KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 10
TÜRK BARIŞ HAREKATI
Makarios'un cuntaya gönderdiği mektup ve darbenin bizzat Yunanlı subaylar tarafından yönetilmesi, aslında adanın bir yabancı ülke tarafından işgal edildiğinin de ispatıydı. Makarios da zaten, 19 Temmuz 1974'de BM Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmada bunu açıklıkla söylemişti. Adanın kısa sürede fiilen Yunanistan'a bağlanacağı ortadaydı. Nitekim, bir Yunan subayları grubunun Atina'da, Ajans France Press'e verdiği belgede, darbenin amacı "bir yıllık süre içinde yapılacak halkoylamasından sonra, Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleştirilmesi" diye açıklanmıştı.
Türkiye ise, gelişmeleri yakından izliyordu. Çünkü “ilhaka” ramak kalmıştır. Nitekim, Samson, daha sonra yayınlanan anılarında, Türk müdahalesinin gerçekleştiği sıralarda, Yunanistan'dan beklenen yardımın gelmesi halinde, Yunan Devlet Başkanı Gizikis'le varılan anlaşma uyarınca, Enosis için hazırlanan mesajın radyodan okunup, "ilhakın gerçekleştiğinin" duyurulması noktasında olduklarını belirtmiştir. Sözkonusu mesajda şöyle denilecekti:
"Kıbrıs Yunan Halkı, Tanrı, insanlık ve Kıbrıs Helenizmin özgürlük için yaptığı fedakarlıklar adına, Kıbrıs'ın birleştiğini ilan ediyorum. Halkımızın oldum olası var olan isteği ve ülküleri bu an için haklılığa kavuşmuş bulunuyor. Yaşasın Birleşmiş Ulus."
İşte, Türk Barış Harekatı böyle bir dönemde yapılır. Harekatın yegane amacı, adanın Yunanistan'a ilhakı ve Türklerin ilhaka karşı çıktıkları için yok edilmesini önleyerek, Kıbrıs'ın bağımsızlığını koruma ve adada her iki halk için geçerli olacak barışı gerçekleştirmektir. Dönemin hükümeti, TSK’nın da talebiyle adadaki Yunan işgalini önlemek amacı ile müdahaleye karar verdikten sonra, Başbakan Bülent Ecevit, bu müdahalenin, diğer garantör devlet İngiltere ile birlikte yapılması amacıyla görüşmelerde bulunmak üzere 16 Temmuz 1974'de bu ülkeye gider. Yapılan görüşmeler sonucu İngiltere'nin ortak müdahaleye yanaşmayacağı anlaşılır. Ecevit, Başbakan Harold Wilson ve Dışişleri Bakanı Callaghan'dan, hiç olmazsa daha az kan dökülmesi için İngiliz üs bölgelerinden çıkartma yapabilmemiz için izni ister. Bu teklif de reddedilir. Bunun üzerine Türk birlikleri 20 Temmuz sabahı Girne bölgesinden adaya çıkar, aynı anda Hava Kuvvetleri’ne ait uçak ve helikopterler Boğaz ve Ortaköy bölgelerine indirme harekatı başlatır.
Bu arada Türk halkının yaşadığı ve Türk mücahitlerinin savunduğu bölgelere saldırıya geçen Rum birlikleri, bir çok küçük Türk köyünü yakıp yıkıyor, sivil halkı esir alıyordu. Magosa ve Lefkoşa hariç birçok büyük kasaba Rum-Yunan birliklerinin eline geçmişti. Birçok bölgede yoğun çarpışmalar yaşanıyordu.
