20 Mart 2016 Pazar

“ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ ” FİLMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI





“ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ ” FİLMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI


YAZAN 
Özdem SANBERK
2012 Ekim



Amerika’da Mısırlı bir Hristiyan tarafından yapılan İslam karşıtı bir film, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Müslüman kitlelerde kan dökülmesine sebep olan şiddetli tepkiler yarattı. İslam’a karşı korku ve hakaret içeren bu filmin, Arap toplumlarının içinde bulunduğu istikrarsızlık sürecinde ve Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında esasen gerginliklerin canlı olduğu bir uluslararası ortamda açık bir tahrik amacı taşıdığına şüphe yok.

İlk defa olmayan bu tür tahriklere gösterilen ölümcül tepkilerin olumsuz sonuçlarından birini de Müslümanların şiddetle özdeşleştirilmesi ve Batı dünyasında İslam’a karşı mevcut peşin hükümlerin ve husumet duygularının pekiştirilmesi oluşturuyor. Buna, Müslümanların İslami kuralları Müslüman olmayan toplumlara zorla kabul ettirmeye teşebbüs eden insanlar oldukları yolunda algıların yaygınlaştırılması amacını da ilave edebiliriz. Esasen bu amaç, söz konusu filmin yapıcılarının da nihai amaçlarını oluşturduğu için bu durum son gösterileri yapanlarla onları yönlendirenlerin içine düştükleri tuzağı da ortaya koyuyor.

Bu film İslamofobi, nefret söylemleri, ırkçılık ve ifade özgürlüğü gibi kavramları dünyanın gündemine bir kere daha tüm sıcaklığı ile taşıdı. Batı medyası, yine daha önceki olaylardaki gibi, söz konusu filmin aslında ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini tekrarladı.

Özgürlüğün sınırları,

İfade özgürlüğüne herhangi bir sınırlama getirilmeli mi? Bu konudaki tartışmalar uzun yıllardır sürüyor. Kuşaklar değiştikçe bu konudaki görüşler de değişiyor. Ne var ki bu özgürlük her hâlükârda bazı kurallara saygı çerçevesinde kullanılmadığı takdirde, farklı etnik ve dini topluluklar arasında barış içinde bir arada yaşama olanağının ortadan kalktığı da bir gerçek. İfade özgürlüğünü bir film, resim, bir edebiyat veya sanat eseri kisvesi altında bir inancı veya bir toplumun kutsal addettiği değerleri alaya alacak şekilde kullanmak aslında ırkçı bir davranıştan başka bir şey değil. Temel mesele dönüp dolaşıp bir Fransız düşünürünün sorduğu şu soruda düğümleniyor: Mutlak ifade özgürlüğü mümkün mü? Yani bir bireyin şiddet içermeyen tüm davranışları için “neden olmasın” diyebilir miyiz? Şiddet içermeyen her türlü davranışı, her türlü yasaklardan ve her türlü sınırlamalardan geri tutabilir miyiz? Örneğin ensest ilişki için “olabilir” denilebilir mi? Bu konuda çizilecek bir alt çizgi yok mu?
Demokratik bir toplumun uygarca ve ahenkli yaşamasının ancak o topluma mensup bireylerin temel haklarını makul sorumluluk duygusuyla kullanmaları halinde mümkün olabileceği açık. Ama sorun bu sorumluluk duygusunun bir müeyyideye bağlanıp bağlanmamasında. Bu sorunun yanıtı her ne kadar tartışma kaldırır nitelikte görünse de burada tayin edici faktör, sorumluluk gösterilmediği takdirde ödenecek bedelin ağırlığı olacaktır. Eğer bütün hukuki ve demokratik mülahazaların merkezine insanı yerleştirecek olursak, şiddet içermese de ifade özgürlüğünün sorumsuzca kullanılması insan hayatını tehlikeye atacaksa, bu özgürlüğün kullanılmasının bazı kurallara bağlanması da hukuk ve demokrasi ile çelişmeyecektir.

Radikalleşen dini refleksler,

Tabii meselenin bir de şiddet yoluyla tepki gösteren kitlesel hareketler yönü var. Olivier Roy, bugün yaşadığımız dünyada küreselleşmenin ve yaygınlaşan sekülerleşmenin bir yandan kültürleri standartlaştırırken bir yandan da dinleri kültürel köklerinden süratle ayırdığını ve kendi içine kapattığını söylüyor. Kültürel ortamlarından uzaklaşan dinler içinde radikal akımlar keskinleşiyor, kitlesel tepkiler güç kazanıyor. Kültürel boyutunu kaybeden inançlar kolayca şiddete dönüşüyor. Bu suretle tahriklere açık hale geliyor.
İşte bir tarafta insanları şiddet dışı bütün yasaklardan ve sınırlamalardan azade tutmak isteyen aşırı liberal görüşler, öte taraftan dinler içinde küreselleşmenin kültürel ortamından koparttığı ve militanlaştırdığı radikal akımlar, farklı toplumlar arasındaki barış köprülerini berhava ediyor ve çatışma ortamını tehlikeli bir şekilde besliyor.

Doğu-Batı veya İslam-Hıristiyan çatışmasının bir nevi öncülü niteliğindeki bu çatışmanın fay hattı, alt kıtadan ve Afganistan’dan geçiyor. 20 yıl kadar önce Salman Rüştü olayının da merkezinde olan bu devasa bölge, geleneksel olarak dini konularda şiddetin ve kitlesel hareketlerin, çatışmaların ve ölümlerin vuku bulduğu yer. Bu bölgedeki bir ülkenin bir bakanı, biri büyükelçi 20 kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan son şiddet olaylarından sonra bir başka ülkenin vatandaş ının başına ödül koyabiliyor. Uygarlıklar ve kültürler arası ilişkilerin bu bölgeden yönlendirilmesine göz yumulabilir mi?

Doğuyla Batı ve Müslüman ülkelerle Hıristiyan ülkeler arasında büyüyen ihtilaf, artan gerilim uluslararası barış ve güvenliği ilgilendirmekte ve her iki taraf için de pahalıya mâl olacak bir mecraya doğru savrulmakta. Bu gerginliklerin Huntington’ın öngörülerini doğrulayan yöne doğru evrilmesi ise özellikle en az gelişmiş Pakistan, Bangladeş, Afganistan ve bazı Ortadoğu ve birçok Afrika ülkesini uzun süreli yalnızlığa ve yoksulluğa mahkum edebilir. Ancak Müslüman dünyasının büyük çoğunluğunu oluşturan halklar bunu istemiyor. Ne var ki uluslararası kamuoyunun dikkatini mutedil çoğunluk değil, azınlıkta da olsa şiddet taraftarı aşırı gruplar çekiyor, bu gruplar da İslam’ın imajını lekeliyor.
İnsanlık, dünyaya hâkim olmaya başlayan bu karamsar tabloyu değiştirebilecek mi? Bu sorunun yanıtını şüphesiz ancak gelecekteki tarihçiler verecek.

Bize düşen görev...

Muhakkak ki bu ülkelerdeki dini liderlere ve ulemaya bu konular üzerinde düşünmek ve mahrum ve mazlum kitlelere doğru mesajlar vermek ve onları itidal ve sağduyuya yönlendirmek konusunda büyük sorumluluklar düşüyor. İslam’ın bir barış ve yüksek moral değerler taşıyan bir inanç olduğunu dünyaya anlatabilmenin yolu, kışkırtmalara teslim olmaktan değil bunları boşa çıkartmaktan geçiyor.

Ancak muhakkak olan bir şey varsa o da bizim, kendi ülkemizde, en azından bu son olayda şiddet içeren kitlesel tepkilere tanık olmamamız. Sebebi ne olursa olsun, bu gözlemin dikkat çekici bir gelişme olduğu açık. Ama bu durumdan bir rehavet çıkarımı yapılmasının bir gaflet olacağı da açık.
Tam tersine, Türkiye’nin bu iklimden yararlanarak, en başta kendi mevzuatında ve tatbikatında vatandaşları arasında ötekileştirmelere yol açacak uygulamalara izin vermemesi ve insanlara etnik aidiyetlerinden, dinlerinden, mezheplerinden ve inançlarından veya inançsızlıklarından ötürü nefret söylemini yeni Anayasasında sarih ifadelerle temel hakların ihlali kapsamına alması ve uluslararası hukukta da, İslamofobinin aynen anti-semitizm gibi din ve ırk ayırımcılığına dâhil edilmesi için Medeniyetler Buluşması projesi faaliyetlerinin ötesinde, uluslararası alanda diplomatik atılımlar yapması insanlığa hizmet olacaktır.


http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/10/-muslumanlarin-masumiyeti-filmi-ve-ifade-ozgurlugunun-sinirlari


.

19 Mart 2016 Cumartesi

AZINLIKLAR KANUNU MU?



AZINLIKLAR KANUNU MU?

image00149.jpg





Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyaret etmiş:
– Hayırdır İsmet… Habersiz geldin.
– Paşam, azınlıklar meselesi… Konuyu Meclis’e getireceğiz.. . Ne diyorsunuz?
– İsmet bugün geç oldu… Yarın sabaherkenden gel, konuşalım.
İnönü çıkınca Atatürk “bütün görevlileri” toplamış:
– Sadece laleler kalsın… Bahçedeki diğer bütünçiçekleri sökün, atın… Derhal.
İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin “halini” görmüş ve“görevlilere” sormuş:
– Ne oldu böyle?
– Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.
Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün odasına girmiş:
– Paşam, bahçenin durumu nedir?
– Azınlıkları söküp attım İsmet.
İnönü “anladım” dercesine başını öne eğmiş:
Atatürk:
– İsmet, ben Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü boşyere söylemedim… Kendini Türk hisseden herkes buvatanın öz evladı… Ben hayatta olduğum sürece buböyle bilinsin…
Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.
HABERİNİZ.COM


NEME LAZIMCI MIYIZ?



NEME LAZIMCI MIYIZ?

image00127.jpg











Kanuni Sultan Süleyman döneminden bir öykü anlatılır:
Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye başlar… Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlimYahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir… “ Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı? ” şeklinde mektubunu gönderir.Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahyâ Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır:
Neme lâzım be Sultânım!
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultân, bir mânâ veremez. Yahyâ Efendi gibi bir zâtın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
“ Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al! ” 
“ Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.”
“ İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “ Neme lâzım be Sultânım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum. ”
“ Sultânım! Bir devlette zulüm yayılsa, 
Haksızlık şâyi olsa, işitenler de “Neme lâzım” deyip uzaklaşırsalar, 
Sonra koyunları kurtlar değil de Çobanlar yese, Bilenler bunu söylemeyip Susarsa. 
Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmez ise
İşte o zaman devletin sonu görünür. Böyle  durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimâd ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”
Bu kıssadan payımıza düşen bir hisse olabilir mi? Elbette bu öykü, aptallar ve hainler için bir  anlam ifade etmez…
Bir toplumda düzeni ve ahengi, Adalet sağlar… Eğer ki Adalet; mazlumun hakkını koruyamıyor ve zalimin çığırtkanlığına dur diyemiyorsa yönetim iflas etmiş, kargaşa başlamış demektir…
Allah, Kur’an-ı Kerim’in Bakara suresi 178 ve 179. Ayetlerinde mealen şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı…” “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.”
Kısas hukuki bir haktır. Kanunların gereği ne ise, Devlet eliyle uygulanır. Eğer bu dünyada gerekli ceza uygulanmamışsa kişi ahirette hakkını alacaktır…
Binlerce vatan evladını şehit eden teröristleri af etmek, hangi hukuk anlayışında var?
İsa Peygambere atfedilen  “ Sana bir Tokat vurana, Sen öbür yanağını çevir ” anlayışına hiç bir zaman uymayan Hıristiyanlık alemi kısasa kısas uygularken, galiba Türk-İslam alemi her tarafını açarak vurdurmaya alıştırılmış!!!
“ Hükümetlerin icraatı menfi olup da millet itiraz etmez ve iktidarı düşürmezse bütün kusur ve kabahatlara katılmış demektir ”ATATÜRK (28.12.1920)
YILMAZ KARAHAN

