29 Mart 2013 Cuma

Karmaşa ve Kargaşa

Karmaşa ve Kargaşa



Yekta Güngör Özden
15.11.2004/Sayı:69




Karmaşa ve kargaşa



Cumhuriyetin ilânından 81, Atatürk’ümüzü yitirmemizden 66 yıl sonra giderek artan ve yayılan endişeler içindeyiz. İnsanlığın en güzel iklimi olan barışa ateş düştü. Irak’ı işgal eden ABD’nin insafsız ve vicdansız saldırısı sivillere, çocuk, kadın, yaşlı, hasta ayrımı yapmaksızın Felluce’da tüm şiddetiyle sürmekte, Filistin Lideri Arafat’ın ölümüyle Ortadoğu yeni karışıklıklarla karşı karşıya kalmakta, AB’ne katılmak için istenen her ödünü vermeye hazır Türkiye üzerinde içimizdeki işbirlikçilerin çığırtkanlığıyla yeni oyunlar hazırlanmaktadır. Varlığı yadsınan insanların ümmet durumundan ulus düzeyine yükselmeleri, ülkenin her yerinin kanlarla sulanarak düşmandan temizlenip kurtuluş ve bağımsızlığın sağlanması, Türk Mucizesi’ni izleyen Türk Devrimi ile kuruluşun çağdaşlık yolunda atılımları birbirine ekleyerek Cumhuriyetle demokrasiyi sağlaması gereğiyle değerlendirilememektedir. Rozet takarak, nutuk atarak, resim asarak Atatürkçü olduğunu sananlarla, Atatürkçü olduğu sanılan kimileri yılda bir 10 Kasım günü Atatürk’ü biçimsel anışla yetinmekte, bir de ulusal bayramlarda yine biçimsel bağlantılarla adından söz edilmektedir. Ne mutlu Türk’üm diyerek coşkusunu ve kıvancını açıklayan yurttaşlarımızın Atatürk’ü bir kişi değil Türkiyemizin tarihsel, doğal ve ulusal tüm değerlerinin simgesi, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşan ilkeler anıtı olarak düşünmeleri gerekir. İletilerle, defterlere yazı yazmakla, tören ve toplantılarda konuşmakla, “Ben Atatürkçüyüm” demekle Atatürkçü olunamaz. Hangi ulusun, hangi ülkenin Atatürk gibi bir değeri var? Güçlükler ve ateşler içindeki ülkelerin Atatürkleri olsaydı bugünkü durumlara düşmezlerdi. Bizde bozuklukları tiksinti duyuran kimilerinin Atatürk ve lâik cumhuriyet karşıtlıkları insanlık niteliklerinden yoksunluklarının kanıtıdır. Yabancılarla işbirliğine girişip onların uydusu ve uşaklığına soyunanlar 10 Kasım’larda bir kez daha düşünmelidir. 10 Kasım’lar gerçekte kendini sorgulayıp yargılama, kendine gelme, Atatürk’e hesap verme günleri olmalıdır. Başbakanın lâikliği kendi felsefeleri doğrultusunda yorumlayıp güne uyumundan sözetmesi, eğitim ve bilgi düzeyiyle yaptıkları gözetildiğinde yadırganmamalıdır. Lâiklik konusunda önceki sözleri, lâiklikle asla bağdaşmayan tutumları, eşinin sıkmabaşlı direnişi bilinmektedir. Şimdi başka şey yapacak ve söyleyecek değildir. Lâiklik bireylerin inanıp inanmama özgürlüğünün güvencesi olmaktan başlayıp devletin dinler karşısında bağımsızlık ve özgürlüğüyle anlam kazanır. Devlet, toplum, aile yaşamında, eğitim, sanat, spor, siyaset ve her şeyde aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş yaşam biçimini öngörür. Özü, kaynağı, temeli, ereği, amacı, içeriği ve niteliği asla değişmez. Başbakanın kendine göre yorumu ancak kendini ve yandaşlarını bağlar. Sıkmabaştan başka verecekleri bir şey olmadığı için sıkmabaşı benimsetmekte amacına uygun açılımı lâiklik sanmaktadır. Üstelik AB’ne giriş sürecinde bu konuda Avrupalıların tutumunu bile bile. Oy deposu kesime “Ne yapalım biz dayattık, direndik, uğraştık AB yüzünden olmadı” demek için. Gerçekten AB konusunda içtenlikli olsalar, gerçekten lâik olsalar, gerçekten din kurallarını iyi bilip iyi yorumlasalar, gerçekten siyaseti dinselleştirmek, dini siyasallaştırmak istemeseler böyle davranmaz, böyle konuşmazlar. Takiyye ölçüsüzlüğü, her ortamdan yararlanma kurnazlığı sırıtıyor.
Çarpıklık
Düşündüren, burukluk yaratan, umutsuzluğa ve karamsarlığa neden olan öyle olaylar yaşanmaktadır ki insan ne diyeceğini, ne yazacağını şaşırıyor. Yaşıyla, görev katıyla, meslek çizgisiyle, özetle konumuyla kendisinden beklenmeyecek aykırılıklara, çelişkilere, çirkinliklere düşenler var. Konuştuğunuza, tanıştığınıza, adam yerine koyup selâmlaştığınıza pişman oluyorsunuz. Bunlar, mevki, makam, yükselme, yerinde kalma için her duruma katlanan niteliksizlerdir. Kimileri yalancı, dedikoducu, armağan dağıtarak dolaşıp konuşup görüşecek düşünsel hiç bir birikimi olmadığı için boşluğunu ziyaretlerle kapatan birine inanır, kimileri nezaketin gereği olan yanıt vermeyi bilmez, gerçekten korktuğu gerçeği araştırıp sormamasından bellidir. Bir zamanlar gölgesinden yakın olduğu kişiyi karalar. İyi dilekler sıraladığı, övgüler yağdırdığı, birlikte görünmek için çırpındığı insan görevden ayrılınca görevdeyken arkasından yaptığı karalamaları genişleterek sürdürür. Böylesi kişiliksizlere inanan, bunlarla ilişkisini sürdüren zavallılar birgün sokağa çıktıklarında, ünvanlarından uzaklaştıklarında kimse yüzlerine bakmayacaktır.
Giderek daralan kemendiyle IMF esareti yoğunlaşıyor. AB’ne girdikten sonra Para Birliği’ne girme süreci vs. derken teslimiyet tamamlanacak. Sahte Atatürkçüler gibi sahte dindarları ve sahte demokratları da eleştirmek gerekir. Ne yazık yanlılık sürüyor.
Adalet Bakanı Apo için komutanların eleştirilerine “Ayrıcalık yapmıyoruz” yanıtını verdi. Başka nasıl ayrıcalık olacak? Tüm tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde yatmalarına karşı Apo’ya niçin İmralı’da bakılıyor? Ona tanınan olanaklar, gösterilen özen, hangi tutuklu ve hükümlüye gösteriliyor? Bırakın tutuklu ve hükümlüleri, devleti koruma görevi yapan kimlere gösteriliyor? Önemli görevlerde önemli hizmetler yapmış kimi emeklilerden Başbakanlığın oluru kaldırılmadan taşıt aracı geri alınmamış mıdır? Koruma yönetmeliği gereği koruma görevlilerine verilecek taşıt aracı verilmiş midir? Kurumun vermesi gereken araç Başbakanlıkla anlaşma içinde 20 yıldan daha yaşlı önerilerek kullanılması engelenmemiş midir? Emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu ve benzer nedenlerle korumalarını geri göndermemiş midir? Emekli Anayasa Mahkemesi Başkanı korumaların geri çekilmesini isteyen dilekçe vermemiş midir? Bu kişilere bir kez olsun bu konularda çektikleri sıkıntı ve durumları sorulmuş mudur, çözüm için ilgilenilmiş midir?
Kötü olasılıklar
Yargıtay’a saldırıları, Bölge Adliye Mahkemeleri’nin kuruluşu tamamlanınca oralarda kimlerin nasıl görevlendirildikleri ortaya çıkınca saptanacaktır, nelerin izlendiğini göreceğiz. Üniversitelerin bölünerek Üniversitelerarası Kurul’da ve YÖK’te egemenliği ele geçirme çabaları, Anayasa değişikliğiyle yargıda etkinlik sağlama hırsı ülkemize nelere mal olacak onları da göreceğiz. İktidar Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Raporu’nda kendisine yönelik eleştirilerden rahatsız olduğu için Azınlık Raporu’na karşı çıkarak tepkisini gösterdi. Yoksa Azınlık Raporu işine geliyordu. Kendi ümmetçi düşüncelerine uygundu. AB’nin sempatisini kazanmak için azınlık konusunda bir şey söylemekten kaçınmaktadır. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth’un “Kürtleri tanımanız AB kilidini çözer” saçmalığına iktidardan gereken karşılık gelmedi. Çoğunluğu azınlık yapma çabasının altında yatan, ilerde toprak kopararak kendi devletini kurmak, Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamaktır. Çoğunluktaki bir insanın azınlık olmasını istemesinde akla, mantığa aykırılık açıktır. Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesi bile yasaklanan kuralları, tarihsel gelişimi gözardı edilip “kürt ulusu” yapaylığı ve ayrılığının Anayasa’ya yazdırılması kalkışmaları başka türlü yorumlanamaz. Batılılar Türklerden çok kürtleri düşünmektedirler. Türk düşmanlıkları Sevr’in öcünü, Lozan’ın intikamını almak çabaları çok belirgindir. Bizden de Bn. Roth gibi birileri çıkıp “AB’ne üye olmaya değer mi” diye neonazilerin cirit attığı Almanya’yı denetlemeli, AB ülkelerinin cezaevlerinin ne olduğunu görmeli, göstermelidir. Ne yazık ki YÖK bahanesiyle güneydoğu illerinden gelen öğrencilerle İstanbul ve Ankara’da buluşan belli örgüt militanları Apo lehine slogan atmakta demokratik olanla anarşik olanı ayıramayanlar çevreye zarar da vermektedir. Gençler AB’ni, ABD’ni, onlara teslim olanları, uşaklık edenleri, uydu durumuna düşenleri, Atatürk’ü, laik cumhuriyeti ve Lozan’ı kötüleyenleri kınamıyorlar. TÜRKSOLU gazetesi ve çevresiyle, kimi gençler ve öğrencilerin sınırlı tepkileri özlenen genel duyarlılık için yeterli olmuyor. Bu arada AB Anayasası’na ve Nihai Senet’e gözlemci ve aday ülke olarak konulan imzalar bu metinlerin benimseneceğinin belirtilmesidir. Koşulların, kuralların ve kabulünün ön olurudur. Başbakan ve Yardımcısı bu imzaları atarken AKP Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay “Partisinin sıkmabaş konusunda geri adım atmadığını, yalnızca bu konuyu ertelediklerini” söyledi. AB’lileri aptal yerine koymuş olmuyorlar mı? AB’liler bunu bilmiyorlar mı? İktidarın Şeriat özlemi dönmemekte, artmaktadır. AB ne derse suskunluğu boyun eğmeye yeğleyen iktidar Irak’ta kamyon şöförlerinin öldürülmesinde de suskundur. Yüzbinden fazla sivilin ölmesine göz yuman Batılılar safında yer alan iktidar Atatürk’ün sözleriyle, resimleriyle uğraşarak onu unutturmak sevdasındadır.
AB desteğinde ayrımcılık
