8 Ekim 2017 Pazar

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 33


KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 33



BÖLÜM VIII

SONUÇ ; 

İŞTE KIBRIS GERÇEĞİ

Bölgedeki enerji kaynakları sorun olmadan önce de güç merkezlerinin mücadelesine sahne olan bu küçücük ada, Türk-Yunan sorunu haline geldiği bir yüzyıllık zamandan fazla süredir neden gündemdedir ve ilgili ilgisiz büyük güçler tarafından neden paylaşılamamakta, bu yüzden de adeta sorunun çözülmemesi neden teşvik edilmektedir? Çünkü önemli bir stratejik üs ve de ticaret yoludur. Bunun için de, büyük güçlerin bölgedeki çıkarlarını koruyacak “batmayan uçak gemisi” olarak görülmektedir. Hepsinden de önemlisi, “Türkiye’nin arka kapısı” özelliği vardır. Hem yerli, hem de yabancı siyasilerin ve uzmanların bu tespiti, diplomasi literatürüne geçmiştir. O sebepledir ki Atatürk, “Kıbrıs'a dikkat ediniz. Kıbrıs bizim için gereklidir!..” demiş, İngiltere, politikasını “Kıbrıs Adasını kim elinde bulundurursa, İskenderun Limanı’nı ve Türkiye’nin arka kapısını kontrol altına alır.” gerçeği üzerine oturtmuştur. 
Yakın tarihi adeta kanla yazılan, Türkiye-Yunanistan ve İngiltere arasındaki Kıbrıs sorununun 1960’lı yıllarda uluslararası arenaya taşınmasından sonra ibre Türkiye aleyhine dönmeye başlamış, Batılı güçlerin desteğini arkasına alan Yunanistan, Girit örneğinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da adım adım Megali İdea’sını hayata geçirmiştir. Bunda elbette Türkiye’nin uzun bir süre meselenin ciddiyetini anlamaması, önce İngiltere. sonra ABD’ye endeksli bir politika izlemesinin de büyük etkisi olmuştur. Uzun yıllar adeta Yunanistan’ı takip edip, Kıbrıs politikasını belirleyen Türkiye, son olarak Yunanistan’ın kendisini çekmek istediği AB ringine itilmiştir. Türkiye, bu yeni arenada da politikasının merkezine Kıbrıs’ı değil, AB’yi oturtmuştur.  Bunun neticesinde de,   “Sanal adaylık” uğruna, yalnız Kıbrıs değil, Yunanistan’la aramızdaki tüm sorunlarda bir anda karşımıza 15 ülke dikilmiş, etrafı adeta tümüyle rakibimizi destekleyen hakem ve seyircilerden çevrili AB ringinde mücadeleye verilmeye çalışılmıştır. Rakip topluluğa ne yazık ki, gerek Türkiye’den, gerekse KKTC’den yerli seyirciler de katılmıştır. Halen sürdürülmeye çalışılan bu mücadelede, bilinçli ve bilinçsiz olarak o kadar çok hata yapılmıştır ki, bugünkü noktaya gelinmiştir.

Meselenin gerçek tarafı olan Birleşmiş Milletler, Kıbrıs-AB arasında bağlantı kurulmaya çalışıldığında “aman yapmayın” demiştir. Fikirler Dizisine, “Kıbrıs meselesi halledilmeden bunu gündeme getirmeyin” kaydını düşen, zamanı gelince de iki taraf için referandum öneren BM, birden bire, Yunanistan’ın ve AB’nin,  “AB üyeliği Kıbrıs meselesinin halline yardımcı olacaktır.” görüşünü sahiplenmiştir. Bu, yalnız gayrı resmi hakemlerin değil, resmi hakemin de maçın ortasında taraf tutması ve bunu açıklaması olmuştur. Kıbrıs’a ilgili, ilgisiz o kadar el ve çıkar karışmıştır ki, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın da dediği gibi, “Kıbrıs konusundaki temsilci ve koordinatörlerin çabalarını koordine etmek üzere ayrıca bir koordinatör gerekir.”276 olmuştur.   

DE GAULLE: İKİ MİLLETİ BİR DEVLETTE BİRLEŞTİRMEK İĞRETİDİR 

Evet, Türkiye çok hata yapmıştır ancak karşımıza, “hukukun, yüksek insani ve ahlaki değerlerin” savunucusu olarak dikilenlerin neler yaptığı da ortadadır. Uluslararası antlaşmalar hiçe sayılmıştır ki, bu maçın hiçbir kural olmaksızın yapılması anlamına gelmektedir. Öyle de olmuş, duruma ve zamana göre kurallar ihdas edilmiştir. Oysa soruna doğru teşhis koyup, doğru çözüm bulabilmeleri için bu hakemlerin, öncelikle aslında çok iyi bildikleri Kıbrıs’ın geçmişini ve gerçeğini kabul etmeleri gerekmektedir. Büyükelçi Onur Öymen’in verdiği şu örnek bile tabloyu anlatmaya yeterlidir:
“Ada’daki iki en büyük toplum olan Türklerle, Rumlar 300 yıl birarada yaşamışlar ama bir türlü kaynaşamamışlardı. Tek bir millet haline gelememişlerdi. Tek bir ülkü etrafında birleşememişlerdi. 100’den fazla karma köyde yüzyıllarca beraber yaşamışlar ama ortak aileler kurmamışlar, kendi dinlerini, geleneklerini, göreneklerini korumuşlardı. 1974 yılı sonunda Türkiye’nin Lefkoşe Büyükelçiliği Müsteşarlığına atandığımda Kıbrıslı Türklere sorduğum ilk sorulardan biri şuydu; Ada’da Türklerle, Rumların evliliğinden oluşan kaç ortak aile var? Kıbrıslı Türkler uzun süre düşünüp, aralarında danıştıktan sonra cevabı verdiler: Beş... İşte Kıbrıs’ın gerçeği buydu.”277     

BM veya AB, Yugoslavya’da ayrı devletler kurulmasına destek veriyor, Balkanlarda olabildiğince çok sınır çiziliyor. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra bir daha parçalanmasına çalışılıyor. Kosova’nın bağımsızlığına, Karadağ’ın, onlara da kuzey bölgelerinin eklenmesi planlanıyor. Üstelik de buna bizzat AB’nin Dışişleri Komisyonu Başkanı Javier Solan’a ön ayak oluyor. Karadağ Lideri Djukanoviç bunun nasıl olduğunu anlatırken, Sırplarla, Karadağlıların artık tamamen birbirinden ayrılacaklarını, bunun kendilerine ve bölgeye büyük zarar vereceğini kavradıklarını anlatırken, bu yönde AB’nin de büyük katkıda bulunduğunu söylüyor. Karadağ Lideri, “Bu iki tarafın da lehindeki tek çıkar yol, tek gerçekçi çözüm.” diyor, AB de bunu destekliyor. Geçmişte de, 1918’de kurulan üniter Çekoslovak devleti, Çek ve Slovak halkları arasında yarattığı büyük sorunlar nedeniyle 1968’de dağıtılarak, yerine federal bir yapı oluşturulmuştur.

İngiltere, Falkland’ın ve hatta 28 bin nüfuslu Cebelitarık’ın (böyle ayrı bir ülke yoktur. Yaşayanlar İspanyoldur ve bölge İspanya’nın doğal bir parçasıdır) bile self determinasyon hakkını tanıyor, sıra Kıbrıs Türk halkına gelince, “self determinasyon hakkınız yoktur, egemenliğiniz tanınamaz” deniliyor. İngiltere, 1713 yılında imzalanan Utrecht anlaşmasından bu yana sömürgesi olan Cebelitarık üzerindeki egemenlik hakkını İspanya ile paylaşma konusunda henüz 2002 yılı içinde prensip anlaşmasına vardı. Ancak İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw, yine de son sözü referandum yoluyla halkın söyleyeceğini açıkladı. Cebelitarık halkının çoğu Britanya kolonosi olarak kalmak istediği belirtilmektedir çünkü son olarak 1967’de yapılan referandum Britanya lehine sonuçlanmıştı. 
Yine aynı din ve kültüre sahip Haiti ve Dominik aynı adada (Hispaniola) iki ayrı devlet olarak yaşıyor. Ya da BM, Doğu Timor adasındaki Hıristiyan azınlığın referandumla Endonezya’dan bağımsızlığı tanıyor. Bu öyle bir çifte standart ki, Müslüman Endonezya’nın bir adasındaki 700 bin Hıristiyanın giriştiği ayrılıkçı harekete destek veriliyor, aynı mücadeleyi yapan ve meşru temellere dayanan KKTC’nin engellenmesi için ise yıllardır sistemli bir kampanya yürütülüyor. Kıbrıs’ta ayrı bir millet, ayrı bir dil, ayrı bir din, ayrı bir tarih ve kültür olduğu halde, “Bir adada yalnız bir devlet olur” diye bir kural ihdas edilmişçesine, bu insanlar birarada yaşamaya zorlanıyor, daha doğrusu Türklerin, Rumların egemenliği altına girmesi isteniyor. Oysa KKTC egemenliğini ilan etmiştir ve bu durum uluslararası hukukta öngörülen çerçeveye tamamen uygundur. Ancak şimdi bu insanlara, “egemenliğinizden vazgeçin” denilmektedir. Gerçek şudur ki, Kıbrıs’ta fiilen, resmen ve hukuken ayrılmış bu iki yapı, gerçek veya suni ya da silahlı-silahsız birleştirilmeye çalışıyorlar. Bu da, Batı standardı barış politikası olsa gerek.
Oysa Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, daha 1968 Ekim’inde, Türkiye’ye yaptığı ziyarette, Çankaya Köşkü’ndeki görüşmelerde şunları söylemiştir:

“Kıbrıs’ta Yunan milletinden bir parça, bir de Türk milletinden bir parça vardır. İki millet birbirinden pek farklıdır ve bunları bir devlette birleştirmek iğretidir, tabii değildir. Aklıselim ister ki, bütün Türkler bir tarafta toplansın ve Yunanlılar öbür tarafta. Tıpkı Trakya’da olduğu gibi Kıbrıs’ta, Türkiye ile Yunanistan arasında bir hudut olmalıdır.”278  

Bugün malum bazı çevreler önemsiz göstermeye çalışsa da, egemenlik öylesine önemlidir ki, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra egemenliğini ilan eden Kazakistan Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev, BM’ye şu çağrıyı yapmıştır:

“Önce egemenlik ilan eden Cumhuriyetleri tanıyın. Cumhuriyetlerarası sınır çarpışmalarını önlemek amacıyla bunun yapılması şarttır.”279 

TÜRKİYE NEREDE HATA YAPTI?

Kıbrıs’ın, “tamamı yazılmamış ve sonu oyuncuların kararına bırakılmış bir senaryo misali, 19. yüzyıldan bu yana 21. yüzyılda da devam ettiği ve en çok seyirciyi topladığı”280 söylenmektedir. Çok doğru ve güzel bir ifade. Ancak keşke sadece bir oyun olsa. Ne yazık ki yaşananlar oyun değil, gerçektir ve bir kabus gibidir. Burada bir oyun vardır ve bu oyunu büyük güçler, en başta da, demokrasi ve hukukun kalesi diye anlatılan AB, Türkiye üzerine oynamaktadır. Oyunun senaristi Yunanistan, senaryonun başlığı ise Enosis ya da Megali  İdea’dır.      

Türkiye nerede hata yapmış da kendi mülkü olan bu adanın elinde kalan son üçte birlik parçasını da bir yüzyıllık süreçte kaybetme noktasına gelmiştir?

Osmanlı’dan başlayıp, bugüne uzanan hatalar zincirinin ilk halkasında, Kıbrıs’ın tarihçesine yer verdiğimiz bölümde de görüldüğü gibi, Ada’nın İngiltere’ye kiralanmasından sonra adeta unutulması, bunun sonucunda gelen İngiliz ilhakı ve nihayet Lozan Antlaşması ile bu ilhakın Türkiye tarafından kabulü bulunmaktadır.  Sonrasında, neredeyse 32 yıl Yunanistan adım adım Kıbrıs’a yerleşip, enosisin olgunlaştığı düşüncesiyle Türklere saldırmaya başlayana kadar da “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu” olmamış, Ada’daki İngiliz varlığı teminat sayılmıştır. Ancak Yunan  baskı ve saldırılarından bunalan İngiltere’nin Kıbrıs’a yeni sahip aramaya başlamasıyla ve yine İngiltere’nin zoruyla meseleye taraf olan Türkiye, Ada’nın, kendisi ile hiçbir hakkı ve hukuku olmayan Yunanistan ve İngiltere arasında paylaştırılmasına da sesini çıkarmamıştır. Kıbrıs’ın stratejik önemi yıllarca anlaşılamadığından paylaşımdan sonra da konu İngiltere’ye havale edilmiş, bu arada  Yunanistan’ın yaklaşık yüzyıl öncesine dayanan ve adım adım uygulamaya konulan konseptlerine hazırlıksız yakalanılmıştır. 

Sorun uluslararası arenaya taşındığında da, İngiltere ve ABD’ye güvenilmiş, bu ülkelerin tüm oyun ve darbelerine rağmen gerekli tedbirler alınıp, bir Kıbrıs  politikası oluşturulamamıştır.  

Bu arada Yunanistan, “atı alan Üsküdar’ı geçti” misali tüm cephelerde silahlı-silahsız savaşını yüzyıl önce belirlenen planlar doğrultusunda sürdürmüş ve maalesef başarılı olmuştur. En büyük başarıyı ise kendi insanlarının tarih bilincini beşikten mezara canlı tutmada göstermiş, buna karşılık hem Kıbrıs Türk kesimi, hem de Türkiye’de psikolojik bir harekat yürütmüştür. Yakın tarihte Girit ve 12 adaların akibeti unutturulmuş, daha sıcaklığını koruyan, ülke sınırları içine kadar nüfuz edip, tam 17 yıl sürdürülen terör hareketine verdiği destekle suçüstü yakalanması dahi yaşanmamış sayılmıştır. Aksi bir tutumun, “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikamıza aykırı olacağı gibi bir hava yaratılmış, haksızlıklar karşısında sessizlik adeta güvercinlikle eşdeğer görülmüştür. Rum ve Yunan ikilisi yaşlısından gencine her fırsatta ve platformda “enosis” derken, bizde tarih bilinci şovenlik olarak gösterilmeye çalışılmıştır. AB’ye gerçek ve bağımsız bir devletmiş gibi üyelik başvurusunda bulunan Kıbrıs Rum kesiminin her tarafında  Yunan bayrağı dalgalandırılmış, çifte standardı ortaya çıkacağı için bundan rahatsızlık duyan AB’nin isteği üzerine bazı hastane ve kamu kuruluşlarında Yunan bayraklarının azaltılması şiddetli protestolar ile karşılanmıştır. Buna karşılık KKTC’de Temmuz 2002’de yapılan yerel seçim propagandasında muhalif partilerin ilk kez Türk bayrağı taşımaları, bizzat bizim bazı yazar ve çizerlerimiz tarafından “ilginç” bulunmuştur. 

