbrıs’la bağlantısı konusunda yeni soru işaretlerini beraberinde getirmiştir. Papapetru, “Halihazırdaki koşullarda Türkiye AB üyeliğini nasıl gerçekleştirir?” sorusunu şöyle cevaplandırmıştır: 292                      

“Sanıyorum Türkiye’deki bunalımlardan ve siyasi kargaşadan söz ediyorsunuz. Ama hiç belli olmaz. Bu krizden Türkiye yeni bir anlayış, yeni bir mantık, yeni siyaset, yeni yaklaşımla çıkabilir. Türkiye’deki AB yanlısı güçlerin Kıbrıs sorununa yeni anlayışlarla çözüm bulunması için daha güçlü bir elle ortaya çıkacaklarını umuyorum. “ 

Papapetru iyimserdir çünkü, “Türkiye’de hala Avrupa değerlerini paylaşmak isteyen ılımlı, barışçı güçlerin bulunduğunu bilmektedir. Bu güçler sayesinde zamanla Kıbrıs’ta bir uzlaşma sağlanabilecektir”. Papapetru’ya göre, Türkiye’nin AB üyeliği Kıbrıs’a bir çözümden geçmektedir ve Türkiye’nin yöneticileri de bunu bilmektedir ancak “Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel ve Denktaş” bu gerçeği halktan gizlemektedirler. Rum Sözcüsünün açıklamaları, Türkiye yönetiminde kimleri isteyip, kimleri istemediklerini göstermeye yetmektedir.       

İşte Türkiye böylesi planlı ve programlı bir kıskaç hatta tuzakla karşı karşıyadır. Bu sebeple de biz yukarıda belirttiğimiz görüş ve kaygımızda ısrar ediyoruz. Türkiye,  kenara çekilmek yerine, sorun çözülsün çözülmesin Rum kesiminin AB üyeliğine kabul edilmemesi için çalışmalı ve tüm siyasetini buna göre belirlemelidir. Bunun için de;

-Türkiye öncelikle AB’ye Helsinki Belgesi’nde yer alan “Katılım görüşmelerinin tamamlanmasına kadar herhangi bir çözüme varılamadığı takdirde, Konsey, bütün ilgili unsurları dikkate alacaktır.” ifadesini hatırlatmalıdır. Bu ifadenin, müzakerelerde takınılan tutumu değil,  Ada’nın hukuku ile toprağı, halkı ve tarihi gibi temel hususları kapsadığı çok iyi anlatılmalıdır. Kıbrıs Rum kesiminin üyeliğe alınmasını engellemede en büyük kozumuz olan   bu husus ihmal edilmeden gündeme taşınmalı ve her zeminde  AB’nin önüne konulmalıdır.

-Önümüzdeki birkaç aylık sürede tüm platformlarda 1964 ve 1974 masaya getirilmeli, kan döken ve soykırım yapanların kimler olduğu tüm dünyaya hatırlatmalı, Türk askerinin Ada’ya, barış ve güvenliği götürdüğü anlatılıp, “işgal” sözcüğünün kullanılması engellenmelidir.

-AB başta, tüm dünya Kıbrıs’a vücut veren uluslararası anlaşmalar ile temel hukuk belgelerini tanımaya ve bunlara saygı göstermeye ısrarla çağrılmalıdır. 

-Kıbrıs’ta çözüm arayanlar, samimiyetlerini ispatlamaları için öncelikle yıllardır KKTC halkına uygulanan insanlık dışı ambargoyu kaldırmaya davet edilmelidir.  
-Meclis içinde, Meclis dışında tüm siyasi partiler tam bir bütünlük içinde ve tek ses halinde, Rum kesiminin üyeliğe alınması halinde KKTC ile entegrasyona gidileceğini ve AB başta olmak üzere, tüm dünya Türkiye’nin karşısına dikilse bile bundan bir milim geri adım atılmayacağını, Türkiye’nin artık vereceği bir taviz bulunmadığını kararlılıkla duyurmalıdırlar.

 -AB muhatap almasa da, Türkiye’nin, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile tam bir mutabakat içinde olduğu, onun masaya koyduğu sorumlu ve haklı önerileri, virgülüne kadar desteklediği net olarak ifade edilmelidir.

-Rum kesiminin AB üyeliğine alınması halinde Doğu Akdeniz’deki dengenin nasıl bozulacağı, bunun sonucunda güven, istikrar ve barışın ortadan kalkmasının yalnız bölgeyi değil, tüm dünyayı nasıl etkileyeceği açıklıkla ortaya konulmalıdır.

Türkiye hangi hal ve şart içinde bulunursa bulunsun, Kıbrıs’ta iki toplumun egemenliğini ve eşitliğini tanıyan A’dan, Z’ye hukuka uygun, kalıcı bir çözüm bulunduktan sonra Kıbrıs ile Türkiye’nin birlikte üyeliği görüşünü sonuna kadar savunmalıdır. Bedeli ne olursa olsun...AB yetkililerinin ve Rum sözcülerin de itiraf ettiği gibi, Rum kesiminin üyeliğe alınması halinde muhtemel tepkileri önlemek için Türkiye’ye sanal adaylıktan sonra, “sanal müzakere takvimi” verilmesine rıza gösterecekler şunu iyi bilmelidirler ki; Kıbrıs son direnç noktamızdır ve arka kapımızdan girmeyi başaranların bundan sonraki ilk hedefi Ege üzerinden İstanbul olacaktır!..