Genel ve yuvarlak konuşup hangi haklarının tanınmadığını söyleyemeyen kürt kökenliler, üstün oldukları olanakları da saklamaktadırlar. Verilmeyen hangi hakları var, belli değil. Evliliklerle, dil, din, toprak, yazgı birlikteliğiyle kültür kaynaşıklığıyla oluşan ulusal yapı içinde ayrılık güdenlerin aymazlığı yurtseverleri düşündürmelidir. Atatürk’ün “Türk ulusu” tanımı, vatandaşlık nitelemeleri, ülkenin ve devletin adı karanlık kafaları aydınlatmalıdır. Irkçılık peşinde koşanlar uyanmalıdır. Toprak alımlarıyla Hatay sorun olarak gündeme getirilecektir kuşkusu yayılmaktadır. Tüm bu olumsuzluklar karşısında iktidarın suskunluğundan daha ilginç olanı olanaklar içinde yüzen, Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Başbakanlık, Bakanlık, milletvekilliği, generallik, profesörlük, hemen hemen her şey verilen kürt kökenlilerin suskunluğudur. Sözde bağımsızlıktan yoksunlarmış gibi sapkın girişimler kimseye yarar getirmez. Cumhuriyet ulusalcıdır. Ümmetçiler asla cumhuriyetçi olamayacakları için iç ve dış cumhuriyet karşıtlarınca kuşatılır, kucaklanır ve kullanılır. Müslüman, iyi müslüman olan alevileri müslüman değilmiş gibi azınlık gören anlayış, gelecekte Türkleri azınlık yapmak isteyecektir. Gidiş bu yoldadır. Tüm bu kötülüklere sesini çıkarmayıp sözde azınlık raporuna tepki vermenin çelişkisi de açıklanır gibi değildir.
En güvenilir gazetelerde “Annan Plânı lehimizdedir. Federatif yapı neden olmasın? Yıllardır Türkiyeliyiz demiyor muyuz?” görüşleri demokratlık adına yer alırken iktidar yalakalığı şampiyonlarının sözde ermeni soykırımını tanıyarak başımızı kumdan çıkarmamız önerisiyle, geleneksel başörtüsünü bugünkü öcüleştiren sıkmabaşla bir tutma çabalarına şaşmamak gerekiyor. Anayasa’nın açıklığına karşın olumsuz öneriler, geçersiz görüşler, gerçekdışı savlar ve yapay dayanaklar bilimadamlarının ağzından duyulunca şaşkınlık daha da artıyor. Çok kimse haddini bilmiyor. Basın etiği olmayanlar, “Hâkim etiği” diyerek ilgilileri yargı ettiği için eleştirdiğini söylüyor. Çağdaş uygarlık düzeyini her zaman gelecek için öngörecek öneriyi algılayamayan, kavrayamayan yazarlar, bilim adamları var. Kitle örgütleri güçsüz. Kimileri AB parasıyla çalışmalar yapıyor. En iyi olması gerekenlerden kiminin yönetimi geçersiz, hukuka aykırı oluşumu biçimsel nedenlerle korumayı yeğliyorlar. Yurt düzeyinde geçerliğe çağrı duyulmuyor. Herkes durumunu sürdürmeyi uygun buluyor. Yazık. Aydınlar çelişkili ve suspus. Yurttaşlar tepkisiz. Olumsuzluklar kanıksanıyor. En tehlikeli olan da bu. Eşarp reklâmı gösterilip sıkmabaş reklâmı yapılıyor. Niyet belli. İftar yarışı modaya dönüştü. Boşalan işyerleri, tenhalaşan sokaklar nerelere kaydığımızı, sürüklendiğimizi gösteriyor. Görevi bırakıp, tutmadığı orucun iftarına koşanlar, gösterişçiler, yaranmaya çalışanlar, gerçek müslümanları üzüyor. Fakir çok. İftar yemekleriyle hoşgörünüp, gönül alıp tepkileri bastırmaya çalışıyorlar. İftar yemekleri dinsel sömürü düzeyine geliyor.
Hınzırlık
Yeterli bilgi ve kültür donanımı olmayanlar, bulundukları, nasılsa gelmiş oldukları makama dayanıp birşeyler söylüyorlar. Demokrasinin sınırı kendisidir. Hak ve özgürlükleri kötüye kullananlar ondan yararlanma gücünü yitirirler. Başka bir hak ve özgürlüğün sınırında durmak, onları ortadan kaldırmayı, etkisiz ve geçersiz kılmayı düşünmemek gerekir. Herkese göre ayrı bir demokrasi olamaz ve demokrasi araç olarak algılanamaz. Yasalarda şeriat düzenine uygun kurallar yer alamaz. Kadın sanıkları kadın hekimlere bırakmak düşüncesi ilkelliktir. AB yandaşlarının, yabancıların azınlık, patrikhane, ruhban okulu, Kıbrıs dayatmaları yanında bir de Zana aşkı nelerin kotarılmak istendiğinin kanıtıdır. Atatürk’ün Söylevi’ni bir kez daha okumaları gerekir. Atatürkçülüğün abc’si Büyük Söylev ile Medenî Bilgiler’dir. Takmalarla takıntılarla uğraşan kimi siyasetçilerin nereden gelip nereye gitmek istedikleri irdelenmelidir. Yasama organında sayısal çoğunlukla her şeyi yapaçaklarını sananlar katılıklarını, uyuşukluklarını, uykularını bırakmalıdır.
Kör dövüşü örneği siyaset, ticaret ilişkileri sürüyor. Gerçek, ciddî, bilimsel, kalıcı, mutluluk verici bir gelişme yok. Sözlerle gürültülerle sonuç almak beceri sayılıyor. Her şeyi çarpıtıyor, saptırıyorlar. Amaç Atatürk’ü ve Atatürkçüleri kötülemek. O’nun ne koşullarda, ne durumda, neleri yenip göğüsleyerek, nelere katlanarak, neleri başararak nereden nereye getirdiğini unutmak ve unutturmak istiyorlar. O olmasa şimdi ne durumda idik, düşünmüyorlar. Mekke-Medine dahil kutsal topraklar kimlerin elinde olacaktı?
Atatürk, yayılmacılığa, sömürgeciliğe, para kaynaklı, para ölçülü güce, emperyalizme karşı idi. Bağımsızlık savaşını insanlık düşmanlarına karşı verdi. Tutsak uluslara örnek, ışık, kaynak oldu. Uygarlıklara, eşit ve yararlı ortaklıklara, dostluklara, barışa asla karşı değildi. Özbenliğini koruyarak, bağımsızlığından ödün vermeyerek çağdaş olanakları edinmekten yana idi. Bilim ve teknolojiye bu nedenle değer vermişti. Yaşamsal olmayan savaşı cinayet sayıyordu. Macera peşinde olmadığı için “Anaların acısını yüreğinde duymayan komutan olamaz” demişti. Atatürk’ü yeterince tanımayan, anlamayan, Atatürkçülüğü kavrayamayan faşist-şeriatçı karışımı kişiler, liberalizm doyurmasıyla Atatürkçü ekonomi, Atatürkçü dış politika olamayacağı savını geveler durur. Bal gibi olur. Türkiye’nin koşullarına özgü akılcı, bilimsel, ilkeli, tutarlı ekonomi ve siyaset Atatürk’ün gösterdiği doğrultuda yürütülerek olur. İlkeler gözetilerek düzenlenen ekonomi ve kurulan ilişkilerdir. Tıpkı Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere ve İtalya ile öbür kimi ülkelerin kendi yararlarına uygun görüş ve yöntemlerle yürüttükleri ekonomi ve siyaset gibi.
İlkeler
Tekil devlette tek ulus vardır. Birey, birden fazla devletin vatandaşı olabilir ama devletin tek bir vatandaşlığı olur. Bir devlette iki ulus, iki vatandaşlık olmaz. Tersine öneri ve kalkışmaların amacı ayrı devlete gidecek yolu açmaktır. Kendi azınlıklarına ilgisiz Avrupa, Türkiye için dayatmaktadır. Biz gereken duyarlılığı göstermezsek dayatmalar artar ve ağırlaşır. Siyasal ve ekonomik bağımsızlık ülküsü kötü bir şey mi ki, karşı çıkılıp eleştiriliyor? Emperyalizmin maşaları, tetikçileri, tellâllığına soyunan madrabazları, medyadaki kimi maskara ve şarlatanlar boş durmuyor. Her şeyi AB ve ABD’nden bekleyen, kendine güvenmeyen duyarsız yeni mandacılar, çıkarcı, nankör ve sapkınlar. Atatürk ve arkadaşlarının büyüklükleri, Cumhuriyetin yüceliği her gün biraz daha göz kamaştırıyor.
Yurdu kurtaran, devletimizi kuran en büyük Türk büyüğüne saygı duruşundan kaçınan, çirkin sözler ve gürültülerle saygısızlık edenler önce kendilerinden utanmalıdır. Toplum solucanları değişik kılıkta, değişik yerlerde kinlerini kusmaktadır. Hele medyadakiler.
Bu sayının yazısını kimi ilginç olayları belirterek bitirmek istiyorum:
Başbakan Yardımcısı görevlisi olduğu devleti savunacak yerde eski Partisini savunuyor. AİHM’ne gönderilen dilekçeyi görevine göre değil, ideolojisine göre düzelttiriyor.
TBMM Başkanı dinsel günlerdeki iletileriyle lâik cumhuriyete yeni yüz vermeye çalışıyor.
Yeni Türk Ceza Yasası yürürlüğe girmeden indirimler nedeniyle köktendinciler bir bir salıveriliyor. Bu arada kendi varlığına yönelik girişimlere karşı sesini çıkarması, korumak ve kollamakla görevli olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerine karşı kalkışmalarda etkin uyarısını yapması için Silâhlı Kuvvetlere çağrıda bulunan gençler için ceza dâvası açılıyor. Kuşkularla, kuruntularla, kışkırtmalarla bir yere varılamaz. İlkeler konusudaki özen duyarlık ve birliktelik gerçek güçtür.
ABD Başkanının terör şantajı, para gücü ve dinsel sömürüyle yeniden seçilmesi ABD toplumu için de bir ölçüdür. Dünyanın bugünü ve yarını için artan tehlikeler konusunda herkesi uyarmalıdır.
Turgut Özal’ın kışkırtıcı, bozucu ve aldatıcı davranışları ülkemiz yönünden sakıncalar getirmiştir. Kürt federasyonu konusunda Anayasa Mahkemesi’nden aldığı sert yanıtları Danıyştay’da da duyunca bir süre sinmiştir. Anadolu Cumhuriyeti önerisi de içi boşaltılmış, biçimsel bir cumhuriyeti amaçlamaktaydı. Toprakların adıyla devlet, üzerindeki toplumu, ulusu yadsımaktır. Toprağın değil, o toprakla birlikte üstündeki ulusun oluşturduğu devletin vatandaşı-yurttaşı olur. Yeterli bilgisi olmadan aklına gelen her şeyi uyulması zorunlu kural niteliğinde ortaya koyanlar bulundukları yerden yararlanarak kendilerini benimsetmeye çalışanlardır.
Siyasal kabadayılıklar, iftar şovları ile Cumhuriyet Bayramı’ndan Ramazan Bayramı’na gidiliyor. Türkiyemizin çevresindeki olumsuzluklar, tehlikeli olasılıklar çemberi daralıyor. Atatürkçülerin temsil etmesi gereken tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, aydınlanma kesimi dağınıklık şöyle dursun karşıtlıkla geriliyor, etkisini yitiriyor. Çözülmemesi için çabalar ilkellik ve kabalıkla karşılanıyor. Lâik Cumhuriyet düşmanları her yolu, her yöntemi deneyerek, her kılığa bürünerek, şaşırtıcı davranış ve sözlerle kendi ağlarını kuruyor. Atatürk’e yaraşır durumda olmayanlar O’nun yüzüne bakamaz, adını ağzına alamaz. Atatürk’ün 19 yıla sığdırdıklarını yüzyıla sığdırmış kimse yoktur. Kimseyi O’nunla bir tutamayız. O’nu kimseyle karşılaştıramayız. O’na sataşıp O’nu eleştirenler önce kendilerine bakmalıdır.