Hatalar zincirinin affedilmez halkasını ise AB ile ilişkilerde yaşananlar oluşturmaktadır. Üstelik burada Hem Kıbrıs ve hem de Türkiye için gerçekten dönüm noktası niteliğinde olan bir değil, üç hata yapılmıştır. Bunlardan ilki, Türkiye ekonomisine ağır darbe indiren tek yanlı Gümrük Birliği uğruna Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusuna zımni onay verilmesidir. Eski Başbakanlardan merhum Turgut Özal ile başlayıp, Tansu Çiller’le devam eden bu süreçte, Türkiye AB üyesi olmasa da, Gümrük Birliği’nin tamamlanması ısrar, inat hatta iştahlılığı sergilenmiştir. Bu yüzden yalnız Kıbrıs değil, demokratikleşme ve Güneydoğu sorununun çözümü adı altında ülkenin birlik ve bütünlüğüne yönelik vaadlerde bulunulduğu iddia edilmiştir. O döneme ilişkin olarak, bugün AB’ye taviz vermemiz gerektiğinin gerekçelerinden birisi yapılan KKTC ekonomisinin, bilinçli olarak ihmal edildiği de ileri sürülmektedir. Uzmanlar, KKTC ekonomisinin bugünkü duruma gelmesinin 1987,1988 ve 1989 Özal dönemi ile başladığını, 1994’de Çiller hükümeti zamanında da sürdüğünü belirtmektedirler.281 Kamu finansman açığı sebebiyle, KKTC’nin Türkiye’den 500 milyarlık yardım talebinin sözkonusu dönemlerde, “KKTC kendi ekonomisini kendi toparlasın” zihniyetiyle verilmediğini hatırlatan uzmanlara göre, bunda bazı siyasi mülahazalar da rol oynamıştır ki, herhalde burada, AB ile ilişkiler uğruna bilinçli bir geri bırakma kastedilmektedir. Çünkü KKTC’nin bu yardım talebi Gümrük Birliği anlaşması imzalandıktan sonra ancak 1996’da karşılanmıştır. Bu hatalı yaklaşım ile ilgili olarak ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktar Türel’in yaptığı şu değerlendirme geçmişe de,  geleceğe de ışık tutacak niteliktedir:
   
“Büyük Özal şokuna, küçük Çiller şokunu da ekleyebiliriz. IMF stilinde (Şunu yapmazsanız, biz parasal desteği kısacağız) türünden dayatma yapılmıştır. Ortada çok ciddi Türkiye’nin ve tüm Doğu Akdeniz’in kaderini etkileyecek önemli sorunlar varken. bu sorunların çözümü Hazine-IMF ortodoksluğuna bırakılamaz. Kıbrıs sorunu parasalcı ortodokslukla ele alınacak bir sorun değildir. Uzak ufku ve geleceği düşünmek durumundayız.” 

Türkiye-AB ilişkilerinde hem Kıbrıs, hem de gerçek dışı anlam yüklenilip, çifte standartlı uygulanarak, bugün Türkiye’nin üzerinde giyotin gibi sallandırılan Kopenhag kriterleri konusunda ikinci büyük hata 1999 yılında Helsinki Belgesi’nin kabul edilmesi ile yapılmıştır. Türkiye Helsinki Belgesi ile, soruna çözüm bulunmasa da Kıbrıs Rum kesiminin (ki bunu, biz böyle anlıyoruz. AB’nin Helsinki Belgesi’nde Kıbrıs denilmektedir) AB üyeliğine alınmasına resmen onay vermiştir.  Aynı belge ile  Kıbrıs başta olmak üzere AB’nin tüm Türk-Yunan sorunlarına taraf olması da kabul edilmiştir.

Yol haritası adı altında Türkiye’ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, Kıbrıs ve Ege Türkiye’nin AB üyeliğinin siyasi kriterler haline  getirilmiştir ki, üçüncü hata burada yapılmıştır. Türkiye, her ne kadar bu maddeler hariç KOB’u kabul ettiğini söylese de  AB, meseleye böyle bakmamakta, KOB’u bir bütün olarak görüp, gereğinin yapılmasını istemektedir. Bunun en somut göstergesi de ilerleme raporlarıdır. AB, Türkiye’nin ilerleme raporlarında 2001 yılına kadar ayrı bir başlık altında ele aldığı Kıbrıs meselesini, 2001 raporunda Kopenhag kriterleri kapsamında ve siyasi ön şart olarak değerlendirmiştir. Raporda, “Bu rapor; 1993 Kopenhag AB Konseyi tarafından belirlenen siyasal kriterler (demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması) açısından ve 1999 Helsinki AB Konseyi’nin sonuçları uyarınca başlatılan Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog açısından durumu analiz etmektedir. Raporda, Türkiye’nin Katılım Ortaklığı önceliklerini ne ölçüde ele almış olduğunu inceleyen ayrı bir bölüm vardır.” denildikten sonra “Üyelik Kriterleri” başlığı altında, “Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü, İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması”  gibi  hem Kıbrıs ve hem de sınır sorunları için ayrı alt başlıklar açılmıştır. Bu konularda ilerleme olup, olmadığı anlatılıp, isteklere yer verilmiştir. Sonrasında yapılan genel değerlendirme ise şöyle olmuştur:

“İnsan hakları, Kıbrıs ve sınır anlaşmazlıklarının barışçıl yoldan çözülmesi gibi, Katılım Ortaklığı’nın öncelikleri arasında bulunan önemli konularda daha fazla gelişme sağlamak üzere, güçlendirilmiş siyasi diyalog daha geniş kullanılmalıdır. Bay Denktaş’ın BM dolaylı görüşmelerden çekilme ve BM Genel Sekreteri’nin New York’ta yapılacak görüşmelere davetini geri çevirme kararına Ankara’nın verdiği destek dikkate alındığında, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs problemine kapsamlı bir çözüm bulma çabaları için siyasal diyalogda Türkiye tarafından ifade edilmiş olan desteği, şimdi bir çözümü kolaylaştırmak için Türkiye’nin atacağı somut adımlar takip etmelidir.”282 

AB, her ne kadar Helsinki kararlarına atıfta bulunsa da açıkça bunu değil, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni esas almıştır. Helsinki Zirvesi’nden sonraki yılda hazırlanan 2000 ilerleme raporu ile kıyaslama yapıldığında bu gerçek ortaya çıkmaktadır. 2001’deki bu ifadelere karşılık, 2000 yılı ilerleme raporunda, sadece Kıbrıs’taki müzakerelerin seyri ve genel durum hakkında bilgi verilmiş, Türkiye aleyhine açılan davaların sonuçlarına uyulması istenmiş, bunların dışında herhangi bir talepte bulunulmamıştır. Raporda, “Türkiye, bir garantör olarak, Kıbrıs sorununa Birleşmiş Milletler himayesi altında kapsamlı bir çözüm bulunması için her gayreti göstermeye devam etmelidir.”283denilerek, Helsinki Belgesi’nden daha da olumlu bir tablo çizilmiştir. Çünkü AB, Türkiye’nin haklı olduğu konularda hiç adını anmasa da, Helsinki Belgesi’nde yer almadığı halde, çözüm bulmaya zorlamak için bile olsa garantörlüğümüzü hatırlayıp, bundan bahsetmiştir.          
AB’nin bakış açısında 1 yıl içinde meydana gelen değişiklik ortadadır. Bu gelişmelerden sonra ve AB, sorunların tam ortasına oturmuşken Türkiye’nin “Kıbrıs meselesinin AB’yi ilgilendirmediği ya da Kıbrıs ayrı Türkiye’nin üyeliği ayrı konular” tezi ne kadar geçerli ve gerçekçidir ya da AB tarafından ne kadar dikkate alınmaktadır diye sormak gerekmektedir. Üstelik AB, 2002 sonunda yapılacak Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzakere takvimi verilmesinin  “yüzde 60 Kıbrıs, yüzde 40 siyasi gelişmelere”284 bağlı olduğunu açıkça telaffuz ederken. Ve de  devlet politikasını en iyi bilmesi gerekenlerden birisi olan, hükümetin ortağı Mesut Yılmaz dahi AB üyeliği ile Kıbrıs meselesinin çözümü arasında açıkça bağlantı kurarken...

Evet, AB Türkiye’ye karşı hep önyargılı ve taraflı davranmıştır. Nihai hedef aynı çatı altında buluşmak olan bir ilişkide, bu niye böyle olmuştur ve olmaktadır sorusu ciddi olarak sorulması, cevabı da ciddi şekilde aranması gereken bir husustur. Bu noktada, AB’nin bu tutumunun, samimi ve ciddi bir ortaklığı düşünmediğini gösterdiğini söylemekle yetinmek istiyoruz. 

Türkiye’nin diplomasi alanında hata üstüne hata yapmasının en büyük sebeplerinden birisi genel olarak AB, özelde de yine AB ile ilişkiler açısından Kıbrıs konusunda bir milli politikasının bulunmaması, bu yüzden de bir bütünlük ve tek ses ortaya konulmaması ise, diğeri de ciddi ve kararlı durulmamasıdır. Bu tablo ise  Türkiye’nin elini zayıflatmış, en haklı ve ciddi tepkiler bile geçersiz kalmış, AB uğruna herşeyin sineye çekildiği ve çekileceği görüntüsü verilmiştir. Muhatapları karşısında aşırı iştahını gizlemeyen bir kadronun bulunması, AB ve Yunanistan’ı elbette ki daha da cesaretlendirmiş, hatta pervasızlaştırmıştır. Tarihi hataların yapıldığı 1995-2000 yılları arasında Tansu Çiller başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit, Yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz ile Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in çelişkileri ve yanlışları kitabımızın çeşitli bölümlerinde yeri geldikçe sergilenmiştir. Bu dönemde kararlı ve gerçekçi tavır sadece askeri cenah ile dönemin Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel ve TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Kamran İnan  ile özellikle Helsinki Belgesine karşı çıkan Dışişleri Bakanlığı bürokratlarından gelmiştir. Bunlara tartışmasız ilave edilecek bir diğer isim de elbette KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’dır.

AB ise bu tablodan o kadar memnundur ki, ilerleme raporlarında Türkiye’yi her konuda ve diplomatik lisana hiç de uygun olmayan bir üslupla eleştirdiği halde, “Ortak Dışişleri Politikamızı” övmektedir. Mesela, 2001 ilerleme raporunda, “Bundan önceki düzenli rapordan beri, Türkiye kendi dış politikasını AB’nin dış politikasıyla uyumlaştırmaya devam etmiştir. Ortak Dışişleri ve Güvenlik  Politikaları ile ilgili hükümleri uygulamaya yönelik idari kapasite açısından, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın kadroları ve işleyişi gayet iyidir.” denilmiştir. Bu ifadelerin, “Türkiye, dış politikada bizim sözümüzden çıkmıyor” şeklinde tercüme edilmesi mümkündür. İki yüzlü uygulamaları ve dayatmaya varan talepleri dikkate alındığında, AB’nin bu memnuniyetinin bizim açımızdan kaygı verici ve rahatsız edici bir durum olması gerekmektedir. Nitekim Prof.Erol Manisalı’nın, dış politikamıza bakışı AB’den farklı olmuş ve “İsmail Cem Diye Biri...” başlıklı yazısında, ilginç bir analiz yapmıştır. (Ek-7)                 

Dış politikamızı etkisiz kılan ve Kıbrıs örneğinde de karşımıza çıkan bir diğer önemli alışkanlık ise “yanlışta ısrar”dır. Şöyle ki, gerek Başbakan Bülent Ecevit, gerekse de Yardımcısı Mesut Yılmaz, muhalefet dönemlerinde daha açık, iktidarlarında da zaman zaman gündeme getirdikleri yanlışları nedense sözde bırakmışlardır. Gümrük Birliği örneğinde olduğu gibi, her ikisi de şiddetle karşı çıktıkları bu tek yanlı ortaklıkta Türkiye’ye yapılan haksızlıkları ortadan kaldırmak için bir türlü harekete geçmemişler veya geçememişlerdir. Kıbrıs’ta da başından beri haklı olduğumuz halde, AB’nin dayatmaları karşısında bir türlü kestirip, atamadığımız için yanlışların peşine takılmış durumdayız. Oysa ki, onların yanlışlarını düzeltelim derken adım adım mevzi kaybettiğimizin ve bizi istedikleri ortama çektiklerinin farkında bile değiliz. 

Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel’in, Devlet Bakanı olduğu dönemde söylediği şu sözler gerçekten ibret vericidir:

“Biz bütün bu yanlışları anlatmaya çalıştığımızda da hep AB’den, oradaki muhataplarımızdan- samimi olanlarından tabii- özellikle son dönede aldığımız cevap şu oldu; Dediler ki, (Evet belki bir hata yaptık ama şimdi bundan geriye dönüş yok.) Neden yok diye sorduğumuzda, Bu konuda karar alındı, yani sanki bu konuda AB kararlar aldıysa bunlar gözden geçirilmeyecek kutsal kararlarmış gibi ve yanlış kararların bedelini başkaları ödemek zorundaymış gibi davrandılar, en samimi olanları dahi böyle davrandılar, dolayısıyla iş büyük bir çıkmazdaydı. AB ve konuyla ilgilenenler unutmasınlar ki, artık ne Türk kamuoyunda ne uluslararası kamuoyunda çok fazla kişiyi kandıramazlar, yani artık Türkiye’nin önüne AB üyeliği doğrultusunda yeni engeller çıkartmak konusunda başka maharetler sergilemeleri gerekir. Yoksa biz döner, deriz ki kendilerine, (Eğer şimdi bizim Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkileriyle ilgili olarak önümüze koyduğunuz engel sizin benimsediğiz bir engel olsaydı, o zaman örneğin İrlanda’nın da AB’ye üye olmaması gerekirdi, çünkü eğer üyelerden biriyle sorunu olan bir aday ülkenin o sorunları çözmeden üye olmasına engel var idiyse, o zaman İrlanda’nın da üye olmaması gerekirdi. Demek ki bu koşulu siz bizim için icat ettiğiniz diye düşünmeye hakkımız oluyor diye düşünürüz.”285 

Meseleye en gerçekçi ve Türkiye menfaatleri açısından bakanlardan birisi olan  Gürel’in bu tespiti doğru ancak eksiktir, ayrıca geç kalınmıştır. AB’nin çifte standardını anlatmak için birkaç ay sonra üye yapılacak olan ve 38 yıldır yeşil hatla ayrılmış bulunan Rum kesimi dururken, İrlanda’ya gitmesine gerek yoktu. AB’nin kararlarının kutsal olup, olmadığı konusunda ise Mesut Yılmaz başta olmak üzere öncelikle kabine arkadaşlarını ikna etmesi gerekirdi. Çünkü Gürel’in ifadesinden hareketle, AB de, konuyla ilgilenenler de, uluslararası kamuoyundan önce Türkiye’de bazı etkin ve yetkin çevreleri kandırmaya başarıyla devam etmektedirler. AB’nin çifte standardının sınır sorunlarından ibaret olmadığı, Gümrük Birliği uygulamasından başlamak üzere Türkiye’ye ne kadar haksızlık yapıldığını, her konuda diğer 12 gerçek aday ile Türkiye’ye nasıl farklı yaklaşıldığı, yine meşhur Kopenhag Kriterlerinin idam cezası, azınlıklar başta olmak üzere sıra Türkiye’ye gelince nasıl farklı yorumlandığını ve nihayet Katılım Ortaklığı Belgesi ile zaten çarpıtılarak yansıtılan bu kriterlere Kıbrıs ve Ege gibi iki yeni kriter daha eklendiğini en iyi bilmesi gereken kişilerden birisinin Gürel olduğuna inanıyoruz. Böyle olduğu için de, Gürel’in, “Demek ki bu koşulu siz bizim için icat ettiğiniz diye düşünmeye hakkımız oluyor” şeklindeki sözlerinin hem yetersiz ve hem de çok geç söylenmiş sözler olduğunu düşünüyoruz. Evet yanlışları gören ve bilenler de vardır. Ancak hala “yanlıştan dönülmez”lik bir politikaymış gibi davranılmaktadırlar. Kaldı ki, Gürel’in samimi diye nitelendirdiği AB yetkililerinin, “Evet belki bir hata yaptık ama şimdi bundan geriye dönüş yok.” itirafının da hiçbir samimiyeti ve geçerliliği yoktur. Kıbrıs’ta böylesi işine gelen AB’nin, gerçekte menfaatine en ufak bir zarar geldiğinde, en temel konularda bile nasıl karar değiştirdiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır.                  