Kıbrıs'ta çarpışmalar sürerken 20 Temmuz günü toplanan BM Güvenlik Konseyi, 353 sayılı kararı alarak, yabancı askerlerin derhal adadan çekilmesini ister. 22 Temmuz tarihinde yapılan toplantıda da, bu kez 354 sayılı karar ile aynı talep tekrarlanır. Türkiye, BM kararına uyarak, 22 Temmuz'da ateşkesi kabul eder. Kıbrıs'ta ateşkes sağlanması ile birlikte Yunan hükümeti istifa eder, Karamanlis, Fransa'dan Atina'ya dönerek, bir ulusal birlik hükümeti kurar. Kıbrıs'ta ise Samson çekilir, yerine eski Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Klerides geçer. Bunun ardından da Cenevre görüşmeleri başlar.
1.VE 2. CENEVRE GÖRÜŞMELERİ
Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kuzey İrlanda Dışişleri Bakanları 25-30 Temmuz 1974’te Cenevre müzakerelerini gerçekleştirirler. Bakanlar, 1960 tarihli uluslararası anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi'nin 352 sayılı kararını dikkate alarak, Kıbrıs'taki durumun, makul bir sürede yeniden tanzim edilmesi ve alınacak tedbirlerin, acil ve devamlı olacak şekilde düzenlenmesinin önemini, bu arada bazı acil tedbirlere ihtiyaç duyulduğunu kabul ederler. Yayınlanan ortak bildiride; durumu istikrara kavuşturmak için karşı karşıya bulunan silahlı kuvvetlerin, kontrolleri altındaki bölgeleri genişletmemeleri gerektiği belirtilir, gayri nizami olanlar da dahil, bütün kuvvetler saldırgan ve hasmane faaliyetlerden kaçınmaya davet edilir. Acilen yürürlüğe konulacak tedbirler de şöyle belirlenir:
Türk Silahlı Kuvvetlerince işgal edilen bölgenin bittiği yerden itibaren, genişliği Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık temsilcileri tarafından, BM Barış Gücü ile istişarelerle bir güvenlik bölgesi kurulacaktır. Bu bölgeye, giriş yasağına nezaret edecek olan BM Barış Gücü hariç hiç bir kuvvet girmeyecektir.
Yunan veya Kıbrıs Rum kuvvetlerince işgal edilen bütün Kıbrıs Türk bölgeleri derhal boşaltılacak, bu bölgeler Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından korunmaya devam edilecektir.
Karma köylerdeki güvenlik ve polis görevleri, BM Barış Gücü tarafından yürütülecektir.
Tutuklanan askeri personel ve siviller mümkün olan en kısa zamanda ya mübadele edilecek ya da milletlerarası Kızıl Haç Komitesi'nin nezareti altında serbest bırakılacaklardır.
Cenevre müzakerelerinde, bütün tarafların kabul edebileceği adil ve sürekli bir çözüm çerçevesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde barış, güvenlik ve karşılıklı güven oluşturulduğu ölçüde silahlı kuvvetlerin sayısı ile silah, mühimmat ve diğer harp malzemelerinin uygun zamanlarda ve kademeli şekilde azaltılması konusunda anlaşma sağlanır. Cenevre’de, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve güvenliği için müzakerelerin devamı da kararlaştırılır ve “Bölgedeki barışın iadesi ve Kıbrıs'ta anayasal hükümetin yeniden tesisi”nin altı çizilir. Müzakerelerin, 8 Ağustos 1974'de Cenevre'de devamı ve Anayasa'ya ilişkin görüşmelere, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumları temsilcilerinin de katılmaları üzerinde anlaşma sağlanır. Görüşülecek anayasal sorunlar arasında, 1960 Anayasasının Cumhurbaşkanı Yardımcısına tanıdığı görevleri yerine getirmesi ile anayasal meşruiyete derhal dönülmesi gibi çok önemli başlıklar yer alır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiiliyatta Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idarenin mevcut bulunduğu not edilir. Sözkonusu bildiri, gerekli tedbirlerin alınması çağrısıyla BM Genel Sekreterine gönderilirken, Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki tüm ilgili tarafların tam bir işbirliği göstermesinin zaruri olduğu vurgulanır.