http://www.idealimforum.com/yekta-gungor-ozden/17675-karmasa-ve-kargasa.html#post33715


.

Neler Oluyor?


Neler Oluyor?


29.11.2004/Sayı:70

Yekta Güngör Özden



Neler oluyor?



Memurların aylıklarına yapılacak ek konusunda Bakanlar Kurulu’nun kararı beklenirken Sosyal Sigortalar Kurumu hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na Başbakanın kişisel istenciyle devri olayına karşı çıkanların toplu gösterileriyle Kasım ayının son haftasına giriliyor. AB’nin görüşme günü belirlemesi konusunda umut ve ödün karışımı etkileme çabaları sürüyor. Gün verilmesi sonucun güvencesi değil. Ama siyasal iktidar AB’ne girilmişçesine şamatalarla erken seçimi bile gündeme getirebilir. Dinsel duyguları okşamaktan başka yararlı bir çalışması görülemeyen iktidar sözde türban gerçekte sıkmabaş reklâmlarıyla tabanını tutmak çabasındadır. Bavyera’da alınan sıkmabaş yasağını bile bile yandaşı ve goygoycusu medya ile sıkmabaş dayatmalarını yenileyip hızlandırma bu eğilimin kanıtıdır. Kimilerinin 17 Aralık nedeniyle suskunluğa, hattâ donukluğa bürünmeleri yanında Fethullah Gülen’in karıştırıcı konuşmaları her olasılığı düşündürüyor. Futbol karşılaşmaları sırasında bıçakla öldürülen 16 yaşındaki çocuk, herkesi derin acıya boğdu. Sorunun “Futbol terörü mü, değil mi?” tartışmasına indirgenerek öbür boyutlarının gözardı edilmesi yerinde saymamızın değişik bir görüntüsüdür. Yeni Türk Ceza Yasası ve uygulama yasası nedeniyle suçluların bir bir salıverilmeleri, çağdaş uygulamadan, etkin yaptırımdan, topluma kazandırma koşullarının yerindeliğinden başlayacak bilimsel çalışmaların nasıl savsaklandığını ortaya koymaktadır. Suçtan caydırma yetisi olmayan kuralların zararlı düzenlemeler olduğunda duraksanamaz, AB ülkelerinin koşullarıyla Türkiye’nin koşulları bir değildir. Geçiş süreci gözetilmeden sağlanan hoş görü, suça özendirme sayılır. Trafik kazalarıyla suçlara ilişkin çizelgeler incelendiğinde toplumsal düzene ilişkin endişelere katılmamak olanaksızdır.
Bir kez daha
AB’ne girmek için girilmedik kılık kalmadı. Eşit, onurlu, saygın giriş özeni, yerini herşeye karşın giriş paspallığına bıraktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930’lardaki saygınlığı, Avrupa diktatörlerin elinde inim inim inlerken Atatürk’ün önderliğinde kazandıklarımız, Milletler Cemiyeti’ne çağrılmamız, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi (12.1.1934), yabancı devlet büyüklerinin Atatürk’ü görmeye gelişleri unutuldu. Yalpalamalar, ödünler, ezilip büzülmelerle sonuç alınmaya çalışılıyor. Yeni yeni çıkışlarla, oyunlar ve saptırmalarla AB süreci dalgalanıyor. Şimdi de Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” sözünün değişik yankıları gündemi şişiriyor. Chirac’ın bu sözü dostluğa vurgu yapan, kültürel benzerlik ve birlikteliklerin önemini yineleyen bir açıklamadır. Asla soy-köken birlikteliği belirtmesi değildir. Ne var ki birçok kişi, AB’ne yaranmak için İlerleme Raporu’nda değinilen sözde azınlık sorunlarını bizde de tırmandıranların yanılgı ve yanlışlıklarına destek verdi. Yeterli bilgiyi edinmeden, siyasal ve hukuksal özelliklerin bilincine varmadan salt ideolojik saplantılar, iktidara yaranma ve konum edinme çabasıyla kaleme alınan yazılar yanında azınlık ve Bizans konularına doyurucu biçimde değinenler de oldu. Örneğin azınlık konusunda Aydın Akbay, Öztin Akgüç, Mehmet Türker, Kurtul Altuğ, Özdemir İnce herkesin anlayacağı açıklıkla değerlendirme yaptı. Erol Ertuğrul, İskender Özturanlı, Bertan Onaran da. İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal’la Oktay Akbal’ın güçlü değinileri yararlanılacak bilgiler içermektedir. Konuya yalın anlatımla bir kez daha değinmek yararlı olacak sanıyorum.
Türkiye’de Lozan Barış Antlaşması’yla belirlenen “müslüman olmayan yurttaşlar”la Bulgaristan’la yapılan anlaşmada anılanlar dışında asla azınlık yoktur. Yurttaşlarımızın soy ve inanç kökeni ne olursa olsun hepsi birbirine eşittir, hepsi devletin gerçek sahibidir. Aralarında hiçbir ayrım yoktur. Yurttaşlar arasında sınıf, derece vs. bir fark bulunduğunu akıl ve vicdan sahibi hiç kimse söyleyemez. Kürt kökenlilerin gelmedikleri kat, edinmedikleri olanak kalmamıştır. Ne olmamışlardır? Çoğunluğun içinden çıkıp azınlık olma isteminin mantıklı hiçbir yönü yoktur. Amaç, özerklik, bağımsızlık yoluyla ayrı devlet kurmak ve Türkiye’den toprak koparmaktır. Ne durumdan nereye gelindiği unutulmuştur. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir. -Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözlerini anlamayanlar Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan’ın intikamını almak isteyenler birleşmişlerdir. Devletin adı bile onları yanıtlamaktadır. Tarih, toplumbilim, Türkçe, siyaset, hukuk bilgisi olmamak bir yana okumak-öğrenmek alışkanlıkları, dinlemek terbiyeleri de yoktur. Fransa’nın kendi ülkesindeki azınlıklara, Korsika’lılara neler verdiği, nasıl davrandığı açıklıkla ortada iken Türkiye’ye dayatmalarına aldananlar uyanmalıdır. İşgüzarlık yaparak, bilgiç geçinerek rapor yazanların incelenmesi, bugüne kadar yazdıklarının ve yaptıklarının irdelenmesi kimbilir neleri kanıtlayacaktır? AB’ni arkalarına alıp demokrat görünerek, bilgiçlik ve ilericilik taslayarak kendi ilkel milliyetçilik duygularına esir olup olmadıkları anlaşılacaktır. Ne eksik, neleri yok, bunları söylemiyorlar. Uygulamadan kaynaklanan haksızlıklar hepimiz için geçerli. Kürt kökenlilere kötülük yapan kürt yok mu? Ceza ve tutukevlerindeki müslümanlara bakıp müslümanlık nasıl kötülenemezse, kimi kötülüklere karışmış kişilere bakıp Atatürkçülüğü ve lâikliği kötülemek de asla geçerli olamaz. Ulusal Kurtuluş Savaşı birlikteliğiyle Avrupalıların adını koyduğu topraklarda “çoğunluğun adı adımız, dili dilimiz” ilkesini benimseyerek yurt edinmenin, ulus olmanın kıvancını yaşamak varken bölücülük yapmanın anlaşılır yanı yoktur. “Türkiyeli” ya da “Anadolu Devleti” devletin kurucu varlığını, insan topluluğunu dışlayan bir yetersizlik taşımaktadır. Konuşma dilinde “Türkiyeliyim” her şeyi karşılamamaktadır. Halk arasında doğum yeri, memleketi de söylenmektedir “Sivas’lıyım, Tokat’lıyım” gibi. Yabancılarla konuşurken ülke adı verilebilir. Yeni bir şey değil. Bu söyleniyor. Toprağı anlatan bu belirleme ya da belirtme yurttaşlığı açıklamıyor. “Nerdensin, nerelisin?” sorusunun yanıtı olsa da “Kimsin, nesin?” sorusunun yanıtı değil. Bu sorunun yanıtı yurttaşlık bağıdır. “Türkiyeli” ya da “Anadolulu” sözcükleri yurttaşlığı ortaya koymaz. “Türkiyeli” denilince bahane yapılan kürtlük de açıklanmış olmuyor. Anayasa Mahkemesi’nin DEP’in kapatılmasına ilişkin kararında şu tümce, ilgilisini kapsayan, ilgisizini dışlayan doyurucu bir içeriktedir:
“Devletin tek’liğinden, ülkenin tüm’lüğünden, ulusun bir’liğinden ödün vermeden herkes soy ve inanç kökenini özgürce açıklayarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı kurumu kapsamında tam eşitlikle kucaklaşır.”
Geriye hiçbir şey kalmamaktadır. Yurttaş-vatandaş olarak Türk olduğunu söylemek kürt, çerkez, laz, boşnak, arnavut vs. kökenini kimsenin elinden almamaktadır. Nasıl ki hristiyan, musevi, olanların dinini ellerinden almadığı gibi. Yurttaşlık-vatandaşlık devletle olan bağın adıdır. Anayasal bir kurum, anayasal bir konumdur. Anayasal bir niteleme, anayasal bir bağdır. Irkı belirlemez. Önemli olan yurttaşlığın tanımıdır. Yürürlükteki Anayasa’nın 66. maddesi vatandaşlık başlığı altında vatandaşlığı tanımlayacakken Türk’ü tanımlamıştır. Bu da Türklüğün vatandaşlık olarak algılanması biçiminde yorumlanmaktadır. Ancak hem bir ırk tanımıdır, hem de Türk gerçeğinin ters yorumlanmasına neden olur. 66. madde bana göre “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının oluşturduğu Türk Ulusunun bireyleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” olmalıydı, olmalıdır. Çoğunluğun adıyla anılan ulus ezici, eritici değil, birleştiricidir. Tito, küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birliği sağlayacağını sandı, Tito gitti, Yugoslavya bitti. Atatürk küçük kültürleri ulusallaştırdı. İşbirlikçi sapkınlara, sözde dostlara, tüm düşmanlara karşın ayaktayız. Apo’yu şaşırtan ve aşan önerilerle ulusal birliğe zarar verenleri kınamak yetmiyor. Toplumu bilgilendirmek gerekiyor. İktidarın yetersiz tepkisi, yanlış boşluk doldurması da yarardan çok zarar getiriyor. Ümmetçiler ulusalcı olmadıklarından, ulus bağı yerine din bağını istediklerinden onların umurunda olmayabilir. Türk toplumunun yaradılışı ve yapısı, ulusal varlığının başlıca dayanağıdır. Kimliksizmişiz gibi, kimliğe gereksinimimiz varmış, kimlik arıyormuşuz gibi görünüm veren olumsuz çabaların, kendini yadsıma aymazlığının getirdiği sonuçlarla Chirac’ın sözleri birleştirilebilir. Karen Fogg çocuklarından Bizans çocuklarına uzanan çizginin sorumluları da azınl ıkçılardır. Türkiye şamar oğlanına çevirilmek isteniyor. Rauf Denktaş bir ara “Fogg çocukları”nın ne anlama geldiğini yaraşır olanlara söylediğini anlatmıştı. Bizans, yayılmacı Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. Biz bırakınız Bizanslı, Osmanlı da değiliz. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Atatürk’ün çocuklarıyız. Dostluk, kültür, ekonomik, siyasal işbirliğini dışlamıyoruz. Atatürk, Fatih’ten sonra İstanbul’u ikinci kez alan Türk büyüğüdür. Aynı yerde doğmak ve oturmak, aynı olmayı gerektirmez. Biz başkası değil, kendimiziz. Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla oluşan Bizans bizimle ortadan kalkmıştır.
Anayasal vatandaşlık
Kültür benzerliği ve kimi birliktelikleriyle tanımlamalardan korkacak, dostluk yaklaşımlarını geri çevirecek değiliz. Ama emperyalist açılımlara kesinkes karşıyız. AB Türkiye’yi balmumu gibi avucunun içine almak çabasındadır. Avuçları yanabilir. Bir ara anayasal vatandaşlık gibi öneriler ortaya atılınca Anayasa Mahkemesi’nin 32. kuruluş yıldönümü töreninde Başkan olarak yaptığım konuşmada buna da değinmiştim. Mahkeme arşivlerinde bulunması gereken basılı metnin o bölümünü olduğu gibi buraya alıyorum:
“... Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı, aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak, özgün adını anmayarak “anayasal vatandaşlık” biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya, böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşları oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslar arası andlaşmalarda belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarılıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sav’a, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde bir etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği bozmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulaması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen, birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen, her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı istemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.
Anayasa Mahkemesi’nin siyasal partilerle ilgili kararlarında yinelediği gibi kimsenin etnik kimliği, soy kökenini açıklaması yasak değildir. Böyle bir özgürlük bulunmadığı savı da gerçek dışıdır. Devlet dili Türkçe olup özel yaşamda anadil kullanılması yasağı da yoktur. Gizlendiği, aşama aşama ortaya çıkarılacağı anlaşılan aykırı istemlere ortam ve olanak hazırlama niteliğindeki çabalarla yöntemler geçerli olamaz.”