Bu kadar haksızlık ve hukuksuzluğa rağmen ne yazık ki AB Türkiye için bir idol olmaya devam etmekte, alternatifimiz bulunmadığı gibi bir mahkumiyet sergilenmektedir. Bu kervana eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel de katılmış ve “Bir defa imza verdik”286 diyerek, AB’ye katılmamızın değişmez hedef olduğunu söylemiştir. Oysa merhum Başbakan İsmet İnönü, bugünün AB’si,  dönemin AET’si ile ilişkimizi sağlayan Ankara Anlaşmasını, “bu anlaşmayı bozma imkanımız olup, olmadığını, ileride istersek çıkıp, çıkamayacağımızı sorup,(evet) cevabını aldıktan sonra”  onaylamıştı. Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit de, 1997 yılında, “AB’ye mahkum değiliz.”287 demişti. Türkiye’nin Lüksemburg Zirvesi’nde dışlanacağının anlaşılmasından sonra Ecevit, “Türkiye’nin AB’den dışlanması bir hata mı ve Türkiye yalnızlığa sürüklenebilir mi?” sorularını şöyle cevaplandırmıştı:   

“Türkiye'de kamuoyu AB'ye tam üyeliği istiyor. Fakat Türkiye ayakta kalabilmesi için, ekonomisini geliştirebilmesi için illa AB üyesi olmaya da mahkum değil. ABD ile olsun, diğer pasifik ülkeleriyle olsun, yani Asyalı, Rusya ile olsun, başka bölge ülkeleriyle olsun Türkiye yeni bir ekonomik model oluşturabilir. Türkiye'nin başka nedenlerle, tarihsel, coğrafya, kültürel nedenlerle AB içinde yer alması gerekiyor ama, bu olmazsa olmaz koşulu değil. 

Türkiye istese bile yalnızlığa sürüklenemez. Batı'nın bazı çevrelerinde yalnızlığa sürüklenebilir ama dünya yuvarlak, ne Avrupa'yla başlıyor, ne Avrupa'yla bitiyor. Batılılar çok akıllıdır, bu konuları çok incelerler varsayımı var ama, unutulmamalıdır ki, iki dünya savaşını da Avrupalılar çıkardı. İki dünya savaşının sonuçlarını da çok kötü değerlendirdiler. Onun için bu işleri Avrupalılar bizden daha iyi bilir sanan enteller, bu gerçekleri hatırlasınlar. Dünyanın bir ucunda koskoca ABD var. Dünyanın en güçlü ekonomisi. Onun kuzeyinde bir Kanada var. Asyanın doğusunda dev gibi Japonya var ekonomik bakımdan. Hatta günden güne devleşen Çin var. Hindistan var. Ekonomik ilişkilerimizin hızla geliştiği Rusya var. Türkiye için dünya o kadar dar değil. “

Türkiye’nin aday ülke ilan edildiği Helsinki Zirvesi’nde, Helsinki Belgesi’ni Başbakan sıfatıyla imzalayan, böylece sorun çözülmese de Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliğine onay vermenin yanısıra Kopenhag kriterleri dayatmasının yolunu açan Ecevit, AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’nde “sanal azınlıklar” yaratma amacını görünce de şöyle tepki göstermişti:288    

“Avrupa Türk ulusunu, kandırmacalarla, baskılarla, dayatmalarla, etnik lobilere veya bölücü akımlara destek olmakla kendi güdümüne alamaz veya yıldıramaz. Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye konusunda cahilce laflar ediliyor. Kıbrıs’ta barışın güvencesi olan Türk Ordusu (İşgalci) diye suçlamaya kalkışılıyor. Türkle, Kürdün ayrılmaz bir bütün olduğunu kavrayamadıkları için, kimi Avrupa Parlamentosu sözcüleri, Türkiye bağlamında, Korsika ve Bask benzetmeleri yapmaya kalkışıyorlar. Çoğunluğun ayrılmaz bir öğesi olan yurttaşlarımızı (Azınlık) gibi göstermeye uğraşıyorlar. Türk ulusunun bu tür hezeyanlara karnı tok, kulakları tıkalıdır. Türk’ün Avrupalılığında da böyle saçmalıkların yeri yoktur.”
Dün bu doğruları dile getiren Ecevit’in bugün, 1997’de “entel” olarak eleştirdiklerinin yanında yer aldığı, 2000 yılında  da “saçmalık” diye nitelendirdiği istekleri yerine getirmek için nasıl canla başla çalıştığı ortadadır. İşte bu tutumdur ki, yine Ecevit’in ifadesiyle AB’nin ve Yunanistan’ın “hezeyanlarına” fırsat vermektedir.    

SANAL ÖDÜLE KANMAK GAFLET, DALALET HATTA İHANETTİR

Mart 2002’de yayınlanan AB-Bitmeyen Yol isimli kitabım şöyle bitirmiştim:289

“Son söz, son tahmin ve son uyarı ; Kısa veya orta vadeli istekler yerine gelsin gelmesin, yakın zamanda AB’nin Türkiye’ye takvim vermek niyeti yoktur. O tren bir ihtimal iplerin iyice gerilip, kopma noktasında Türkiye peronuna yanaştırılır. Bir ihtimal diyoruz, çünkü maalesef bugün “kararlı duruşu” gösterecek iradeye sahip değiliz. İkinci ancak en tehlikeli ihtimal Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliğine tepkimizi kesme amaçlı “takvim havucu”dur. Gelişmeler ne yazık ki, Rum Kesimi’nin üyelik anlaşması Akropolis eteklerinde imzalanırken, Türkiye’ye verilebilecek takvimi kabul edebilecek olanlar bulunduğunu göstermektedir. Bunu yapabilecek olanların elbette tarih önünde hesap vermeyi de göze almaları gerekecektir. Ancak Türkiye ne pahasına olursa olsun, işin bu noktaya gelmesini, Kıbrıs’ın AB eliyle üçüncü kez ve bu defa tamamen Yunanistan’a teslimine engel olmalıdır. Aksi durum, Türkiye için sonun başlangıcı olacaktır.”               

Nitekim bizim bu tahmini yapmamızdan 4 ay sonra AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, ağzından baklayı çıkarmış ve “Türkiye, siyasi bir ödül almak için Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak yeni bir teklif getirebilir.”290 demiştir. Verheugen’in bahsettiği siyasi ödül, Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzakere takvimi verilmesidir ki, amacın veya rüşvetin çok açıkça ortaya konulduğunu düşündüğünden olsa gerek, “Ancak bunun için henüz önemli bazı şartlar mevcut değil. Türkiye’deki anayasa değişiklikleri yürürlüğe konulmalı.” kaydını düşmüştür. Ancak hemen ardından Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu’nun danışmanlarının bir rapor hazırladığı haberi geldi. Ta Nea Gazetesi’nde yer alan habere göre, danışmanlar, Rum kesiminin AB üyeliğine alınması halinde Türkiye’nin “yaralı bir canavara” dönüşeceği uyarısında bulunarak,  Ege ve Kıbrıs’ta meydana gelecek sınırsız bir olayın önlenmesi için Papandreu’nun etkin rol üstlenmesini istemişlerdi. Bakanın etkin rolü ise, “Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi konusunda AB üyesi ülkeler nezdinde girişimlerde bulunmak” olacaktı. Danışmanların planlarına göre, “Kopenhag Zirvesi’nde bir taraftan Rum kesiminin üyeliği kesinleşirken, diğer taraftan Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin başlama tarihi 2003 yılı olarak saptanacak. Bu durumda isteklerinin önemli bölümünü elde eden Ankara, Yunanistan’ın da bu konudaki çabalarını dikkate alarak, Rum kesiminin tek başına üyeliğine kontrollü tepki gösterecektir.”291 Bunlar tesadüf olamayacağına göre, bir şeylerin, AB ve Yunanistan tarafından ortaklaşa, hem de uzun süredir  planlandığı ortadadır.

Papandreu’nun danışmanlarının, Türkiye’nin siyasi açıdan oldukça karışık ve belirsiz bir döneme girdiği Temmuz 2002’de hazırladığı sözkonusu raporda, oldukça ilginç bir değerlendirme de bulunmaktadır. Kopenhag Zirvesi’nin yapılacağı, yani Rum kesiminin üyeliğinin kesinleşeceği Aralık ayında Türkiye’de güçlü bir hükümetin olamayacağına dikkat çeken danışmanlar, “Bu durumda en büyük tehlike, Türkiye’nin tepkisinin kontrolden çıkma olasılığıdır.” uyarısında bulunmuştur. Türkiye’nin geleceğine ilişkin öngörülerde bulunulan raporun,  “kontrolden çıkma” ifadesi bir dizi soruyu gerektirse de, aynı günlerde Rum Hükümet Sözcüsü Papapetru’nun bir açıklaması, Yunanistan ve Rumların, Türkiye’deki AB yanlılarına bakış açısını ortaya koymuş, bu arada Türkiye’deki siyasi belirsizlik ve bunun Kıbrıs’la bağlantısı konusunda yeni soru işaretlerini beraberinde getirmiştir. Papapetru, “Halihazırdaki koşullarda Türkiye AB üyeliğini nasıl gerçekleştirir?” sorusunu şöyle cevaplandırmıştır: 292                      

“Sanıyorum Türkiye’deki bunalımlardan ve siyasi kargaşadan söz ediyorsunuz. Ama hiç belli olmaz. Bu krizden Türkiye yeni bir anlayış, yeni bir mantık, yeni siyaset, yeni yaklaşımla çıkabilir. Türkiye’deki AB yanlısı güçlerin Kıbrıs sorununa yeni anlayışlarla çözüm bulunması için daha güçlü bir elle ortaya çıkacaklarını umuyorum. “ 

Papapetru iyimserdir çünkü, “Türkiye’de hala Avrupa değerlerini paylaşmak isteyen ılımlı, barışçı güçlerin bulunduğunu bilmektedir. Bu güçler sayesinde zamanla Kıbrıs’ta bir uzlaşma sağlanabilecektir”. Papapetru’ya göre, Türkiye’nin AB üyeliği Kıbrıs’a bir çözümden geçmektedir ve Türkiye’nin yöneticileri de bunu bilmektedir ancak “Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel ve Denktaş” bu gerçeği halktan gizlemektedirler. Rum Sözcüsünün açıklamaları, Türkiye yönetiminde kimleri isteyip, kimleri istemediklerini göstermeye yetmektedir.       

İşte Türkiye böylesi planlı ve programlı bir kıskaç hatta tuzakla karşı karşıyadır. Bu sebeple de biz yukarıda belirttiğimiz görüş ve kaygımızda ısrar ediyoruz. Türkiye,  kenara çekilmek yerine, sorun çözülsün çözülmesin Rum kesiminin AB üyeliğine kabul edilmemesi için çalışmalı ve tüm siyasetini buna göre belirlemelidir. Bunun için de;

-Türkiye öncelikle AB’ye Helsinki Belgesi’nde yer alan “Katılım görüşmelerinin tamamlanmasına kadar herhangi bir çözüme varılamadığı takdirde, Konsey, bütün ilgili unsurları dikkate alacaktır.” ifadesini hatırlatmalıdır. Bu ifadenin, müzakerelerde takınılan tutumu değil,  Ada’nın hukuku ile toprağı, halkı ve tarihi gibi temel hususları kapsadığı çok iyi anlatılmalıdır. Kıbrıs Rum kesiminin üyeliğe alınmasını engellemede en büyük kozumuz olan   bu husus ihmal edilmeden gündeme taşınmalı ve her zeminde  AB’nin önüne konulmalıdır.

-Önümüzdeki birkaç aylık sürede tüm platformlarda 1964 ve 1974 masaya getirilmeli, kan döken ve soykırım yapanların kimler olduğu tüm dünyaya hatırlatmalı, Türk askerinin Ada’ya, barış ve güvenliği götürdüğü anlatılıp, “işgal” sözcüğünün kullanılması engellenmelidir.

-AB başta, tüm dünya Kıbrıs’a vücut veren uluslararası anlaşmalar ile temel hukuk belgelerini tanımaya ve bunlara saygı göstermeye ısrarla çağrılmalıdır. 

-Kıbrıs’ta çözüm arayanlar, samimiyetlerini ispatlamaları için öncelikle yıllardır KKTC halkına uygulanan insanlık dışı ambargoyu kaldırmaya davet edilmelidir.  
-Meclis içinde, Meclis dışında tüm siyasi partiler tam bir bütünlük içinde ve tek ses halinde, Rum kesiminin üyeliğe alınması halinde KKTC ile entegrasyona gidileceğini ve AB başta olmak üzere, tüm dünya Türkiye’nin karşısına dikilse bile bundan bir milim geri adım atılmayacağını, Türkiye’nin artık vereceği bir taviz bulunmadığını kararlılıkla duyurmalıdırlar.

 -AB muhatap almasa da, Türkiye’nin, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile tam bir mutabakat içinde olduğu, onun masaya koyduğu sorumlu ve haklı önerileri, virgülüne kadar desteklediği net olarak ifade edilmelidir.

-Rum kesiminin AB üyeliğine alınması halinde Doğu Akdeniz’deki dengenin nasıl bozulacağı, bunun sonucunda güven, istikrar ve barışın ortadan kalkmasının yalnız bölgeyi değil, tüm dünyayı nasıl etkileyeceği açıklıkla ortaya konulmalıdır.