Petrol zengini Araplar sefilleşiyor



Petrol zengini Araplar sefilleşiyor
image00111.jpg





Dünyadaki doğal kaynakların yüzde 45’ine, ham petrol rezervlerinin ise yüzde 58’ine ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 30’una sahip Arap ülkelerinde gelir dağılımındaki uçurum devasa boyutlara ulaştı.
Dar bir seçkinler zümresinin lüks ve şatafat içinde yaşadığı Arap toplumlarında gelir dağılımı bozukluğu nedeniyle geniş bir halk kesimi sefalet içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.
Çok dar bir çevrenin genellikle de “seçkin ailelerin” yıllardır petro dolarlarla elde ettikleri servetler batılı bankalara ve şirketlere aktarılırken, doğal yer altı zenginliğinin nimetlerinden faydalanamayan Arap halkları yıllardır sessiz bir şekilde yoksullukla mücadele ediyor.
Araplar yoksulluk sınırında yaşıyor
Arap toplumlarındaki gelir dağılımı bozukluğunu ortaya koyması açısından Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) ortak olarak hazırladıkları rapor önemli. Bu rapor kamuoyunda, petrol zengini Araplardaki çarpıcı gelir uçurumlarını! bir kez daha gündeme getirdi.
Genellikle devlet yönetimlerinde (kukla) diktatörlerin ve ailelerin hâkim olduğu, baskıcı ve sansürcü yönetim altındaki Arap halklarının bu rapordan haberi bile olmayabilir. Arap toplumunun zaten bu rapordaki verilere de çok fazla ihtiyacı olduğu söylenemez. Çünkü onlar bu raporda yazan çarpık gelir dağılımını yıllardır zaten yaşayarak tam gerçekliği ile biliyorlar…
Biz yeniden Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın birlikte hazırladığı raporun satır aralarındaki çarpıcı gerçeklere dönelim…
Söz konusu rapora göre; “ Yakındoğu ve Orta Doğu’daki 18 Arap ülkesinde yaşayan 140 milyon kişi “ Yoksulluk Sınırında ” yaşıyor. Yemen’de nüfusun yüzde 58’i, Suriye ve Lübnan’da ise nüfusun yüzde 30’u yoksulluk sınırında yaşarken, Arap nüfusunun yüzde 19’u da günlük “ 2 doların altında ” bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor ” denilen raporda “ Son 20 yılda ise bölgenin yoksulluk düzeyinde azalma olmadığına ” dikkat çekiliyor.
Açlık ve fakirlik adına bütün gözlerin Afrika’ya kaydığı bir ortamda petrol zengini Arap ülkelerinde yaşanan yoksulluk dikkatlerden kaçıyor.
Zenginlik içinde yaşanan fakirlik
Birleşik Arap Ekonomik Raporu’na göre ise; yıl bazında bir karşılaştırma yaptığımızda, Arap ülkelerinin grup olarak gayri safi milli hâsılası yıllık bazda yüzde 26 artmış gözüküyor. Gayri safi milli hâsıla 2007’de bin 505 milyar dolar iken, 2008’de bu rakam bin 899 milyar dolara ulaşmış!
Gerçeği yansıtmayan milli gelir hesaplamaları dünyanın birçok ülkesinde, özelliklede gelir dağılımı uçurumu yaşayan geri kalmış ülkelerde karşımıza çıkmakta. Bir yıllık süreçte Arap ülkelerinin gayri safi milli hâsılasının yıllık bazda yüzde 26 artış göstermesi aslında sermayeye ve yönetime egemen seçkin zümrenin ne kadar büyüdüğünü ve geniş halk kitlelerinin de gelirlerinin düştüğünü gösteriyor.
Çünkü toplam ülke gelirlerinin nüfusa bölünmesi ile elde edilen kişi başına düşen gelir sosyolojik anlamda hiçbir gerçekliği ifade etmiyor. Eğer bir anlam ifade etseydi petrol ihracatçısı zengin! Arap ülkelerinde hesaplanan kişi başına düşen 20 bin dolarlık gelirin yanında, günlük 2 doların altında bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışan yüzde 19’luk bir kesimin olmaması gerekirdi…
Fakirliğin nedeni: basiretsiz yöneticiler
Bir taraftan zengin petrol rezervleri ve lüks içinde yaşayan elitler, diğer taraftan günlük 2 doların altında yaşamlarını sürdürmeye çalışan geniş halk kitleleri… Bölgede yaşanan bu adaletsiz gelir dağılımı bir paradokssal soruyu sormamızı gerektiriyor. Bu kadar zenginliğe rağmen neden bu adaletsizlik yaşanıyor?
Bizce, yukarıdaki raporlarda sayılarla ifade edilen bu yoksulluğun ve işsizliğin ana nedeni; yıllardır belli zümrelerin sermayede ve yönetimdeki tekelleri ve adaletsiz uygulamalarıdır. Bu uygulamaların sonucunda da, sosyal yapı bozularak gelir uçurumları meydana gelmiştir.
Söz konusu seçkinler sınıfının yıllardır petrol gelirlerini “batılı şirketlerle üleşmesi” ve bölgede sanayinin ve üretimin gelişmesi adına hiçbir eylem yapmaması işsizliği ve gelir uçurumunu doğurmuştur. Batılı firmalara OPEC krizinin ardından, 70’lerin ortalarından itibaren verilen devasa alt yapı müteahhitlik işlerinin istihdam ve gelir artırıcı bir fonksiyonu olmadığı artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu genel kabule rağmen Arap yöneticiler kalkınmaya bir faydası olmayan bu işlemlerden vazgeçmiyorlar.
Faydasız altyapı yatırımları
Petrol fiyatlarının 2008 yılında 147 dolarlarla zirve yapmasının ardından gelirleri artan bölge ülkeleri, yeniden alt yapı uygulamalarına ağırlık vermiştir. Bu dönemde batılı müteahhitlik firmalarının bölgeden aldığı milyarlarca dolarlık alt yapı ihaleleri dikkat çekici boyutlardadır.
Özellikle petrol fiyatlarına yüksek hedefler koyan batılı yatırım bankalarının telkinleri sonucunda Arap yöneticiler hesaplarını yüksek petrol fiyatlarına göre yaparak yanılmışlardır. Çünkü petrol fiyatları altyapı yatırımlarının hız kazandığı dönemdeki 120-145 dolar seviyelerinden 2008 sonlarında 38 dolara kadar gerilemiştir. Ve şu anda da petrol fiyatlarında yaşanan 80 dolarlık bir fiyatın yeniden 2008 ortalarına dönmesi beklenmemektedir…
Aslında yabancı işçi istihdamı sağlayan ve bölge ülkelerine ciddi bir katma değeri olmayan bu yatırımlar yöneticilerin varlığının bir teminatı da sayılabilir. Seçkin zümrelerin toplumdaki statüsünü koruması için batıdan aldığı destek karşılığında yapılan bu gereksiz yatırımlar yıllarca devam etti ve ediyor…
Kalkınmaya faydası olmayan ve sosyal piramidi düzeltmeye yaramayan yatırımların yanında, yıllardır petrolden elde edilen büyük paralar başta ABD olmak üzere batılı bankalara ve şirketlere aktarılmıştır.
Mevcut sistemin devamı halinde, bir 20 yıl daha geçse bile bölgede yaşanan gelir uçurumu ve adaletsizlik telafi edilemez. Ve en önemlisi belki de işsizlerin yarısını genç nüfusun oluşturması, ileride yaşanacak daha büyük sosyal problemlerin bir habercisi olarak algılanabilir
Fevzi Öztürk / Dünya Bülteni

DÜNYANIN EN TEMBEL MİLLETİ



DÜNYANIN EN TEMBEL MİLLETİ
image00123.jpg







2009 yılı istatistiklerine bakılarak, Dünyanın en “tembel” ülkeleri belirlendi. Listede Türkiye kaçıncı dersiniz?
Amerikan haber sitesi Daily Beast, bir araştırma yazısı yayımlayarak dünyanın en tembel ülkelerini seçti.
AB VE BM’DEN FAYDALANILDI

Değerlendirme 4 ayrı kategori üzerinden üzerinden yapıldı. Buna göre günlük alınan kalori ortalaması, günlük ortalama televiyon izleme süresi, spor yapma süresi ve internet kullanma süresi temel kriterler olarak belirlendi. Bu kriterlerle ilgili temel bilgiler ise Birleşmiş Milletler ve Avrupa Briliğine bağlı kurumlardan edinildi.
Tüm bunlar göz önüne alındığında ABD en fazla yemek yenilen en çok Televizyon karşısında vakit geçirilen ülke olarak 1 numaraya oturdu ve dünyanın en tembel ülkesi seçildi. ABD’yi sırasıyla Kanada ve Belçika takip etti.
TÜRKİYE DÖRDÜNCÜ SIRADA

Sıralamanın dördüncü sırasında ise Türkiye yer aldı. Türkiyedeki futbol sevgisine vurgu yapılarak, ülkemizin spora vakit ayırma konusunda birinci sırada olduğunu belirtildi. Buna rağmen televizyon ve internet başında çok vakit geçirildiği gerekçesiyle Türkiye dünyanın en tembel 4. ülkesi seçildi.
ENSON HABER,

15 Mart 2016 Salı

RAUF DENKTAŞ




RAUF  DENKTAŞ



YAZAN 
Özdem SANBERK
2012 Şubat



















14 Ocak’ta kaybettiğimiz Rauf Denktaş bir Türk Büyüğü idi. Aynı zamanda tam anlamıyla tüm Kıbrıs Türklerinin babası idi. Onun sayesinde Kıbrıs Türk halkı ilk defa kendi kaderini tayin etme gücüne kavuştu. Denktaş, Kıbrıslı Türklerin Girit’teki Müslümanların akıbetine uğrayabileceklerinden korkuyordu. Bugün Kıbrıslı Türkler güvenlik, bağımsızlık ve refah içinde yaşıyorlarsa, bu Türk Barış Harekâtı sayesinde olduğu kadar, rahmetli Denktaş’ın da sayesinde gerçekleşti. Bir devlet kurucusu olarak asla ayrıcalık veya iltifat beklemedi. Mütevazı, sade ve onurlu yaşam tarzı ile bir Ortadoğu liderine değil, antik çağlarda erken Roma Cumhuriyet döneminde çiftliklerine çekilen ve efsaneleşen devlet adamlarına benziyordu. O herşeyini halkına ve inandığı davaya bağışlayan bir liderdi. İddiaların aksine kişisel ihtiras sahibi değildi. Eğer Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde çoğulcu demokrasi ve çok partili sistem derin ve sağlam bir şekilde kökleşmişse, bu değerler de onun mirasının bir parçasıdır.

Halkının sesine saygısı, Türkiye’ye sevgisi ve Anavatana bağlılığı tamdı. Uzun iktidar yıllarında Ankara’dan birçok hükümet gelip geçti. Denktaş, Türk hükümetlerinin her zaman yanında ve onların en sadık dostu ve en yararlı yardımcısı oldu. Adada ve Akdenizdeki dengeleri onun sayesinde koruyabildik. Halkının varlığını ve haklarını korurken çetin bir mücadeleci, fakat bu mücadelesinde dürüst ve insancıl bir savaşcı idi. Özel yaşamında da yüksek ruhlu insanlara mahsus hasletleri olan bir kişiliğe sahipti. Aile hayatında birçok trajediyi yaşamış ve çok yakınlarını kaybetmiş olmasına rağmen, ne kararlı yolundan vazgeçti, ne de hayattan umudunu kesti. Yirminci yüzyılda, kendi kuşağındaki Akdenizin liderlerinin en yeteneklisi olarak tarihe geçeceği muhakkak.

Çözümsüzlük kimin eseri?,

Denktaş’ın çözüme karşı olduğu söylenegeldi. Denktaş aslında çözüme değil, Ada Türklerinin güvenliklerini garanti altına almayan; Ege ve Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında stratejik dengeyi gözetmeyen formüllere karşıydı. Çünkü çözümün bu temeller üzerine oturmaması halinde, Kıbrıslı Türkleri kendi topraklarında yeniden sığınmacı konumuna düşeceğine ve Türkiye ile Yunanistan arasında ise yeniden tehlikeli gerginliklerin yaşanacağına inanıyordu. Gerçekten de, Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetine vücut veren 1959– 1960 Londra ve Zürich Antlaşmaları hem adadaki iki toplum hem de iki Anavatan arasında siyasi denge sağlıyordu. Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlara eşit haklar veriyor, iki kurucu topluma siyasi eşitlik bahşediyor ve Güvenlik Antlaşmasıyla da Türklerin bu haklarını garanti altına alıyordu.
Denktaş, Rumların Türklere karşı giriştikleri “kanlı Noel” olarak bilinen 1963-64 katliamları ve bunu takiben Türklerin yönetimden uzaklaştırılmasıyla bu Antlaşmaların berhava edilmesinin adanın Yunanistan’a ilhakı demek olan ENOSİS’in gerçekleştirilmesi için ilk adımı teşkil ettiğini dünyaya haykırmış, fakat sesini kimseye duyuramamıştı. Bu katliamların ardından Kıbrıslı Türkler, on yıl kendi vatanlarında, kuşatılmış bölgelerde ve barikatların ardında, her gün imha edilme tehdidi altında yaşamak mecburiyetinde bırakıldılar. Bu arada dünya Kıbrıslı Rumları Kıbrıs’ın temsilcisi olarak tanıdı. İşte Kıbrıs’ta bütün çözüm yollarını tıkayan tarihi hata budur. Çünkü Rumlar bu suretle, çözüm olmadığı takdirde kaybedecek bir şeyleri olmadığından eşitlik temelinde bir çözüme asla yanaşmadılar.
1974’te Yunanistan’daki askeri cunta tarafından planlanan ve adada Sampson tarafından gerçekleştirilen darbeyle Rumlar Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak hayallerini gerçekleştirmek istediler. Aynı yıl Temmuz ve Ağustos Türk Barış Harekâtı bu planları bozdu. Kıbrıslı Türkler o tarihten bugüne kadar adada iki bölgeli ve iki toplumlu bir düzen içinde kendi Devletlerini kurarak, hala yürürlükte bulunan 1960 tarihli Garanti Antlaşması çerçevesinde Türkiye’nin garantisi altında güvenle ve onurlarıyla yaşadılar. Rauf Denktaş, Cumhurbaşkanı bulunduğu sürece siyasi eşitlik, eşit siyasi haklar, egemenlik paylaşımı ve Türkiye'nin fiili garantisi temelinde Rumlar ve Yunanlılarla bir anlaşmaya varmak için, bıkıp usanmadan on yıllarca Ankara hükümetleriyle beraberce çaba harcadı. Ama bu ilkelerden bir adım geriye atmadı. Bu kararlılığı kendisine uzlaşmaz sıfatının yakıştırılmasına yol açtı.