On yıl önceki bu konuşmanın önsezilerden ilerde sayılacak bir gerçekçiliği yansıttığı kuşkusuzdur. Yabancıların kollarında, kucaklarında, ellerinde olanlar, yabancı vakıfların temsilciliklerini yüklenenler, yabancı kuruluşların sponsorluğunda halkımızı aldatanlar tarihi, özellikle Atatürk’ün Büyük Söylev’ini yeniden okumalıdırlar. Çevremize bakmaları yeter, anlayacaklarsa.
Neler oluyor?
Çelişkiler, çarpıklıklar siyasal güç gösterileriyle sürüp giderken olaylar yatak ve kanal değiştiriyor. Oyalama ve avutma da öylesine. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasiyi herkesin istediği gibi davranacağı, aklına eseni yapacağı, konuşup yazacağı bir başıbozukluk, disiplinsizlik düzeni gibi algılamanın belirtileri tüm sakıncalarıyla yaşanmaktadır. Soygunlardan kapkaçlara, töre uygulamalarına, spor anarşisine değin her çirkinlik kol gezmektedir. Hakkını aramak isteyenlerin yıllarca beklediği, sonunda en sağlıklı güvencemiz yargıya bile güven duymama durumuna gelebildiği söylenen bir ülkede kimse rahat olamaz. Gösteri, tutku, şaşkınlık, bilgisizlik, çocukluk, gençlik, görgüsüzlük, şımarıklık ne denirse densin olaylar, bayram öncesinde, sırasında ve sonrasındaki trafik kazaları ürkütücüdür. Yalnızca Ramazan (Şeker) Bayramı’nda 81 kişi öldü, 261 kişi yaralandı (Milliyet, 18/11/2004). 19 kişi de cinayette yitirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü açıklamasın da 2004 yılının 9 ayında 262589 asayiş olayında 5602 kişi öldü, 70872 kişi yaralandı. 14403 kapkaç olayı saptandı. Bu sürede kayıtlara geçen 352895 trafik kazasında 2277 kişi öldü, 81978 kişi yaralandı. Savaşlarda bile bu ölçüde insan yitirilmiyor. Bakınız tersliğe, Irak’ta da savaştaymışız gibi ABD ve İngiltere askerlerinden sonra en çok ölü veren Türkiye’dir. Bugüne değin (23.11.2004) Irak’ta 63 yurttaşımızı yitirdik. Ulusumuz bu sorunların etkin girişimlerle çözümünü beklerken milletvekillerinin ödeneklerini artırmaya çalıştıklarına ilişkin haberler basında yer almaktadır. Irak’ta bir hafta içinde 7 Türk öldürülüyor, cılız sitemlerle tepkimiz sınırlı kalıyor. Anayasa gereği uyulması zorunlu yargı kararlarını gözardı edenler, bu kararlarla bağdaşık milletvekili andını unutanlar, Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesini bile yasakladığı cumhuriyetin lâiklik niteliğini tartışmaya açanlar sıkmabaş için alanları doldurup camileri kullanırken, eğitim-öğretimi kesintiye uğratırken Irak’ta ölen yurttaşlarımız için derin bir sessizliğe gömüldüler. Bu da yetmiyor, yine Anayasa’nın değiştirilmesini, tersine işlem ve uygulama yapılmasını yasakladığı devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü, dilini, tekilliğini, ulusal yapıyı tartışmaya açıp bunların yıkılmasına çalışıyorlar. Bu bozgunculukları ve kendilerini yadsıyıp demokrasi ve özgürlük adına yürütüyorlar.
Kendilerine yasalara aykırı biçimde, yetkili ve ilgililerin anlamsız hoşgörüsünden yararlanıp “AK Parti” diyen Adalet ve Kalkınma Partililer, doğanın ak örtüsüyle ansızın karşılaştılar. IMF ilişkileri, özelleştirme bildirileri, işçi olayları, memur etkinlikleri, öğrenci gösterileri, ekonomik sorunlar birbirine eklenirken 17 Aralık’ı atlatmaya öncelik verdikleri anlaşılmaktadır. Bu duruma anamuvafakat partisi de kendi içindeki çalkantılarla destek olmaktadır.
Muhalefet değil, muvafakat
Gerçek muhalefeti oluşturacak güçlerin dağınıklığı ülkemiz için talihsizliktir. Bu durum sürdükçe lâik cumhuriyet karşıtı gericiler iktidarı bırakmayacaklardır. Aydın geçinenlerle, aydın sanılanların yapay sorunlarla, çocukça sayılacak nedenlerle uğraştığı günümüzde gericilerin ilke ve parti gözetmeksizin dayanışmaları demokrasinin gerçek gücü olan muhalefet yoksunluğunu ortaya koymaktadır. Yasama organına giren ikinci parti de anamuhalefet olmaktan ötede anamuvafakat partisi durumundadır. AB’ne Başbakanla gitmeyi onur saydığını söyleyen liderlerin kadrolaşma, lâik cumhuriyetin temel değerlerinden verilen ödünlerle kimi hukuksal, ekonomik ve siyasal uygulamalar konusundaki yavaşlığı yavanlık sayılacak niteliktedir. Bu soruna parti içindeki kavga düzeyine gelen çalkantılar eklenmiştir. Bir İlçe Belediye Başkanı’nın çıkışları çok yönlü düşünülecek özellikler sergilemektedir. Ülke düzeyinde iktidarın amacını, yöntemindeki sakatlıkları bir fırtına etkisiyle duyuracak demokratik çabalara tanık olunamamaktadır. Uygar atılımlarla demokrasinin erdemini halka tattırmak muhalefetin görevidir. Üstelik taşkınlıklara karşı da en iyi örneği oluşturmaktır. Kimi yasaları Anayasa Mahkemesi’nin uygunluk denetimine sunmaktan ötede doyurucu bir muhalefet girişimi görülmemektedir. Yeni Türkiye Partisi ile birleşme de şimdilik bir sonuç getirmemiştir. Birleşmelerin yararı ve zorunluluğu yönünden anlamlı bir başlangıç sayılabilir, o kadar. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ile Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nin örnek, öncü olarak birleşmesinin kimilerinin kendi imzalarına ters düşen tutumlarıyla sonuçsuz kalması, siyasal tarihte değerlendirilecek bir engellemedir.
Öbür muhalefet partileri de ilkeler konusunda yeterli duyarlık ve özenden yoksundur. Sıkmabaşa verdikleri önem kadar başın içine önem verseler, lâik cumhuriyetin anlam ve değeriyle amacını tam kavrasalar muhalefet görevlerini yerine getirirler. Dinsel inançları oy aracı saymak anlayışı sürdükçe siyasal oluşumların çağdaş görünümlerini, olumlu sonuçlarını yaşamak olanaksızdır. AB zoruyla biçimsel değişiklikler, “uyum” adıyla kimi düzenlemeler de yapılsa özde bir ilerleme olasılığından söz etmek bile güçtür.
Daha başka şeyler de var
Kızılay saygın kurumlarımızdan biriyken hukuksal bozuklukların yaşandığı bir ortama sürüklenmiştir. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları yerine getirilmemekle, oldubittilerle sonuç alınmaya çalışılmakla, siyasal iktidar yandaşları kendilerini güvenceye alarak hukuka karşı çıkmakla büyüyen suçlamalar birbirine eklenmektedir. Yargı organlarının yansızlığı, bağımsızlığının doğal sonucudur, gereğidir. İktidar etkisinde kalınacağını, ona açık durulacağını sanmıyorum. Yargı kararlarının yerine getirilmesini sağlamak, iktidarın görevidir. Yargı kararlarının uygulanamadığı bir devlet hukuk devleti olamaz. Uygulanmasını sağlayamayan, tersine tutum sahibi bir yönetim de geçerli sayılamaz. Kızılay’ın adına, onuruna uygun durum, tüm ilgililerin vicdan borcudur.
Ayrıca, Sayıştay üyeliği seçimlerini kendi istediklerinin seçilmesi, Sayıştay’dan kadrolaşmanın gerçekleşmesi için geciktiren iktidar TBMM Bütçe Plân Komisyonu’nda haklı eleştirilere uğramaktadır. Kadrolaşma çabaları yargı organlarını aşarak, kimi yargısal görevler verilen Sayıştay’ı da kapsamına almıştır. Kimileri kadrolaşmanın Sayıştay’da başladığını da ileri sürmektedir. Nerede olursa olsun, siyasal kadrolaşma sakıncalıdır, tehlikelidir, bugünün iktidarının karşısına muhalefet düştüğü zaman çıkacak en büyük engeldir. Ne yazık ki iktidar kadrolaşma hırsından vazgeçmiş görünmemektedir.
Açılışlar, çekilen nutuklar, korunan yandaşlar, savsaklanan görevler, ele alınmayan dokunulmazlık dosyaları, medya destekleri ortadadır. Her yere siyaset girmiştir. Yalnız kendilerini akıllı sananların akıllarından zoru olmasa da kuşku duyulur. Erzurum’da liselerarası basketbol şampiyonasını izlemeye gelen lise öğrencilerinin kızlar ve erkekler olarak haremlik-selâmlık biçiminde ayrı ayrı oturtulmalarını savunmak ilginç bir ölçüsüzlük örneğidir. Okullarda kız-erkek karma düzene geçildiği yılı anımsayıp şimdi yöneticilik yapan öğretmenlerin tutumuna bakınca üzülmemek elde değil. İktidara yaranmak ve bir yerlere gelebilmek için mesleğin gereklerini bırakıp dinciliğe soyunmanın hiçbir anlamı yoktur. Milletvekili ve Bakan olabilmek için ilkeleri gözardı edip her partiye girebilen, parti parti dolaşan, göze girip yandaş görünerek bir yerlere gelmek isteyen kişiliksiz ve niteliksizler demokrasiye, kurumlara, mesleklere, topluma, kendilerine zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazlar.
İşte sayılar
Yabancıları edindiği taşınmazlara ilişkin sayılar giderek kabarmaktadır. Kasım 2004 ortasında yabancı uyruklu kişilerin Türkiye’de sahip oldukları taşınmazların 271 bin dönümü bulduğu duyuruldu (Gözcü, 12.11.2004, sayfa 1). Habere göre taşınmazlar 44215’e ulaştı. Bunların %31.4’ü Yunanistan uyrukluların. %28.5’i Federal Almanya, %12.8’i İngiltere, %11.5’i de Suriye uyruklularındır. Gelecekte karşılaşılacak istekler, öneriler, oyunlar, dayatmalar, dış baskılar için ortam hazırlanmakta olduğu kuşkularını doğrulayacak hızda yabancılar taşınmaz edinmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin iptal başvurusunu görüşmesinden sonra dinleme kararı aldığı yazılmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi, sonuç iptal olsa bile, tehlikeleri hafifletemez.
Kıbrıs konusunda seçime gitmeyi zorunlu kılan olumsuzluklar yaşanmaktadır. AB ülkelerinin desteği, ABD’nin baskısıyla gelinen durum içaçıcı değildir. Kıbrıslı soydaşlarımız kandırılmıştır. AB Parlamentosu’nun aylar sonra yardımı onaylaması sorunları çözecek ağırlık taşımamaktadır. Tersine AB üyeliği için Güney Kıbrıs Rum yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıması koşulunun Türkiye’yi düşüreceği durum bundan da kötü olacaktır.
Kimi tasarıların TBMM’de görüşülmesinin öngörüldüğü günlerde 17 Aralık sonrası siyasal yaşamın neleri getireceği de kestirilmeye çalışılmaktadır. Görüşme günü alacak iktidarın güç gösterilerine girerek kimse için bir şey kazandırmayan sözde uyum yasalarından sonra Anayasa değişikliklerine kalkışacağı, YÖK Yasası ile sıkmabaşı da içine alan yeni açılımlar deneyeceği, yargıda etkinliği daha artıracağı, kadrolaşmayı her organa, her birime yayacağı konuşulmaktadır. AB ülkelerinin karşı çıkarak üyeliği tehlikeye sokacak kimi uygulamaları iktidarın 17 Aralık sonrasına bıraktığı, ertelemelerle AB ülkelerine şirin görünmeyi yeğlediği söylenmektedir. Onlar da bu tutarsızlıkları, bu kurnazlıkları ayırdedemeyecek düzeyde değillerdir. Bu nedenle neler olacağını o zaman göreceğiz.
Bu vesile ile Atatürk’ün büyüklüğü her gün yeniden ve daha büyük oranda anlaşılıyor. Olanları izledikçe, olacakları düşündükçe, O’na olan hayranlık, bağlılık ve saygı daha artıyor. 5 Mart 1931 günü milletvekili aylıklarını 350 liraya indiren yasa TBMM’de kabûl edilmişti. 1932’de Milletler Cemiyeti Türkiye’yi üyeliğe çağırmıştı. Nerden nereye gelindi. Açıklık, saydamlık, gerçekçilik, içtenlik, kararlılık, etkinlik, onurluluk O’nun zamanında doruktaydı. Saygınlık tanımı güç ölçüde büyüktü. Güvenirlik de öyle. Şimdiki kimi siyasetçiler seçmenlerine minnet döneminden sonra sanki cinnet dönemine girmişçesine onlardan uzaklaşıp kendi çıkarlarına düşüyor. Bu arada şeriat kurallarına ilişkin tartışmalara katkıda bulunmak amacıyla bir açıklama yapmak gereğini duydum. Türkiye tarafından Cidde’de imzalanan ve 3.8.1996 günlü, 4163 sayılı yasayla onaylanması uygun bulunan “İslâm Ülkeleri Arası Yatırım ve İhracat Kredi Sigortası Kurumu Kuruluş Anlaşması”nın şeriatı öngörmesi nedeniyle ilgili Bakanlar Kurulu kararının imzalanması aşamasında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i arayarak gereken açıklamayı yapmam üzerine kararname üç paragraf ve üç fıkrasına “ihtirazî kayıt” (hakları saklı tutma açıklaması) konularak imzalanmıştır (Resmî Gazete, 19 Mart 1997, Sayı 22938, sayfa 1).