Türkiye hangi hal ve şart içinde bulunursa bulunsun, Kıbrıs’ta iki toplumun egemenliğini ve eşitliğini tanıyan A’dan, Z’ye hukuka uygun, kalıcı bir çözüm bulunduktan sonra Kıbrıs ile Türkiye’nin birlikte üyeliği görüşünü sonuna kadar savunmalıdır. Bedeli ne olursa olsun...AB yetkililerinin ve Rum sözcülerin de itiraf ettiği gibi, Rum kesiminin üyeliğe alınması halinde muhtemel tepkileri önlemek için Türkiye’ye sanal adaylıktan sonra, “sanal müzakere takvimi” verilmesine rıza gösterecekler şunu iyi bilmelidirler ki; Kıbrıs son direnç noktamızdır ve arka kapımızdan girmeyi başaranların bundan sonraki ilk hedefi Ege üzerinden İstanbul olacaktır!..

Bunu en iyi gören ve bilenlerden birisi de gereğini yerine getirmese de Başbakan Bülent Ecevit’tir. Gereğini yerine getirmemiştir çünkü bugün Kıbrıs ve Ege’de alındığımız kıskacı göre göre önce Helsinki, hemen ardından da Katılım Ortaklığı Belgesi’ni kabul etmiştir. Oysa Ecevit, Katılım Ortaklığı Belgesi’nde Kıbrıs’ın Türkiye’nin AB üyeliği için siyasi kriter haline getirilmesi üzerine, üstelik de kaderin acı bir cilvesi olsa gerek, KKTC’nin 17. kuruluş yıldönümü olan 15 Kasım 2000’de, şunları söylemişti:293

“Eğer Batılı ülkelerin oyunlarına gelsek, Saraybosna’dan, Kosova’dan daha ağır koşullar altında Kıbrıslı Türklerin büyük felaketlerle karşılaşacaklarını biliyoruz. Buna izin veremeyiz. Yalnız Kıbrıslı Türklerin değil, Türkiye’nin güvenliği de tehlikeye düşmüş olur. Onun için buna kesinlikle izin veremeyiz. Yunanistan Türkiye’yi yalnız batıdan değil, güneyden de kuşatmış olacaktır. Doğu Akdeniz de tehlikeye girmiş olacaktır. Bütün bunlara fırsat vermemiz söz konusu değildir. 1999 Helsinki Doruğunda Avrupa Birliği için adaylığımız kesinleşirken açıkça belirttik. Avrupa Birliğinde adaylığımızla Kıbrıs konusu arasında bağlantı kurulmasını kabul edemeyeceğimizi açıkça söyledik. (Kıbrıs konusu Kıbrıs Türkleriyle, Kıbrıslı Rumlar arasında bir konudur. Buna sizler karışmayın) dedik. Bu konudaki kararlılığımızı bilerek bize adaylık hakkını verdiler. Bize bu açıdan gerekli güvenceler de verildi. Kopenhag ölçütlerine, kriterlerine evet dedik. Ama başka hiçbir ölçüt kabul edemeyeceğimizi söyledik. Verilen sözlerden şimdi geri dönülüyormuş gibi bir eğilim ortaya çıktı. Biz kesinlikle buna razı olamayız, izin veremeyiz. Kıbrıs’ı çıkmaza sürükleyenler bazı Avrupa üyesi ülkelerdir. Eğer Kıbrıs’ı kendi haline bıraksalar Kıbrıs’ta bir sorun kalmazdı. Kıbrıs Türkleri Rumlara teslim olmayacaktır. Bunu bütün dünya böyle bilmelidir.”

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın daha 13 Aralık 1995’deki, “Biz Türkiyesiz bir AB’ye giremeyiz. Çünkü İpsiz kuyuya düşüp, bir daha çıkmama meselesidir.” sözleri de akıldan çıkarılmamalı ve bazı çevrelerin “şovenlik” iddiasına rağmen, tarihi gerçekler asla unutulmamalıdır. İşte gereği yerine getirilmese de tarihten bir kesit:294

“Kıbrıs’ta Türklere yönelik kanlı saldırılar ve Rum kesiminin Anayasayı tek taraflı olarak geçersiz ilanından sonra 15 Ocak 1964’de Londra’da Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıs Rum ve Türk temsilcilerinin katılımıyla bir konferans toplanır. Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, Yunanistan’ı Dışişleri Bakanı Palamas temsil ediyordu. Kıbrıs Türklerinin temsilcisi Denktaş, Rumlarınki ise Kipriyanu’dur. Türkiye saldırıların sorumlularının derhal yakalanıp, cezalandırılmasını, Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliğinin sağlanması için yeni bir statü bulunmasını ister. Dışişleri Bakanımız Erkin, ünlü tarihçi Toynbee’ın, (Kıbrıs’ta aslanla koyunun birlikte yaşaması bir ütopyadır. Gerçek şudur ki, orada eski Osmanlı kuzuları yoktur; eski Osmanlılar aslan ve kaplandırlar.) sözlerini aktarır. Herkes ne demek istediğini anlar. Rumların, Türkleri kurbanlık koyun gibi görmeleri vahim bir hataydı ve Türkiye, Kıbrıs Türklerini sahipsiz bırakmayacaktı.”

Tecrübeli Büyükelçi Onur Öymen, “Bazı konuları bazı ülkeler kendi çıkarlarına uymadığı için asla anlamak istemezler. Bu diplomatik bir oyundur. Bir diplomat bir insana (cehenneme git) derken öyle bir dille söylermiş ki, karşısındaki koşup bilet alırmış” 295 diyor. AB, Öymen’in ifade ettiği diplomatik kılıfa gerek duymaksızın Türkiye’ye açıktan açığa, “cehenneme git” demektedir ve buna rağmen maalesef bilet almak için  adeta birbirini ezenler vardır. Oysa Clinton’un Kıbrıs Özel Koordinatörü Richard Holbrooke, yıllar sonra ülkemize yaptığı ziyarette, “Diplomasi bir güç oyundur, güçlü olduğunuza inanıyorum.”296 demiştir. Bu gerçeğe, bir de bizim yöneticilerimiz inanabilse...

Ve son söz Rum Yönetimi Lideri Klerides’ten. “Kara yıldönümü” olarak niteledikleri Kıbrıs Barış Harekatımızın 28. yıldönümünde bir mesaj yayınlayan Klerides adeta enosisin zaferini ilan etmiştir: 

“ Avrupa Birliği ailesine beklenen katılım, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğundan beridir elde edilen en büyük başarıdır” 297     
          

***

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 32


KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 32


İLERLEME RAPORLARINDA KIBRIS SORUNU  

AB’ye göre, Kıbrıs’ın mevcut durumundan Rum kesimi ne kadar sorumludur? Bu sorunun cevabını, AB Komisyonu’nun Rumlar için hazırladığı raporlarda bulabiliyoruz.263 Mesela, 1998 ilerleme raporuna göre, Kıbrıs’taki politik durum nedeniyle, inceleme çalışması bir bütün olarak Kıbrıs adasını kapsamamış ve “Kıbrıs hükümetinin” müzakerelere dahil edilmesi daveti, Kıbrıs Türk toplumunun temsilcilerince kabul edilmemiştir. Komisyon, AB Konseyi gibi, “katılım yönünde ilerleme ile  Kıbrıs probleminin kalıcı ve adil bir çözümü yönünde ilerleme doğal olarak birbirini takviye edecektir”263 düşüncesindedir. 
Evet, Ada’nın en önemli meselesi bölünmüşlüğü ve hukukun ayaklar altına alınması olmasına rağmen AB Komisyonu, Rum kesimi ile ilgili ilerleme raporunda böylesi ılımlı ifadeler kullanmış, haklı gerekçelerini gözönünde tutmaksızın Türk kesiminin müzakerelere katılmayı reddettiğini bildirmiş ve AB üyeliğinin, sorunun çözümüne katkı sağlayacağında ısrar etmiştir. Raporun ekonomik durumla ilgili bölümünde yer alan, “Adanın kuzey ve güney kesimleri arasındaki ekonomik dengesizlik, 1993’ten beri daha da artmıştır. Bununla beraber, Kıbrıs’ın kuzey kesiminin entegrasyonu büyük ekonomik zorluklar yaratmamalıdır.” şeklindeki ifade ise AB’nin niyeti hakkında ipucu niteliğindedir ve AB’nin Kıbrıs sorununa, iki toplumun eşitliği ve egemenliği temelinde değil, kuzeyin entegrasyonu temelinde çözüm aradığını ortaya koymaktadır.    
2000 yılı İlerleme Raporu’nda da, “Kıbrıs’ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. En önemli siyasal sorun, adanın bölünmüşlüğünün sürmesidir, fakat geçen yıl içinde Katılım Ortaklığı’na uygun olarak bir siyasal çözüm arayışında önemli çabalar sarf edilmiştir. Eylül ayında yapılan dolaylı görüşmelerin dördüncü turunda, iki tarafın, meselenin özüne ilişkin müzakerelere girmekte olduklarını gösteren cesaret verici işaretler görülmüştür.” denilmiştir. 
AB Komisyonu, adeta Rum kesiminin müzakerelerde elinden gelen çabayı gösterdiğini söylemektedir. Raporun böyle yazılması gerekiyordu çünkü, Rum kesimine verilen Katılım Ortaklığı Belgesi’ne göre, soruna çare arayışları 2000 yılı sonuna kadar yerine getirilmesi gereken kısa vadeli öncelikler arasında yer alıyordu. 2000 yılı sonu itibariyle sorun çözülmediği halde, AB, Rum kesiminin elinden geleni yaptığını öne sürerek, KOB’daki bu şartı, yerine getirilmiş saymaktadır. Öyle olmasa, “Kıbrıs’ın durumunun Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olduğu” öne sürülemez, o zaman da Rum kesiminin üyeliği emellerinde yol alınamazdı.      
AB’nin aday ülke Türkiye ile ilgili ilerleme raporlarında da Kıbrıs sorununa yer verilmiştir. Ancak ilk dikkat çeken husus, Rum kesimine göre, Türkiye’nin raporlarında konunun oldukça detaylı ele alınması ve suçlayıcı bir üslup kullanılmasıdır. Komisyonun 1998 yılı raporunda, Türkiye’nin, 1974’ten beri Kuzey Kıbrıs’ı işgal altında tuttuğu ve yaklaşık olarak 35.000 kişilik bir ordu bulundurduğu kaydedilmiş, 1983 yılında, adanın bu kesiminin, bağımsız bir cumhuriyet olduğunu ilan ettiği hatırlatılmıştır. Raporun devamında, “Türkiye dışında, uluslararası toplum bu devleti tanımamıştır. Muhtelif BM kararları, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye tarafından işgalini ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmalara aykırı olarak işgal altındaki kesimde bir bağımsız cumhuriyetin tek taraflı ilanını kınamış ve mevcut durumun kabul edilemez olduğunu belirtmiştir.” denilmiştir. AB burada kendi kendisiyle çelişmekte sakınca görmemiş, Rum kesiminin haklarını savunmak için dayanak yaptığı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmalara aykırı hareket eden tarafın öncelikle Rum kesimi ve kendisi olduğunu unutmuş gözükmektedir. Kaldı ki, tek yanlı da olsa AB, yine kendi raporları ile Ada’nın sorunlu durumunu ortaya koymuştur. Sorunlar Rum kesimi ile müzakerelere başlandığı 1998’den sonraya ortaya çıkmış değildir. O tarih itibariyle 34 yıldır devam eden sorunlara rağmen AB, Kopenhag kriterlerine aykırı olarak Rum kesimi ile müzakerelere başlamakta bir beis görmemiştir.    
İlerleme raporunda, 27 Ocak 1997  tarihinde,  Denktaş ve Cumhurbaşkanı Demirel’in,  ortak açıklama yaparak, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs ile katılım müzakereleri başlatma kararını “tarihsel bir hata” olarak kınadıkları, bu açıklamadan sonra da Türkiye ile KKTC arasında ekonomik ve malî bütünleşme, güvenlik, savunma ve dış politika alanlarında kısmî bütünleşme sağlamak için gerekli tedbirleri oluşturmak üzere Ortaklık Anlaşması imzalandığı hatırlatılmıştır. Türkiye tarafından alınan tedbirlerin, AB’nin onayladığı ilgili BM kararlarında ifadesini bulan, uluslararası hukuk ile bağdaşmadığını iddia eden AB Komisyonu, “BM Güvenlik Konseyi’nin ve AB’nin tam desteğiyle, BM Genel Sekreteri tarafından yürütülen iyi niyet misyonunun ilgili tüm taraflarca aktif şekilde desteklenmesi gerektiğine inanmaya devam ettiğini” vurgulamıştır. Bu tedbirlerin, Rum kesimindeki silahlanma, KKTC’ye uygulanan ambargolar üzerine alındığını görmezden gelip, Türkiye-KKTC ortaklığını hukuka aykırı ilan eden AB, Rum kesiminin birlikten ve Yunanistan’dan aldığı cesaretle müzakereleri sabote edip, yasa dışı faaliyetlerini arttırmasından hiç bahsetmeden, “İyi niyetle müzakerelerin devam ettirilmesini” istemiştir. Raporda, “Komisyon, Kıbrıs Türk toplumunun garantörü olarak Türkiye’nin, esas olarak iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyon kurulmasına dayanan ilgili BM kararlarına uygun biçimde Kıbrıs sorununa adil ve hakça bir çözüm bulunması için özel ilişkisini kullanması gerektiğine inanmaktadır.”görüşüne yer verilerek, sorunun çözümü tümüyle Türkiye’nin omuzlarına yüklenmek istenmiştir.  
Türkiye’nin 1999 yılı ilerleme raporunda da, son rapordan bu yana, BM Genel Sekreteri ve Kıbrıs’taki temsilcisinin, doğrudan görüşmelerin tekrar başlaması için iki Kıbrıslı lider ile ayrı toplantılar sürecine devam ettikleri, G-8 Devlet Başkanları Zirvesi’nin de 21 Haziran 1999’da “İlgili BM Güvenlik Konseyi kararlarına uygun olarak BM Genel Sekreteri’ne, iki tarafın liderlerini 1999 sonbaharında görüşmelere davet etmesi için telkinde bulunmaya” karar verdiği anlatılmıştır. G-8 Devlet Başkanlarının, sonuç bildirgesinde, her iki tarafın ön-şart öne sürmemeleri, tüm konuları masaya yatırmaları, bir anlaşmaya varılıncaya kadar iyi niyetle müzakere etmeleri ve ilgili BM kararlarını ve anlaşmaları tam olarak dikkate almaları gerektiğinin belirtildiği hatırlatılarak, şöyle denilmiştir:264  
“Bay Denktaş ve Bay Ecevit tarafından yayınlanan 20 Temmuz 1999 tarihli Ortak Bildirgenin gösterdiği gibi, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs, aralarındaki ilişkileri (en yüksek düzeyde bütünleşme hedefiyle uyumlu olarak) geliştirmeyi öngörmektedirler. Bir garantör ülke olarak Türkiye, G-8’in davetiyle başlatılan BM süreci çerçevesinde iki tarafı bir araya getirmek için güçlü taahhüt göstermelidir. Türkiye, tüm tarafların meşru çıkarlarını dikkate alan kapsamlı bir çözüme varmak için bu çerçevede aktif ve yapıcı bir rol oynayabilir. 1996 yılında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kuzey Kıbrıs’taki emlakına erişim imkanından mahrum edilmiş olan bir Kıbrıslı Rum kadının (Bayan Loizidou) davasında Türkiye aleyhine bir karar aldı. Temmuz 1998’de aldığı ikinci bir kararla, Mahkeme, davacı lehine parasal tazminat hükmetti ve tazminatı ödemesi için Türkiye’ye Ekim 1998’e kadar süre tanıdı. Türkiye bugüne kadar, söz konusu arazinin Türkiye’de değil, KKTC’de bulunduğu gerekçesiyle, Mahkemenin kararına uymamıştır. Nisan 1999’da, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Başkanı, Türkiye’nin Mahkeme tarafından belirlenen tazminatı ödemekle yükümlü olduğunu hatırlatmıştır. Son düzenli rapordan bu yana, özellikle Türkiye’ye karşı Kıbrıs devletlerarası davası bağlamında,  Kuzey Kıbrıs’taki durumla ilgili başka hususlar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne intikal etmiştir.”
Rum kesimi, Türkiye hakkında dava üstüne dava açarken ve bunların tamamı da, hukuki değil, siyasi mülahazalarla Türkiye’nin aleyhine sonuçlandırılırken, ya da Avrupa Parlamentosu veya AB Komisyonu, Kıbrıs’taki Türk askerini “işgalci” olarak nitelendirirken, Türkiye’nin garantörlükten doğan haklarını dikkate almayan AB, sıra sorunun çözümüne gelince, Türkiye’nin garantör ülke olarak “güçlü taahhüt” göstermesini istemektedir. Oysa aynı AB, Yunanistan ve İngiltere’nin de garantör ülke olduklarını hatırlamamakta, mesela Rum kesimi ile ilgili raporlarında, Yunanistan’dan garantör ülke olarak güçlü taahhütler göstermesini beklememektedir.    
Komisyon’un 2000 İlerleme raporunda ise müzakerelerin genel seyri üzerine bilgi verilmiş, özellikle Aralık 1999’da New York’ta başlayan görüşmelere Denktaş’ın katılmasından duyulan memnuniyet ifade edilmiş, AB Konseyi’nin de, Helsinki’de 10 ve 11 Aralık 1999 tarihlerinde yaptığı toplantıda, görüşmelerin başlatılmasını memnuniyetle karşılayarak, BM Genel Sekreteri’nin süreci başarılı bir sonuca bağlama çabaları için güçlü desteğini ifade ettiği vurgulanmıştır.265 Oysa geride kalan bölümlerde de aktardığımız gibi adı geçen zirve, Türkiye için dönüm noktasıdır. Bu zirvede, Türkiye aday ülke ilan edilirken, Kıbrıs ve Ege konuları, tam da Yunanistan’ın istediği gibi AB’nin yetki alanına sokulmuş, en önemlisi ise “çözüm” şartı resmen kaldırılarak, çözüm olmasa bile Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliğine alınacağı karara bağlanmış ve hepsinden önemlisi bu karar Türkiye’ye de onaylattırılmıştır. Ada ile ilgili olarak bugün yaşanan sıkıntıların temelinde işte bu zirvede alınan kararlar yatmaktadır ki, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, görüşmeleri kesme noktasına gelmiş, ancak Türkiye’nin adaylığını tehlikeye atmamak için susmak zorunda kalmıştır. AB’nin bu gelişmeler karşısında “memnun olmaması” elbette ki mümkün değildir. Bu gelişmelerle yetinmeyen AB Komisyonu aynı raporda, “Türkiye, bir garantör olarak, Kıbrıs sorununa BM himayesi altında kapsamlı bir çözüm bulunması için her gayreti göstermeye devam etmelidir.” diyerek, yeni tavizler beklendiğinin ve Türkiye üzerindeki baskıların süreceğinin işaretini vermiştir. Nitekim, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Loizidou davası ile ilgili olarak ikinci bir ara karar alarak, “Bir yüksek âkit tarafın, Mahkemenin kararını yerine getirmemesinin daha önce hiç görülmemiş bir şey olduğunu, Türkiye’nin Mahkemenin kararını yerine getirmeyi reddetmesinin, onun uluslararası yükümlülüklerine açıkça aykırı olduğunu” beyan etmiştir. Bakanlar Komitesi, “Türkiye’nin, daha fazla gecikmeksizin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 28 Temmuz 1998 tarihli kararına tam olarak uymasını ısrarla” talep etmiştir. Bu gelişmenin de yer aldığı 2000 ilerleme raporunda, Kıbrıslı Rumlar tarafından Türkiye aleyhine açılan ve halen İnsan Hakları Mahkemesi önünde bulunan 150-200 kadar benzer dava olduğu belirtilmiştir. 