Temel Hedef: Siyasi Eşitlik,

Annan Planının Türkler ve Rumlar ve Türkiye ve Yunanistan arasındaki dengeyi ancak Türkiye’nin de AB üyesi olması halinde sağlayacağına inanıyordu. Bu nedenle Türkiye’nin üyeliği gerçekleşmeden planın kabul edilmesinin ne adada ne de Türkiye ve Yunanistan arasında barış ve güvenliği sağlayabileceğini düşünüyordu. Denktaş, adada eşit haklara ve eşit egemenliğe sahip iki ortak kurucu devlet ve siyasi eşitliğe sahip iki halktan oluşan bir çözüm olmadığı takdirde Rumlarla bir anlaşmaya gidilmesinin sırf Türklerle Rumlar arasında değil, aynı zamanda Türkiye ile Yunanistan arasında da ciddi sorunlara yol açacağını düşünüyordu. Böyle bir durumun Ege’de karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır bölge gibi deniz sınır ihtilaflarını Akdenize de sirayet ettireceğini ısrarla dile getirdi. Bu görüşleri nedeniyle yalnız Avrupa ve Amerika’da değil Türkiye’de de çok eleştirilen Denktaş’ın aslında ne kadar haklı olduğunu, şimdi Rum yönetiminin ada çevresindeki enerji kaynaklarını ele geçirmek üzere kalkıştığı emrivakiler açık biçimde kanıtlamakta.

Dönüm Noktası: Annan Planı,

BM kapsamlı Barış Planını, 24 Nisan 2004 çifte referandumunda üçte iki çoğunlukla reddeden ve gençlerinin yüzde 90’nından fazlası Türklerle beraber yaşamayı istemediğini ilan eden Rumlarla bugün artık Birleşik bir Kıbrıs temelinde bir Anlaşma yapılabileceğine inanan pek az kişi kaldı. Buna mukabil “Denktaş haklıymış” diyenlerin sayısında ise ciddi bir artış oldu. Rumlar BM Barış Planını geri çevirdikleri halde AB üyeliği ile mükâfatlandırılırken, bu plana evet diyen Türkler, ne barışa ne de birleşmeye kavuşabildiler. Hala kendi kimlikleri ile seyahat edemiyorlar. Limanlarına gemi yanaşamıyor. Havaalanlarına (Türkiye’ye uğramadan) uçak inemiyor. Kıbrıs Türkleri bugün Avrupa’da kuşatma altındakı tek halk. Sonuç olarak, gelinen noktada Rumları mükâfatlandırma, Türkleri cezalandırma yoluyla çözüm arama stratejisi iflas etmiş durumda. Rumlar kapsamlı çözümü reddettiler. Kapsamlı çözümün alternatifi iki devletli çözüm. Rumlar ırkçı, ben-merkezci yaklaşımlarıyla egemenlik paylaşımını reddetmeyi sürdürdükçe, AB ada Türklerine karşı düşmanca dışlayıcılık tutumunu terk etmedikçe, Batı Balkanlarda, Kosova ve Karadağ’daki gelişmelere koşut olarak anlaşmazlığın artık süratle iki devlet temelinde bir çözüme doğru yol almakta olduğundan kimse şüphe etmesin.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/02/rauf-denktas


..

TÜRKİYE-FRANSA İLİŞKİLERİ, TÜRKLER VE ERMENİLER




TÜRKİYE-FRANSA İLİŞKİLERİ, TÜRKLER VE ERMENİLER


YAZAN 
Özdem SANBERK
2012 Ocak

Fransa Ulusal Meclisi, 22 Aralıkta, Soykırımı inkâr edenlere para ve hapis cezası verilmesini öngören bir kararı kabul etti. 577 üyeli Fransa Ulusal Meclisinde, 50 kişilik katılımla, 38 üye tarafından kabul edilen bu kararın Türkiye’yi ve Türkleri hasmane bir tavırla hedef aldığını, sunucularının sözleri ve tartışmaların içeriği açıkça ortaya koyuyor. Oysa Türkiye, Fransa’nın böyle düşmanca bir tutum göstermesine neden olacak bir harekette bulunmadı. Bu nedenle bu karar, neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye’de milyonlarca insan tarafından kendi gurur ve haysiyetlerine karsı yapılmış bir saldırı olarak görülüyor. Buna ek olarak, Senato ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanıp yürürlüğe girmesi halinde aynı karar, Fransa’da yaşayan yüzbinlerce vatandaş ve soydaşımızın gündelik yaşamlarında, temel hakları, huzur ve güvenlikleri üzerinde açık bir tehdit oluşturacak.

Aynı zamanda, Fransa’daki vatandaşlarımızın bu huzursuzluğunun çevrelerine de sirayet etmemesi ve bu ülkede yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı tetiklememesi düşünülemez. Bu durum ise Fransa’da toplumsal barış ve istikrar için doğrudan bir risk teşkil ediyor.
İnsanlığın bugün vardığı uygarlık düzeyinde her bir bireyin, gerçek olan ve olmayan görüşleri kabul veya inkâr etme hakkı kısıtlanamaz. Hele hele şiddet içermeyen aykırı görüşlerin hapisle cezalandırılması ise tamamen çağdışı bir uygulama. İfade özgürlüğünün 301 gibi bir madde ile Türkiye’de kısıtlanmış olmasının Fransa’ya bu özgürlüğü ihlal hakkı verdiğini savunmak da mümkün değil.
En azından bu düşünceler, Türkiye’nin bu saldırı karşısında tepkisiz kalmasına ve kararı adeta bir nevi rasyonalize edip sembolik yanıtlarla yetinmesine imkân bırakmıyor. Aksi takdirde, zaten pusuda bekleyen başka saldırılara süratle maruz kalacağımız gibi, zaten görünür bir gelecekte çözümü imkânsız olan bu sorundan kaynaklanan siyasi sakıncaları daha da ağırlaştırmış olacağımız açık.

Fransa’da soykırım kampanyasını yürüten odaklar, bunu Ermenilere duydukları sempatiden değil, Türkiye’yi aşırı tepkilere sevk ederek yalnızlığa itmek ve zaafa uğratmak hedefinden hareket ediyor.
Türk Hükümeti de, esasen verdiği ilk tepkilerle bu tuzağa düşmediğini gösterdi. Bu tepkiler abartılı ve duygusal değil. Fransa’ya, doğru yönde harekete geçmek ve toplumlar arasında meydana gelen güvensizliği değilse bile, doğan siyasi krizi telafi etmek için zaman bırakıyor. Fransa geri adım atarsa Türkiye’nin bu tavrı cevapsız bırakmayacağını ima ediyor. Türk kamuoyunun ezici bir bölümü, sivil toplum kuruluşları ve en önemlisi muhalefet partileri bu tepkinin arkasında.
Bu atmosfer içinde, Fransa Ulusal Meclisi kararı vesilesiyle ve yaklaşan 2015 yılı dolayısıyla, “tarihimizle yüzleşelim, Ermenistan ile imzaladığımız protokolleri yürürlüğe koyalım veya sınırları açalım” şeklindeki düşünceler bu aşamada gerçekçi görünmüyor. Bu tür görüşlerin iyi niyet ve iyimserliğinden kuşku duyulmasa bile dış politikada iyimserliğin zaman zaman hedeflenenin tersine sonuçlar verdiği ve ciddi riskler taşıdığını deneyimler ortaya koyuyor.

Türkiye Kamuoyu Savaşını Kaybetti,

Türkiye, kamuoyu savaşını kaybetmiş görünüyor. Bugün dünyada yirmiden fazla yerel ve ulusal parlamento ve yüzlerce sivil toplum kuruluşu ve mesleki örgüt 1915 olaylarını soykırım olarak kabul etmiş durumda. Dünya medyası da bu görüşü savunuyor. Bu görüş doğrultusunda yazılmış çok sayıda eser kitapçıların, kütüphanelerin raflarını ve üniversite kürsülerini dolduruyor. Sanat ve edebiyat eserleri, TV programları ve filmler soykırım öykülerini yansıtmakta. Medyanın, edebiyat ve sanat dünyasının doğruluk algısını yarattığı bir konunun yanlış olduğunu kanıtlamak bir noktadan sonra mümkün değil. Bu ancak zaman içinde, hatta kuşakların değişmesi ile mümkün olabilir. Tabii konunun tüm yönleriyle ve sürekli şekilde serbestçe tartışılmasına olanak verilirse...
Olayın bu noktalara gelmesinin birinci nedeni, bu meselenin çok yakın zamana kadar en başta kendi memleketimizde tartışılmasının yasaklanmış olması. Bu durum, işin peşinde olan Ermeni odaklarının ekmeğine yağ sürdü. Çünkü bu odaklar, mesele tartışılırsa öykünün Türkçesinin de dünya tarafından öğrenileceğini biliyorlardı. Bugün bize, “önce kabul edin sonra tartışalım” diyorlar. Biz konuşmayı kendimiz yasakladığımız için “bırakalım sorunu tarihçiler tartışsın” tezimiz hem inandırıcı hem de geçerli olmuyor.
Bu şartlar altında atılacak en doğru adım, soykırım iddialarıyla ilgili tartışmaların Türkiye’de artık tam bir özgürlük içinde yapılmasına imkân verecek siyasi, hukuki ve akademik koşulların süratle yaratılmasıdır.

Babaların günahını çocuklara yüklemek,

Aslında soykırım konusu Türkiye’de son yıllarda doğru zeminlerde konuşulmaya başlandı. “İnkâr edelim” diyenler oldu. “Kabul edelim” diyenler oldu. Özür dileyenler oldu. Bu sağlıklı bir başlangıç. Kendi özgür iradeleriyle özür dileyenlerin sayısı 30 binlere ulaştı. Bu sayı 75 milyon içinde bir şey ifade etmese de bir ilk oluşturması itibarıyla sembolik değer taşıdığı muhakkak. Soykırım kampanyalarının arkasında bulunan odakların yarattığı gerginlik ve şantaj baskısının ortadan kalkması halinde kendiliğinden doğacak empatinin bu sayıyı daha yukarılara çekebileceği, hiç değilse Türklerle Ermeniler arasında yeni bir anlayış ve dayanışma havasının doğabilecegine muhakkak nazarı ile bakılabilir.
Türkler 1915 olaylarını şantajla hatırlamaya zorlanıyor. Hatırlama bölünme kabul etmez. Türkler 1915 olaylarını hatırlamaya zorlanırlarsa, kendi kayıplarını, yitirdikleri toprakları ve o topraklar üzerinde maruz kaldıkları katliam, sürgün ve trajedileri de hatırlayacaklar. Bunun da kimseye bir yararı olmaz.
Hatırlamak ve unutmak travma karşısında gösterilebilecek iki meşru davranış tarzı. Osmanlı imparatorluğunun dağılma sürecinde yabancı diyarlara göç eden Ermeniler hatırlamayı, Anadolu topraklarına dönen Türkler ise unutmayı tercih ettiler. Ermeniler kendi kimliklerini kendilerinin ve ana-babalarının çektikleri ısıtraplarda aradılar, orada buldular. Bu ıstırapları hergün yaşıyorlar. Soykırım onlar için tarihi bir olay değil. Çünkü yeni yurtlarında, göçmenlik ve yabancılık koşullarında bu travmanın yerine ikame edecekleri başka bir ideal ve huzurlu yeni bir ortak yaşam bulamadılar. Bu travmalar, üçüncü ülkeler tarafından kendi siyasi amaçları için kullanıldı. Hala da kullanılmakta…
Türkler ise kimliklerini yaşadıkları ıstıraplarda değil, kendi kurdukları yeni Türkiye Cumhuriyetinin başarılarında aradılar. Kendi topraklarında geçmişte değil, gelecekte yaşamayı seçtiler. Ama aynı nedenle kendi yaslarını da tutamadılar.

Ermeniler “ Biz yasımızı her gün yaşıyoruz ” diyorlar. Bunun doğru olduğuna şüphe yok. Türkler de kendi yaslarını tutabilmeli. Çünkü her iki halk da büyük acılar çekti. Acılar paylaşılınca hafifler, köprüler yaratır. Bu gerçeğin anlaşılması için şu veya bu ülkenin Parlamento kararına gerek yok. Bu anlayışı iki halk ve onların çocukları, bugün değilse bile belki yarın kendileri gerçekleştirecek. Tabii başkaları onları rahat bırakırsa…


http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/01/turkiye-fransa-iliskileri-turkler-ve-ermeniler



YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ KURULACAK MI?




YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ KURULACAK MI?



YAZAN 
Özdem SANBERK
2011 Aralık


Bugün içinde Yaşadığımız Uluslararası Ekonomik, Parasal ve ticari düzenin temelleri İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği yıllara uzanıyor. 

Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve sonradan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) olan Uluslararası Gümrük ve Tarifeler Birliği (GATT), Bretton Woods Anlaşmalarıyla 1944’te; siyasi düzen ise, savaşın beş galip ülkesine veto hakkı tanıyan Birleşmiş Milletler olarak 1945’te Fransisco Konferansıyla kuruldu. Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidine karşı Batı dünyasının askeri teşkilatı da Atlantik İttifakı adı altında Washington Antlaşması’yla 1949’da hayata geçti. Bir süre sonra 1957 yılında sınırlı alanlarda egemenlik paylaşımına dayalı ve kıtada ulusüstü yapılanmayı hedefleyen Avrupa Birliği vücut buldu. Hepsi geçen yüzyılın ortalarında yaratılan ve bir yerde dünyanın tek merkezden yönetilmesi amacını taşıyan bu düzenlemelerin, her birinde yapılan birçok değişiklik ve uyarlamalara rağmen, ilk on yılını devirdiğimiz 21. yüzyılın ihtiyaçlarına artık cevap vermekten çok uzak kaldığını görüyoruz. İnsanlığın bugün karsılaştığı devasa sorunları 60 yıl önceki dünya 
düzenini kuran anlaşmalarla çözme çabaları, uluslararası barış, güvenlik ve refahın sağlanmasında yetersiz kaldığı gibi, dünyadaki adaletsizlik ve istikrarsızlığın da temel nedenlerini oluşturuyor.