Görüşmelerden sonra ortak bir açıklama yapan Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kuzey İrlanda Dışişleri Bakanları, bildirinin 1960 Garanti Antlaşması’nın yorumlanmasının veya bu antlaşmadan doğan hak ve vecibeler hakkındaki görüşlerin hiçbir şekilde ihlal edilmesi olmadığını vurgularlar. Bakanların ortak açıklamasında, “Aynı muhtar bölgeye dahil kantonlar arasında serbest dolaşımın, merkezi hükümet tarafından garanti edileceği, merkezi hükümetin yetkilerinin, devletin iki toplumdan oluştuğunun göz önünde tutularak tespit edileceği, yeni Anayasal düzen yürürlüğe girinceye kadar, var olan Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum yönetimlerinin birlikte, ülkede hayatı normalleştirecek ve dengeyi sağlayacak tedbirleri alacakları, şiddet ve ayırım hareketlerinden kaçınacakları” duyurulur.
KIBRIS TÜRK FEDERE DEVLETİ’NİN KURULUŞU
Alınan tüm kararlara rağmen, ateşkesin Rum ve Yunan tarafınca ihlali üzerine 15 Ağustos 1974’te ikinci barış harekatı yapılır. Türk Ordusu, önceden belirlenen hedeflere süratle ilerleyerek, halen iki taraf arasındaki sınırı oluşturan hatta kadar gelirler. Türk birliklerinin ilerleyişini ikinci ateşkes çağrısı durdurur.
Prof. Clement H.Dodd’a göre, bu gelişme Kıbrıs meselesinde üçüncü tarihi dönüm noktasıdır. Türklerin, “Kıbrıs’ın Rumlaşmasını engellemek ve Kıbrıslı Türkleri korumak” gibi iki amacı olduğunu hatırlatan Prof. Dodd, gelişmeleri şöyle değerlendirmiştir:
“Müdahale Batı tarafından önce olumlu karşılandı ve bir ateşkes imzalandı. Sampson hükümeti ve Atina’daki askeri cunta devrildi. Kıbrıslı Türklerin, halen Kıbrıslı Rumlar tarafından rehin tutulduğunu öne süren Türk hükümeti, Rumların Kıbrıs Türkleri için altı kantonu öngören planı, danışma için zaman harcamadan kabul etmesi isteğinde bulundu. Bu talep batılı güçlerde tepkiyle karşılandı. Ancak Türkiye’nin adanın yüzde 36’sını kontrolü altına almasını engelleyemedi. Adanın fiilen bölünmesi anlamına gelen bu hareket, Türkiye’yi Birleşik Devletler ve İngiltere’nin gözünde kötü bir konuma itti. Sayıları 140-160 bini bulan Kıbrıslı Türk kuzeye göç etti.”
İkinci Barış Harekatı'nın hemen ardından 25-26 Ağustos 1974 tarihlerinde Kıbrıs’a gelen BM Genel Sekreteri, toplumlar arasında ikili görüşmelerin başlatılmasını ister. Böylece, 28 Aralık 1967 tarihinde Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi'nin ilanından sonra, 13 Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilir.
Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi, oybirliği ile Kıbrıs Türk Federe Devletini ilan ederken, yeni devletin anayasası ile seçim yasasını yapması için Türk toplumunun tüm kurum ve kuruluş temsilcilerinin katılımı ile bir Kurucu Meclis'in oluşturulması kararlaştırılır. Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kuruluş bildirisi, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş tarafından okunur. Bildiride, yaşananlar hatırlatılıp, Kıbrıs Türk toplumunun varlığını koruyup, can ve mal güvenliğini sağlamanın amaçlandığı vurgulanır. Nihai amacın, “İki bölgeli bir federasyon çerçevesinde Kıbrıs Rum Toplumuyla birleşmek, 1960 Anayasasının Kıbrıs Federal Cumhuriyeti'nin anayasası olarak değiştirilmesi ve Federal Cumhuriyetin kurulmasına kadar muhtar Kıbrıs Türk Yönetiminin yeniden düzenlenmesi” olduğu açıklanır.
Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluş çalışmaları devam ederken, soruna çözüm bulunabilmesi için görüşmelere açık olunur, Denktaş, bu çerçevede yeniden Rum yönetiminin başına gelen Makarios ile 1977’de bir zirve yapar. 3 Ağustos 1977 tarihinde Makarios’un ölmesinden sonra Kıbrıs'ın Rum tarafı Kipriyanu’yu Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı'na seçer. Ancak Türkiye ve Kıbrıs Türk Federe Devleti, haklı olarak Kipriyanu’nun, yalnızca Güney Kıbrıs'taki Rum yönetimini temsil edebileceğini belirterek, Kipriyanu’nun Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı'nı tanımaz. Yine de Kıbrıs sorununa çözüm bulunması amacıyla 1979'da Denktaş ile Kipriyanu arasında bir zirve gerçekleştirilir.
Prof. Dodd, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu dördüncü tarihi dönüm noktası olarak nitelendirmektedir. Prof. Dodd’un, yeni devlet, Kıbrıs Türklerinin niyeti ve sonraki gelişmelerle ile ilgili değerlendirmesi şöyledir:
“Bu elbette ki, federal bir devlet değildi. Devletin adı, Güney kesimiyle kurulacak bir federasyona bağlı olacağını gösteriyordu. Yeni devlet, referandumla onaylanmış ve liberal ve demokratik bir anayasayla donanmıştı. BM Güvenlik Konseyi bu kararı (üzüntüyle) karşıladığını bildirdi. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ise bu devleti tanımaktan kaçındı. Daha doğrusu 1983 yılında Kıbrıslı Türkler kendi kaderlerini tayin ilkesi doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ettiler ancak yine de federasyon fikrini tamamen rafa kaldırmadılar. 15 Kasım 1983’te de KKTC’yi ilan ettiler. Kıbrıs Türklerinin amacı gelecek yıllarda kurulabilecek bir Kıbrıs Federe Cumhuriyetinin kurucularından biri olduklarına işaret etmekti. BM Güvenlik Konseyi bu bağımsızlık ilanının bütünden ayrılma anlamına geldiğini ve kanuni olarak geçersiz olduğunu bildirdi (karar no: 541,1983). Bu kararın taslağı İngiltere tarafından sunuldu ve BM bu yeni devlete Kıbrıs Rum kesiminin uyguladığı ambargoyu desteklemeye devam etti. Ne Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulması, ne de KKTC’nin ilanı müzakereleri sona erdirmedi.”
BM VE YUNAN MAHKEMESİNİN KARARLARI
BM Genel Kurulu, 1 Kasım 1974 tarihinde bir karar alır. Türkiye’nin de oy verdiği 3212 sayılı kararda, “Kıbrıs sorununu inceledikten sonra, Milletlerarası Barış ve Güvenlik için bir tehdit olan Kıbrıs buhranının devam etmesinden ötürü cidden kaygılanarak ve bu buhranın BM'nin amaç ve prensipleri uyarınca gecikilmeksizin barışçı yollarla çözümü gereğini gözönünde bulundurarak” açıklamasıyla, şu hususlara yer verilir:
Bütün devletleri, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve bağlantısızlık siyasetine saygı göstermeye ve bu devlete karşı bütün eylem ve müdahalelerden kaçınmaya çağırır.
Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki bütün yabancı askeri kuvvetlerin ve yabancı askeri varlığın ve personelin süratle geri çekilmesi ve bu devlete yönelik bütün yabancı müdahalelerin durdurulmasında ısrar eder.
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasa sisteminin, Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumlarını ilgilendiren bir sorun olduğunu düşünür.