Hatırlanacağı gibi, Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesinden sonra Kasım 2000’da Katılım Ortaklığı Belgesi verilmiş, Yunanistan’ın son dakika manevraları ile bu belgede Kıbrıs ve Ege konuları, “Siyasal diyalog ve siyasi kriterler” başlığı altında, Türkiye’nin  kısa ve orta vadede yapması gereken şartlar arasına sokulmuştu. Bunun doğal sonucu olarak, AB’nin Türkiye ile ilgili 2001 ilerleme raporuna da KOB damgasını vurur. Raporda, KOB’da tam olarak ne dendiğini hatırlatan AB Komisyonu, özetle şu değerlendirmeyi yapar:

“Güçlendirilmiş siyasi diyalog çerçevesinde ve Türkiye ile Haziran 2001’de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında, Türk temsilciler, Genel Sekreterin çabalarına destek ifade ettiler. Fakat, AB temsilcileri, bu destek ifadelerini Kıbrıs probleminin çözülmesini kolaylaştıracak somut eylemlerin izlememiş olmasından dolayı hayal kırıklığı içinde olduklarını belirttiler. Özellikle, Kıbrıs Türk toplumunun lideri Bay Denktaş’ın BM himayesi altında yürütülen dolaylı görüşmelerden çekilme ve BM Genel Sekreteri’nin Eylül 2001’de New York’ta yapılacak görüşmelere davetini geri çevirme kararına Ankara’nın verdiği destekten duyulan hayal kırıklığı ifade edildi. Güçlendirilmiş siyasi diyalog çerçevesinde, AB temsilcileri, Kıbrıs ile katılım müzakerelerinin sonuçlanması öncesinde bir çözüme varılması için fırsat penceresinden yararlanmaya Kıbrıs Türk liderini teşvik etmesini Türkiye’den istediler. Böylece, bir siyasal çözüm temelinde, Kıbrıslı Türkler AB üyelik müzakerelerine katılabilirler ve tarafların çıkarlarını yansıtan böyle bir uzlaşmanın sonuçları AB’ye katılım düzenlemelerine yansıtılabilir. Bu amaç göz önünde tutularak, AB temsilcileri, Türkiye’yi, ilave önkoşullar olmaksızın BM sürecinin yeniden başlatılmasına pratik destek vermeye davet ettiler. “ 

Görüldüğü gibi AB, “güçlendirilmiş siyasal diyalog”dan, Türkiye’nin ve KKTC’nin, hak ve hukuku bir yana bırakıp, hiçbir şart koşmaksızın Rum kesimi ile yürütülen müzakerelere destek vermesini anlamakta ve yine aynı şekilde AB’nin Rum kesimi ile yaptığı üyelik görüşmelerine katılmasını beklemektedir. Böylece, daha önceki adımlarda olduğu gibi, imkan olduğu takdirde, Kıbrıs’ın tümünün AB’ye üyeliği adı altında, Türkleri azınlık statüsüne düşürecek olan çözümü, yine Türk tarafının eli ve desteğiyle gerçekleştirmeye çalışmaktadır.  
AB Komisyonu’nun 2001 ilerleme raporunda “Sınır anlaşmazlıklarının barışçıl  çözümleri” başlığı altında, Ege ile Türkiye veYunanistan arasındaki diğer sorunlara da ilk kez yer verildiğini belirtmiştik. Bu da Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir sonucudur. Kıbrıs konusu öncelikli olduğu için şimdilik yüzeysel ifadelerle değinilen ama sırada bekleyen bu sorunlar hakkında, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzelmeye devam ettiği ve birtakım güven arttırıcı tedbirlerin aldığı değerlendirmesiyle yetinilmiştir. Raporda yer alan, “Bu olumlu gelişmeler, Helsinki AB Konseyi sonuçlarına ve Türkiye ile Katılım Ortaklığı belgesine uygun olarak, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların barışçıl yoldan çözülmesinde ilerlemeye elverişli bir iklim yaratmalıdır.” cümlesi ise gerçekte meselenin can alıcı noktasına işaret etmektedir. Burada AB’nin iki mesajı vardır; birincisi Helsinki dolayısıyla meselenin tarafı olduğunu duyurmaktadır, ikincisi ve en önemlisi ise anlaşma sağlanamaması halinde KOB’a uygun olarak, 2004’de Lahey Adalet Divanı’na gidileceğini hatırlatmaktadır.          
Kısacası AB raporları da, Türkiye’nin Helsinki Zirvesi’nden bu yana adım adım Yunan ve AB kıskacına çekildiğini teyid etmektedir.

RUM KESİMİ KOPENHAG KRİTERLERİNE UYUYOR MU?