Fethullah Gülen’in sözleri
Beni kötüleyen konuşmalarını yayınlarda izlediğim F. Gülen’in daha önce gönderdiği övücü mektuplara anılarımda değineceğim. Adamlarının konuşma için çağrılarını, gelip gitme isteklerini, geri gönderdiğim kitap paketlerini, armağanları da anlatacağım. Gazetesinde gerçekleri çarpıtıp amaçlı değerlendirmeler yapmakta, kamuya yanlış tanıtma çabalarını kendileriyle görüşme isteklerini kabûl etmememe karşın konuşmuşum gibi yayın yapmaktadırlar. Türkiye’de yaşanacağını söylediği kötü olaylar bugünkü iktidar karşıtlarının değil, kanımca, yandaşlarının neden olduklarıdır. Nasıl sıkmabaş için sessizliği seçmişler bekliyorlarsa, güvendikleri ve kendilerine dayanan iktidarı güç duruma düşürmemek için, yine kanımca, parmakları tetikte, bir elleriyle namlunun ağzını tutarak bekliyorlar. Bu iktidarın yerine başka bir iktidar, ilerici bir iktidar olsaydı yalnızca sıkmabaş için alanları cami önlerini, üniversiteleri kan gölüne dönüştürmeleri işten bile değildi. Irak olayları sıkmabaştan daha az mı önemli ki susuyorlar? AB üyeliği için verilen ödünler ondan az anlamlı mı ki duruyorlar? Şimdi aydınlara saldırılmamasının nedeni iktidarı sarsmamak içindir. İktidar yıpranmasın diye sabırlılar. Takiyyeleri anladıkları, bildikleri için bekliyorlar. Şimdiye kadar hiç gericilerden öldürülen oldu mu? Öldürülenlerin hepsi ilericiler. Demekki öldürtenler de, öldürenler de gericilerdir. Dindarlığı köktendincilikle gölgeleyen, islâmiyetle terörizmi yanyana getirten, inanca en büyük kötülüğü yapıp en büyük zararı veren dinden anlamayan, dini kötüye kullanan, lâikliğin dini vicdana yerleştiren değerini gözardı edenlerdir. Din bilginlerine, toplumbilimlerinin değişik dallarında ün yapmış bilimadamlarımıza karşın eğitim ve öğretim düzeyi bilinen F. Gülen’i dinlemenin, ABD’nin müslümanlığa ve müslümanlara karşı tutumunu onaylarcasına onun korumasına sığınan kişiye kulak vermenin anlamsızlığı açıktır. Müslümanlıkta Allah ile kulu arasında hiçbir araca yer yoktur. Kur’an dışında kaynak aramak ta boştur. Yansıyan ve yayımlanan demeçlerle iç ve dış ilişkileri, bilgilerin kaynağı iyice araştırılmalı, yargı evreleri üzerinde durulmalı, hakkındaki yayınlar değerlendirilerek hiçbir haksızlığa neden olmayacak duyarlıkla gerekenler savsaklanmadan yapılmalıdır.
Yurtiçi, özellikle yurtdışı ilişkiler, olanaklar, emanetçiler, sözde yöneticiler, yabancı ülkelerdeki varlığın kaynakları, dayanakları, temsilciler vd. ne varsa didik didik edilmelidir. Demokrasiler, hesap sorma, denetim düzenleridir. Gizli ilişkiler, kapalı sistemler demokrasiyle bağdaşmaz.
Irak yarası
“Türkiye tek başına girmeliydi, ABD’ye kolaylık tezkeresi Meclis’te kabûl edilmeliydi” tartışmaları sürerken ABD Irak’ta Irak’lı bırakmamacasına kıyım yapmaktadır. Bush’un yeniden seçilmesiyle artan şiddet eylemleri gelecekte başka ülkelere yönelme olasılıklarını da gündeme getirmektedir. ABD’nin tutumu tüm anlaşmalara aykırıdır, hiçbir kural tanımamaktadır. Kuralı kendisi koymakta, kendisi uygulamaktadır. Gerçekdışı savlarla girdiği Irak’ta hergün biraz daha bataklığa saplanmakta, gelecekte her ülkeye zararı olacak oluşumların tohumlarını atmaktadır. Terörle savaş adına en ağır terör estirilmektedir. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK-Kongra/Gel örgütüne hoşgörüsü Türkiye’ye dostluk sözlerine karşın en yumuşak biçimde sürmektedir. Irak’ta devletini, ülkesini korumak isteyenler terörist sayılıyor da Türkiye’yi bölüp parçalamak için onbinleri öldürenler niçin terörist sayılmıyor? ABD’nin Irak’ta ne işi var? PKK-Kongra/Gel örgütü ve destekçileri milliyetçi, yurtsever sayılıyor da ülkesini yabancı işgalcilere karşı koruyan Irak’lı nasıl terörist oluyor? İşin utandıracak yanı müslümanların suskunluğu, tepkisizliği, dağınıklığı yanında Avrupa ülkelerinin pısırıklığıdır. Kendilerine dokunmayan teröre ses çıkarmadıkları gibi ABD zulmüne ve vahşetine de katlanmakta dinsel ve siyasal nedenlerle ölümleri seyretmektedirler. Müslümanların böyle bir ortamda Ramazan Bayramı’nı kutlamaları bile düşündürücüdür.
Irak sorunu üzerinde dururken Turgut Özal’ı anımsamamak olanaksız. Hâlâ onu öven, doğal, olağan gelişmeleri, artan uluslar arası ilişkiler nedeniyle gelinen düzeyi tümüyle ona bağlayanlar var. Kötülüklerle köktendinciliğin sakıncalarına değinmemizi küçümseme ve alayla değerlendirmekten ötede hakaretle karşılayıp kötüleyen aşağılıklar, affedersiniz, alçaklar var. Kimi marksist, kürtçü, bölücü, ırkçı-turancı, faşist, şeriatçı, terörist kendileri gibi olmadığımız, Atatürkçü olduğumuz için bize saldırıyor. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, demokrasiyi, aklı, bilimi, gerçeği, kişiliği, onuru, namusu, ahlâkı, adaleti, insanlığı savunduğumuz için karalanıyoruz. Yalancıların, sahtekârların oyunlarına geliniyor. Duruşumuz, Türkiye karşıtlarını kudurtuyor. Özal’ın Kürt devleti, federasyon konusunda etki yapmaya, kandırmaya, nabız yoklamaya geldiği yargı organlarında aldığı sert yanıtlar ilgililerce bilinmektedir. Onun başlattığı aykırılıklar sayılmayacak kadar çoktur.
Kerkük’de kürt çoğunluğu sağlamak için belediye seçimlerinin ertelenmesi, Irak genelinde güvenlik gerekleri sağlanmadan genel seçimlere karar verilmesi Türkiye yönünden çok önem taşıyan olgulardır. Bakalım iktidar ne yapacak, nasıl davranacak? İnsan Hakları Danışma Kurulu’na yapılan atamalar iktidarın inadının açık belirtisidir. Kamuoyunun yakından tanıdığı kimi yandaşlarla yanaşma çabasında olanlardan kimileri iktidarı okşayan görüşleri, yazıları ve tutumları nedeniyle kurula alınmışlar, kurul yöneticilerinin önerileri geri çevrilmiştir. Azınlık konusu başta kimi görüş, değerlendirme ve önerilerine katılmasak bile alanında uzman, yansız, siyasal katılığı olmayanların dışlanması uygun olmamıştır. Bunlar iktidarın bildiğini okumayı sürdüreceğini, hattâ daha çok yandaşını bir yerlere getirerek kadrolaşmayı yayacağını göstermektedir.
Rumların Kıbrıs’ta kadınlara saldırdıklarına, erkekleri öldürdüklerine ilişkin kıyım açıklamaları kimilerinin aklını başına getirip gözlerini açacak mı bunu da göreceğiz. Kıbrıs seçimlerini de.
İnanç bağımlılığı ve çıkar düşkünlüğü beyinleri kerpiç-tezek durumuna getirirse önemli sorunların hiçbir değeri yoktur. İnsanları aldatmak, amacına erişmek için en kolay yol inanç sömürüsünden geçmektedir. Batıda da, doğuda da yumuşak karın budur. Namus, onur, saygınlık, bağımsızlık, özgürlük, kişilik, soyluluk düşünülmezse çekilecek sıkıntıların, yaşanacak güçlerin kesilmesi olasılığı yoktur. İbretlik yazarlar bunun kanıtıdır.
Medyanın plakları
Atatürkçü gençlerin temiz duygular, iyi düşüncelerle çalışmaları kimi Atatürk karşıtlarını öfkelendiriyor. Kezlerce yazmamıza, açıklamamıza karşın yakıştırmalarından ve yalanlarından vazgeçmeyen medya papağanları bilmedikleri ve bilmek istemedikleri konuları çarpıtarak sapkınlıklarını sürdürüyor. Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, lâikliği, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, insan haklarını kavrayamadığı görülen kimi aymazlar, diktatörlüğüne karşı olduğumuz Saddam’ın ülkesini işgalci dış güçlere karşı savunmasını uygun bulmamızı Saddamcılıkla suçladı. Yazılarımızı kadrolu yazar olarak, ücret alarak yazmadığımızı, sorumluluğumuzun kendi görüşlerimizi içeren yazılarımızla sınırlı olduğunu vurgulamamıza karşın bir dergide yazan herkesin bir örgüt üyesi gibi birlikteliği ya da işbirliği ileri sürüldü.Yargıda olan konu için yargıyı etkileyici açıklamalar yapıldı. Görevin, ordunun çağrının ne olduğunu bilmeyen, tersine silâhlı kuvvetleri “zaptiye” nitelemesiyle küçümseyip alaya alan kimileri kendi geçmişlerini unutup marksist, kürtçü, şeriatçı, bölücü olmayan onurlu insanlara saldırdı. Kendi yazdıkları gazetedeki tüm yazarlar aynı çizgide, aynı düşüncede, aynı ahlâk değerleriyle donatılmışlar gibi atıp üfürüyorlar. Bir gazete ya da dergideki imza sahiplerinin bağımsızlığı, kişilikleri, özellikleri unutuluyor. Çünki işlerine böyle geliyor. Varlığımıza, değerlerimize yönelik saldırıları gözardı ediyorlar. İkinci Meşrutiyeti Kurtuluş Savaşı’ndan önemli bulan, lâiklik ve Atatürkçülüğü tehlike, ve belâ sayan zıpırlıklar onları mutlu ediyor. İnsanlık, ahlak, yurttaşlık anlayışları böyle. İktidar çığırtkanlığı, çıkar düşkünlüğü öyle düşürüyor ki ne yapacaklarını bilmiyorlar.
“Atatürkçülüğün-Kemalizmin olmadığını” savlayacak kadar ileri giden şirretler var. Düzeyimiz ve kişiliğimiz gerekeni söylemeye engel.
Hele öyle bir düşüğü var ki. Görevde olduğum zaman yargıçlık niteliklerine, meslek gereklerine büyük özen içinde davranarak anayasal ilkeleri savunmam nedeniyle çöreklendiği köşeden sık sık bana saldırırdı. İrticanın iktidar yürüyüşünün ayak seslerini ilk sezenlerden biri olarak tehlikelere değinmem bu yalakayı rahatsız ediyordu. Hiçbir kişiye, kuruluşa, kuruma dalkavukluk yapmadan, hiçbir şeye sığınmadan, bağımsız ve özgür bir yurttaş, sorumluluk bilincine gölge düşmemiş bir hukukçu olarak duyarlığım ve özenimden gocunan içte ve dıştakiler ne söyleyip yazacaklarını şaşırıyorlardı. Kuyrukları yine boş durmuyor. Açtığım dâvalardan aldığım tazminatları, dağıttığım vakıf ve derneklere ilişkin makbuzları da sahiplerine gösterdim. Hangibirini sayayım? Dosyalarına bakarlarsa 1993’lü yıllardan bu yana yalanlarının, saldırılarının, haksızlıklarının belgelerini bulurlar. Terbiye kişiliğin, kişilik de insanlığın özüdür. Her havlamaya başını çeviren yolda yürüyemez. Eleştiriyi terbiyesizliğe dönüştüren ve yalanla dolduranlar, insanlıkdışı düşenlerdir. Hâlâ ödemeden kaçınan, özür dilemesini bile bilmeyen aymazları var. Babasının yanında kısa pantolonla yaramazlık yaparken, hukuk danışmanı ve köşe yazarı olduğum gazetede stajyer muhabirken tanıdıklarımın zamanla ne durumlara düştüğünü görünce içim burkuluyor. 1955-60’da ortaokul öğretmenleri olduğum iki çocuk (biri akıl hastahanesine de alındı) 30-35 yıl sonra benimle hiç konuşmadan, hiç görüşmeden köktendinciliğe kaymaları nedeniyle gülünç eleştiriler yazdı. Biri de şimdi gericilerin atadığı önemli bir yerde ama güç durumda. Arafat’ı terör dışı savaşımıyla övdüm, yitirilmesinden büyük üzüntü duydum. Arafatçı değilim.
Biraz ilgi Hiçbir siyasal kuruluşun üyesi değilim. Hiçbir dernek ve vakfın yöneticisi değilim. Bir üniversitede öğretim görevlisi, bir üniversitenin ilköğretim ve lisesinde yönetim kurulu üyesiyim. Karşılıksız yapmaya çalıştığım bu hizmetlerden başka görevim yok. Olmasını da düşünmüyorum. Tek adresim evim. Buna karşın yıllar önce çalıştığım yerlere kart ve mektup gönderiliyor. Yanıtta gecikiyorum. Oysa benim gönderdiklerimde adresim açıkça bellidir. Demek ki yeterli ilgi gösterilip not alınmıyor. En büyük kazancım dostlarımdır. Onlardan kopamam, onları unutamam ve onların adres yanlışlığına katlanamam.
 