Genel Sekreter'in iyi mesaisiyle iki toplum temsilcileri arasında eşitlik esası uyarınca ilişkilerin ve görüşmelerin başlamasını uygun bulur ve bu ilişki ve görüşmelerin, bunların temel ve meşru haklarına dayalı karşılıklı olarak kabul edilebilir bir siyasi çözüme serbestçe ulaşılması amacıyla devam etmesini diler.
Bütün göçmenlerin güvenlik içinde evlerine dönmeleri gerektiğini düşünür ve ilgili tarafları bu amaca yönelik acil tedbirler almağa çağırır.
Genel Sekreter'den Kıbrıs halkının her kesimine Birleşmiş Milletler İnsancıl yardımını sağlamaya devam etmesini rica eder ve bütün devletleri bu çabaya katkıda bulunmaya çağırır.
Toplam 10 maddeden oluşan bu kararda, Türk tarafının lehine olan unsurlar ve gerekçeler şöyle değerlendirilmektedir; Yabancı askerlerden söz edilmekte, Türk askeri "işgalci" olarak tanımlanmamaktadır. Türk askerlerin Garanti Antlaşmasına göre "yabancı" sayılmayacağı açıktır. Bunun aksi iddia edilse bile "tüm yabancı askerler" dendiğine göre o zaman İngiliz, Türk, Yunan ve BM askerleri gündeme gelecektir. BM askerleri "yabancı asker" tanımına girmediği takdirde, Türk askerinin girmesi de mümkün değildir. Kararda, İki toplumun eşitliği kabul edilmekte, ayrıca "Kıbrıs Hükümeti"nden değil, eşit "iki toplumdan" söz edilmektedir. Son olarak da insancıl BM yardımının, her iki topluma da yapılması istenmektedir. Ne yazık ki, kısa bir süre sonra bu karar da gözardı edilir ve Rum yönetiminin Türk Halkını da temsil eden, "Adanın tek meşru hükümeti" olduğu kararı alınarak, sorunun iyice düğümlenmesine yol açılır.
Öte yandan, Garanti Antlaşması ve BM kararlarına rağmen, Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere AB organları sonraki yıllarda, özellikle de Rum yönetiminin 1990’da üyelik başvurusunu yapmasının ardından sık sık ve Rum tezleri doğrultusunda, Kıbrıs’taki Türk askerlerinin “işgalci” olduğunu iddia edip, bu durumu kınamaya veya askerlerimizin adadan ayrılmasına yönelik kararlar alacaklardır. Oysa Garanti Anlaşması'nın 4. maddesi şöyle demektedir:
"Bu anlaşma hükümlerine bir riayetsizlik halinde Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık bu hükümlere riayeti sağlamak için gereken teşebbüsler veya tedbirler hakkında birbirleri ile istişare etmeyi taahhüt ederler. Müşterek veya anlaşarak hareket mümkün olmadığı takdirde garanti veren üç devletten her biri bu anlaşma ile ihdas edilen nizamı tekrar kurmak münhasır maksadı ile harekete geçmek hakkını muhafaza eder".