AB Komisyonu’nun ilerleme raporlarında “Kıbrıs” adı altında Rum kesiminin sosyal ve ekonomik durumu da ele alınmıştır. Siyasi yönden AB üyeliğine ehil olmadığı açıkça ortadayken, AB tarafından ehil kabul edilen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, diğer kriterler açısından yine AB’ye göre acaba durumdadır?   
Komisyonu’nun 1998 yılı ilerleme raporunda, öncelikle adanın iki kesimi arasındaki ekonomik dengesizliklere işaret edilerek, bunun Rum kesiminin başvurusu üzerine hazırlanan 1993 tarihli Görüş’teki analizi doğruladığı belirtilmiş ancak nedense sebepleri üzerinde durulmamıştır. Mesela, Türk kesimini, istekleri doğrultusunda bir çözüme zorlamak amacıyla, Rum kesiminin baskısıyla Avrupa Adalet Divanı’nca alınan insanlık dışı ambargo kararının, kuzeyin ekonomisine etkisinden hiç bahsedilmemiştir.266 
Rum yönetimi ile müzakerelerin başladığı 1998 yılı için hazırlanan bu raporda, son iki yılda gayrı safi yurtiçi hasılası önemli ölçüde düşmüş olsa da, ekonomisinin, yine 1993 tarihli Görüş’ten bu yana nisbeten iyi bir performans göstermeye devam ettiği belirtilmiştir. Bundan anlaşılan, gerek başvurusunun kabulü ve gerekse de müzakerelere başlanmasına karar verilmesi aşamasında Rum kesiminin ekonomisinin hiç de iyi olmadığıdır. Oysa aynı AB’nin, Türkiye’nin başvurusunu geri çevirme gerekçeleri arasında ekonomik durumu yer alıyordu. Bu da AB’nin ölçülerinin ülkelere göre değiştiğini gösteren bir başka örnektir. Hatırlanacağı gibi, Komisyonun Yunanistan ile ilgili görüşü de “üyeliğe ehil bulunmadığı” şeklinde olmuş, ancak AB, Yunanistan’ı üyeliğe kabul etmişti. 
Rum kesimi ile ilgili raporun devamında, tarım ve turizmin, olumsuz gelişmeler yüzünden zorluklarla karşı karşıya olduğu, son dönemde maliye politikasındaki gevşekliğe rağmen, otoritelerin, istikrarlı makroekonomik ortamı ve olumlu bir iklimi muhafaza etmeye kararlı olduğu anlatılmış ve şöyle denilmiştir: 
“Son yıllarda Kıbrıs geleneksel sektörlerde (sanayi ve turizm) rekabet gücü kaybına uğramıştır; AB’ye katılım dikkate alındığında bu sektörlerde bir yeniden yapılanma ihtiyacı vardır. Ancak, ekonominin  turizme aşırı bağımlılığını azaltmak için çabalar sarf edilmiş olduğu halde, üçüncü sektörün önemi artmaya devam etmiştir. Kıbrıs, özellikle gümrük birliği bağlamında müktesebatın benimsenmesinde önemli ilerleme kaydetmiştir. Ancak iç pazar alanında girişilecek büyük çabalar vardır; toplulukta geçerli bankacılık mevzuatıyla tamamen uyumlu gibi görünmeyen malî aktivitelerin olduğu kıyı bankacılığı sektörü bakımından bu husus özellikle önem taşır. Deniz taşımacılığı, telekomünikasyon, adalet ve içişleri ise özel endişe konusu diğer alanlardır. Şimdiden incelenmiş bulunan 16 fasıl açısından, Kıbrıs, müktesebatın benimsenmesinde büyük sorunlarla karşılaşmamalıdır. Genel olarak, Kıbrıs idaresi, müktesebatın doğru uygulanmasını sağlamaya hazır görünmektedir.” 
Görüldüğü gibi AB, Rum kesimine karşı son derece anlayışlı ve destekleyici bir üslup kullanmış, sorunların çözümünde Rum otoritelerinin niyet ve kararlılığını yeterli bulmuştur. Ancak, kara para, uyuşturucu trafiği gibi çok önemli uluslararası sorunların adı anılmaksızın, “kıyı bankacılığı,adalet ve içişleri özel endişe konusu alanlardır” denilerek, es geçilmiştir. 
Aynı raporda, Avrupa Konseyi’nin Lüksemburg Zirvesi’nde, Kıbrıs için, bazı hedef projelere ve bazı Topluluk programları ile ajanslarına katılmasına, ayrıca teknik yardımın kullanılmasına dayanan özel bir  katılım öncesi strateji kararlaştırdığı hatırlatılarak, Kıbrıs’ın daha şimdiden üç Topluluk programına katıldığı, müktesebatı uygulama kapasitesini geliştirmek için de teknik yardımından istifade ettiği anlatılmıştır. Raporda, programlara katılma imkanı onlara da açık olduğu halde, Kıbrıs Türk toplumu temsilcilerinin şimdiye kadar katılım sürecinde yer almadığı da belirtilmiştir. Bu yaklaşım, meselenin bütünü yerine, siyasi ve ekonomik ilişkileri ayrı göstererek, Kıbrıs Türk kesimini bir şekilde kendi stratejilerinin içine sokma çabasıdır ki, AB’nin sadece topluluk programlarına katılım için değil, meselenin bütününe yönelik “özel strateji” geliştirdiği görülmektedir. Türk kesiminin, bazı topluluk programlarına katılarak, yardımlardan istifade etmesini isteyen AB’nin, KKTC’ye uluslararası ambargo uygulanmasına onay veren mercii olduğu unutulmamalıdır.           
AB Komisyonu’nun Rum kesimi ile ilgili 1999 yılı ilerleme raporunda ise ağırlıklı olarak mevzuat durumu üzerinde durulmuş, bu alanda ilerleme kaydedildiği ancak, “Önemli miktarda mevzuatın henüz aktarılmadığı, bu hususun, çevre, sosyal politika ile adalet ve içişleri alanlarında kaygı verici”267 olduğu belirtilmiştir. Gecikmelerin sakıncasına işaret edilen raporda, Kıbrıs’ın katılımı için belirlenen hedef tarihin yaklaştığı hatırlatılmıştır. Bu bile, başından beri görüldüğü gibi, şartları yerine getirsin getirmesin AB’nin, Rum kesimini üyeliğe almaya ne kadar kararlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Rum kesiminin 2000 yılı ilerleme raporunun hemen başlangıcında, “Kıbrıs’ın, işleyen bir piyasa ekonomisi olduğu ve Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecek  durumda bulunduğu” iddia edilmiştir. Ancak devamında işaret edilen hususlar, yapılan her düzenleme büyük adımlar gibi sunulsa da, bu görüşü doğrular nitelikte değildir. Rum kesiminin ekonomisi ve AB mevzuatına uyumu ile ilgili olarak özetle şöyle denilmiştir:268 
“Kıbrıs ekonomisi, güçlü bir şekilde büyümeye devam etmekte ve tam istihdamda çalışmaktadır. Liberalleşme ve yapısal reformlarda ilerleme kaydedilmektedir. Yıllar süren bir gecikmeden sonra, Parlamento, faiz tavanının Ocak 2001’e kadar kaldırılması için bir takvim öngören mevzuatı kabul etti. Kıbrıs makamları, sağlık sektöründe önemli bir reform başlattılar. 
Ancak, makroekonomik istikrar  son zamanlarda zayıflamıştır ve maliye politikasının mevcut seviyesi ve vaziyeti orta vadede sürdürülemez niteliktedir. Kooperatif bankacılığı sektöründe denetim güçlendirilmelidir. Fiyat liberalleşmesi de tamamlanmalıdır. Bazı yapısal katılıklar ve ekonomide önemli devlet müdahalesi, rekabet gücüne köstek olmaktadır. Mali konsolidasyon konusunda inandırıcı ve tutarlı bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Aşamalı sermaye liberalleşmesi amacıyla, para politikası, dolaysız müdahaleler yerine, dolaylı araçların kullanılması yoluyla daha etkili ve piyasaya yönelik bir niteliğe kavuşturulmalıdır. Kıbrıs, özel sektörünü, AB’ye entegrasyonun gerektirdiği açık ortamda çalışmaya hazırlamalıdır. Ekonomik faaliyetlerde devlet karışmasının ölçüsünü sınırlayan, temel sektörleri dış rekabete açan ve önemli çevresel kısıtlamaları çözen kapsamlı bir yapısal reform gündemi oluşturmak için, daha büyük siyasal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Malların serbest dolaşımıyla ilgili bazı alanlarda yeni mevzuat çıkarılmış olmakla beraber, standardizasyon ve belgeleme konusunda ilave gayretler gerekmektedir.  Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi yönünde atılan adımlar olumludur; ancak, katılım öncesinde sermaye hareketleri üzerinde devam eden kısıtlamaların vakitli ve düzenli bir şekilde kaldırılması için ilave gayretler gereklidir. Devlet yardımları konusunda durum yetersiz olmaya devam etmektedir çünkü devlet yardımlarının düzgün kontrolü ve bunun için hukuki temel hâlâ mevcut değildir. Katma Değer Vergisi (KDV) standart oranının % 8’den % 10’a çıkarılması ve KDV müktesebatına daha ileri uyumlulaşma için mevzuat kabul edilmesi ile, Kıbrıs dolaylı vergileme alanında ilerleme kaydetmiştir. Son bir yılda Kıbrıs, tarım alanında bir miktar uyumlulaşma mevzuatı kabul etmiştir. Ancak, yapılanlar esas olarak hazırlık çalışması niteliğindedir. Dolayısıyla, hayvan ve bitki sağlığı konularında müktesebat ile uyumlulaşma sınırlıdır. Sınır kapılarında hayvan sağlığı kontrolleriyle ilgili olarak ilave çabalar gereklidir. Ancak, idari kapasitenin güçlü temeline rağmen, malların serbest dolaşımı, tarım, enerji, iletişim, adalet ve içişleri sahalarında gereken düzenleyici makamların oluşturulması ve gereken kurumların tesis edilmesi henüz gerçekleşmemiştir. Şirketler hukuku, ulaştırma, vergileme, çevre, adalet ve içişleri gibi çeşitli alanlarda yeni personel alımına ihtiyaç vardır.” 
Yine AB’nin raporuna göre, “kara para aklama” sorunu  ortada durmaktadır. Uluslararası raporlara geçmesine rağmen bugüne kadar AB’nin gündeminde yer almayan Rum kesimindeki “kara para trafiği” ilk kez 2000 raporuna girmiş, ancak kamufle edilmesi için de azami gayret gösterilmiştir. Konu, raporda şöyle anlatılmıştır:: 
“Kıbrıs, Adalet ve içişleri alanında, iltica konusunda mevzuat çıkarılmasıyla ve ayrıca cezai ve medeni hususlarda adli işbirliği amacına yönelik olarak ilerleme kaydetmiştir. Ancak, bu alanda önemli çabalara girişilmiş olmakla beraber, Kıbrıs’ın gelecekte AB’nin bir dış sınırını oluşturacağı gerçeğini özellikle dikkate alarak, sınır kontrolü uygulanmasına ve ayrıca kara para aklama konusunda var olan mevzuatın etkin biçimde uygulanmasına dikkat gösterilmelidir. Ayrıca, vergilendirme ve kara para aklanması ile mücadele gibi konular için, ilave personel alınmış, eğitilmiş veya bu amaçla bütçede düzenleme yapılmıştır.” 
Tüm bu tespitlere rağmen AB, Rum kesiminin kısa ve orta vadede öngörülenlerin büyük bölümünü yerine getirdiği kanaatindedir. Oysa siyasi ve ekonomik durumu bir yana uyuşturucu, terör ve kara paranın merkezi haline gelen Rum kesiminin “üyeliğe ehil” olduğunu söylemeye imkan var mıdır?
AB, Türkiye ile müzakerelere başlanabilmesi için insan hakları sözleşmelerinin, özellikle de idam cezası ile ilgili 6 no’lu protokolün imzalanmasını “olmazsa olmaz” şart olarak dayatmaktadır. Mesela Rum kesimine böyle bir şart koşulmuş mudur? Bilindiği gibi müzakereleri Mart 1998’de başlamıştı ve Rum kesimi bu tarihte henüz 6 no’lu protokolü imzalamamıştı. Müzakereler başladığında, Rum kesiminin imzalamadığı sözleşmeler arasında, “Çifte Yargılanmama ve Çifte Cezalandırılmamaya ilişkin 7 no’lu protokol, Yenilenmiş Avrupa Sosyal Şartı, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin ölüm cezası ile ilgili ikinci tercihli protokolü ile Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesi Sözleşmesi” de bulunuyordu. Bu sözleşmeleri müzakereler devam ederken imzalayan Rum kesimi, 30 Eylül 2001 tarihi itibariyle, yani müzakerelerin başlamasının üzerinden 3.5 yıl geçtiği halde, daha Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesi Sözleşmesine imza koymamıştı.       
Buradan iki sonuca varmak mümkündür. Birincisi AB’nin aday ülkeler arasında ayırım yaptığı, herkese eşit davranmadığıdır ki, gerek AB yetkilileri, gerekse de ülkemizdeki AB taraftarları, müzakerelere başlama şartları konusunda, ülkeler arasında hiçbir ayırım yapılmadığını iddia etmektedirler. Gerçekten böyleyse, Rum kesimi, başta 6 no’lu protokol olmak üzere, AB’nin sözleşmelerine imza koymadan müzakereler nasıl başlatılmıştır sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Bunun cevabını veremezler çünkü Rum kesimi ile müzakereler başladığında, AB’nin bugün Türkiye’ye dayattığı gibi “olmazsa olmaz”lar var olduğu halde bu ülkelere uygulanmamıştır. Daha önceki bölümlerde de temas edildiği gibi bu karar sadece Türkiye için alınmıştır. Tekrar hatırlatmak gerekirse, Kopenhag Kriterleri, konulduğu 1993 yılında üyelik aşamasında yerine getirilmesi gereken şartlar olarak öngörülmüştü. 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde ise Türkiye dışındaki tüm adaylara müzakere takvimi verildikten sonra, Kopenhag Kriterleri müzakerelere başlamanın şartı ilan edilmişti. İşte bu karar sayesindedir ki, Rum kesimi “olmazsa olmaz”larla muhatap edilmemiştir. AB, Helsinki Zirvesi’nde de bu kez Kopenhag’ın siyasi kriterlerini müzakerelere başlamanın şartı yapmıştır ki, bu da sadece Türkiye’ye yönelikti. Çünkü aralarında Rum kesimi de dahil, siyasi kriterlerin bazı bölümlerini yerine getirmedikleri halde diğer ülkelerin tümüyle müzakereler devam ediyordu. O zaman ikinci sonuca varıyoruz ki, doğru olan budur; AB, iddia edildiğinin aksine ülkeler arasında ayırım yapmakta, Kopenhag kriterlerini Türkiye için farklı yorumlamakta ve uygulamaktadır.           
Kurucu antlaşmalarından Amsterdam Antlaşması’na göre, “AB özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ile hukuk devleti ilkeleri üzerine” kurulmuştur. Avrupa Parlamentosu da 1998’de, “AB ülkelerinde insan hakları” adlı bir raporu onaylayarak, üyesi ülkelerdeki ırkçı ve yabancı düşmanlığına yönelik uygulamaları sert bir dille kınamıştı. Ancak AB adayı Kıbrıs Rum kesimi, kendi Ombudsman'ı (kamu denetçisi) İlinia Nikolau’ya göre, yabancılara ikinci sınıf muamelesi ve ırkçılık yapmaktadır. Rum basınının, Rum Yönetimi için "gerçek bir şamar" olarak nitelendirdiği ve Klerides’e de sunulan yıllık raporda Nikolau, Rum Yönetimi'nin yabancılara karşı ırkçı davrandığını ve insan haklarını ciddi şekilde ihlal ettiğini bildirmiştir. Nikolau, Rum Yönetimi'nin yabancılara karşı tutumunun, "en basit tabiri ile ikinci sınıf vatandaş muamelesi" olduğunu vurgulayarak, ciddi insan hakları ihlallerinin, genelde Uzak Doğu'dan gelen işçilere yönelik olduğuna dikkat çekmiştir. Raporda, Rum Yönetimi aleyhindeki şikayetlerin geçen yıla oranla yüzde 34 arttığı belirtilerek, şikayetlerin 2000 yılı içinde daha da artmasının beklendiği tahmin edilmiştir.269 
Evet, Rum kesimine, “gerçek bir şamar” gibi inen bu rapor da, AB’ye kendine getirmeye yetmemiştir.

TERÖRİZM, KARA PARA VE KAÇAKÇILIK,

Kıbrıs Rum Yönetimi’nin terörizme desteği ve kara para aklama faaliyetleri çeşitli zamanlarda yayınlanan raporlarda ve meydana gelen olaylarda gün ışığına çıkmıştır. Mesela Güney Kıbrıs’ta bulunan Organize Suçlar Özel Komitesi’nin 1997 yılında yayınladığı bir raporda “yaygın bir şekilde kabul ediliyor ki Kıbrıs’ta organize suç vardır ve gün geçtikçe de çoğalmaktadır” denilmiştir. 
ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bir raporda da Washington, Güney Kıbrıs’ı kara para konusunda hassas bölge olarak göstermiş, (Fileleftheros, 2 Mart 2001) 26 Eylül 2001’de ABD Sivil Havacılık Teşkilatı tarafından (FAA) yayımlanan gizli genelgede, Kıbrıs Rum Kesimi, teröre yataklık edebilecek şüpheli ülkeler arasına dahil edilmiştir. Eski NATO Komutanı General Wesley Clark 14 Eylül 2001 tarihinde CNN’e verdiği bir mülakatta, Güney Kıbrıs’ın, teröristlerin Avrupa ve Amerika’ya birinci derecede geçiş bölgesi olduğunun altını çizmiştir.270 
Daha önceki bölümlerde detaylı bir şekilde  anlattığımız gibi Kıbrıs Rum Hükümeti’nin terörizme desteği, teröristbaşı Öcalan’ın 1999’un Şubat ayında Nairobi’de yakalanmasıyla daha da açığa çıkmıştır. Öcalan yakalandığında, üzerinden Kıbrıslı Rum Lazaros Mavros’a ait diplomatik bir pasaport çıkmış ve bu pasportla Avrupa’da seyahat ettiği tespit edilmiştir. Rum medyasında yer alan haberlere göre, Öcalan’ın, yine Kıbrıslı Rum olan Aristos Aristidou adına düzenlenmiş bir başka pasaportu daha bulunmaktaydı. 2002 yılında, Yunanistan’da 17 Kasım terör örgütüne yönelik operasyonda teröristbaşının pasaportunu taşıdığı Lazaros Mavros’un gerçekten var olduğu ve Rum istihbarat teşkilatında görev yaptığı ortaya çıkmıştır. Öte yandan PKK teröristlerinin Güney Kıbrıs’ta eğitim kamplarının olduğu da bilinmektedir.  

Kara para aklama konusunda da Güney Kıbrıs’ın dosyasının çok kabarık olduğu yine ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporlarda ortaya konmuş ve bu bölgenin  kara para aklama ve uyuşturucu ticareti konularında hassas bir bölge olduğuna dikkat çekilmiştir.271 Bu arada Washington Yönetimi tarafından AB’ye gönderilen bir mektupta da, terörist grupların kara para trafiğinin durdurulması ve kitle imha silahı imal etmek amacıyla kullanılan maddelerin nakliyesinin engellenmesi için Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne baskı yapılması istenmiştir.272 
Rum kesiminin kara para aklama faaliyetleri listesinde, Slobodan Miloseviç zamanında savaşın hüküm sürdüğü Yugoslavya’dan, miktarı 4 milyar doları bulan paranın aklanmasında transit nokta olduğu, Rusya eski Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in danışmanı Pavel Borodin’in Moskova’da yasadışı faaliyetlerden elde ettiği milyonlarca dolar dahil olmak üzere, Rus mafyasına ait milyarlarca doları, Güney Kıbrıs aracılığı ile  başka ülkelerdeki off-shore şirketlere aktardığı, ayrıca, Usama Bin Laden’in milyonlarını bu bölgede akladığı tespitleri de yer almaktadır. İtalya’nın “La Republica” gazetesi ile mülakatında Eski CIA şefi James Wolsey, Usame Bin Laden’in milyonlarının GKRY’nce aklandığını belirtmiş ve “Kıbrıs, AB’ye aday olmak istiyor, fakat biz Brüksel’deki dostlarımıza adada turlamalarını ve bir şeyi kontrol etmelerini tavsiye ediyoruz... Bin Laden’in paraları hakkında bilgi...” demiştir. 