http://www.idealimforum.com/yekta-gungor-ozden/17674-neler-oluyor.html#post33714

Yekta Güngör Özden - Neler Oluyor?

..

Elde var Sıfır

Elde var sıfır
 
 

Yekta Güngör Özden
27.12.2004/Sayı:72


Elde var sıfır

Aralık ayının ikinci yarısına AB tartışmaları ile Irak’ta öldürülen beş güvenlik görevlisi sorunu ile girdik. Deniz Kuvvetleri önceki komutanıyla eşinin ve kızının yargılanması, önceki Jandarma Genel Komutanı’yla önceki Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin de yargılanabileceği haberleri yanlı basının öne çıkarmaya çalıştığı olaylar. Hukuksuzluğun, yolsuzluğun, aykırılık ve sakıncanın nerede olursa olsun, kimler tarafından yapılırsa yapılsın ortaya çıkarılıp sorumlularının etkin yaptırımlara bağlı tutulmasını herkes ister. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratacak biçimde yaklaşımlar, önyargılı davranışlar, siyasetçilerin yaptıklarını unutturmak istercesine başka konularla gündemi değiştirme çabaları dikkat çekmektedir. Kendi gözlerindeki merteği unutup başkasının gözündeki çöple uğraşan Avrupalıların etkisiyle Millî Güvenlik Kurulu yapısındaki değişiklikle başlayan Silâhlı Kuvvetleri etkisizleştirme çabalarının Genelkurmay Başkanlığı’nı Millî Savunma Bakanlığı’na bağlama değişikliğiyle sürdürüleceği anlaşılmaktadır.
Söz AB’den açılmışken
AB üye adayı Türkiye Cumhuriyeti’ne verilecek görüşme tarihi nedeniyle yoğun çalışmalar yapıldığı, Başbakanın ve Başbakan Yardımcısı Dışişleri Bakanı’nın yurtdışında ayrı ayrı görüşmelerle yeni koşul sürülmesini önlemeye çalıştıkları bilinmektedir. Son olarak Çankaya Zirvesi’nde de Kopenhag ölçütleri dışında yeni koşul kabul edilmemesi konusunda görüş birliğine varıldığı duyurulmuştu. Liderler toplantısından önce de Avrupa Birliği Parlamentosu yarıya yakın karşıoyla Türkiye’nin AB’ne alınması doğrultusunda karara vardı. Başbakan Güney Kıbrıs’ı tanıma baskısına karşı toplantıyı terketmek durumunda iken masaya geri dönüp 1963 Ankara Anlaşması kapsamına AB’nin on yeni üyesini almaya ilişkin Uyum Protokolünün “Güney Kıbrıs’ı tanıma sayılmamak” sözlü kaydıyla imzalanacağını bildirdi. Türkiye ile görüşmelerin 3 Ekim 2005’de başlamasına, bunun Birliğe alınma için bir güvence olmayacağı, görüşmelerin her zaman askıya alınabileceği, kesilebileceği, sonuçsuz kalabileceği, görüşmeler sırasında yeni koşullar getirilebileceği, görüşmelerin tamamlanmasından sonra da üyelerin veto hakkı bulunduğu “ucu açık” sözüyle vurgulanarak, karar verildi. Karardan sonra Fransa ve Avusturya ayrıca halkoyuna gideceklerini açıkladılar. 15-20 yıl sürmesi beklenin görüşmelerin böyle başlaması, ne olursa olsun bir tarih alınması -sanki hiç tarih alınamazmış gibi- iktidar yetkililerince bir müjde gibi duyuruldu ve şenlikler yapıldı. Belki bir süre sonra Bayram olarak kutlanması için yasa önerisi ya da tasarısı gündeme getirilecektir. Yanlı medya çoğunluğunun günlerdir yürüttüğü tantana, tarih verilmesiyle büsbütün çığrından çıktı. Zafer nitelemeleri, Genelkurmay ile telefon görüşmelerinde “Kalbimiz sizinle” yanıtının alındığı söylentileriyle yaygınlaşırken Suriye gezisine çıkan Başbakan “İslam ülkelerinden kutlamalar aldıklarını” söyledi. Eşit onurlu, anlamlı bir AB üyeliği kolay kolay karşı çıkılacak bir durum değildir. Ne var ki tüm aday üyeler için getirilen koşullara özelde eklenen ağır koşullarla Türkiye’nin üyeliği engellenmekte, ayrıca yapısının bozularak zayıf biçimde girmesi için fırsat sayılan süreç tam bir yanlılıkla, belirgin amaçlarla kullanılmaktadır. Lozan’ı büyük ölçüde geçersiz kılacak, Sevr’i yeniden gündeme getirecek doğrultuda istekler birbirini izlemektedir. Yunanistan’la Ege konusundaki anlaşmazlığın Lahey Yüksek Adalet Divanı’na taşınması, etnik ve dinsel azınlıkların benimsenmesi, Devleti yıkmaya yönelik teröristlerin bağışlanarak kürt ayrımcılığının kabulü, Kıbrıs Rum Devleti’nin tanınması bunlardan kimileridir. Patrikhane’nin ekümenliği, Heybeliada Ruhban Okulunun açılması, sözde ermeni soykırımının kabulü de ABD desteğiyle koşullar çizelgesinde yer almaktadır. Bunları daha nelerin izleyeceğini kestirmek olanaklı değildir. Demokrasinin ne olduğunu yeterince kavrayamamış medya kesiminin şakşakçılığı gerçeklerin bilinmesini önlemektedir. İktidara yaranmak için ne yapacaklarını şaşıranlar ne kazanılıp neler yitirildiğinin ayırdında değildir. Önceki iktidarların başımıza getirdiği günümüz iktidarı kendi varlığı ve geleceği için AB’ni istemektedir, Türkiye için değil. Böyle olmasa idi onların istediklerini yapmaktan önce kendi ulusunun gereksinimlerini ve özlemlerini gözetirdi. Başta Anayasa, seçim ve siyasal partiler yasaları değişiklikleri, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, işsizlik, dokunulmazlık dosyaları nerde? Yapılan üstünkörü değişiklikler iyileşme, güçlenme doğrultusunda hiçbir şey vermiyor. İşte Türk Ceza Yasası, işte Dernekler Yasası ve öbürleri. Değiştirilmesi önerilemez lâiklik niteliği için koparılan fırtına. Yetkileri azımsanan Cumhurbaşkanlığının Başkanlığa dönüştürülmesi söylemleri. Geri çevrilen ya da iptal edilen yasalarda direnme. Değiştiği söylenenlerin sıkmabaş konusundaki inatları. Çağdaş Türkiye’yi yıllardır savunanların çizgisine değişerek geldiği savındakilerin önceleri karaladıkları insanlardan özür dileyecek yerde onların güvenliğini gözardı edip teröristlere özel bakım ve olanaklar sağladıkları bilinmelidir.
Olanlar ve olacaklar
“Zafer”, savındakilere Lozan ile Londra ve Zürih’i anımsatmak gerekir. 30 Ağustos 1922 ile Milletler Cemiyeti’ne girişi anımsatmak gerekir. Teokratik monarşiden cumhuriyete geçişi, Türk Devrimi çınarını tüm dallarıyla anımsatmak gerekir. AB’nin sıkı yandaşlarından Mesut Yılmaz’ın “Hezimet” nitelemesiyle Mümtaz Soysal’ın “Fiyasko” nitelemesi kanımca duruma daha uygun düşmektedir. Tarih alınması elbette kötü olmamıştır, iyi olmuştur. Ama bu koşullarla alınması iyi olmamıştır kötü olmuştur. Kalıcı kısıtlamalar korunmuştur. Deregasyonlar, uzun geçiş dönemleri, özel düzenlemeler ya da kalıcı koruma önlemleri her zaman söz konusudur. Bu önlemleri Komisyon her görüşme konusunda kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar ve tarım bağlamında olduğu gibi genişlikle kullanabilecektir. Yukarda değindiğim koşullar olduğu gibi sürecektir. Üyelerin veto hakları tartışmasız vardır. Ayrıca referanduma gitme kararları açıktır. Bunların en önemlisi de KKTC’ni sona erdirecek Güney Kıbrıs’ı tanımak sözüdür. AB sözcüsü karşıtlarını kışkırtmamak, yatıştırmak ve sakinleştirmek için bunun tanıma anlamına gelmediği açıklamasını yapmıştır. Oysa bal gibi tanımadır. Tanınacağı uyum protokolünün 10 yeni üyeyi içine alacak biçimde genişletileceği sözünün içindedir. Protokol imzalandığı gün tanınma gerçekleşmiş olacaktır, o kadar. TBMM’nde Brüksel liderler toplantısı öncesi görüşme önerisi çoğunluk oylarıyla reddedilmişti.Tarih alınınca Baykal-Başbakan tartışması öğrencilerin münazara etkinliği gibi geçti. Ucu açık süreç, sonuçta avutucu bir bağ ile de bitebilir. Tam üyelik yerine başka bir adla AB ile ilişki sürdürülüp Türkiye sömürüsü amacına ulaştırılabilir. Bu, ikinci sınıf bir üyeliktir. Zafer değil, HİÇ... Diplomasi siyasal şantajı, efeliği, blöfü kaldırmıyor. Onun çarkları güçle ve gerçekle dönüyor.
Avrupa Parlamentosu’nun kabul ettiği karar Türkiye yararına değildir. Bilinen tüm koşullar ustalıkla, tuzak biçiminde, satırlara yerleştirilmiştir. Azınlık dayatmaları, Kıbrıs’tan askerleri çekmek, ermeni soykırımı, Ermenistan sınırının açılması, güneydoğu sularının kullanılması, bölgesel kalkınma destekleri, tarım vd. hepsi vardır. Zaten 2014 yılına kadar akçalı bir yardım ya da destek asla yapılamayacaktır. Serbest dolaşım yoksunluğu da kesin. Parlamentodaki hayırcılar “Türkiye AB’ne hiç alınmasın” evetçiler de “Türkiye ancak bu koşullarla alınabilir” diyenlerdir. Bu koşullarla alınmak alınmamaktan kötüdür, çırılçıplak alınmaktır. Avrupa Güvenlik İşbirliği konusundaki tutumu belli olan ülkeler yükü yıkarak Türkiye’ye kendi pisliklerini yıkatacaklardır. Böyle süklüm püklüm, parça bölük, zayıf girmektense hiç girmemek elbet daha iyidir. AB’ne girenler bile bayram yapmazken yenilgiyi saklamak için bayram türü şenlikler düzenleyenlere bakmak gerekir. Partizanlığın ölçüsüzlüğü şakşakçılığın tiksindirip nefret duyuran türü bu olayda bir kez daha ortaya çıkmıştır. AB’ne katılsak birlikte olacağımız Yunanistan’la Kıbrıslı Rumların yineledikleri megaloidea ile enosisten vazgeçmemeleri, uçak dalaşmaları, kayalara bayrak dikmek çılgınlıkları, liderler kararından duydukları mutluluk bizim için iyi şeylerin olmadığı ve düşünülmediği gerçeğini yansıtmaktadır. Verilen ödünler nedeniyle suçlanmaktan ve sorumluluktan kurtulmak ödünleri haklı, olağan, yerinde, gerekli, zorunlu göstermek için abartılarla bayram yapılıyor. Gürültüyle bastırmak, üstünü örtmek istiyorlar. İlkellik ve görgüsüzlük sırıtan belediye otobüsleriyle parasız taşımak, belli yerlere yazılar asmak, nutuklar atmak, Atatürk’e saygıyla bağdaşmayacak reklâmlara uzanmak yakışık almamaktadır. Keşke ödünler verilmeden, onurlu, eşit biçimde AB’ne girilseydi de ulusal bayram yapılsaydı. Fransa, sözde ermeni soykırımını gündeme getireceğini hemen duyurdu. Üniter devlet yapısının sona erdirilmesi için özel kesimin kamu yönetimi üzerinde egemenlik kurup kararlara katılmasından başlayarak akçalı konulara değin genişletme çabaları, çoğulculuğu yozlaştıracak kötüye kullanmaların belirtisidir. Başbakanı karşılama, Ankara Kızılay toplantısı, medyadaki allayıp pullamalar partizanlık ve dincilik boyutlarını sergiliyor. Sonuç olumsuzken olumlu gösterip Fethullah Gülen’e bağlamak isteyenler de öne çıkmaya uğraşıyor. İbretlik bir tablo. Hepsine AB Şikesi de denilebilir.
Verilen tarih bir yükümlülük getirmiyor Avrupalılara. Verip de yitirecekleri bir şey yok. Tarih verecek, birçok şey alacak, hiçbir başka şey vermeyecek. Ödün vermeye hazır bir yönetim var. AB’ne girmeden, girmek kuşkulu iken, girmiş gibi aldatıp kendini güçlü göstermek isteyenlerin yaygarası var. Avrupa’dan yükselen sesleri duyurmak istemeyen koşullanmış medya var. AB’nin ne olduğu yeterince bilinmiyor. Tarihin neler karşılığı, nelere mal olarak alındığı anlatılmış değil. Binbir çıkış yolunun ortasına sıkışmış bulmaca yolcusu gibi oyalanan Türkiye var. Olay gerçek olsaydı, Türkiye’deki lâik cumhuriyet karşıtı köktendincileri dize getirip Avrupa ölçütlerine bağladıkları için mutluluk duyulurdu. Ankara Anlaşması’nı yeni üyeleri kapsayacak biçimde genişletecek uyum protokolüyle yeni ödün de verilmiştir. Bu kadar ödünü kim verse onu hemen Birliğe alırlardı. Tarih, üyelik sürecinin doğal gereği. Önemli olan sonuçtur. Eşitlik ve onurlu tutum isteyenleri suçlayan yalakalar bilim adamlarına ve uzmanlara “bilgisiz” diyen patavatsızlardır. Avrupa beslemelerinin yapamayacakları terbiyesizlik ve sapkınlık yoktur. Şimdi her ödünü verip bayram yapanlar ilerde neler yapacak göreceğiz. Kestirmek olanaksız. Kına bile yakabilirler. Aslında görüşme günü verilmesi de Atatürk’ün kazandırdığı düzeyle olmuştur. Bayram yapanlar da Atatürk karşıtlarıdır.
Aktörler
Başta iktidar, arkasında anamuvafakat partisiyle öbür sözde muhalefet partileri, şakşakçı medyanın kimi dalkavuk kalemleri, kimi cılız demokratik kitle örgütleri (kimi vakıf, dernek ve meslek kuruluşları) utanılacak sonucun sorumlularıdır. Durmasını bilmediler. Yalvar yakar olmasalardı AB ısrar edecekti. Başbakanın geciken çıkışları, ters dönüşü, daha sonra yenilgiyi zafer gibi ballandırarak anlatması güveni sarsıyor. Ödünler, aşağılanmak, küçümsenmek içe sinmiyor.
İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin “Recep Tayyip Kıbrıs’ı tanıyacağını söyledi” açıklamasını Patrik Bartholomeos’un “Sorunlarımızı Erdoğan halledecek, sabır önerdi” açıklaması izledi. Avrupa Parlamentosu Üyesi Feleknaz Uca’nın kürtçülerin bildirilerine destek vermesi yanında Madame Mitterand’ın Zana muhabbeti, gerçekleri görmemek için gözlerini oğuşturanlara gözlerini açtıracak belirtilerdir. Teröristleri geri vermeyen Avrupa ülkeleri Türk düşmanlığını AB ile özdeşleştirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de kimilerinin “Avrupasız olamayız, ne olursa olsun AB’ne girelim” görüşünü bilen Avrupa, Türkiye ile oynuyor. Kurtuluş Savaşı’nı Avrupa desteğiyle mi kazandık? Cumhuriyeti Avrupa desteğiyle mi kurduk? Devrimleri onların yardımı ile mi yaptık? Dünya ekonomik buhranını Avrupa’nın katkısıyla mı atlattık? İkinci Dünya Savaşı’na batılıların çabasıyla mı girmedik? Kanımca bize yaraşan “AB’ne girmek en doğal hakkımız. Onlar diktatörlerin avucunda kıvranırken biz pırıl pırıl cumhuriyetle demokrasiyi yaşıyorduk. AB Türkiye’yi almakla kendini kanıtlar. Türkiyesiz Avrupa olmaz” deyip açılan kapıda olumlu sonuca çalışmaktı. Şamata yapmak değildi. Avrupa kendi çıkarlarına ve siyasal durumlara bakmaktadır. Asıl olması gerekenler onları ilgilendirmemektedir. Bunu bilen siyasal iktidar kendi varlığını pekiştirip güvenceye almak amacıyla Başkanlık sistemini bile gündeme getirmeye hazırlanmaktadır.