Türkiye, bu maddeye dayanarak, adaya müdahale etmiştir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, amacının "Darbe öncesindeki duruma dönmek olmadığını" da ilk günden açıklamıştır. Bunun ne anlama geldiğini "Kıbrıs Sorunu ve Milletlerarası Hukuk" adlı eserinde Doç. Dr. Sevin Toluner, şöyle yorumlamaktadır:
"Bu anlaşmanın Türkiye'ye verdiği müdahale hakkı, Kıbrıs Türk Toplumunun Zürih ve Londra anlaşmaları ile doğan hak ve çıkarlarını korumayı amaçlamaktır. Kıbrıs Türk Toplumunun 1960 anayasası ile sağladığı haklar ise, 1963'de Rum tarafının tek yanlı emrivakisi ile ortadan kaldırılmıştır. Sonuçta, 1974 darbesine kadar geçen dönemde bir Kıbrıs Cumhuriyeti değil, fiilen bir Kıbrıs Rum devleti ve Kıbrıs Rum hükümeti ortaya çıkmıştır. 1974 darbesi de, Türk Toplumunun yasal haklarını tümden inkar eden ve adayı Yunanistan'a bağlamayı amaçlayan yasadışı, Yunanistan'ın tek yanlı müdahalesi demek olan bir eylemdi. Dolayısıyla Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için 15 Temmuz 1974 darbesi öncesindeki fiili duruma dönmek, I960 Anayasası ve Zürih ve Londra anlaşmaları ile doğan hukuki duruma dönmek değil; tamamı ile Türk Toplumunun aleyhine olan ve yasal hiçbir yanı bulunmayan eski fiili duruma dönmek demek olacaktı. Diğer bir açıdan ise Türkiye'nin adaya müdahalesi (meşru müdafaa) hakkından doğmaktadır. Meşru müdafaa hakkı, uluslararası hukukun bütün devletlere tanıdığı bir haktır. 20 Temmuz'a bu açıdan da bakmak gerekmektedir. Çünkü 1963 saldırıları ve ardından da 15 Temmuz darbesi ile Türk Toplumunun yasal hakları ve varlığı toptan ortadan kaldırılmak istenmiş dolayısı ile meşru müdafaa hakkı doğmuştur. Bu açıdan bakıldığında da 20 Temmuz, Uluslararası hukuka uygun, bir kuvvet kullanmak eylemidir. Türkiye'nin adaya müdahalesinden sonra ada topraklarının bir bölümünün Türk Toplumu denetimine girmesi şeklinde de-facto bir durumun ortaya çıkmasının, hukuk açısından ters bir görünüm yaratmaması gerekmektedir. Çünkü 1963 saldırıları ile Rum tarafının yarattığı fiili durum da orta yerde durmaktadır. Böyle bir durum, eşitlik ve ortaklık esası üzerine kurulu olan Cumhuriyeti yıkıp, fiili durum yaratma hakkını, yalnız Rum toplumuna tanımak olur. Amaç fiili durum yaratmak değildir. Ama Rum tarafına bu tanınırsa, eşit bir toplum olarak Türk Toplumunun da bu hakkı vardır.”
Nitekim, Avrupa Konseyi Danışma Kurulu Daimi Komitesi'nin 29 Temmuz 1974 tarih ve 573 sayılı, “Türkiye, Garanti Antlaşması’nın 4.maddesi uyarınca müdahale hakkını kullandı” şeklindeki kararının yanısıra, Atina Temyiz Mahkemesi dahi, 21 Mart 1979 tarihinde aldığı 2658/79 sayılı karar ile, Türk müdahalesinin "işgal" olmadığına hükmeder. Atina Temyiz Mahkemesi’nin sözkonusu kararı şöyledir:
"Türkiye'nin Zürih ve Londra Anlaşması çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı subaylardır. Zürih Anlaşmasını imzalayan devletler, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, Garantör Devletler olarak Kıbrıs'ın herhangi bir devletle birleşmesini, bölünmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütlerde bulunmuşlardır. 15 Temmuz I974'de General Yuannidis, adadaki Yunan birliği komutanı General Yorgacis ile 102 Yunanlı subay ihtilal yapmıştır. Kıbrıs Anayasası ayaklar altına alındıktan sonra, adamları Nicos Sampson başa getirilmiştir. Türkiye 20 Temmuz 1974'de ancak, yaratılan. bu durumdan sonra adaya müdahalede bulunmuştur."
Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan’a göre, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi, Garanti Antlaşması veya başka bir karara ihtiyaç göstermemektedir çünkü öncelikle Soykırım Sözleşmesi’ne uygundur. Radikal Gazetesi’ndeki köşesinde, “Kıbrıs’ın Geçmişi ve Geleceği?/27.7.2002”ni anlatan Aktan, Türkleri tasfiyeyi ve Enosis’i amaçlayan Akritas Planının Soykırım Sözleşmesi’nin 3(c) maddesi kapsamında, “soykırıma teşebbüs” niteliğinde olduğunu belirterek, yeni bir bakış açısı getirir ve “1974 Sampson darbesi olduğunda Türkiye’nin müdahale amacı sadece Türk toplumunu, Rum-Yunan darbecilerin yok etme girişiminden kurtarmaktı. Aslında bu tutum, Soykırım Sözleşmesi’nin 1.maddesine göre soykırımı (önleme) kavramına uygun olduğundan 4.maddedeki yetkiye de muhtaç değildi.” değerlendirmesini yapar.
MECLİSİN SELF-DETERMİNASYON KARARI
1981'deki Yunanistan seçimlerinde, bütün politikasını ve seçim propagandasını "Türk düşmanlığı" üzerine kuran PASOK lideri Papandreau'nun iktidara gelmesinden sonra Kıbrıs görüşmeleri sıkıntılı bir sürece girer. Öyle ki, Papandreau, 1982 yılında Kıbrıs’a yaptığı resmi ziyarette, Kıbrıs’ın bir Yunan toprağı olduğunu iddia ederek, Türkleri Kıbrıs’tan çıkarmak için haçlı seferlerini başlatma çağrısında bulunur. Papandreau, Batı Anadolu toprakları için de, “Kaybedilen Yunan toprakları” ifadesini kullanır. Papandreau, tam bir Enosis tutkunudur ve bu yüzden taraflar arasındaki görüşmeler tamamen askıya alınır. Rum-Yunan tarafı, geleneksel politikasını bir kez daha uygulamaya koyarak, konuyu BM gündemine taşır ve amacına 13 Mayıs 1983'te ulaşır. Bu tarihte toplanan BM Genel Kurulu, aldığı şu kararla, 1960'dan sonra adada terör estiren Rum yönetimini adeta ödüllendirir:
"Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs halkının tamamı ve toprağının bütünü ile tabii kaynakları üzerinde tam ve etkili egemenlik hakkına sahiptir. Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti'nin bu hakkının kullanılmasını sağlamak için, bütün hükümetleri destek sağlamaya ve yardım etmeye çağırır."
Rumların, BM Genel Kurulu'nda tek yanlı bir karar çıkarması üzerine durumu görüşen KTFD Meclisi; 17 Haziran 1983'te, Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkını vurgulayan tarihi bir karar alır. Sözkonusu kararda, Kıbrıs Türk Halkının, Kıbrıs'ta iki toplumlu, iki kesimli, bağımsız bağlantısız ve federal bir devlet kurulması yolunda yapıcı içten çabalar gösterdiği bir sırada, “Rum yöneticilerinin görüşme masasını terk edip, konuyu Kıbrıs Türk Toplumunun söz hakkını gasp ettikleri forumlara götürdükleri, iki kesimli, iki toplumlu federasyon fikrini daha önce resmen kabul ettikleri halde bununla asla bağdaşmayan görüşler ileri sürdükleri, eşit haklara sahip olan Kıbrıs Türk halkının görüşmelere eşit şartlarla katıldığını görmezlikten gelerek, Kıbrıs sorununu, federasyon fikrine temelden ters düşecek şekilde, bir çoğunluk-azınlık sorunu gibi göstermeye kalkıştıkları, iki toplumun liderleri arasında BM Genel Sekreterinin huzurunda yapılan zirve toplantılarında varılan anlaşmaları hiçe sayarak, görüşmelerin sonuca ulaşmasını engelleyecek hareketlere giriştikleri” hatırlatılır. Silahlı saldırılar, imha planları ve insanlık dışı baskılarla, Kıbrıs Türk halkına bugüne kadar empoze edemedikleri tahakkümlerini, şimdi Kıbrıs Türk halkının eşit söz hakkını gasp ederek, onun katılmadığı forumlarda tek yönlü kararlar aldırarak, empoze etmeye çalıştıkları vurgulanarak, şu kararlar alınır:
- Kıbrıs'ta iki eşit halktan biri olarak kendi kendini yönetme hakkına sahip bulunan Kıbrıs Türk Halkı, kendi topraklarında hür ve demokratik bir düzen içinde, kendi varlığını, milli ve kültürel kişiliğini, bütün insanların, doğuştan eşit şekilde sahip oldukları temel hak ve hürriyetlerini korumaya kararlıdır.