Küreselleşme Gerçeği,

Bugün yaşadığımız dünyanın gerçekleri, fırsat ve tehlikeleri, 60 yıl öncesine göre çok farklı. Her şeyden önce küreselleşme artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Dünya’nın bir köşesinde meydana gelen bir felaket diğer köşesinde dayanışma ve sorumluluklar yaratıyor. Bugün Van’daki deprem Japonya’daki yardım örgütlerini harekete geçirebiliyor. Somali’deki açlık bizim en ücra kasaba ve köylerimizde yardım kampanyaları başlatılmasına neden oluyor. Dünya nüfusunun %60’ı cep telefonu sahibi, 200 milyon kişi facebook’ta iken, uydu TV, internet, google milyarlarca insana erişir ve halkların birbiri hakkındaki algılarını derinden etkilerken, ilerleyen teknoloji temel moral sorunları beraberinde getiriyor ve dolayısıyla hukuki ve manevi yol gösterici kurumlara duyulan gereksinimi arttırıyor. İnanılmaz boyutlara ulaşan enerji tüketimi yerküre iklimini değiştirirken, dünya kaynaklarını yok ediyor, doğayı, geri dönülmesi imkânsız ölçülerde kirletiyor ve buna rağmen kitlesel refah sağlanamıyor. Avrupa Birliği başta olmak üzere uluslararası finans sistemi krizlerden kurtulamazken kitlesel açlık, yoksulluk, cehalet ve kadın erkek eşitsizlikleri, adaletsizlikler, salgın hastalıklar, kitlesel katliamlar, aynı zamanda ülkeler ve bölgeler arası dengesizlikler dünya barışını tehdit etmeye devam ediyor. Nükleer silahlanma yarışı da bu tehditler arasında en ciddi olanlardan birini oluşturuyor. Kitlesel göçler, ötekileştirme dramlarını, ırkçılığı, ferdi ve toplu şiddeti ve kimlik kâbuslarını beraberinde getiriyor ve ulusal ve sınır aşan terör hareketlerini besliyor.

Güç, Batı’dan Doğu’ya ve ulus devletlerden bireye doğru kayıyor, fakat ne Batı, ne de ulus devletler güçlerini kaybetmiş değiller. Devlet dışı aktörler, şiddete dayalı gruplaşmalar ve kontrolsuz bölgeler, çok küçük boyutlarına rağmen süper güçleri bile korkutabiliyor, hatta bu korkular yüzünden temel hak ve özgürlükler dahi kısıtlanıyor, insan hakları ihlalleri yapılıyor ve ortaya çıkan asimetrik mücadele ciddi bir uluslararası istikrarsızlık ve güvensizlik kaynağı teşkil ediyor.
Büyük aktörler dünya istikrar ve güvenliğini sağlayamıyor. Çin, Hindistan, Brezilya gibi büyük nüfuslu devletlerin devreye girmesi, siyasal İslamın yaygınlaşması ve uluslararası sistemi etkilemesi, buna paralel olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinde yeni bir uyanışın başlaması ve özgürlük arayışları, dünya dengelerini derinden etkiliyor. Bütün bunlar uluslararası sistemde radikal değişiklikler yapılmadan, IMF ve BM gibi mevcut uluslararası parasal ve siyasi kuruluşlarla küresel sistemin, değil tek merkezden, kolektif yönetiminin dahi mümkün olamayacağı gerçeğini gözler önüne seriyor.

Yeni Dünya Düzenine Duyulan İhtiyaç,

Evet, yeni bir dünya düzenine duyulan ihtiyaç açık... Ama bu düzenin nasıl ve ne zaman kurulabileceğini kimse bilmiyor. Hatta kurulup kurulamayacağı da bilinmiyor. İnsanlığın bu tehlikeli ve karmaşık uluslararası ortamda oraya buraya savrulmaya devam etmesi muhakkak ki olasılıklar arasında.Ama bilinen bir şey varsa o da kurulacak yeni dünyanın yukarıda saydığımız sorunlara cevap verecek öğelere sahip olması. Bu öğelerin başında barışçı diplomasinin askeri diplomasiye üstün olması, bölgesel değil küresel refahı hedeflemesi, az karbon salınımlı enerji kaynaklarına geçmesi, ikili değil çok taraflı yöntemlere öncelik vermesi ve egemenlik paylaşımı temelinde uluslararası dayanışma ve işbirliğini temel almasıdır.
Böyle bir düzenin kurulması şimdilik bir hayal gibi görünüyor. Ne var ki zaruretler, alternatif seçimlere imkân bırakmaz. Tarih bize insanlığın zaruretle karsılaşınca tek seçeneği oluşturana dair karar alma kapasitesine sahip bulunduğunu gösteriyor. Sorunların farkında olmasına rağmen uluslararası toplum henüz böyle bir zaruret bilinci içinde değil. Uluslararası kamuoylarında yeterli farkındalık, hükümetlerde ise yeterli siyasi irade yok. 

Batılı güçler mahrum kitlelere demokrasi öneriyor, fakat adalet sağlamıyor. Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da özellikle gençler düzleminde tanık olduğumuz uyanış hareketlerinin ve değişim taleplerinin kökünde adalet ve özgürlük arayışları yatıyor. Bu hareketler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya gecen yüzyılın başından bu yana egemen olan Batılı vesayet düzenin sona erdiğinin işareti. 21. yüzyılda istikrar güvenlik ve refahın baskıcı rejimlerin devamına imkân veren mevcut uluslararası sistemle sağlanamayacağı bu coğrafyadaki halkların halklarının hatırı sayılır bir çoğunluğu tarafından artık anlaşıldı.

Yeni Dünya’da Türkiye’nin Konumu,

Türkiye şimdi bu sistemi uluslararası düzeyde sorgulayan ülkelerin başını çeken bir konumda… Var olan rejimlerin değil, değişim talep eden halkların yanında yer alıyor. Başbakan Erdoğan birden fazla vesileyle BMGK’nın beş daimi üyesinin uluslararası toplumu vesayet altında tutan bir veto hakkına sahip bulunmasına karşı çıktı. Haksızlık ve adaletsizlikler karşısında suskunluk, bu haksızlık ve adaletsizlikleri meşrulaştırmak anlamını taşır. O zaman olanlardan suskunlar da sorumlu olur. Türkiye bu gerçeğin farkında… Bu tavır, yeni yüzyılda yeni dünya düzeninin kurulmasında Türkiye’ye tarihi bir sorumluluk bahşediyor. Türkiye’nin bu onurlu rolü etkinlikle oynayabilmesi hiç şüphesiz içerdeki haksızlık ve adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasına ve özgürlüklerin daha da geliştirilmesine yönelik kararlı adımlarına devam etmesiyle mümkün olur. Geçtiğimiz yüzyıl o zamanki ihtiyaçlara cevap verecek yeni bir düzen kurulması için iki dünya savaşı ve yüz milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi gerekti. Umarız insanlık bu kere kendi varlığını ve geleceğini koruma bilincine varmak için bu kadar büyük bir bedel ödemeyi beklemez.


http://www.analistdergisi.com/sayi/2011/12/yeni-bir-dunya-duzeni-kurulacak-mi

PALMER RAPORU’NUN PERDE ARKASI



PALMER RAPORU’NUN PERDE ARKASI


YAZAN
Özdem SANBERK
2011 Ekim

31 Mayıs 2010 Tarihinin Türk kamuoyunun hafızasından silinmesi hiç kuşkusuz kolay olmayacak. İsrail’in Gazze’ye insani yardımdan başka bir yük taşımayan uluslararası konvoya uluslararası sularda saldırarak katlettiği 9 canın acısını hala yüreklerimizde hissettiğimiz bu dönemde, saldırı sonrasındaki gelişmelere kısaca bir kez daha bakmakta yarar görüyorum.
İsrail’in saldırısı, Türk kamuoyunu iki açıdan derinden etkiledi. Birincisi, sergilenen vahşetin boyutlarıdır. İsrail’in gecenin karanlığında sivil gemi ve yolculara yönelik olarak topyekûn bir askeri harekât düzenleyerek 9 yolcuyu öldürüp, farklı milletlerden 70’in üzerinde yolcuyu da yaralamasının hiçbir şekilde izahı olamaz. İkinci olarak, böyle bir saldırının tarihi dostluk ve bağlarımız olan bir bölge ülkesinden gelmesini içimize sindirmemiz de tabiatıyla mümkün değil.

Nitekim Türkiye farklı bir ülkeden gelmiş olsa çok daha farklı bir tepki gösterebileceği bu olay karşısında itidal ile hareket etmeye özen gösterdi. Uluslararası hukuk ve teamül çerçevesinde İsrail’den özür ve tazminat talebini ortaya koydu, bu talepler yerine getirilmedikçe de ilişkilerin normale dönmesinin mümkün olamayacağını açıklıkla dile getirdi.
Saldırı üzerinden 24 saat geçmeden Birleşmiş Milletler’in tüm ilgili Mekanizmaları da harekete geçirildi. O dönemde üyesi olduğumuz BM Güvenlik Konseyi’nin bir Başkanlık Açıklaması (S/PRST/2010/9) kabul etmesi sağlanarak, İsrail’in 9 kişinin ölümüne yol açan eylemleri kınandı, gemileri ve yaralıları derhal iade etmesi istendi. Ayrıca, uluslararası standartlara uygun bir biçimde hızlı, tarafsız, güvenilir ve şeffaf bir sorgulama yapılması çağrısında bulunuldu.
BM Genel Sekreteri işte bu çağrı doğrultusunda benim de içinde yer aldığım Panel’i, 2 Ağustos 2010 tarihinde oluşturdu. Panel’in Başkanı Palmer ve Yardımcısı Uribe’yi Genel Sekreter seçti. İsrail’in de Joseph Ciechanover ile temsil edildiği Panel’in dört üyesi eşit yetkilere sahip olmadılar. Dörtlü uzlaşıya varılamadığı takdirde Başkan ve Yardımcısı’na birlikte karar alma yetkisi tanındı. Ayrıca, Panel’e saldırı mağdurlarını çağırıp dinleme yetkisi verilmedi; mağdurlar hakkında, Panel’e ulusal temas noktaları aracılığıyla raporlar sunulması öngörüldü.

Türkiye bu doğrultuda, sürecin hemen başında, Panel’in kurulmasından itibaren bir ay içinde ilk raporunu sunarak hukuki ve fiili duruma ilişkin tezlerini ortaya koydu. İsrail ise, çeşitli geciktirme taktiklerine başvurarak kendi kurduğu göstermelik iç komisyonun çalışmaları bitmeden Panel’e bir katkı sağlayamayacağını ileri sürdü. Bu şekilde, 2011 Ocak sonuna kadar Panel’in çalışmasını engelledi.
İsrail’in kendi raporunu sunmasından sonra iki hafta içinde Türkiye de nihai raporunu Panel’e takdim etti. Böylelikle, İsrail’in işlediği suçlara ilişkin eldeki tüm delilleri teslim etti. Ayrıca, İsrail'in gerçekleştirdiği saldırının uluslararası hukuka aykırı olduğunu, alanında uzman uluslararası hukukçuların bu yöndeki görüşleriyle birlikte ortaya koydu.

Neticede, Palmer ve Uribe, kendi çalışmalarının sonucunda bir rapor yazdılar. İsrail'in işlediği suçlar, somut delillere dayandığından ve yoruma yer bırakmadığından, bu raporda da açık biçimde yer aldı. Nitekim raporda, İsrail’in abluka sahasından çok ileride bir mevkide, büyük bir askeri kuvvetle gemilere saldırmasının aşırı ve izah edilemez olduğu belirtiliyor.
İsrail askerlerinin sebep olduğu ölüm ve yaralanmaların kabul edilemeyeceği, İsrail tarafından dokuz can kaybının hiçbirinin hesabının verilemediği, delillerin ölenlerin çoğunun yakın mesafe ve arkadan olmak üzere birçok kez vurulduklarını gösterdiği kaydediliyor. Ayrıca, yolcuların ciddi anlamda kötü muameleye maruz kaldıkları, bu muamelenin fiziki darp, taciz ve tehdidin yanı sıra kişisel eşyalara hukuk dışı el konulması ile konsolosluk yardımı almalarına mani olunmasını da içerdiği açık biçimde vurgulanıyor.
Dolayısıyla, konunun bu boyutu bakımından rapor, sağladığımız bilgi ve deliller doğrultusunda doğru ve gerçekçi tespitlerde bulunuyor. Ancak rapor, İsrail askerlerinin daha gemiye çıkmadan önce helikopterlerden yolcuların üzerine ateş açtıkları ve en azından bazı yolcuların İsrail askerlerince kasıtlı biçimde öldürüldüğü gerçeklerine yer vermiyor.
Diğer taraftan, Raporda Palmer ve Uribe, İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı ablukanın yasal olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tabiatıyla bu hususun kabul edilmesi mümkün değildir. BM İnsan Hakları Konseyi’nin Gazze’ye yönelik ablukanın hukuk dışı olduğu yönünde yayınladığı raporlar ve benimsediği kararlar vardır. Bu kararlar BM Genel Kurulu’nda da onaylanmış ve uluslararası teamül hukukunun bir parçası haline gelmişlerdir. BM Güvenlik Konseyi ablukayı açık bir dille eleştirmektedir. Uluslararası camia Gazze’ye yönelik ablukanın hukuk dışı olduğu konusunda birleşmektedir. Sağduyu ve vicdan bu ablukanın hukuk dışı olduğunu söylemektedir.
Hal böyle iken, Palmer ve Uribe’nin böyle tartışmalı bir tez ile ortaya çıkmaları kuşkusuz konuya hukuki olmaktan ziyade siyasi mülahazalarla yaklaştıklarını akla getiriyor. Türkiye bu resmin bir parçası olmadı. Palmer ve Uribe’nin raporun taslağını verdikleri Nisan sonundan itibaren, Türkiye’nin bu nitelikte bir çalışmada daha fazla yer alamayacağı tarafımdan kayıtlara geçirildi ve rapor sadece Palmer ve Uribe’nin kişisel görüşlerini yansıtan biçimde ve yine sadece bu iki ismin imzalarıyla Genel Sekreter’e verildi. İsrail temsilcisi de raporda İsrail askerlerinin işledikleri suçların açıklıkla dile getirilmesi nedeniyle raporu imzalayamadı.