Yenilenen ve yinelenen öneriler
Eğitim, kültür ve siyasal düzeyi doyurucu olmayan toplumlarda devlet düzenine ilişkin köklü değişiklikler büyük duyarlık gerektirir. Mutlak monarşiden cumhuriyete atlayan halkımız büyük mutlulukları Atatürk ve İnönü zamanında yaşamıştır. 1961 Anayasası nın kötü bir kopyası olan günümüz 1982 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’nın yetkileri yarıbaşkanlık sistemindekinden aşağı değildir. Bunu sorumsuz ama çok yetkili bir Başkanlığa dönüştürmek diktatörlüğe kapı açar. Köktendinci düzenden vazgeçmediklerini sıkmabaş ve kadrolaşma ile, tetikçi atamalarıyla perçinleyen siyasal iktidar, özlediği düzeni gerçekleştirmek için Başkanlık sistemiyle yanıp tutuşmaktadır. Gerçeklerle, bilimsellikle ilgisi olmayan savlarla gündem doldurulmaktadır.
Vatandaşlık tartışmaları da böyledir. Anayasa’nın ilgili 66. maddesinin yazılışındaki yanlışlık kötü niyetlilere bahane vermektedir. Anılan maddenin başlığı “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” olacakken “Türk vatandaşlığı”dır. Birinci fıkra vatandaşlığı değil, başlık doğrultusunda Türk’ü tanımlamaktadır. Oysa, vatandaşlık tanımlanmalı idi. Yine de amaçsal yorum yoluyla Anayasaya göre, vatandaş olmakla Türk olunuyor, Türk olmakla vatandaş değil. Hangi soy kökeninden ve inanç bağından olursa olsun devletle kişilerin bağı Türk Vatandaşlığıyla anlatılmaktadır. Bir ayrım yoktur. Türklük bir ırk adı olarak değil, bir vatandaşlık niteliği olarak, ilişkinin adı olarak kullanılmıştır. Yalnız Türk ırkından gelmekle vatandaş olunmaz, her ırktan vatandaş olunur. Bu gerçekleri tersine çeviriyorlar. Böylece T.C. vatandaşı olmaktan gurur duymayanlar durumu sömürüp yanıltıyorlar. Belirtilen nedenlerle kurulan vatandaşlık (yurttaşlık) bağından kıvanç duymayanlara söylenecek söz çoktur. Bir devletin bir vatandaşı olacağını ama aynı kişinin başka devletin de vatandaşı olabileceğini daha önce yazmıştık. Ulusu bölme çabalarını vatandaşlık tartışmalarıyla genişletmek isteyenler rahat durmamaktadır. İşin acı yanı, bunların safsatalarını, yalanlarını, saçma sapan savlarını gündeme taşıyan medya da vardır. ABD’nin kuklası olmayı, Irak işgalini benimseyen, ayrımcılık için terörü kullanılmayı uygun bulanlara sayfalarını açanlar. Nice konu ve sorun sahipsizken. İlgilenecek, duyurulup yansıtılacak birçok olay varken.
Medya
Birkaç kişilikli yazar, birkaç düzeyli yayın organı dışında medyanın durumu içler acısı. Çıkar kimilerini hemen küçültüp bitiriyor. Tutumu ve doğrultusu belli iktidarın başarısızlığını tersine çevirip “zafer” demek, halkına ihanettir. Medya çökmüştür. Onurlu ve yürekli birkaç organın varlığı (onların da kimi yanları, kimi sorunları ve aykırılıkları yok değil) sonucu değiştirmiyor. Kendileri de yakınıyor. Yalakalık ve yaranma yarışması üzüyor. Nerede basının evrensel nitelikleri? Nerde ilkeler, verilen sözler, basın ahlâk yasası? Nerde yurt gerekleri, ulusal çıkar, yaşam gerçekleri, dürüstlük, kişilik ve onur? Yabancı sözcükler, karışık anlatımlarla bilgiçlik taslıyorlar.
Toplumda yalancıların çığırtkanlığı, gerçekçilerin pısırıklığıyla dolaylı biçimde destekleniyor. Silâh, kavga, hukuk dışı girişim, elatma aklı başında kimselerin isteyeceği ve önereceği durumlar değildir. Ama bakmasını bilmek, seslerini duyurmak, eleştirmek, önermek, uyarmak gibi yapıcı eylemlerin, demokratik yöntemlerin savsaklanması da doğru değildir. İlgisizlik, tepkisizlik ve suskunluk demokratik çöküntü belirtisidir. Dinciler, kendilerinden biri ne yaparsa yapsın arkasında oluyorlar. Dindar yalan söylememeli iken din yoluyla her dinsizliği yapıyorlar. Aydın sanılanlarla, kendilerini aydın sananların dağınıklığı, birbirlerine ve kendilerine karşıtlığı, aykırılık ve kötülükleri anlatmakla bitmez. Yıllardır özverilerle gerçekleştirmeye çalıştığımız, birleştirme sağlamaya çabaladığımız dayanışma konusunda katkılarını esirgeyenler, karşı çıkanlar, olumlu sonuçları önleyip engelleyenler şimdi birleşmeden söz etmektedirler. Sağlık, varlık, zaman yitirildikten sonra öne çıkmak oyunlarıyla.
Kürtçülerin bildirisi-duyurusu
Kimilerinin kürtçülükle ilgili olmamasına karşın imzaladığı, kimilerinin tümüne katılmadığı, kimilerinin de imzasını koymadığını söylediği bölücü bildiri-duyuru Fransa ve Almanya’da özel sağlandığı anlaşılan desteklerle yayımlanmıştır. Gerçeklerle hiç ilgisi olmayan savlar, alınması olanaksız ve aykırı örnekler, içtenliksiz uygunsuz öneriler içeren metin, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının tipik bir örneğidir. Zamanı gözetilirse ülkemizi ve devletimizi güç duruma düşürmeyi amaçlayan ısmarlama bir çıkıştır. “Kürt güneşi”yle, Apo’nun komutasındaki terörle, Zana’ların kurlarıyla, Avrupalıların Türk düşmanlığıyla örülü ağ kendi ayaklarındadır. Medyadaki palyaçoların görmek istemedikleri tehlike giderek yakınlaşmaktadır. Vatan satıcılarına övgüler dizilip Atatürkçüler karalanırken uyuyanlar kendi yüzlerine bakamayacaklardır. Bu bildiri-duyuru Zana ve arkadaşlarını makamlarında kabul eden, onlarla görüşen, onlara yemek veren, olanak sağlayan, onları şımartan devlet yetkililerini düşündürmelidir. Bundan ders almış olmaları gerekir. Devleti koruyanları teröre açık tutup teröristleri olanaklarla donatmanın getirdiği olumsuz sonuçlar elbet AB sürecini etkileyecektir.
Avrupalı sözde dostlar Zana’ya ne için ödül vermişlerdir? Ne yapmış, neyi kazandırmış, neyi sağlamıştır? Ayrılıkçılara, teröristlere, katillere selâm anlamında değil midir? Bunları şımartarak AB’ne yaranmak isteyenler, bunları ortaya salarak neden olanların kendi kusurlarından yakınmaya hakları yoktur. Topraklarımız onların mı ? Papandreu’nun “Patrikhane Mekke’mizdir” sözüyle Paris’te bir sokağa Zana’nın adının verilmesi boşuna değildir. Eşleri Bakanın hanımıyla görünmek ve birlikte fotoğraf çektirmek için birbirlerini iten Dışişleri ilgililerinin bu konularda yapmaları gereken çok şey olmalıdır. Suriye Cumhurbaşkanı’nın modern eşinin yanında Başbakanın sıkmabaşlı eşi ve kızı çağdaşlık savlarımıza aykırı düşmüştür.
Başka neler
Üniversitelerde öğrencilerin birbirlerine saldırılarının savunulacak hiçbir yönü yoktur. Saldırı özgürlük ve hak değildir. Saldırı demokratik bir yöntem ve uygar bir davranış değildir. Kendine, bilgisine güvenemeyenlerin ilkel tutumlarının kaba biçimde dışavurumudur. Atatürkçü gençlerin bu olaylarla ilgisi olmaması sevindiricidir. Gençlerimize Atatürk’ün Büyük Söylevi’ni okuyup özümsemelerini, katılıktan, bağımlılıktan kurtulmalarını, inanç ve ırk sömürüsüne girmemelerini, kardeşlik ortamında sorunlarını çözüp uygarca tartışmalarını öneriyorum. Üniversiteye zarar vermeleri asla bağışlanamaz.
Diyarbakır’da Apo lehine sloganlar atılarak güvenlik güçlerine saldırılması da asla hoşgörülemez. Bu saldırı gerçekte devlete saldırıdır. Yıllarca neler söylenip yazıldığı, neler yapıldığı, ne amaçladığı bilinmemekte midir? Dün rüzgâr ekenler, bugün fırtına biçmektedir. Yarınlarda neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
Irak’ta öldürülen beş yurttaşımızdan sonra yine ölümler oldu. Afganistan’da bir mühendisimizi yitirdik. Önleyici ilgi özlenen düzeyde değil, cılız. Doyurucu ses çıkmıyor. Güçlü çıkış yok. Dost bildiklerimiz umursamıyor. Çuval olayına gereken tepkinin verilmemesinin sonuçları yaşanmaktadır. PKK-Kongra/Gel girişimleri yazılmaktadır. Yurttaşlarımız televizyon dizileriyle uyuşturuluyor.Yılbaşından sonra artacağı söylenen sayının şimdilerde 122 olduğu belirtiliyor.
CHP’li bir belediyenin camilerdeki halıları yıkamak için 150 milyar liralık aygıt aldığı söyleniyor. Diyanet İşleri’nin, Diyanet Vakfı’nın kabarık bütçesi ve yapılması gereken huzurevi, öğrenci yurdu, sağlıkevi, aşevi, kitaplık, yol, kaldırım vd. zorunlu ivedilik ve öncelik isteyen hizmetler varken,inanç sömürüsü yoluyla oy beklenen kesimin kime oy vereceği belli iken bu yollara başvurmanın anlamsızlığı açıktır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yılbaşı Hutbesi de basında değinilen konulardan biridir. Yılbaşı hristiyanların günü değildir. Onların Noel’i ayrıdır.
Sıkmabaşçıların dindarlara yakışmayacak sözler ve sloganlarla Ankara’da kurdukları çadırı AKP’lilerin ziyaretle destek vermesi AB üyeliğindeki içtenliksizliği vurgulamaktadır. Merve Kavakçı bile sıkma başıyla Meclis’e gelip oturmayı ummaktadır. Onların kendileri için demokrasi istemeleri gibi kendileri için AB’ni istedikleri de hepimiz için acı gerçeklerden biridir.
Doğalgaz için dua edilmesi hâlâ nerelerde olduğumuzu göstermektedir. AB bizim ne durumda olduğumuzu her yönüyle bilmekte, düzenli biçimde izlemektedir. Bu nedenle üyeliğimize karşı çıkılmaktadır. Giysiden yaşam biçimine, ülke kurumlarının ve sorumlularının tutumuna, kurallara değin mercek altındayız. Bunları değerlendirip koşullar sürerek engel çıkarmaktadırlar.
Bolu Belediyesi’nin pazarcılar için gezici (seyyar) mescit açtığı haberlerine, cennette kola, çikolata olduğunu söyleyen kadın vaizler eklenmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın durumu ve tutumu bellidir. Bu oluşumlarla nereye, nasıl gidilecek? Kimler ilgileniyor, neler yapılıyor? Güven ve huzur verici bir bilgilendirme de yapılmıyor.
Atatürk’ün “Ulusların yargı hakkı bağımsızlığının birinci koşuludur. Adalet gücü bağımsız olmayan bir ulusun devlet olarak varlığı kabul edilemez” biçiminde öztürkçeleştirdiğimiz sözünün 1920’deki aslının Adalet Bakanlığı’nda asılı bulunduğu yerden kaldırıldığı da öğrenilmiştir.
Antalya’da dinler bahçesindeki açılışta çekilen kolkola-elele fotoğrafta bir Atatürkçü yer alsa dinciler kıyamet koparırlardı. İşlerine gelince nelere katlanıyorlar.
Necip Hablemitoğlu ölüm yıldönümünde anıldı. Ama sorumluların saptanması için neler yapıldı ya da yapılıyor? Aksoy’un, Mumcu’nun, öbür aydınların ölüm yıldönümleri de yaklaşıyor. Vicdanlar sızlamıyor mu?
Atatürk’ümüzün en yakın arkadaşı kahraman İsmet İnönü’yü özgün niteliklerini belirterek andık, 31. ölüm yıldönümünde. Yeterince değeri bilinmemiş bir Türk büyüğüdür. Devrim şehidimiz Mustafa Fehmi Kubilay’ı 74. ölüm yıldönümünde anarken CHP’liler arasında yaşanan üzücü olaylar çok düşündürücüdür. Devrim karşıtlarının ilgisizliği TBMM Başkanı ile Başbakanın iletileriyle silinirken kimlerin, nerden nereye, niçin ve nasıl geldiği ya da gelmiş göründüğü konuşmaları arttı.
2004’ün son haftasına yine AB tartışmalarıyla giriliyor. Böylece 2004 bitip 2005 geliyor. Kimileri şans oyunlarıyla umutlarını süslüyor. Gerçekte yaşamımızdan bir yıl daha gidiyor, sona bir yıl daha yaklaşılıyor. Gençler büyüme sevincinde. Ülke sorunları, kimi oran indirimlerinin bir siyasal gülümseyiş gibi sunulmasıyla unutturulmak isteniyor. Çağdaşlık, kardeşlik, barış, dayanışma, kuruluş felsefesine uygunluk konularında hiçbir atılım görülmüyor. Partizanlık, milletvekili yolluk ve ödeneklerinin artırılması girişimleri, 2005 Bütçesi ve Yüce Divan çalışmalarının gelişigüzel değerlendirilmesiyle zaman doluyor. AB’ne eşit ve onurlu girmek için çalışmak, uluslararası ilişkilerde ustalıkla davranmak, ulusal birliği güçlendirerek karşıtlarımızın umudunu kırmak zorundayız. Kıbrıs ve AB konusunda her iktidarın değişik ve birbirine benzer kusurları olmuştur. Görüşme günü alındığına göre geçmiş kusurları gözeterek, onları yinelemekten kaçınarak durumu çok iyi değerlendirmek ve olumlu sonuçlar sağlamak için çabaları sürdürmek gerekmektedir. Etkin siyasal çabalarla süreç iyi kullanılmalıdır. Rum ve Yunan beklentileri bozulmalıdır.
MHP Genel Başkanı korumasının kullandığı sözler, bir devlet görevlisi için sert bulunsa da tepkisi haklıdır. Başbakanlık olurunu kaldırmadan yakıtı kesilmesinden, sonra zırhlı araçlarının alındığı, koruma görevlilerinin taşıtlarının verilmediği kamu görevlileri yanında kimilerine de zırhlı taşıtların sağlandığı gözetilirse siyasal iktidarların kendilerine göre işlem yaptıkları gerçeği daha iyi anlaşılır.
Genelkurmay Kubilây iletisinde gericilikle savaşımda bir değişiklik olmadığını açıkladı. Toplumda böyle bir kanının yayılmakta olduğu sanılarak açıklama gereği duyulmuş izlenimi ediniliyor. Duyarlık ve özen için yararlı bir değinmedir. Türkiye’yi Türkiye yapan ilkelerde iktidara ya da iktidardakilerle ilişkiye göre yaklaşım olacağını kimse düşünemez. Yanlış bir görünüm verip izlenip uyandıranlar olursa kimse bağışlamaz. Yeni yılın sağlık, mutluluk ve başarıyla geçmesini diliyorum.