Görüldüğü gibi Rum kesimi uyuşturucu kaçakçıları, mafya mensupları ve kara para aklamak isteyenlerin haksız yoldan elde edilmiş kazançlarını değerlendirebilmeleri için bir cennet gibidir. Ancak yalnız AB değil, ülkemiz içinde de bazı kesimler bu gerçeği görmemektedirler. Özellikle KKTC ekonomisinin geri kalmasından Türkiye’yi sorumlu tutan ve Türkiye’nin “kötü alışkanlıklarının” KKTC’ye taşındığını iddia ederek, Kıbrıs’ın AB üyeliğini isteyen bu çevrelerin, meseleye kimlerin gözlüğü ile baktığı ortadadır.
Rum kesiminin suç dosyasının bunlarla sınırlı kalmadığı ve sigara kaçakçılığının da transit merkezi haline geldiği belirtilmektedir. Üstelik bu iddia, bizzat Rum kesimini üyeliğe almaya kararlı olan AB tarafından gündeme getirilmiştir.273 20 Mart 2002 tarihli Rum Fileleftheros Gazetesi, AB’ın, Irak’a yapılan sigara kaçakçılığında Güney Kıbrıs’ın transit merkezi olarak kullanıldığına işaret ettiğini bildirmiştir. Gazete, AB’ın, iki büyük tütün sanayii aleyhine Amerikan Mahkemesi’nde açtığı davanın temel unsurunun, Güney Kıbrıs’ın sigara kaçakçılığı transit merkezi olarak ifade edilmesi olduğunu yazmış ve davacıların AB ve ayrı ayrı AB’ye üye 10 ülke olduğunu belirtmiştir. Gazeteye göre, davacılar arasında Yunanistan da bulunmaktadır ve AB ile  10 üye ülke, kaçakçılık nedeniyle kaybettikleri gümrük ve vergilerin karşılığı olarak sigara firmalarından 1 milyar dolar tazminat istemişlerdir.
Aynı habere göre, Rum kesimi lehindeki raporları düzenleyen ve bu bölgeyi üyeliğe ehil bulan Avrupa Komisyonu, sigara kaçakçılığının güzergahını, “Porto Riko’dan İspanya’nın Valencia kenti ve oradan Limasol ve daha sonra Beyrut üzerinden Irak” olarak çizmiş, mahkemeye, Rum gümrük makamlarından aldığı resmi belgeleri de sunarak,1996’dan, bugüne kadar Güney Kıbrıs’a 50 milyar adet sigara gönderildiğinin tespit edildiğini bildirmiştir. Avrupa Komisyonu, Güney Kıbrıs’ın sadece sigara kaçakçılığının transit istasyonu değil, gümrük makamlarının yanıltılması amacıyla, sigara dolu konteynerlerin ve işaretlerin değiştirildiği yer olduğunu da duyurmuştur. 
Diğer gazetelerde yer alan haberlere göre de, Yunanistan’ın Attiki Bölgesi Örgütlü Suçlar Şubesi, bir Rumun elebaşı olduğu yeni bir kaçakçılık şebekesinin, meyve, deri ve dondurulmuş gıda işi yapıyor görünen paravan şirketler üzerinden, yasadışı yollarla Bulgaristan’dan ve Güney Kıbrıs’tan gümrüksüz sigara ithal edip, özellikle Belçika, Almanya, Hollanda ve İngiltere piyasalarına sürdüğünü ortaya çıkarmıştır. Rum kesiminin bu durumu kendi basınında bile isyana yol açmış ve Politis gazetesi 15 Mart 2002 tarihli nüshasında, “Sigara kaçakçılığı, uyuşturucu, kara para aklama… Kıbrıs’ın ne olursa olsun her büyük uluslararası yasa dışı olayın içinde bulunması kural haline geldi”274 ifadesini kullanmıştır.
Kaçakçılığın ekonomik boyutu yanında, siyasi boyutuna da dikkat çeken Rum basını, AB yetkililerinden, Rum Yönetimi’nin kaçakçılıktaki rolünün üyelik müzakerelerini etkileyebileceği konusunda uyarılar geldiğini vurgulamıştır.
1974’den önce Türklerin katliamına ses çıkarmayan, sonrasında bu insanların acımasız bir ekonomik ambargo ile teslim alınması çabalarına aracılık eden, yine Rum kesiminin Ada’daki Türklere karşı silahlanmaya devam edip, Türkiye’ye karşı  terör örgütlerine kucak açmasına göz yuman, göz yummakla kalmayıp, bu bölgeyi üyesi yapmak için can atan Avrupa’nın, işin ucu kendilerine dokununca telaşlanıp, harekete geçtiği anlaşılmaktadır. Yine de AB’nin bu uyarılarının göstermelik mi, ciddi mi olduğunu görmek için beklemek gerekmektedir. 
Rum kesiminin Avrupa kriterlerine uymadığını kendileri de görüyor. Mesela AB’nin Genişleme Perspektifleri Araştırma Grubu Başkanı da olan Kıbrıs ve Türkiye uzmanı siyaset bilimci Dr.Heinz Kramer’in, “Türkiye’nin pek çok alanda eksiklikleri var. Ancak, gelelim Kıbrıs Rum kesimine...Her alanda Avrupa kriterlerine uyuyor mu da onu bu kadar iştiyakla bünyelerine kabul etmek istiyorlar?” sorusuna verdiği cevap şudur:275

“Bu ilginç bir paradoks. 14 AB üyesi ülke, istemeyerek de olsa, homurdana homurdana da olsa Kıbrıs’ı üyeliğe almaktan başka seçenekleri olmadığını kabul etti.” 

Dr. Kramer, bunun sebebini de, Yunanistan’ın son yıllarda bulduğu, “parlak ve zekice” diye nitelendirdiği “AB’nin doğuya genişleme sürecini veto etme şantajı” ile açıklamaktadır.         

Yalnız Dr. Kramer değil, bütün AB ülkelerinin gerekçesi budur. Bunu doğru kabul edersek, “yüksek değerler üzerine kurulu” AB, çıkarları sözkonusu olduğunda hak, hukuk ve kural tanımıyor demektir. AB kendi menfaatini düşünürken, Türkiye’nin, AB Doğu’ya doğru genişleyecek diye, arka kapısının zorla açılmasına izin vermemesi en doğal hakkıdır. Ancak, Yunan şantajının doğru veya en azından tek sebep olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü, AB, uluslararası anlaşma ve hukuku gözardı ederek, Rum kesimi ile ilk kez 1972’de ilişki kurmuş, 1990’da da üyelik başvurusunu kabul etmiştir. Bu tarihlerde AB’nin Doğu’ya doğru genişleme diye bir projesi yoktu. Yunanistan, bu dönemlerde de Türkiye ile ilgili şantajlarda bulunarak, adım adım ilerlemiştir. İlk günden itibaren Yunan şantajına maruz kalan AB’nin, bu yöntemin devam edip, nihayet Doğu genişlemesinde de kullanılacağını görmediği söylenemeyeceğine göre, bu kesinlikle danışıklı bir dövüştür. Türkiye’nin hakkı olan mali yardımları Yunan vetosunu gerekçe göstererek, gerçekte kendi iradesiyle vermeyen AB, aynı oyunu Kıbrıs üzerinde de sahnelemektedir. Çünkü böylesi her iki tarafın da işine gelmektedir.

AB, Kıbrıs Rum kesimini Dr.Kramer’in iddia ettiği gibi “homurdana homurdana” değil, Türkiye’nin arka kapısını, kendisine de  açacak anahtar olduğu için “büyük bir iştiyakla” almak istemektedir.
                                       
33 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 31


KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 31


ABD’NİN KIBRIS POLİTİKASI

Bu bölüme başlarken, ABD’nin de bölünmüş Kıbrıs’ın üyeliğine sıcak bakmadığını ve çözümü zorlaştıracağı görüşünde olduğunu belirtmiştik. AB, çözüm sağlanamadığı takdirde en azından Rum kesimini üyeliğe alma kararlılığında olduğunu açıkladıktan sonra acaba ABD, ne düşünmektedir, tavrında bir değişiklik olmuş mudur? Bunun ip uçlarını Rum kesimine atanan ABD Büyükelçisi Michael Klosson’un, görevinin kesinleşmesi için Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin yönelttiği sorulara verdiği cevaplarda bulmamız mümkündür. Büyükelçi, özetle şunları söyler:258 

“Kıbrıs’ta çözüm, belki yazılı olarak değil ama psikolojik olarak Türkiye’nin AB’ye kabulüne yardım edecektir. Helsinki’deki AB toplantısında Kıbrıs, Türkiye ile AB arasında siyasi diyalog konusu olmuştu. Dolayısıyla Türkiye’nin üyeliğine yardım edecektir. Türkiye’nin AB üyeliği yumuşak tonda gelişecektir. Çünkü bu bir siyasi diyalog meselesi, politik bir kriter veya önşart değil. ABD’nin konumu, AB üyesi olmamamıza rağmen, Kıbrıs’ın üyeliğini desteklemektir. Üyelik süreci, kapsamlı çözümü teşvik edebilir. AB, Helsinki zirvesinde, çözümün önşart olmadığını söyledi ve karar verirken, ilgili bütün faktörleri dikkate alacağını kaydetti.”

Büyükelçi, AB’nin çözüm olmadan Rum kesimini üyeliğe kabul edip, etmeyeceği yönündeki bir soruya ise, “Bunun kapsamlı çözümü teşvik edeceğine inanıldığı” karşılığını verir. Bölünmüş bir Kıbrıs’ın AB’ye alınmasının sonuçlarının sorulması üzerine de, şu anda sadece kapsamlı bir çözüme ulaşma konusuna odaklanıldığını söylemekle yetinir.      

ABD’nin yeni Rum Büyükelçisi’nin açıklamalarını diplomatik ifadelerden arındırıp, değerlendirmek gerekirse, kanaatimizce buradaki en önemli ve öncelikli husus ABD’nin, Helsinki Belgesi’ni esas  aldığı, dolayısıyla Kıbrıs meselesini Türkiye’nin üyeliği için önşart olarak kabul etmediğidir. Ancak, “siyasal diyalog” adı altında da olsa, Türkiye’nin AB üyeliğinin fiilen Kıbrıs meselesi ile bağlantılı hale geldiği görüşünün hakim olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ABD, AB’nin üyeliğe destek vermenin kapsamlı çözüme teşvik edeceği görüşüne katılmamaktadır ve bölünmüş Kıbrıs’ın AB üyeliğine sıcak bakmamaktadır. Diğer önemli bir husus da, ABD’nin, Helsinki Belgesi’nde yer alan, “ilgili bütün faktörler” ifadesinden AB veya Dışişleri Bakanımız İsmail Cem’in öne sürdüğü, “müzakerelerdeki tutumu” anlamadığıdır. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson ise daha açık konuşur. Pearson, “Bölünmüş bir adanın AB’ye faydası olmaz.”259 der, ancak AB’nin Kıbrıs’ı bölmesine ramak kalmış olması ile ilgili bir değerlendirme yapmaz.

Görünürde ABD, Kıbrıs konusunda ortada durmaktadır. Bazı uzmanlara göre de, Kıbrıs üzerinde ABD ve AB arasında büyük bir mücadele yaşanmaktadır. Mesela   Prof.Dr.Erol Manisalı, bu mücadeleyi şöyle izah etmektedir:260 
“1990-1991 Körfez Krizi’nden sonra ABD ve (İngiltere) Kıta Avrupasının büyük devletlerine, (Akdeniz sizin etki alanınıza bırakılmamıştır) sinyallerini vermişti. Soğuk Savaş sonrası Kıta Avrupasının öncülüğünde Avrupa Birleşik Devletleri oluşturulurken, AB Maastricht’le birlikte, Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkelerini de AB’nin ilgi ve etki alanı içinde bulunması gereken bölgeler olarak belirledi. İşte bu bağlamda, Kıbrıs Adası özel bir önem taşıyordu. Almanya ve Fransa, gelecekte Avrupa Ordusu’nu (AGSP) kurarken, bu stratejik adaya da yerleşmek istiyorlardı. Kıbrıs adası AB’nin içine alınmalı idi. Ancak, Türkiye Avrupa Birleşik Devletleri’nin içine alınmayacağına göre, adada Türk ordusunun ve bağımsız bir Türk Devleti’nin bulunmaması gerekiyordu. AB, soğuk savaş sonrasında Türkiye’yi AB içine almak yönünde bir tercih yapmış olsaydı Türkiye’nin askerinin ve adada bağımsız bir Türk Devleti’nin (KKTC) bulunmasının hiçbir sakıncası olmayacaktı. Türkiye AB’nin içine alınmayacağı için (adanın da dışına itilmeli idi). ”    
Ancak gerçekten ABD ile AB arasında bir mücadele mi, sessiz bir işbirliği mi vardır? Bunu anlamak için ana hatları ile ABD’nin bugüne kadar izlediği Kıbrıs politikasına bakmak gerekmektedir. Sorunun uluslararası platforma taşındığı, daha doğrusu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum kesimince yıkıldığı dönemde ABD, İngiltere ile birlikte, Türklere bazı tavizler verilmesi karşılığında enosise kökten çözüm aramıştır. Bunun için ortak bir plan hazırlanmış, ancak Yunanistan’ın Makarios’u devirmesi de öngörüldüğünden İngiltere bunu garantörlük statüsüne uygun görmemiş ve plan yürürlüğe konulmamıştır. ABD’nin bugün itibariyle de, AB’nin en etkili üyesi İngiltere ile ortak menfaatleri bulunmaktadır. İki ülkenin Orta Doğu çıkarları örtüştüğü gibi, ABD, Orta Doğu, son olarak Afganistan’a operasyonlarında İngiltere’nin Kıbrıs’taki üslerinden yararlanmıştır ve muhtemelen önümüzdeki ay ve yıllarda başta Irak olmak üzere yine bölgeye yönelik operasyonlarda bu üsleri kullanacaktır.   
Dikkati çeken ikinci husus, daha sonraki yıllarda ABD’nin, genelde de sıkıntılı dönemlerde tarafsız gibi davrandığı, böylece iki stratejik müttefiki Türkiye ve Yunanistan’ı karşısına almaktan kurtulduğu, ancak normal dönemlerde ağırlığını Yunan tezinden yana koyduğudur.
Üçüncü ve en önemli nokta ise, ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermesidir. Gerek Gümrük Birliği anlaşmasının imzalanması, gerekse de Türkiye’nin Helsinki Zirvesi’nde aday ülke ilan edilmesinde ABD, ağırlığını koymuştur. Ancak aynı ABD, hem Gümrük Birliği ve hem de adaylık karşılığında, Türkiye’nin önüne Kıbrıs başta olmak üzere çok önemli şartların konduğunu bilmektedir. Bu de AB’nin Kıbrıs başta olmak üzere Yunan tezine yakın politikalarının, ABD tarafından zımnen desteklendiği şeklinde yorumlanmalıdır. ABD’nin, sorunu önce BM, daha sonra da AB’ye devrettiği ve her iki tarafın da Türkiye’ye ne denli taraflı yaklaştığı dikkate alındığında, ABD’nin zimni desteği daha da kesinlik kazanmaktadır. 