Raporda, İsrail’in işlediği suçlar çerçevesinde tazminat ödemesi gerektiği de vurgulanıyor, ancak özür talebimizin gerisinde kalan bir biçimde, uygun şekilde bir üzüntü dile getirilmesi telkininde bulunuluyor.
Raporun hiçbir bağlayıcı niteliği yoktur. Palmer ve Uribe hukuk yaratmaya yetkilerinin olmadığını kendileri de raporda dile getiriyorlar. Kaldı ki, Genel Sekreter de bu raporla BM ve kendisi arasında bir bağ kurulmasına imkân vermedi. Rapor resmi hiçbir nitelik taşımıyor. Bu haliyle Palmer ve Uribe’nin ablukaya ilişkin olarak ileri sürdükleri hukuki tezlerin ciddiye alınacak bir tarafı da kalmıyor.

Geçerli olan, ablukanın hukuk dışılığını tereddütsüz ortaya koyan BM İnsan Hakları Konseyi raporları ile bu raporlar temelinde alınan İnsan Hakları Konseyi ve BM Genel Kurul kararlarıdır.

Tüm kesimlerin üzerinde birleştikleri husus, İsrail işlediği suçların kuşku götürmediği, İsrail’in gerçekleştirdiği hunharca saldırının kabul edilemeyeceği ve işlenen suçların kimsenin yanına kalmaması gerektiği yönünde... Türkiye’nin bu doğrultuda gerekli hukuki adımları atması da son derece tabiidir. İsrail’in işlediği suçları kabul ederek özür dilemeden ve tazminat ödemeden ilişkilerimizde olumlu bir gelişme yaşanmasının mümkün olmayacağını anlaması gerekir. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı insanlık dışı ablukaya da son vermeden uluslararası platformda içine düştüğü yalnızlıktan kurtulmasını beklemek gerçekçi olamaz.
 ..

Türkiye-İsrail İlişkileri Dibe Vurdu..,



Türkiye-İsrail İlişkileri Dibe Vurdu..,
 
Prof. Dr. Atilla SANDIKLI
06 Eylül 2011
 
İsrail’in Gazze’ye yardım götüren uluslararası yardım konvoyuna 31 Mayıs 2010 tarihinde yaptığı baskın Türkiye-İsrail ilişkilerinde onarılması zor bir hasar meydana getirdi. Çünkü baskın sırasında Mavi Marmara gemisinde bulunan 9 Türk yolcu ölmüş ve çok sayıda kişi de yaralanmıştı. Türkiye’nin girişimleri ile BM Güvenlik Konseyi bir başkanlık açıklaması yapmış ve olayın araştırılması için bir uluslararası komisyon kurulması kararlaştırılmıştı.

Oluşturulan soruşturma panelinde iki bağımsız üye olarak Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer ve Kolombiya eski Devlet Başkanı Alvaro Uribe, Türkiye adına eski Dışişleri Müsteşarı Özdem Sanberk ve İsrail adına eski Dışişleri Bakanlığı Genel Müdürü Joseph Ciechanover Itzhar yer almıştı. Panel, çalışmalarını Türkiye ve İsrail tarafından kendisine sunulan rapor ve belgelere dayandırmış ve sonuçta bir rapor hazırlamıştır. Palmer Komitesi Raporu Temmuz ayında tamamlanmasına rağmen raporun açıklanması 3 kez ertelendi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu 28 Ağustos tarihinde raporun açıklanmasının 6 ay daha ertelenmesini istedi, Türkiye ise bu teklifi kabul etmedi. Raporun 1 Eylül tarihinde ABD’nin New York Times gazetesine sızdırılması Türkiye-İsrail ilişkilerinin dibe vurmasına neden oldu.
 
Bu analizde; “Tarihsel süreç içinde Türkiye - İsrail ilişkileri nasıl bir gelişme gösterdi? Benzer olaylar yaşandı mı? Bu olayların ortak özellikleri nelerdir? Palmer Raporu ve Türkiye’nin yaptırımları neler içermektedir? Yaptırımların nedenleri ve etkileri neler olabilir?” sorularına yanıtlar verilmeye çalışılacaktır.
Türkiye-İsrail İlişkiler Tarihinde Doruklar ve Dipler
Tarihsel bir süreç içinde Türkiye-İsrail ilişkileri incelendiğinde, tarih boyunca Türkler ile Yahudiler arasında sürdürülen iyi ilişkilerin Türkiye-İsrail ilişkilerin tesisinde önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Türkiye, 14 Mayıs 1948’te kurulan İsrail Devleti’ni ilk tanıyan devletler arasında yer almış ve 1950 yılında Elçilik düzeyinde diplomatik ilişki tesis etmiştir. Ancak başlangıçtaki bu olumlu gelişmeler İsrail’in ihtirasları ve saldırgan politikaları nedeniyle birkaç defa dibe vurmuştur. Örneğin Bağdat Paktı’nın kurulması yıllarında İsrail'in tepkilerini yüksek sesle dile getirmesi ikili ilişkilerin yıpranmasına yol açmış ve 1955 yılı ortalarından başlayarak diplomatik temaslarda gözle görülür bir biçimde azalma gözlenmiştir. Süveyş Krizi içinde 1956 yılında İsrail’in İngiltere ve Fransa ile işbirliği halinde Sina Yarımadasını işgale başlaması sonrasında, Bağdat Paktı’nda alınan karar doğrultusunda, Türkiye 26 Kasım 1956’da İsrail ile ilişkilerinin temsil düzeyini maslahatgüzar seviyesine düşürmüş ve Büyükelçi Şefkati İstinyeli geri çekilmiştir.
 
Benzer şekilde Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan soğukluk Kudüs'ün ebedi başkent ilan edilmesiyle birlikte bunalım düzeyine tırmanmıştır. İsrail hükümetinin yürürlüğe koyduğu Temel Yasa’ya Türkiye sert tepki göstermiş, kararı tanımadığını açıklamıştır. Türkiye ayrıca, Tel Aviv elçiliğinde görev yapmakta olan maslahatgüzar Üstün Gündoğdu’yu danışmalarda bulunmak üzere Ankara’ya çağırmış, ardından BM Güvenlik Konseyi'nin 20 Ağustos 1980'de aldığı 478 sayılı kararı uyarınca Kudüs temsilciliğini kapatmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığında ve kuvvet komutanlarının katılımıyla oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi, Kudüs kararına tepki olarak, 26 Kasım 1980’de İsrail ile ilişkilerini sınırlandırarak karşılıklı temsil düzeyini düşürmüştür. “İsrail ile ilişkilerin kesilmemekle birlikte, yalnızca sembolik bir düzeyde tutulmasını” öngören karar uyarınca, Türkiye’nin Tel Aviv'de bulunan maslahatgüzar, müsteşar ve askeri ataşe dâhil olmak üzere bütün görevlileri merkeze çağırmıştır.
 
Türkiye-İsrail ilişkileri 1990’ların başından itibaren tekrar gelişmeye başlamıştır. Bu kapsamda Türkiye 1991 yılında İsrail’deki temsilciliğinin seviyesini büyükelçilik seviyesine yükseltmiş ve iki ülke arasında karşılıklı üst düzey ziyaretler gerçekleştirilmiştir. İlişki düzeyi 1996 yılında askeri, ekonomik ve teknolojik alanlarda imzalanan bir dizi anlaşmayla yeni bir döneme girmiştir. Türkiye-İsrail Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması çerçevesinde Türk Hava Kuvvetleri’nin elindeki F-4 ve F-16 uçaklarının modernizasyonu projesi uygulamaya başlanmıştır. Askeri Eğitim İşbirliği Antlaşması kapsamında sekiz İsrail F-16 savaş uçağı ilk defa Türk hava sahasında Konya semalarında Anadolu Kartalı (Anatolian Eagle) adıyla eğitim uçuşu yapmıştır. Aynı yılın haziran ayında on iki Türk savaş uçağı İsrail’e gitmiştir. Akdeniz’de Ocak 1998’de Türkiye-ABD-İsrail gemilerinin katıldığı Güvenilir Denizkızı (Reliant Mermaid) adını taşıyan arama-kurtarma tatbikatı icra edilmiştir.
 
PKK terör örgütüne destek veren Suriye ve Yunanistan’ın 1995’te askeri eğitim anlaşması imzalaması ile Türkiye’nin hasım devletlerce çevrelenmesi,  Avrupa Birliği ile gergin ilişkilerden dolayı Türkiye’nin Batı’dan askeri teknoloji ve malzeme almakta zorlanması Türkiye-İsrail arasında imzalanan bu anlaşmaların temel nedenleriydi. 1998 sonrasında, Abdullah Öcalan’ın Suriye dışına çıkartılması ve ardından Suriye ile Adana Mutabakatı’na varılması Türkiye, Suriye ve İran ilişkilerinin gelişmesinin önünü açtı. Türkiye Arap dünyasıyla daha iyi ilişkiler geliştirmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Aynı dönemde Avrupa Birliği ile ilişkilerde aday ülke statüsüne geçilmesi Ortadoğu’yla ticari, siyasi, kültürel ilişkilerini geliştirmesine yardımcı oldu. Bu gelişmeler İsrail’le olan ilişkilerin yoğunluğunu azalttı ve yakın stratejik işbirliğinden ortak dengeli ilişkiye geçilmesine neden oldu.
 
İsrail’deki hükümet değişikliği ve barış sürecinin askıya alınmasının etkisiyle 2000’li yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin ivmesi düştü. Ariel Şaron hükümetinin iktidara gelmesiyle beraber Filistin halkına karşı şiddet arttı. El-Aksa intifadası ve Nisan 2002’de İsrail’in işgal altındaki topraklarda artan operasyonlar sonrası Türkiye’de pek çok şehirde İsrail karşıtı büyük gösteriler düzenlendi. Türkiye, İsrail’i soykırım yapmakla suçladı ve ilişkiler gerildi. Bu dönemde siyasi kulvarda gerginlikler yaşansa da ekonomik ve askeri alanda ilişkiler hızla gelişti. 170 Türk M-60 tankının modernizasyon projesi, Başbakan Ecevit’in soykırım suçlamasından 2 gün önce, 30 Mart 2002’de bir İsrail firmasına verildi.
Türkiye’de AK Parti Hükümeti’nin göreve başlamasıyla birlikte ilişkilerdeki gerginlik belirli dönemlerde tırmansa da iki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler aynı şekilde devam etti. Irak Savaşı sonrası Irak’ın kuzeyindeki İsrail varlığı ve Mossad ajanlarının Peşmergeleri eğitmeleri ile ilgili haberler ikili ilişkilerde güven problemini ortaya çıkardı. İsrail’in 2004’te Refah mülteci kampına operasyon düzenlemesi ve insan haklarını hiçe sayan uygulamaları Türkiye’nin İsrail’e bakışını değiştirdi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün operasyonla ilgili beyanatları gelecekte iki ülke ilişkilerinin eskiden olduğu gibi devam edemeyeceğini gösteriyordu. İsrail devlet terörü uygulamakla suçlanıyor, Türkiye’nin bu uygulamalar karşısında sessiz ve hareketsiz kalamayacağı belirtiliyordu. Bu tepki, Türkiye’nin Arap dünyasındaki itibarını artırdı. Kısa süreli gerginlik sonrasında Türkiye’nin girişimleriyle ilişkiler yeniden düzeldi. Başbakan Erdoğan dış politika danışmanlarını İsrail’e gönderdi ve Ocak 2005’ de Dışişleri Bakanı Gül İsrail’i ziyaret etti.
 
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Eretz Sanayi bölgesini geliştirme projesini başlattı.
 
Türkiye bölgede barış ve istikrarın yerleşmesi için komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye ve bölgesel problemlerin çözümüne katkı yapmak için girişimlerini artırdı. Bu kapsamda Suriye ile ilişkiler geliştirilmiş ve Suriye-İsrail arasında bir anlaşmaya varılması için gizli görüşmelere öncülük edilmiştir. 2006 yılında Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu'nun da katıldığı özel bir toplantıda bu görüşmelerin çok yakında olumlu sonuçlarının basına yansıyacağını belirtmiş ve 10-15 gün içinde açık görüşmelere geçilebileceğini söylemişti. Ancak bu süre içinde tam tersi bir gelişme yaşanmış İsrail Lübnan’ın güneyini işgale başlamıştır. İşgal süresince 1000’den fazla sivil öldürülmüş başta Beyrut olmak üzere Lübnan’da büyük hasar meydana gelmiştir. Birçok hastane bu saldırılara hedef olmuş, BM bağlı bir gözetleme tesisi vurulmuş, 4 BM personeli hayatını kaybetmiştir. Türkiye, İsrail’in saldırısına sert tepki göstermiş, kriz artık ekonomik ilişkileri de etkilemeye başlamıştır. İki ülke arasında imzalanmış olan araştırma ve geliştirme projeleri askıya alınmış, Manavgat Suyu projesi durmuş, GAP bölgesine yapılan yatırım planları sonlandırılmış ve hatta büyük ihaleler, özellikle askeri alandaki büyük modernizasyon projeleri, gündemden kalkmaya başlamıştır.
 