Bunu en iyi gören ve bilenlerden birisi de gereğini yerine getirmese de Başbakan Bülent Ecevit’tir. Gereğini yerine getirmemiştir çünkü bugün Kıbrıs ve Ege’de alındığımız kıskacı göre göre önce Helsinki, hemen ardından da Katılım Ortaklığı Belgesi’ni kabul etmiştir. Oysa Ecevit, Katılım Ortaklığı Belgesi’nde Kıbrıs’ın Türkiye’nin AB üyeliği için siyasi kriter haline getirilmesi üzerine, üstelik de kaderin acı bir cilvesi olsa gerek, KKTC’nin 17. kuruluş yıldönümü olan 15 Kasım 2000’de, şunları söylemişti:293

“Eğer Batılı ülkelerin oyunlarına gelsek, Saraybosna’dan, Kosova’dan daha ağır koşullar altında Kıbrıslı Türklerin büyük felaketlerle karşılaşacaklarını biliyoruz. Buna izin veremeyiz. Yalnız Kıbrıslı Türklerin değil, Türkiye’nin güvenliği de tehlikeye düşmüş olur. Onun için buna kesinlikle izin veremeyiz. Yunanistan Türkiye’yi yalnız batıdan değil, güneyden de kuşatmış olacaktır. Doğu Akdeniz de tehlikeye girmiş olacaktır. Bütün bunlara fırsat vermemiz söz konusu değildir. 1999 Helsinki Doruğunda Avrupa Birliği için adaylığımız kesinleşirken açıkça belirttik. Avrupa Birliğinde adaylığımızla Kıbrıs konusu arasında bağlantı kurulmasını kabul edemeyeceğimizi açıkça söyledik. (Kıbrıs konusu Kıbrıs Türkleriyle, Kıbrıslı Rumlar arasında bir konudur. Buna sizler karışmayın) dedik. Bu konudaki kararlılığımızı bilerek bize adaylık hakkını verdiler. Bize bu açıdan gerekli güvenceler de verildi. Kopenhag ölçütlerine, kriterlerine evet dedik. Ama başka hiçbir ölçüt kabul edemeyeceğimizi söyledik. Verilen sözlerden şimdi geri dönülüyormuş gibi bir eğilim ortaya çıktı. Biz kesinlikle buna razı olamayız, izin veremeyiz. Kıbrıs’ı çıkmaza sürükleyenler bazı Avrupa üyesi ülkelerdir. Eğer Kıbrıs’ı kendi haline bıraksalar Kıbrıs’ta bir sorun kalmazdı. Kıbrıs Türkleri Rumlara teslim olmayacaktır. Bunu bütün dünya böyle bilmelidir.”

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın daha 13 Aralık 1995’deki, “Biz Türkiyesiz bir AB’ye giremeyiz. Çünkü İpsiz kuyuya düşüp, bir daha çıkmama meselesidir.” sözleri de akıldan çıkarılmamalı ve bazı çevrelerin “şovenlik” iddiasına rağmen, tarihi gerçekler asla unutulmamalıdır. İşte gereği yerine getirilmese de tarihten bir kesit:294

“Kıbrıs’ta Türklere yönelik kanlı saldırılar ve Rum kesiminin Anayasayı tek taraflı olarak geçersiz ilanından sonra 15 Ocak 1964’de Londra’da Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıs Rum ve Türk temsilcilerinin katılımıyla bir konferans toplanır. Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, Yunanistan’ı Dışişleri Bakanı Palamas temsil ediyordu. Kıbrıs Türklerinin temsilcisi Denktaş, Rumlarınki ise Kipriyanu’dur. Türkiye saldırıların sorumlularının derhal yakalanıp, cezalandırılmasını, Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliğinin sağlanması için yeni bir statü bulunmasını ister. Dışişleri Bakanımız Erkin, ünlü tarihçi Toynbee’ın, (Kıbrıs’ta aslanla koyunun birlikte yaşaması bir ütopyadır. Gerçek şudur ki, orada eski Osmanlı kuzuları yoktur; eski Osmanlılar aslan ve kaplandırlar.) sözlerini aktarır. Herkes ne demek istediğini anlar. Rumların, Türkleri kurbanlık koyun gibi görmeleri vahim bir hataydı ve Türkiye, Kıbrıs Türklerini sahipsiz bırakmayacaktı.”

Tecrübeli Büyükelçi Onur Öymen, “Bazı konuları bazı ülkeler kendi çıkarlarına uymadığı için asla anlamak istemezler. Bu diplomatik bir oyundur. Bir diplomat bir insana (cehenneme git) derken öyle bir dille söylermiş ki, karşısındaki koşup bilet alırmış” 295 diyor. AB, Öymen’in ifade ettiği diplomatik kılıfa gerek duymaksızın Türkiye’ye açıktan açığa, “cehenneme git” demektedir ve buna rağmen maalesef bilet almak için  adeta birbirini ezenler vardır. Oysa Clinton’un Kıbrıs Özel Koordinatörü Richard Holbrooke, yıllar sonra ülkemize yaptığı ziyarette, “Diplomasi bir güç oyundur, güçlü olduğunuza inanıyorum.”296 demiştir. Bu gerçeğe, bir de bizim yöneticilerimiz inanabilse...

Ve son söz Rum Yönetimi Lideri Klerides’ten. “Kara yıldönümü” olarak niteledikleri Kıbrıs Barış Harekatımızın 28. yıldönümünde bir mesaj yayınlayan Klerides adeta enosisin zaferini ilan etmiştir: 

“ Avrupa Birliği ailesine beklenen katılım, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğundan beridir elde edilen en büyük başarıdır” 297     
          

***