Uzmanlar, ABD’nin çok da belli ve istikrarlı bir Kıbrıs politikası bulunmadığı görüşündedir. Ancak uzun bir süredir, meseleyi devrettiği AB ile ana hatlarda ortak politikayı benimsediği, özellikle de İngiltere ile birlikte hareket ettiği görülmektedir. ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs meselesine yaklaşımı çeşitli bölümlerde yeri geldikçe anlatılmış olsa da, köşe başı olarak nitelendirilebilecek bazı karar ve uygulamalarını bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. 

ABD, BM Güvenlik Konseyi’nin, Rum kesiminin Kıbrıs’ın meşru hükümeti sayılması kararına destek vermiş, KKTC’nin tanınmaması için tüm hukuk kurallarına ve uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde diğer devletlere baskı yapmıştır. 1974 Barış Harekatı’ndan sonra ise Yunanistan yerine Türkiye’ye ambargo uygulamıştır. ABD’nin Kıbrıs Özel Koordinatörlerinde Nelson Ledsky’in, Denktaş’ın, BM Güvenlik Konseyi’nin, Rumları meşru hükümet olarak tanıyan 4 Mart 1964 tarihli kararının haksızlığından bahsetmesi üzerine söylediği şu sözler de unutulmamalıdır: 
“1964’ün dosyalarını incelettim. BM Güvenlik Konseyi’nce alınan bu kararın hukuki temellere dayanan bir karar değil, siyasi mülahazalarla alınmış bir karar olduğunu tespit ettim. Dolayısıyla, kuzeyde kurduğunuz devletin uluslararası hukuka göre meşru olduğunu kanıtlamak için bu gibi hukuki mütalaalara boş yere paranızı ve vaktinizi harcamayın. ABD yönetimi olarak devletinizi hiçbir zaman tanımayacağız.”    
İngiltere ise, BM Güvenlik Konseyi’ne, KKTC’nin bağımsızlık ilanının bütünden ayrılma anlamına geldiği ve kanunen geçersiz olduğu yolundaki karar taslağını sunan ülkedir. BM Güvenlik Konseyi, bu taslak üzerine KKTC’yi tanımama kararı almış, böylece de Rum kesiminin Kıbrıslı Türklere uyguladığı insanlık dışı ambargoyu bir anlamda resmileştirmiştir. Ada’daki kendi üsleri için Londra-Zürih ve Garanti antlaşmalarını geçerli sayan İngiltere, konu KKTC olunca bunları hatırlamaktan  kaçınmaktadır. Kendisi de garantör ülke konumunda olduğu halde, gelişmeleri kenardan izlemektedir. Mesela Türkiye’nin, Kıbrıs Barış Harekatı’nın birlikte yapılması isteğine karşı çıktığı gibi, üslerin kullanılmasına da izin vermemiştir. Rum kesimi ile üyelik müzakerelerinin başladığı Mart 1998’de Fransa’nın, “Bu görüşmelere Türk tarafının da katılmaması, S-300 füzelerinin Ada’ya yerleştirilmesi ve Yunanistan’ın Türkiye’ye yapılacak mali yardımları veto etmeye devam etmesi hallerinde müzakerelere başlanmaması” şeklindeki teklifini engellemiş, nihayet, Avrupa Ordusu konusunda ABD ve Türkiye ile birlikte hazırladığı Ankara Anlaşması’nda kendi imzası da olduğu halde, Yunanistan’ın gösterdiği direnç karşısında sessiz kalmıştır.
   
Bunlar somut gerçeklerdir. Kesin olan bir başka husus, Türkiye’nin, Kıbrıs politikasında ilk yıllarda İngiltere’nin, sonraki yıllarda ise ABD’nin ağırlık ve önceliğinin bulunmasıdır. Nitekim, 1974 yılındaki müdahaleden sonra Başbakan Bülent Ecevit, kendisini arayan ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’e şöyle demiştir:261 

“10 yıldan beri Kıbrıs’ta ABD’nin tavsiye ettiği politikaları uyguladık...Şimdi insiyatifi almış bulunuyoruz...”    
        
AB’NİN YALAN RÜZGARI, TÜRKİYE’NİN İHMALİ VE SONUÇ 

Tüm bilgi ve belgeler, AB’nin 1970’li yıllardan itibaren Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs üçgeninde izlediği tehlikeli stratejinin cambazları aratmayacak ustalıkta olduğunu göstermektedir. AB’nin bu cambazlıklarını ana hatları ile özetlersek;

Yunanistan, 1975’de tam üyelik için müracaat ettiğinde, Yunanistan’ın üyeliğinin AB-Türkiye ilişkilerini etkilemeyeceği, ayrıca iki ülke arasındaki sorunlara taraf olmadığı ve olamayacağı taahhüdünde bulunur. Bu arada daha 1972 yılında, uluslararası antlaşmalara aykırı olarak Kıbrıs Rum kesimi ile ortaklık anlaşması imzalar.

Komisyon’un, “üyeliğe ehil olmadığı” görüşüne rağmen Yunanistan’ı AB’ye kabul ederken, Türkiye “üyeliğe ehil bulunduğu” halde, “ekonomik ve sosyal sebepler ile coğrafik ve nüfus büyüklüğünü” gerekçe gösterip, Türkiye’nin üyeliğini geri çevirir. 
Yine uluslararası antlaşmalara aykırı olarak 1990’da Kıbrıs Rum kesiminin üyelik müracaatını kabul eder. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk kesiminin itirazları üzerine Brüksel, ”Sorun yapılmasın, biz başvuruyu işleme koymayacağız” der. 1993'te başvuruyu işleme koyarken, üyelik işlemi için Kıbrıs sorununun çözümünün gözönünde tutulacağını belirtir ve Ankara'ya bu kez de, “işleme koyduk ama görüşmeler başlatılmayacak, biz zaten BM'deki görüşmeleri esas alıyoruz. Adada çözüm olmadan zaten görüşmelere başlayamayız”262 güvencesini  verir.
AB’nin desteğini arkasına alan Rum kesimi görüşmeleri ”sabote etmeye” başlar. Bir yandan silahlanmaya hız verir, diğer yandan adada sistemli olarak, sınır sorunları yaratır. 1994’den itibaren ise AB, tüm zirvelerde adım adım Rum kesiminin üyeliğini hızlandırıcı kararlar alır ve 1993’teki “sorunun çözümü” şartını fiilen gündemden çıkarır.  
Türkiye ile 6 Mart 1995'de Gümrük Birliği anlaşmasının imzalanması sırasında, Yunanistan’ın veto şantajına boyun eğer ve aynı gün Kıbrıs Rum kesimi ile müzakerelerin başlayacağı sözünü verir. Ayrıca  “Adada çözümün beklenmeyeceğini” deklare eder. Avrupa Parlamentosu da, Kıbrıs sorununun çözümü şartıyla Türkiye ile Gümrük Birliği’nin uygulanmasına onay verir. Bu arada yavaş yavaş Ege sorunu da ısıtılırken, Gümrük Birliği uğruna Kıbrıs Rum kesiminin üyeliğinin kapısı Türkiye’ye açtırılmış olur.   
Üye ülkelerin bir bölümünün tüm itirazlarına rağmen, 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde, çözüm olsun olmasın bölünmüş Kıbrıs’ın üyeliğe alınması kararlaştırılır, ancak Türkiye’nin önüne konulan adaylık şartları arasına Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözümü de eklenir. Türkiye, AB ile ilişkilerini dondurur.
Türkiye’nin ilişkileri kesmesi Kıbrıs ve Ege meselelerinin Yunanistan’ın istediği yönde hallini güçleştirir. Bunun üzerine apar topar Türkiye’nin 1999’da aday ülke ilan edilmesine karar verilir. 1963 Ankara Anlaşması’ndan beri aday ülke konumunda olan Türkiye, yeniden adaylık uğruna önüne konulan Helsinki Belgesi’ni imzalayarak, Kıbrıs ve Ege konularının iki ülke arasındaki sorunlar olmaktan çıkıp, Türkiye-AB arasındaki sorunlar haline gelmesine izin verir. Bundan da önemlisi, Kıbrıs Rum kesiminin üyeliği önünde engel olan, soruna çözüm bulunması şartının kaldırılmasını resmen kabul eder. Kısacası gerçekte çok önceden alınmış olan Rumların AB üyeliği kararı, Türkiye’ye de onaylattırılır. 
2000 yılında Türkiye’ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise yine Yunanistan’ın baskısıyla “siyasal diyalog ve siyasal kriterler” şeklindeki muğlak bir başlık altında, Türkiye’nin AB üyeliği için Kıbrıs’ın kısa vadeli, Ege’nin de orta vadeli siyasi kriterler olmasının yolu açılır. Türkiye, her ne kadar bunları “siyasi kriter” olarak kabul etmediğini açıklasa da, AB, Yunanistan ve Rum kesimi, her iki unsuru da siyasi kriter olarak görmeye ve Türkiye’ye baskı yapmaya devam ederler. 
Yunanistan’ın, Rum kesiminin üyeliğe alınması için acele edilmemesi halinde AB’nin genişlemesini veto edeceği şantajına boyun eğen ve bunu bir tehdit olarak görmeyen AB, Türkiye’nin böyle bir durumda KKTC’yi “ilhak edeceği” açıklamasını “tehdit” olarak değerlendirir ve Türkiye’ye “adaylığının askıya alınacağı” tehdidiyle karşılık verir.   
Sonuç olarak; 1975-2002 döneminde AB, tamamen Yunan ve Rum politikalarına uygun bir biçimde, Türkiye ve KKTC karşıtı bir strateji izlemiştir. Planlı bir biçimde, Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafına yalan söylenerek, oyalama taktiği güdülmüştür. AB, Yunan ve Rum üçlüsünün bu açık tutumlarına karşı Ankara, uzun süre pasif kalmış,  sergilenen oyunlara sadece çeşitli deklarasyonlarla cevaplar vermeye çalışmıştır. Ancak tüm karşı çıkışların ardından, “Herşeye rağmen AB yolunda yürüyeceğimiz” açıklamaları, zaten yetersiz olan bu çıkışları bütünüyle etkisiz kıldığı gibi, AB, Yunanistan ve Rum kesimini daha da cesaretlendirmiştir. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen’ın, BBC’nin, “AB, Yunanistan’dan korkmuş olmuyor mu?” sorusu üzerine yaptığı, “Yunanistan Parlamentosu’nun pozisyonu biliniyor. Bu, Yunan Parlamentosu üyelerinin bir siyasi doğruculuk sorunu. Benim kişisel görüşüm şu ki, Yunanistan’ı ciddiye almalıyız. Çünkü Kıbrıs AB’ye alınmazsa, genişleme anlaşmasını kesinlikle imzalamayacaklarını açıkça belli ettiler.” şeklindeki açıklama, bir devletin, ülkesinin menfaatleri konusunda kararlı tavır sergilemesinin sonucunu göstermesi açısından hem anlamlı, hem de ibret vericidir. Evet Türk Parlamentosu da, Kıbrıs konusunda başından beri kararlı ve yek vücuttur ancak sözcülerimizin çelişkili tutum ve açıklamaları, ne yazık ki, Türk Parlamentosunun, Yunan parlamentosu gibi ciddiye alınmasını engellemektedir.       

RUM KESİMİ GERÇEKTEN ÜYELİĞE EHİL Mİ? 

AB, tüm uluslararası anlaşmalara ve anayasası niteliğinde olduğu söylenen Kopenhag kriterlerine aykırı olarak Rum kesimini üyeliğe almada kararlı görünmektedir. Evet, Rum kesiminin üyeliği uluslararası anlaşmaların yanısıra Kopenhag kriterlerine de aykırıdır. Çünkü Rum kesimi bir “hukuk devleti” değildir. AB Rum kesimi ile ilişkisinde 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı esas almaktadır. Ancak AB de kabul ettiğine göre, halen yürürlükte olan bu Anayasa, veto hakkı başta olmak üzere Kıbrıs Türk kesiminin hak ve hukukunu da düzenlemektedir. Kıbrıs Rum kesimi için Anayasayı var sayan AB, Türk kesimi için yok saymaktadır. Bu durumda Anayasanın varlığı tartışmalı hale gelmektedir. Anayasasının bulunup, bulunmadığı belli olmayan bir topluluk, AB gözünde devlet olarak görülmekte ve üye yapılmak istenmektedir. İşte ilk olarak Rum kesimi bu açıdan Kopenhag kriterlerine uygun değildir. İkincisi Kopenhag kriterlerinde sınır sorunlarının halledilmesi öngörülmektedir. Ancak “yeşil hat” ile ayrılacak kadar sorunlu olan bir bölgenin yarısı, üstelik de sorunlar devam ederken, üyeliğe alınacaktır. Üçüncüsü de Rum kesimi Ada’daki Türkleri azınlık görmek ve göstermek istemektedir. Olaya Rum ve Yunan gözlüğü ile bakan AB’nin yaklaşımı da bu olduğuna göre, yani eğer gerçekten Türkleri azınlık kabul ediyorlarsa, Rum kesimi onların haklarını gasp etmektedir ki, bu da Kopenhag’ın siyasi kriterlerine aykırıdır.

Aday ülkeler için hazırlanan ilerleme raporlarına göre ise Rum kesimi, “Kopenhag kriterlerine uygundur” ve adaylar içinde şartların tamamını yerine getiren ilk ülkeler arasında yer almaktadır. Böyle olması istenmiştir çünkü daha müracaatının ilk yıllarından itibaren Rum kesiminin AB kurallarına aşina olması için, önce “teknik konular” görüşülmüş, devamında Haziran 1995’ten itibaren “yapısal diyalog” başlatılmış ve son olarak da Mart 1998’de katılım görüşmelerine geçilmiştir. Bugün Türkiye’ye müzakere tarihi vermek için Kopenhag’ın siyasi kriterlerini yerine getirmesi gerektiğini söyleyen AB, Rum kesimi başta olmak üzere diğer adaylardan böyle bir talepte bulunmamıştır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, daha 1995 yılında Türkiye ile Gümrük Birliği anlaşması imzalanırken, Rum kesimine müzakerelere başlanacağı garantisi verilmiş, 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Rum kesiminin müzakere tarihi Mart 1998 olarak açıklandıktan sonra, Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesinin müzakerelere başlamak için şart olduğu kararı alınmıştır. AB, bunu yapmak zorundaydı çünkü aksi halde Rum kesimi Kopenhag’ın ne siyasi, ne de diğer kriterlerini taşımadığından müzakerelere başlamak mümkün olmayacaktı. AB’nin bize “düstur” gibi sunduğu ilerleme raporlarının nasıl kriterlere göre değil de niyetlere göre  hazırlandığı ortadadır. Yukarıda da vurguladığımız gibi, öncelikle böyle bir devletin varlığı hukuken tartışmalıydı. Müzakerelere başlanırken Kopenhag kriterlerine uymayan Rum kesiminin bu durumu, AB’nin tüm mali desteğine ve anlayışına rağmen sonraki yıllarda da devam etmiştir. Bu tabloyu, AB Komisyonu’nun Rum kesimi için 1998 yılından itibaren hazırladığı   ilerleme raporlarında da görmek mümkündür. Ancak nedense bu raporların tümünde ilk cümle, “Kopenhag kriterlerine uygundur” diye başlamaktadır. 


32 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...