Türkiye’nin, İsrail ve Suriye arasında kolaylaştırıcı rolü Mart 2007’den itibaren tekrar gelişme göstermiştir. Bu sefere de basının bilgisi dahilinde Türkiye, Suriye-İsrail görüşmelerine öncülük etmiş ve anlaşma masasına oturulmasu ümitleri yükselmiştir. Bu dönemde Başbakan Olmert’in 22 Aralık 2008’de Ankara’ya yaptığı ziyarette İsrail-Suriye arasındaki anlaşmazlık alanları çözülmeye çalışılmıştır, Filistinlilerle ateşkesin sağlanması, Filistinli gruplar arasında uzlaşmaya varılması ve Gazze’nin yeniden inşası konuları görüşülmüştür. Basına bilgi verilen görüşmelerde olumlu gelişmeler üzerinde durulurken 27 Aralık 2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik Dökme Kurşun Operasyonu başlamıştır. 22 gün süren İsrail’in Gazze saldırılarında yarısı kadın ve çocuk olmak üzere yaklaşık 1.500 kişi hayatını kaybederken binlerce kişi de yaralanmıştır. 2006’dan itibaren Gazze’deki yönetimi elinde bulunduran Hamas’a karşı gerçekleştirilen harekâtta İsrail ordusu uluslararası antlaşmalarla yasaklanan kimyasal patlayıcıları (fosfor bombası, pudra bombası gibi) kullanmıştır. Büyük bir yıkımın yaşandığı bölgede altyapı büyük zarar görmüş; hastahaneler, okullar ve devlet binalarının yıkılması sonucu milyarlarca dolarlık maddi zarar meydana gelmiştir.
 
Gerek 2006’ daki Lübnan işgali gerekse 2008 - 2009’ daki Gazze’ye yapılan harekât Türkiye’nin bölgede kalıcı barış ve istikrarın tesisine yönelik girişimlerinin İsrail tarafından istismar edildiğini göstermiştir. Suriye-İsrail arasında muhtemel bir barışın inşası istikametine Türk hükümetinin girişimleri devam ederken yapılan harekâtlar adeta taktik örtü ve aldatma planı olarak kullanılmıştır. Türkiye bu tarihten itibaren İsrail’e bakışını değiştirmiş, İsrail’i bölgesel barış ve istikrarı tehdit eden bir devlet olarak algılamaya başlamıştır. Başbakan Erdoğan, operasyonu Türkiye’nin iyi niyetine ve arabuluculuk rolüne büyük saygısızlık olarak yorumlamış ve barışa indirilmiş büyük bir darbe olarak değerlendirmiştir. Başbakan; İsrail’i saldırgan bir ülke, operasyonu devlet terörü, Gazze’yi “açık hava hapishanesi” olarak nitelemiş ve BM’yi göreve çağırmıştır. Dışişleri Bakanı Babacan bu süreçte İsrail-Filistin hattında savaş varken, Suriye-İsrail hattında barış görüşmelerinin yapılamayacağını belirtmiştir. Türkiye’nin sert tepkisi Arap ülkeleri tarafından takdirle karşılanmış, Erdoğan’ın Ortadoğu halkları arasında saygınlığı daha da artmıştır.
 
Davos Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez sesini yükselterek İsrail’in Gazze saldırısının haklı olduğunu iddia edince Erdoğan Perez’i eleştirmiş ve İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını vurgulamıştır. Perez’in olayları çarpıtma girişimleri karşısında oturum yöneticisi Ignatius’dan söz isteyen Başbakan Erdoğan panel yöneticisinin söz hakkı vermek istememesine karşılık Perez’e dönerek, “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” demiştir. “One Minute Krizi” olarak adlandırılan bu olay Türkiye-İsrail ilişkilerindeki düşüş ivmesini artırırken Başbakan Erdoğan’ın Arap dünyasında kahraman ilan edilmesine vesile olmuştur.
 
Davos’ta yaşananların ardından ortaya çıkan alçak koltuk krizi ise iki ülke arasındaki gerilimi tırmandıran diğer bir gelişme olmuştur. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye’de yayınlanan bir dizi filmin içeriğiyle ilgili görüşmek üzere Tel-Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkolu İsrail Parlamentosuna çağırmış, basın mensuplarını davet ettiği ayrı bir odada Türk büyükelçinin kendi oturduğu koltuktan daha alçak bir koltuğa oturmasını sağlamıştır. Ayalon, kameraların çekim yaptığı esnada İbranice “Bizim yüksek, onun daha alçak bir koltukta oturduğuna, masada yalnızca İsrail bayrağı bulunduğuna ve bizim gülümsemediğimize dikkatinizi çekerim” diyerek İsrail’deki radikal sağ siyasilerin Türkiye’ye tepkisini dışa vurmuştur. Türkiye’ye hakaretin hedeflendiği bu hadisenin ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail’e özür dilemesi için aynı günün akşamına kadar mühlet vermiş, İsrail de akşam saatlerinde resmi özür beyanının yer aldığı mektubu Tel-Aviv büyükelçiliğine ulaştırmıştır.
Gazze’ye insani yardım ulaştırma maksadıyla yola çıkan konvoydaki Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı ise ilişkilerin dibe vurduğu bir süreci doğurmuştur. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türkiye vatandaşı siviller düzenli bir ordu tarafından katledilmiştir. Türk yolcuların yoğun olarak bulunduğu Mavi Marmara gemisine yapılan baskın İsrailli siyasi iradenin talimatıyla emir-komuta zinciri dâhilinde gerçekleşmiştir. İsrail ordusu gerçekleştirdiği baskında gerçek mermi kullanmış, baskına direnen yardım gönüllülerine doğrudan kafaya atış gerçekleştirerek öldürme hedefiyle müdahale etmiştir. Baskın sonrasında Adli Tıp Kurumu’nun cesetler üzerindeki otopsi çalışması İsrailli askerlerin baskında öldürme kastıyla ateş ettiğini doğrulamıştır. Mavi Marmara baskınının Türkiye-İsrail ilişkilerinde tamiri oldukça zor bir hasara neden olduğu ifade edilmelidir. Türkiye’nin baskının ardından ilişkilerin düzelmesi için sıraladığı taleplere İsrail’deki mevcut hükümetin itirazı ise iki ülke arasındaki siyasi münasebetlerin düşük düzeyli devam edeceğine işaret etmektedir.
 
Palmer Raporu,
 
Rapor özet, giriş, Türkiye ve İsrail’in Ulusal Soruşturma Raporları’nın özetleri, olgu ve koşulların tespiti, gelecekte benzer olaylardan nasıl kaçınılacağına ilişkin tavsiyeler bölümlerini içermektedir. Giriş kısmında raporun içeriği ve sonuçlarının herhangi bir bağlayıcılık taşımadığı vurgulanmaktadır. Raporda dikkat çeken hususlar şöyle özetlenmiştir:
 
“-Açık denizlerdeki seyri sefer özgürlüğü ilkesi uluslararası hukuk çerçevesinde bazı istisnalarla sınırlıdır. İsrail Gazze’deki militan gruplar nedeniyle güvenliğine yönelik ciddi bir tehdit altındadır. Deniz Ablukası Gazze’ye deniz yoluyla silah girişinin engellenmesi amacıyla meşru bir güvenlik tedbiri olarak uygulanmaktadır ve uygulanması uluslararası hukukun gereklilikleriyle uyumludur.
-Yardım Filosu deniz ablukasını kırmak için sorumsuzca hareket etmiştir. Filoya katılımcıların çoğunluğunun şiddete yönelik amaçları yoktur.
-Ancak, filoyu örgütleyenlerin ( Özellikle İHH’' nın ) amaçları ve faaliyetleri hakkında ciddi sorular bulunmaktadır.

Olaylar ve sonuçları Türkiye ve İsrail tarafından istenilir şeyler değildir. Her iki devlet de bireylerin yaşamını, uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye atacak olayların gerçekleşmemesi için adımlar atmıştır. Türk yetkilileri filoyu örgütleyenlere İsrail güçleri ile karşı karşıya gelmekten sakınmaları gerektiği konusunda bir ikna çabası yürütmüştür. Fakat filoya katılanların potansiyel riskler konusunda uyarılması ve eylemlerinden vazgeçmesi için daha fazlası yapılabilirdi.
 
İsrail’in gemilere büyük bir güç ile abluka bölgesinden uzak bir alanda ve çıkarmadan hemen önce son bir uyarı göndermemesi aşırıdır ve makul değildir. İlk aşamada şiddet içermeyen seçenekler kullanılabilirdi. Özellikle baskın yapılacak gemilere açık bir ön uyarı ve güç kullanılacağının gösterilmesi çatışmayı engelleyebilirdi. İlk baskın sırasında direniş açık hale gelince operasyon yeniden değerlendirilebilirdi.

İsrail Ordusu,  Mavi Marmara’ya çıktığında bir grup yolcu tarafından örgütlü, şiddetli ve kendilerini korumalarını gerektirecek derecede bir direnişle karşılaştı. Üç asker yakalandı ve dövüldü. Bazı askerler de yaralandı. Buna rağmen İsrail Ordusu’nun kullandığı güç sonucunda hayatını kaybeden ve yaralananların olması kabul edilemezdir. Dokuz yolcu öldürülmüş ve birçoğu da ciddi olarak yaralanmıştır. İsrail tarafından Panel’e dokuz kişinin ölmesi hakkında tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Öldürülenlerin çoğunun sırtlarından ve yakın mesafeden birçok kez vurulduğuna ilişkin kanıtlar İsrail tarafından sunulan materyallerde yeterince açıklanamamıştır.

Raporda; tüm ilgili devletlerin benzer bir olayın tekrarlanmasından kaçınması için çaba harcamaları; açık denizlerde seyrüsefer özgürlüğünün önemi ve sonuçları akılda tutularak İsrail’in deniz ablukasını düzenli bir gözden geçirme çerçevesinde sürdürmesi; İsrail’in Gazze’ye gidecek ya da Gazze’den çıkacak kişi ve malların hareketi üzerindeki kısıtlamaları azaltması ve BMGK’nın 1860 sayılı kararına uygun hareket etmesi; Gazze halkına yardım etmek isteyen tüm insani yardımların İsrail Hükümeti ve Filistin Yönetimi’yle görüşerek mevcut prosedürler ve belirlenmiş kara geçiş noktaları yoluyla yapılması tavsiye edilmektedir.
Ayrıca Raporda; bir meşru müdafaa eylemi olarak deniz ablukası uygulamasının BM Anlaşması’nın 51. maddesi çerçevesinde BMGK’ye rapor edilmesi; deniz ablukasını uygulayan devletlerin insani yardıma saygı göstermesi; insani yardımların tarafsızlığa uygun olması; her tür güvenlik tedbirine saygılı olunması; insani yardım taşıyan gemilerin talep edildiğinde teftişe ve rotanın değiştirilmesi ve durdurulmasına izin vermesi önerilmektedir.
Hukuka uygun bir biçimde uygulanan deniz ablukasını kırmaya çalışmanın gemileri ve gemide bulunanları riske sokacağı vurgulanmakta ve şu önerilerde bulunulmaktadır. Vatandaşlarını veya bayrağını taşıyan gemilerin bir deniz ablukasını kırmaya niyetlendiğinin farkına varan devletler demokratik haklarla ve özgürlüklerle uyumlu olarak, gemileri bu eylemlerin riskleri konusunda uyarmalı ve vazgeçirme konusunda önleyici adımlar atmalıdır. Deniz ablukası uygulayan devletler askeri olmayan gemilere karşı kuvvet kullanımı hususunda dikkatli olmalıdır. Çabalar öncelikle gemileri şiddet içermeyen araçlarla durdurma yönünde olmalıdır. Mutlak bir gereklilik olmadıkça kuvvet kullanılmamalı, kuvvet kullanımı gerektiğinde ise ablukayı sürdürme amacına uygun olarak asgari düzeyde güç kullanılmalıdır. Devletler, kuvvet kullanacakları gemilere kuvvet kullanılacağına dair açık uyarı göndermelidir.”
 
Palmer Raporu, soruşturma panelinin Türk üyesi Özdem Sanberk’in ifadesiyle adeta İsrail ile birlikte hazırlanmış ve Türkiye’nin hukuki savlarını dışlamıştır. Rapor, İsrail’in savlarını açıkça desteklerken Türkiye’nin talepleri ile ilgili konuları üstü kapalı ve belirsiz bir şekilde işlemiştir. BM İnsan Hakları Konseyi’nin kararıyla toplanan Veri Toplama Ekibi’nin hazırladığı bulgular Gazze kuşatmasının uluslararası hukuka ayıkırı olduğunu açıkça ortaya koymuşken, Palmer Raporu kuşatmayı meşru bir güvenlik önlemi olarak nitelemektedir.
 