..

Oyunlar

Oyunlar


Yekta Güngör Özden

10.01.2005/Sayı:73






Oyunlar

AB rüzgarıyla şişirilen yelkenler, sigara dumanıyla uçurulan balonlar
İçte ve dışta önemli sorunları aşmaya çalışacak yerde yeni sorunlar üreten insanları anlamak güçtür. Türkiye’miz yıllardır ciddi işleri bırakıp velvele ve şamata peşinde koşulan bir alan durumuna düşürülmüştür. Televizyon eğlencelerinin ilkelliği, çirkinliği, kimlerin nerelere geldiğini, neler olduğunu gösteren şaşırtıcı etkinlikler, konumlar, yetkiler. AB rüzgarıyla şişirilen yelkenler, sigara dumanıyla uçurulan balonlar. Başta siyasal partiler, üniversiteler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve öbür demokratik kitle örgütleri (ben “sivil toplum örgütleri” tanımını kullanmam) sessizlik içinde. Kimilerinin çabası yeterli olmuyor. Televole, popstar, paparazzi, çöpçatma, kaynana, ünlüler vd. uyuşturucu etkinlikler sanat ve spor düzenlemelerini bile geride bırakıyor. İlgi odakları, değer yargıları gibi değişti. Güney Asya’yı vuran deprem ve tsunami, Irak direnişi, ABD karşısında devekuşu rolü oynayan Avrupa ülkeleri, ılımlı İslam açılmaları, kimsenin umurunda değil. Yılbaşında şans oyunlarıyla kendini avutmaya çalışan insanımız şimdilerde siyasetçilerimizin gündem değiştirme oyunlarının izleyicisi durumunda. Gazeteler suç olaylarının iç ve dış dökümleri, resimleri ve magazin sayfalarıyla, eğitimi, ahlakı, adaleti, hukuku, bilimi, sanatı ve sporu dışlıyor. Kimi gazete ve derginin karakteri sayılan özgün sayfaları beklentileri, özlemleri karşılamaya yetmiyor. Sokak çocukları, tinerciler, magandalar, rüşvet ve kayırma olayları, aykırılık ve çelişki çizelgelerinin ilk sıralarından inmiyor. Çözülme ve çürüme kanımca giderek yaygınlaşıyor.
İktidar değişme yalanıyla takiyyelerini sürdürüyor
Siyasal iktidar kamuoyunu yanıltmayı sürdürüyor. Değiştikleri savının gerçek olmadığı her gün doğrulanıyor. AB’nin aldığı ödünler karşılığında içi boş, ucu açık olarak verdiği, süresi belirsiz, sonu çok kuşkulu görüşme tarihini “Başarıyla aldık!” diyerek aktaranlar referandumu zorunlu kılan düzenlemelerin yaşama geçirildiğini saklıyorlar. Fransa başı çekti. Değişme yalanıyla hem güvence saydıkları AB’ni oyalıyorlar, hem de verdikleri ödünleri olağan saydırmak için kendi yandaşlarına “AB’ye girmek için böyle yapmak zorundayız, siz bunlara bakmayın, bildiğimizden şaşmadık, şaşmıyoruz.” diyerek takiyyelerini sürdürüyorlar. Anamuvafakat partisine dönüşen anamuhalefet etiketli parti de “Ağabey formülleri” ve kayıkçı kavgalarıyla giderek gölgeleniyor.
Olanlar Türkiye’ye oluyor.
Ekonominin iyiye gittiğini söyleyen büyük kasa sahiplerinin çalışma yaşamının temeli ve kaynağı işçilere ilişkin anlayışı yok. SSK hastanelerinin sahiplerinden yasa zoruyla alınıp devlete geçirilmesi, sonra özelleştirme yoluyla yandaşlara aktarılması süreci tamamlanmak üzeredir. Asgari ücret, geçim koşullarına, insanlık gereklerine göre saptanmıyor. Aylıkları enflasyon karşısında dayanıklı ve yeterli kılmak için gerçekçi bir adım yok. Yeni Türk Lirası’nın gösterileriyle yurttaş avutuluyor. Para değeri artmadı, geçim kolaylığı olmadı, fiyatlar düşmedi, gelir yükselmedi, rakamlarla oyalanıp yeni kağıtlar sürüldü o kadar. Görünüm yalınlığı o temeldeki sorunları çözmüyor. Ekim 2004’e göre iç borç stoku 225.3 katrilyon TL. Bu ağırlığın yıl sonunda 240.0 katrilyon TL. olacağı kestirilmektedir. 2004 sonunda bütçe açığının 34,0 katrilyona yaklaşacağı sanılmaktadır. Cari işlemler açığı da 2004 için 14,6 milyar dolardır. Dış ticaret açığının 2004 sonunda 22,6 milyar doları bulduğu yazılmaktadır. Bavul ticaretine karşın bu sonuç beklenmektedir. Bavul ticareti dışında ise 32,5 milyar dolar olacağı bildirilmektedir. Kamu ve özel kesim dış borçlarının toplamı 155,0 milyar dolara ulaşmıştır. Dış borç stokunun 2007 yılında 173,0 milyar doları bulacağı hesaplanmaktadır. Bunlarla ilgilenen çok az kimse vardır. Ekonomik güç, siyasal bağlamda tüm güçlerin önündedir. Bu gücü azalan ya da yitiren ülkeler bağımlılıktan kurtulamaz.
Öğrenci affının amacı sıkmabaşlılara kapıları açmak
Sorumlular bu temel ve genel sorunlarla uğraşacak yerde kendi tutkularına, güdülerine ve eğilimlerine yenik durumda akıntıya kürek çekmektedir. Seçim hazırlıklarını anımsatacak biçimde öğrenci affıyla eğitim yozlaştırılmak istenmektedir. Amaç, sıkmabaşlılara kapıları yeniden açmaktır. TBMM Başkanı, belli kuruluş ve kişilerin Avrupa örneklerine karşın sıkmabaş için topladıkları imzaları almakta, milletvekillerinin önergelerini değişik ve sudan bahanelerle geri çevirirken bu başvuruyu övgüyle karşılamakta ve yasal yollarla sıkmabaş serbestisine destek verilmesini kendince uygun sözcüklerle gündeme getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararını geçersiz kılmak için Anayasa değişikliğine gidilmesi çağrısı niteliğindeki bir çaba, iktidar partisinde sayısız yandaş bulacaktır. Onlar için Türkiye değil, köktendinci düzen ve kendi saplantıları önemlidir. Sıkmabaşın hangi amaçla kullanıldığını gizleyip “İnanç gereği, inanç özgürlüğü eylemi” olarak dayatmaktadırlar. Başının dışı aydınlık olmayan insanın başının içinin aydınlığı asla inandırıcı olmaz. Nitekim nikah kıyarken “32 Farz nedir?” diye soran Belediye Başkanı ortaya çıkmıştır. Fethullah Gülen’le ilgili medya girişimleri alıştırma bağlamındaki yeni desteklerdir. Akla, inançla tavan koymaya çalışanların Türkiye’ye kazandıracakları hiçbir şey olamaz. İnanç sömürüsünden arındırılmadıkça siyaset durulamaz ve gerçek siyaset olamaz. Bu, olsa olsa bir demokrasi oyunu olur.
Zana’nın ve Fethullah’ın çabaları uyarıcı olmalı
Ankara Belediyesi’nin ekmeğe %100, ulaşıma %33, suya %13 zammına tepkisizlik de düşündürücü. Kimileri de bölücülük çabalarının ayırdında olmama aymazlığını “Çok kültürlü toplum olmanın avantajları” sayıyor. Fethullah’ın nasıl döneceği, nerelere oturtulacağı, kürtçülerin neler isteyip nelere kalkışacağı gözardı ediliyor. Zana’nın çabaları, gazetelerdeki duyurular yoluyla yapılan çağrıya Diyarbakır’da atılan imzalar uyarıcı olmuyor. 17 Aralık’a kadar izlemekle yetinip iktidara güçlük çıkarmamayı düşündüğü söylenenlerin suskunluğu sürüyor. Bilim adamları, uzmanlar, aydınlar, giderek ağırlaşan, neredeyse 40’a yaklaşan AB koşulları için sessiz. “İnançlara saygılı laiklik” ve bu doğrultuda başka anlatımlarla laikliği yeterince anlamadığını gösteren, yalnız dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan ve inançlar yönünden saygın bir yansızlık olan laikliğin köktendinciler tarafından sömürüsüne yeşil ışık yakan eski politikacı eşinin “Din elden gidiyor” yakınması laikliği savunanlarla karşıtlarının ortak tepkisini aldı. İmam Hatip Okulları’nı ve Kur’an kurslarını açmakta öbür siyasetçilerle yarışa girenlerin kendi kusurlarını savunma aracı yapmaları ağır kusur sayılır. Akla, eğitime, bilime, hukuka, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine içtenlikle saygı duyanlar ve bağlı olanlar dinsel çabalarla siyaset yapmazlar.
Başkanlık sistemi padişah - halife düzenine dönmektir
Diktatörlüğe gidişin yolları döşenmektedir. Yasama organındaki nitelikli (Anaya değişikliği için yeterli) çoğunluğu yetersiz sayıp kişisel egemenlik için nabız yoklamalarına başlayan iktidar, tarihsel ve bilimsel gerçekleri unutmaktadır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümüyle, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin tümünü, Danıştay üyelerinin ¼’ünü, askeri yargı üyelerini, YÖK Başkanı’nı atayan, Valiler ve başka yöneticiler için yetkili bulunan, tek imzalı işlemleri yargı denetimi dışında tutulan Cumhurbaşkanı, ülkemizde yarıbaşkanlık sisteminden ötede güç taşımaktadır. Toplumsal, siyasal, kültürel düzeyi, inanç sömürüsünü, eğitim olgumuzu unutup Başkanlık sistemi önermek, padişah-halife düzenine dönmekten başka bir şey getirmez.
Yabancılara toprak satımının 2 bin dönümü aştığı haberleri de kimsenin umurunda olmamaktadır. Tüm uzaklıklar, ilgisizlikler, benzer durumlar nedeniyle 3 Temmuz 1984’de Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında yayımlanan “En tehlikeli toplumsal hastalık umursamazlık” başlıklı yazımı anımsadım. Demek ki özde değişen bir şey yok.
Dinsel çığırtkanlık yaygınlaşıyor
Kurban Bayramı yaklaşırken artan dinsel çığırtkanlık da yaygınlaşıyor. 31 Mart ayaklanmasından kaçarak idamdan kurtulup İspanya’ya sürülen, Şeriat’a dayanan İslam birliğini savunan, Nakşibendiliğe bağlı Nurculuğun kurucusu, cumhuriyet düşmanı, hükümlü Said-i Nursi (Kürdi) ağırlıklı sempozyum düzenlemesi, sözde bilim adamlarının katılımı yanında iktidar ağırlıklı destekçilerin ve izleyicilerin çokluğu AB sürecinde nerede bulunduğumuzun ve toplumsal düzeyimizin göstergelerinden biriydi. Ilımlı İslam toplantılarının değişik açılımları “modernleşme” gösterilerek savunulmaktadır. Yeni 31 Mart’ları anımsatan çabalara karşın aydınların dağınıklığı, birbirlerine ve kendilerine karşıtlığı, söz oyunlarıyla kişilik kanıtlama ve egemenlik kurma çabaları büyük sakıncalar ve zararlar getirmektedir. Kurumlaşması tamamlanınca ayrılmak koşuluyla kabul ettiğim siyasal kuruluş başkanlığını ilkesiz, tutarsız, verdiği sözlerden dönen, attığı imzaları yadsıyan, öncelik ve önderlik sayılacak birleşmeyi engelleyen kimseler yüzünden bırakarak tümüyle siyasal ilişkimi keseli bir yıla yaklaşıyor. Yalan ve iftirayı geçerli sayan sözde aydınların çekememezlikleri demokratik kitle örgütlerini de sarsıyor. Kimi güçlü örgütler, kişisel amaçlar yüzünden giderek sönükleşip etkisizleşiyor. Uyarılara, içtenlikli önerilere ilgi gösterilmiyor. Çıkar, gösteriş, böbürlenme her şeyin önüne geçiyor. Yazık.
Güçlü sesler Türkiye’mize yönelik saldırıları ve haksızlıkları önleyecek biçimde çıkmıyor. Bu arada Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in sözde Ermeni soykırımı savlarını kökten çürütecek bilimsel çalışmalarını mutlulukla duyuyoruz. Sayıları giderek azalan kimi yazarlarımız da olmasa basını tümüyle bırakacak durumlar izleniyor. Dönekliği aşan uşaklıkların boyutu öylesine iğrenç ve tiksindirici ki.
Kilisede Noel ayinine katılan sıkmabaşlılar, siyasetçilerin peşinde kuyruklar oluşturan çıkarcılar, Atatürk’ü ve ilkelerini unutanları tutum ve davranışlarıyla kışkırtan sözde aydınlar, sözde Atatürkçüler, Türkiye’nin ilginç fotoğraflarıdır. Yabancıların oyunları tutmuştur. Türkiye’de Atatürk’le birlikte duran saati İsmet İnönü biraz daha çalıştırmıştır ama orada kalınmıştır. Paranın her şeye egemen olduğu niteliksiz bir topluma dönüştürme çabalarıyla Batı intikamını almaktadır. Biz ulusal günleri ağlama duvarlarına çevirerek zaman yitiriyoruz. 2005 neler getirip neler götürecek göreceğiz. “Umut, imanın anasıdır” sözü boş yere söylenmemiş olsa gerek, yılmak yok, dönmek yok.


Yekta Güngör Özden - Oyunlar

..

Barzani: PKK ile Çarpışmayız

Barzani: PKK ile çarpışmayız


Yazar:
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
09 Nisan 2007



29.03.2013 14:59 


Bu sırada Türkiye'nin Barzani'ye kötü davrandığını, dışladığını, kışkırttığını söyleyerek Türkiye'yi çok sert bir şekilde eleştiriyorlar. Oysa Türkiye, Barzani'nin Türkiye'de ticaret yapmasına ve özellikle Mersin Serbest Ticaret bölgesini sonuna kadar kullanmasına izin veriyor. K. Iraklı işadamlarının Türkiye ile ticaretini engellemiyor.

Türk işadamlarının K. Irak'taki yatırımlarının önünü kesmiyor, engel çıkarmıyor. Türk firmalarının temsilciliklerini Barzani'nin en yakın akrabalarına vermelerine karşı çıkmıyor. Barzani'ye Türkiye'de 10 sente satılan elektriği 4 sente satıyor. K. Irak'tan Türkiye'ye uçuşları yasaklamıyor. Barzani, Ovacık sınır kapısını açmamasına rağmen Habur sınır kapısını açık tutuyor.
AKP Hükümeti, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanlığının Barzani ve Talabani'nin teröre verdiği destek ile Irak'ı parçalayarak bağımsız Kürdistan kurma politikalarından dolayı karşı çıkmalarına rağmen bunlarla görüşme politikasını sürdürüyor.

Peki Barzani bunun karşılığında ne yapıyor. Hepsini kanıtlayabileceğimiz şekilde bazılarını sayalım.

1)Türkiye'de bir siyasi parti kurdurmuştur.

2)Türkiye'de doğrudan ideolojik-siyasi faaliyet yaparak özellikle Hakkâri gibi sınır bölgelerinde Barzanici bir taban oluşturmaktadır.

3)Barzani Türkiye içinde Kürdistan nüfus cüzdanı dağıtmaktadır.

4) Barzani, Türkiye'ye yönelik akaryakıt ve sigara başta olmak üzere kaçakçılık merkezini oluşturmaktadır.

5) Türkiye'de gazete ve gazeteci satın alarak basında bir Kürt lobisi oluşturmayı başarmıştır.

6) Türkmenleri sistematik olarak ezmektedir. 2007 yılının başından itibaren Kerkük Türkmenlerine yönelik saldırılar büyük bir yoğunluk kazanmıştır. Günlük silahlı ve bombalı saldırılar/ tehditler, adam kaçırmalar ile özellikle zengin Türkmenler Kerkük'ü terk etmeye zorlanmaktadırlar.

7) Türkiye'den bir kısım öğrenciye K. Irak'ta üniversite bursu vererek, Türkiye içinde gelecekteki plan kürdist faaliyetleri için bir zemin oluşturmaktadır.

8) Türkiye'nin de katkıları ile kurulan Barzani'nin televizyon kanalı Kürtsat'ta Türkiye'ye yönelik pan-kürdist yayınlar yapmaktadır.

9) PKK'ya terörist örgüt olarak davranmamakta, korumakta, kollamakta, PKK unsurlarını bünyesine almakta, teröristlerin K.Irak sınırından Türkiye'ye geçmesini sağlamakta, sağlık ve lojistik hizmetleri vermekte ve örgüt lehine girişimleri Türk devleti ile görüşmelerinin gündemine taşımaktadır.

10) Türkiye'den K. Irak'a Diyarbakır ve Tunceli merkezli bir göç politikasının teşvik edildiği ileri sürülmektedir.

11) Türkiye'den K.Irak'ta peşmerge ordusuna gençlerin katılması için çalışmalar yapmaktadır.

12) PKK'ya silah ve silah sistemleri satmakta ileri askeri teknolojiler konusunda eğitim vermektedir. Evet Türkiye esiyor, gürlüyor ama ne yazık ki dört seneden bu yana Barzani'ye en ufak bir zarar vermiyor. Oysa Barzani'nin politikaları Türkiye'ye çok boyutlu zarar vermek üzerinde kurulu. Ama bir yandan da bağırıyor: "Ben Türkiye ile iyi geçinmek istiyorum." Basındaki Barzani lobisi de bütün bunlara değinmeden "Türkiye haksız yere Barzani'ye kötü davranıyor" korosunu oluşturuyorlar.
Bu lobinin mensuplarının son günlerde Türkiye'yi kandırmak için sundukları şey K. Irak petrolleri. Üstelik henüz varlığı kanıtlanmamış belki çıkacak olan 25 milyar varil petrol. Bulunabilir, bulunmaya da bilir. Barzani ile Türkiye arasında laf getirip götüren bu gazeteciler Barzani'nin şu cümlesini de özellikle iletiyorlar. "Türkiye ile ilişkilerimizin iyi olmasını istiyoruz ama PKK ile çarpışmayız." Peki PKK ile çarpışmayız ne anlama geliyor? "PKK'ya silah satmayız. PKK'lı yeni silah teknolojileri
aktarmayız ve eğitimini vermeyiz. PKK'nın lojistik alt yapısını sağlamayız." anlamına mı geliyor? Bir an için diyelim ki, Barzani bunların hiç birisini bundan sonra yapmayacak.

Ancak Barzani'nin "Kürdistan" dediği kendisinin de başkanı olduğunu söylediği bölgede Barzani'den yardım almayan PKK buna rağmen Türkiye-Irak sınırını geçmek isterse Barzani PKK'ları durduracak mı? PKK'lılar Barzani'nin "sınırı geçmeyin" demesini kabul etmez ve Türkiye'ye girmeye ve terör yapmaya devam ederler ise Türkiye ile Barzani arasında iyi ilişkiler nasıl mümkün olacak?

Bunun cevabını da Barzani'nin bir danışmanı veriyor: "PKK, Türkiye için baş ağrısı ama ciddi bir askeri tehdit değil." Yani Barzani Türkiye'ye "benim her istediğimi yap ve PKK terörü ile yaşa" diyor.



Barzani: PKK ile çarpışmayız - 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü


..