Türkiye’nin Tepkisi ve Yaptırımlar,
 
Palmer Raporu’nun basına sızdırlması sonrasında 2 Eylül 2011 tarihinde basın toplantısı düzenleyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail'in, “Türkiye'den özür dilenmesi, tazminatların ödenmesi ve Gazze'deki ablukanın kaldırılması” talepleri yerine getirileceği tarihe kadar 5 maddelik yaptırım uygulanacağını açıklamıştır. Bu yaptırımlara göre; “Türk İsrail diplomatik ilişkileri ikinci kâtip düzeyine indirilecektir. Bunun üzerindeki tüm görevliler, başta büyükelçi, en geç Çarşamba günü ülkelerine geri döneceklerdir. Türkiye ile İsrail arasındaki tüm askeri anlaşmalar askıya alınmıştır. Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz'de seyrüsefer serbestîsi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır. Türkiye, İsrail'in Gazze'ye uygaladığı ablukayı tanımamaktadır. İsrail'in 31 Mayıs 2010 tarihi itibariyle Gazze'ye yönelik uyguladığı ambargonun Uluslararası Adalet Divanı'nda incelenmesini sağlayacaktır. Bu doğrultuda BM Genel Kurulu'nu harekete geçirmek için girişime başlıyoruz. İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine gereken destek verilecektir.”
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin çatışmayı değil barışı, zulmü değil adaleti hâkim kılmak isteyen bir anlayışın temsilcisi olduğunu vurgulamış, “Bunun içindir ki nasıl Bosna’daki, Kosova'daki katliamlara karşı sesimizi yükselttiysek, Gazze'ye yapılan insanlık dışı saldırılara karşı da tepkimizi gösterdik.” demiştir.
Davutoğlu, gelinen noktada İsrail hükümetinin bir tercih yapması gerektiğini belirtmiştir. İsrail’i yönetenlerin, gerçek güvenliğin, ancak gerçek barışın inşa edilmesiyle mümkün olabileceğini görmeleri gerektiğini dile getirmiştir. Davutoğlu, şöyle devam etmiştir: “Yine anlamalılardır ki gerçek barışın inşasının yolu, dost ülke vatandaşlarını katletmekten değil, dostlukların güçlendirilmesinden geçmektedir. Ancak, mevcut İsrail hükümetinin bu yalın gerçeği görmekten, Ortadoğu coğrafyasındaki devasa değişimlerin sonuçlarını idraktan aciz olduğu açıktır. Bu vesileyle, aldığımız ve alacağımız tedbirlerin, sadece mevcut İsrail hükümetinin tutumuyla bağlantılı olduğunu özellikle vurgulamak isterim.”
 
Amacın, tarihe mal olmuş Türk-Yahudi dostluğuna halel getirmek olmadığını söyleyen Davutoğlu, bilakis İsrail hükümetinin bu istisnai dostluğa sığmayan bir yanlışını düzeltmek olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin, bölgesel ve küresel barış ve istikrarı olumsuz etkileyen gelişmelerin önlenmesi, cereyan etmiş bulunan olumsuzlukların ise telafisi doğrultusunda her zaman samimi ve yapıcı bir tavır içinde olduğunu anlatan Davutoğlu, Türkiye'nin bu konuda talep ve beklentilerini net bir şekilde ortaya koyduğunu ve üzerine düşeni yaptığını vurgulamıştır. Bugünkü gelişmelerin sorumlusunun İsrail hükümeti olduğunun altını çizen Davutoğlu, İsrail hükümetinin gereken adımları atmadıkça bu noktadan geri dönülmesinin söz konusu olmayacağını ifade etmiştir.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu Mavi Marmara saldırısıyla ilgili olarak İsrail hükümetinin, Türk halkından özür dilemek, saldırılarda ölenlerin ailelerine ve yakınlarına tazminat ödemek perspektifiyle Türkiye ile görüşmeye hazır olduğunu bildirmesi üzerine dört tur görüşme süreci gerçekleştirildiğini hatırlatmıştır. Davutoğlu, bu görüşmelerde müzakereyi yürüten Türk ve İsrail heyetleri arasında Türkiye'nin özür ve tazminat taleplerini karşılayan anlaşma metinleri üzerinde birkaç kez mutabakat oluştuğunu açıklamıştır. İlk kez 2010 Aralık ayında İsrail’de gerçekleşen orman yangınına Türkiye'nin katkısı üzerine, İsrail Başbakanının talebiyle Cenevre’de gerçekleşen görüşmeler neticesinde iki ayrı anlaşma metni üzerinde mutabakata varıldığını anlatan Davutoğlu, “Bu mutabakat, İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından da onaylandı. Bilahare anlaşmanın imzalanması konusunda İsrail Bakanlar Kurulu içinde anlaşmazlıklar nedeniyle bu anlaşma uygulamaya konulamadı. Bu süreçte Palmer Komisyonu'nun raporunun yayımlanmasındaki ertelemelerin hepsi, bunu özellikle söylüyorum, çünkü çok ciddi bir basın manipülasyonu ile karşı karşıyayız, Palmer Komisyonu'nun raporunun yayımlanmasındaki ertelemelerin hepsi, İsrail hükümetinin, özür ve tazminat konusunda iç mutabakatı sağlamak için zamana ihtiyacı olduğunu bildirmesi üzerine, yani İsrail hükümetinin talebi sonucunda gerçekleşmiştir. İsrail'in son defa önerdiği 6 aylık uzatma talebi ise tarafımızdan kabul edilmemiştir. Çünkü bu uzatma taleplerinin hepsinin süreci zamana yayma amacı taşıdığı anlaşılmıştır.” demiştir.
 
Gerek Türkiye’nin gerek İsrail’in taraf olmadığı ve sadece Başkan Palmer ve yardımcısı Uribe'nin imzalarını taşıyan raporun, henüz BM Genel Sekreteri'ne resmen sunulmadan önce 1 Eylül’de basına sızdırılmış olmasının da kuşkusuz bu bağlamda oldukça düşündürücü olduğuna dikkat çeken Davutoğlu, şunları ifade etmiştir: “Ben bu konuyu BM Genel Sekreteri Sayın Ban Ki-moon'la da açık bir şekilde konuştum. Kendisi, kendilerine dahi iletilmemiş bir raporun detaylarını daha bilmediklerini ve bu sızma karşısında gerçekten büyük bir üzüntü ve şaşkınlık içinde olduklarını ifade ettiler. Maalesef bu süreçte İsrail tarafı hiçbir zaman devlet ciddiyeti içinde ve mahremiyeti içinde davranmamıştır. Bu süreç zarfında basına sızdırmaların devlet ciddiyetiyle bağdaşmadığını düşünüyoruz.”
Bu raporun sadece adı geçenlerin görüşlerini yansıtmakta olduğunu dile getiren Davutoğlu, “Rapor, İsrail askerlerinin ve diğer yetkililerinin işledikleri suçları açık biçimde tespit etmekte ve dile getirmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in abluka sahasından çok ileride bir mevkide, büyük bir askeri kuvvetle gemilere saldırmasının aşırı ve izah edilemez olduğu belirtilmektedir. İsrail askerlerinin sebep olduğu ölüm ve yaralanmaların kabul edilemeyeceği, İsrail tarafından dokuz can kaybının hiçbirinin hesabının verilemediği, delillerin ölenlerin çoğunun yakın mesafe ve arkadan olmak üzere birçok kez vurulduklarını gösterdiği kaydedilmektedir. Ayrıca, yolcuların ciddi anlamda kötü muameleye maruz kaldıkları, bu muamelenin fiziki darp, taciz ve tehdidin yanısıra kişisel eşyalara hukuk dışı el konulması ile konsolosluk yardımı almalarına mani olunmasını da içerdiği açık biçimde vurgulanmaktadır. Raporda, Gazze’ye yönelik olarak İsrail tarafından uygulanan insanlık dışı ablukanın ise hukuka uygun olduğu ileri sürülmektedir. Tabiatıyla bu yaklaşımın kabul edilmesi ne mümkün ne de söz konusudur. BM İnsan Hakları Konseyi'nin alanlarında uzman ve son derece ehil hukukçulardan oluşan Veri Toplama Misyonu, Gazze ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuştur. Geçen sene olayı müteakip yaptıkları çalışmada bu durumu açık bir şekilde tespit etmişlerdi. Bu yargı hem BM İnsan Hakları Konseyi'nce onaylanmış, hem de BM Genel Kurulu'nda kabul görmüştür. Hal böyle iken, Panel'in Başkan ve Yardımcısı'nın, Panel'e verilen yetkileri aşmak suretiyle, farklı ve son derece tartışmalı bir takım görüşler ileri sürmelerinin, hukuki olmaktan ziyade, bir takım siyasi saiklere dayandığı anlaşılmaktadır. Türkiye, panelin işleyişi ve güvenilirliğini de zedeleyici nitelikteki bu yaklaşımı hiçbir şekilde kabul etmemektedir. Türkiye BM Güvenlik Konseyinin oybirliği ile yaptığı başkanlık açıklamasının lafzı ve ruhuyla bağdaşmayan bu yaklaşımı şiddetle reddetmektedir. Bu doğrultuda konuyu uluslararası yetkili hukuki mercilere götürmeye kararlıyız.” şeklinde konuşmuştur.
Türkiye'nin, İsrail'in bu hukuk dışı eylemine karşı tutumun ilk andan itibaren çok net ve ilkeli olduğunu vurgulayan Davutoğlu, şöyle devam etmiştir: “Taleplerimiz bilinmektedir. Bu koşullar yerine getirilmedikçe İsraille ilişkilerimiz normalleşmeyecektir. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, İsrail, kendisine tanınan bütün fırsatları heba etmiştir. Artık, İsrail Hükümetinin, kendini uluslararası hukukun üzerinde gören, insanlık vicdanını hiçe sayan gayrımeşru eylemlerinin sonuçlarına katlanmasının ve bir bedel ödemesinin vakti gelmiştir. Bu bedel, her şeyden önce Türkiye’nin dostluğundan mahrum kalmaktır. Bu noktaya gelinmesinin tek sorumlusu İsrail Hükümeti ve İsrail Hükümeti'nin sorumsuz eylemidir. Türkiye, bölgesel ve küresel barış ve istikrarı olumsuz şekilde etkileyen gelişmelerin önlenmesi, cereyan etmiş bulunan olumsuzlukların ise telafisi doğrultusunda her zaman samimi ve yapıcı bir tavır içinde olagelmiştir. Bu konuda talep ve beklentilerini başından beri net bir sekilde ortaya koymuş, üzerine düşeni yapmıştır.”
 
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise şu açıklamalarda bulunmuştur. “
İyi niyetli gayretlere fırsat vermek için beklenmiştir. Yaşanan olayların unutulmadığı, vatandaşlarımızın hak ve hukukunun korunması gereğini, devletin kararlığını belki anlayamadılar. Şu anda alınan tedbirler bunun ilk aşamasıdır. Olayların seyrine, İsrail'in davranışlarına göre başka tedbirler de söz konusu olabilir. İsrail hükümeti kendi halkına da yük olan bir hükümettir. Hiçbir güvenirliği söz kousu değil. Ortadoğu’da olup bitenleri tahlil etmesi gereken İsrail hükümetiyken statü yoksunu bir durumdadır. Türkiye bu bölgenin en güçlü hükümeti olarak sadece kendi haklarını değil bütün mazlumların hakkını korumakta elinden geleni gösterecektir. Türkiye barış ve istikrar peşindedir. Bunun sağlanması için İsrail’in atması gereken adımlar var. Kendileri fark etmiyorsa müttefikleri fark ettirmelidir. Açıkçası rapor bizim için yok hükmündedir.”
 
Cumhurbaşkanı Gül’ün de işaret ettiği gibi Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıkladığı yaptırımlar başlangıç niteliğindedir. Süreç içinde İsrail’in tutumuna bağlı olarak Türkiye ilave yaptırımlar uygulayabilir. İsrail daha önce hazırlattığı iki raporda (İsrail ordusunun hazırladığı rapor ve Turkel Komisyonu raporu) Mavi Marmara saldırısının tamamen yasal olduğunu uluslararası topluma kabul ettirmeye çalışmıştır. Gemiye çıkarma yapan İsrail askerlerinin meşru müdafaa saikiyle hareket ettiği Palmer Raporu’na da ustaca yerleştirilmiştir. İsrail Batı medyasındaki bağlantıları ile tüm dünya kamuoyuna Palmer Raporu’nun İsrail’in tezlerini desteklediği ve Gazze kuşatmasının yasal olduğu kampanyasını yürütecektir. İsrail bu duruşunu değiştirmediği sürece de Türkiye’nin yaptırımlardan geri adım atmayacağı, gerekirse yenilerini uygulamaya sokacağı tahmin edilmektedir.
 
Dünya Basınında Yer Alan Yorumlar,
 
Fransa’da Liberation gazetesi gelişmeleri “İsrail ve Türkiye arasındaki gerilim dorukta'' başlığıyla verdi. ''Türkiye'nin yaptırımlarının radikal olduğu'' yorumunu yaptı. Gazetede, uluslararası alanda Filistin'in tanınmasıyla ilgili manevraların sürdüğü bir dönemde Türkiye ve İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerdeki gerilimin tırmandığına dikkat çekildi. Le Figaro’da “Türkiye, İsrail büyükelçisini sınır dışı etti”' başlığıyla çıkan haberde, Türkiye’nin yaptırımları ve Türk yetkililerin konuyla ilgili açıklamaları ayrıntılı bir şekilde yer aldı. Gazetenin haberinde, “iki eski ittifak üyesi arasındaki uzlaşma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının Türkiye'nin yaptırımlarına neden olduğu”' yorumu yapıldı.
İngitere’de Times gazetesinde James Hider imzalı bir yorumda, İsrail’in Türkiye’yi kaybetmenin yanı sıra bu yıl Mısır’la da ilişkilerinin kötüleştiğini kaydetmiştir. Gazete, “Arap baharındaki istikrarsızlığın, bölgedeki güç dengelerinde ciddi kaymalara neden olduğunu” vurgulamıştır. Guardian eski bir İsrailli diplomat olan Alon Liel’in İsrail hükümetinin Türkiye’den özür dilemeyerek stratejik bir hata yaptığını söylediğini kaydetmiştir. Liel, Türkiye'nin İsrail Büyükelçisini sınır dışı etmesinin Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde benzer şeyin yapılması konusunda hükümetlere yönelik halk baskısının artacağı yorumunu yapmıştır. Financial Times'tan İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın eski genel direktörü ve siyaset bilimci Shlomo Avineri, gazeteye İsrail’in özür dilemeyerek ve tazminat ödemeyerek hata yaptığını belirterek, “Türkiye ile ilişkiler, İsrail için önemli ve bu rapor krizin çözülmesi için bir çıkış yoluydu” demiştir.
 
İspanya’da El Pais “Türkiye, İsrail ile ilişkileri kesme tehdidinde bulunuyor” başlığını atmış ve İsrail’in Orta Doğu'daki müttefiklerini kaybettiğini vurgulamıştır. “Bir şey kesin: Kriz, Türkiye’ye olduğu kadar İsrail'e de zarar veriyor. Türkiye’ye zarar veriyor çünkü İran'dan İsrail'e tüm komşularıyla olan ilişkileri sayesinde bugünkü yüksek diplomasisini elde etmeyi başardı. İsrail’e zarar veriyor, çünkü BM'nin Filistin devletini tanıma kararı almaya yakın olduğu bir dönemde yalnız kalma lüksüne sahip değil” demiştir. El Mundo “Türkiye, İsrail ile bağları koparıyor” başlığının altında, “Ültimatom tamamlandı. Gelecek Çarşamba günü Ankara’daki İsrail büyükelçiliğinde ikinci kâtip düzeyinden yüksek diplomat kalamayacak” ifadelerini kullanmıştır.
 
Almanya’da B.Z “Büyükelçinin sınır dışı edilmesi İsrail’i tehlikeye sokacak ve dışlayacak” başlığıyla yayınladığı bir yorumda, Türkiye'nin aldığı yeni kararlarla İsrail’in daha da yalnızlığa sürüklendiği, İsrail'in, ABD ve Almanya gibi az sayıdaki dost ülkeye muhtaç olduğunu savunmuştur. Frankfurter Rundschau’da “Erdoğan’ın güçlü sinyalleri” başlığıyla yayınlanan bir yorumda, Türk hükümetinin, İsrail'e karşı gösterdiği sert tepkiyle bölgedeki güç seçeneklerinden faydalandığını gösterdiği belirtilerek, “Dengeli BM raporu anlaşmak için iyi bir temel oluşturabilirdi” denilmiştir. Berliner Morgenpost “Türkiye, İsrail ile gerginliği arıyor” başlığıyla yayınlanan bir yorumda ise, Türkiye'nin gerginliği azaltmak için daha fazla çaba harcaması gerektiği savunularak, “Ankara tarafından gerginliğin artırılması kabul edilemez ve Alman hükümeti de bunu açıkça dile getirmeli” şeklinde görüş belirtmiştir. Frankfurter Allgemeine Zeitung bölgedeki gerginliğin artırılmasının ne Türkiye’nin, ne de İsrail'in çıkarına olduğu belirtilerek, Türklerin ve Yahudilerin Osmanlı Devleti döneminde yıllarca barış içinde bir arada yaşadığı, her iki ülke diplomatlarının en kısa zamanda bunu hatırlayarak, bir an önce soruna çözüm yolu bulması gerektiği ifade edilmiştir.
 
ABD’de New York Times (Raporu resmi açıklama yapılmadan yayınlayan gazete) BM raporunun, İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkileri iyi yönde değiştirmesi gerekirken tam tersine iki ülkenin de kendi kuyusunu kazdığı yorumunu yapmıştır. Wall Street Journal Türkiye’nin İsrail Büyükelçisini sınır dışı ettiğine dikkat çekerken, ABD’nin Ortadoğu’da iki güçlü müttefikiyle arasındaki ilişkilerin düzeyinin düştüğünü yazmıştır. İsrailli bir yetkili ise, “Onlar bir yumruk gönderdiyse, bu bizim de onlara yumruk göndermemiz gerektiği anlamına gelmez” demiştir.
 
İsrail’de Haaretz gazetesinde Zve Bar’el imzalı yorumda Türkiye’nin tepkisinin İsrail’e açık kapı bıraktığı ve İsrail'in olanlardan dolayı özür dileyerek ilişkileri düzeltebileceğini iddia etmiştir. Bar’el, krizden Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ı sorumlu tutmuştur.

Türkiye’nin Yaptırımlarının Nedenleri,
 
Türkiye, İsrail’den özür beklemektedir. Çünkü İsrail uluslarası hukuka aykırı olarak çoğunlukla Türk yolcuların bulunduğu bir gemiye operasyon yapmış, bunun sonucunda 9 Türk vatandaşı ölmüş, çok sayıda vatandaş yaralanmış ve baskı görmüştür. İsrail’in hareket tarzının temelinde ABD ve Batılı devletlerin sağladığı sınırsız destek neticesinde bu ülkede ortaya çıkan fütursuz yaklaşım ve şımarıklık yatmaktadır. İsrail özür dilemelidir. Çünkü özürün arkasında kendini sorgulama ve pişmanlık vardır. Bu sorgulama sonrasında ise İsrail paradigma değişimine gitmelidir. İsrail’in güvenlik tüketen bir ülke değil bölgede barış ve istikrara katkıda bulunan ve güvenlik üreten ülke paradigmasına terfi etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türkiye’nin bölgede barış ve istikrarı sağlama yönündeki gayretleri belirli bir sonuca ulaşamayacaktır.
 
İsrail’in mevcut yaklaşımlarının ve hareket tarzının arkasında ABD ve diğer Batılı devletlerin sorgusuz desteği vardır. Türkiye’nin özür talebi, Batıyı bu sorgusuz desteği sorgulamaya ve İsrail’e baskı yapmaya sevk etmelidir. ABD ve Batının baskısıyla İsrail’de gerçekleşebilecek bir paradigma değişimi İsrail’in bölge ülkeleriyle ilişkilerinin gelişmesine imkan tanıyabilir. Böylece bölge güvenliği daha iyi sağlanabilecektir. Bu süreç aynı zamanda bölgedeki ABD ve Batı karşıtlığının yavaş yavaş ortadan kalkmasına hizmet edebilir.
 
Özürün ikinci bir anlamı daha vardır. Çünkü gerek alçak koltuk krizinde gerekse Mavi Marmara krizinde İsrail’in bölgede yükselen bir güç olarak Türkiye’yi hazımsızlığı yatmaktadır. İsrail iki krizde de; güçlenen Türkiye’nin yükselişini sekteye uğratmak, bölgedeki devletler ve halklar üzerindeki artan itibarını zedelemek istemiştir. Özür İsrail’in bu yöndeki beklentilerini boşa çıkaracak, Türkiye’nin bozulmaya çalışılan imajını daha da güçlendirecektir. Özür aynı zamanda hem küresel hem de bölgesel aktörler nezdinde Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu, Türkiye’nin siyasi ilişkilerini ikinci kâtiplik düzeyine indirmesi ve askeri antlaşmaları askıya almasının özür dilemesi için İsrail üzerinde baskı oluşturduğu vurgusunu yerleştirecektir. Özür diğer taraftan Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesini isteyen küresel güçlere İsrail’e baskı yapılması gerektiği mesajını verecektir.
 
Türkiye zarar gören vatandaşlarına gerekli tazminatların ödenmesini istemektedir. Bir uzlaşma sağlanamadığına göre bu tazminatların uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak elde edilmesi için destek sağlanması gerekmektedir. Türkiye’nin açıkladığı yaptırımlarda bu desteğin sağlanacağı belirtilmektedir.
 
Türkiye’nin diğer bir talebi Gazze’deki insani dramın sona ermesi için bu bölgeye uygulanan ambargonun ve ablukanın kaldırılmasıdır. Çünkü ambargo ve abluka Gazze’de yaşayan halkın yaşama hakkını elinden almakta, beslenme, barınma ve sağlık hizmetleri gibi en zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasını engellemektedir. Abluka ayrıca İsrail’in doğu Akdeniz’de üstünlük ve otorite sağlaması için bir araçtır. İsrail abluka aracılığıyla doğu Akdeniz’deki seyrüseferi kontrol etme imkânına sahip olmaktadır. Bu nedenle Türkiye İsrail’in Gazze’ye uyguladığı abluka ve ambargoyu Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) götüreceğini belirtmiş, doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestliğinin sağlanması için bölgesel bir güç olarak üzerinde düşen sorumluluğu yerine getireceğini beyan etmiştir.
 
Sonuç;
 
Sonuç olarak Türkiye-İsrail ilişkileri tarihsel süreç içinde belirli zamanlarda yükselişler yaşadığı gibi belirli zamanlarda da dipler yaşamıştır. Son olarak 1990’larda başlayan yükseliş, Türkiye’nin bölgesel güç olarak son yıllarda bölgedeki etkinliğini artırması, bölgesel barış ve istikrarı sağlama girişimlerine İsrail’in gerekli katkıyı yapmaması, tam tersine güvenlik üreten değil güvenlik tüketen bir ülke olarak karşılık vermesi ilişkilerin gerilmesine neden olmuştur. Özellikle İsrail’in 2006’da Lübnan’a ve 2008’de Gazze’ye yaptığı operasyonlar Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrar arayışlarına büyük bir darbe vurmuştur. Alçak koltuk krizi ile Türkiye’nin bölgede yükselen prestijine zarar verilmeye çalışılmış ve İsrail askerleri tarafından 9 Türk vatandaşının öldürüldüğü ve çok sayıda vatandaşın yaralandığı Mavi Marmara baskını ile de adeta Türkiye hedef alınmıştır. İsrail’in fütur tanımaz, insan hakları ve uluslararası hukuku hiçe sayan girişimleri karşısında Türkiye’nin uygulamaya koyduğu yaptırımlar ile Türkiye-İsrail ilişkileri dibe vurmuştur.
 
Yaptırımlar bölgedeki gelişmeler de dikkate alındığında İsrail’in iyice yalnız kalmasına neden olacaktır. Arap Baharı sürecindeki gelişmelerle birlikte bölge halklarının hükümetler üzerindeki yönlendirici etkisi ve İsrail’e duyduğu nefret bu ülkeyi bir güvensizlik ortamına sürükleyecektir. İlişkilerin dibe vurması, Türkiye-İsrail işbirliğini teşvik eden Batılı ülkelerin bölgedeki nüfuzuna zarar verecektir. Son derece haksız olduğu bu krizde dahi ABD ve diğer Batılı devletlerin İsrail’e sorgusuz sualsiz destek vermesi bölgedeki ABD ve Batı karşıtlığını artıracaktır. Bu nedenle bölgede imaj düzeltme çabası içindeki ABD ve Batının sorunun çözümü için Türkiye ve İsrail’in uzlaşması yönündeki girişimleri oldukça doğaldır.
Yaptırımlar sonrası Türkiye’nin bölgedeki imajı daha da yükselecektir. Türkiye bu süreçte mazlum Ortadoğu halklarının sorunlarını dile getirmek için risk alan, fedakârlık gösteren kahraman, örnek ve öncü ülke statüsü kazanacaktır. Türkiye’nin bölgesel güç konumu böylece bölge ülkeleri ve küresel güçler tarafından kabul edilecek ve benimsenecektir. Bölge sorunlarının çözüme kavuşturulması için uluslararası düzeyde girişimlerde bulunması, bu girişimlere büyük güçlerin ve diğer ülkelerin desteğini sağlama gayretleri Türkiye’yi küresel aktör seviyesine taşıyabilecektir.
 
İsrail’in hasım ülke durumuna getirilmesi Türkiye’nin terör ve sözde Ermeni soykırımı tasarısı gibi var olan hassasiyetlerinde olumsuz gelişmelere yol açabilir. Aynı şekilde İsrail ile teknolojik, ekonomik ve ticari ilişkilerde yavaşlamanın Türkiye’nin gelişmesine olumsuz etki etmesi muhtemeldir. Ancak Türkiye’nin bugün ulaştığı mevcut kapasitesi bu sürecin üstesinden gelmesini sağlayabilecektir. Diğer taraftan İsrail’le ilişkilerin gerilemesi ile Türkiye’nin Batılı imajının sorgulanması artarak devam edecektir. Eğer gerekli tedbirler alınmazsa Batı ile ilişkiler olumsuz yönde etkilenebilir.
 
Bölgesel bir güç ve küresel bir aktör olma hedefi, yumuşak gücün yanında sert gücün de dış politikanın bir aracı olarak kullanılmaya başlanmasını gerekli kılmaktadır. Ancak sert güç kullanılırken gerçekçi, akılcı ve sağduyulu olunmalıdır. Sert güçün yumuşak güç ile etkileşim içinde sinerji sağlayacak şekilde kullanılmasına özen gösterilmelidir. Aksi takdirde tutkular ve hayalperestlik Türkiye’nin hata yapmasına neden olabilir.

 
.