- Kıbrıs Türk Halkının güvenliğini tam olarak korumaya yetmeyecek, onu eskiden uğradığı saldırılara, teröre, insanlık dışı ayırımlara ve baskılara yeniden uğrama tehlikesine düşürebilecek herhangi bir çözüm şeklini Kıbrıs Türk Halkı reddeder, Kıbrıs sorununa Kıbrıs Türk Halkının hür iradesi dışında hiçbir çözüm bulunamaz.
- Kıbrıs Türk Halkı tarafından seçilmemiş, Kıbrıs Türk Halkını hiçbir şekilde temsil etmeyen ve Kıbrıs Türk Halkı adına konuşma hakkına hiçbir şekilde sahip olmayan Rum yöneticileri, Kıbrıs Türk Halkının gıyabında, hür iradesi dışında alınmış veya alınabilecek herhangi bir kararı ona empoze edemez.
- Kıbrıs Türk Halkı kendi kaderini bizzat kendisinin belirlemesi hakkına (self-determinasyon) sahiptir. Bu hak hiçbir şekilde ortadan kaldırılamaz.
- Yukarıdaki 4. maddedeki hakkımızı kullanmaya zorlandığımız taktirde dahi doğacak sonuç, Denktaş-Makarios ve Denktaş-Kipriyanu zirve anlaşmalarında belirtilen esaslar çerçevesinde öngörülen ve iki ulusal topluma dayalı, iki kesimli, bağımsız, bağlantısız bir Cumhuriyetin eşit şartlarda görüşmeler yoluyla gerçekleştirilmesine engel teşkil etmez.
VE KKTC’NİN İLANI
BM'nin, kararından sonra Kıbrıs Rumları, "Kıbrıs Hükümeti" olarak tüm dünyada tanınmalarının rahatlığı içinde hiçbir anlaşmaya yanaşmazlar. Tıpkı bugün AB üyeliğini garantiledikleri için müzakere masasına laf olsun diye oturdukları gibi...Bunun üzerine self-determinasyon hakkını kullanan Kıbrıs Türk halkı, 15 Kasım 1983'de Federe Meclis'in oybirliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanını dünyaya duyurur. KKTC’nin ilanına ilişkin karar şöyledir:
"Kıbrıs Türk halkının özgür iradesini temsil eden, doğuştan hür ve eşit olan bütün insanların hür ve eşit yaşamalarına inanan, bu inanç içinde, Kıbrıs Türk Halkının kendi kaderini tayin etme hakkını 17 Haziran 1983 tarihli kararıyla dünyaya ilan etmiş olan, ırk, milli menşe, dil ve din gibi farklara dayalı olarak insanlar arasında ayırım gözetilmesini, her türlü sömürgeciliği, ırkçılığı, baskı ve tahakkümü reddeden, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz'de, Ortadoğu'da ve dünyada tam bir barış ve istikrarın, huzur ve güven içinde yaşama ve kendi kendilerini yönetmeye hakları olduğuna inanan, aynı adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan bu iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne sımsıkı bağlı bulunan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanının, iki eşit halk arasında ortaklığının bir federasyon çatısı altında yeniden kurulmasını ve sorunların çözümlenmesini engellemeyip, kolaylaştırabileceğine kani olan, iki halk arasındaki bütün sorunların barışçı ve uzlaşmacı bir politika ile çözümlenebileceğine inanan ve bu amaçla müzakereler yürütülmesini yürekten dileyen ve önerilmiş bulunan zirve toplantısının bu açıdan yarar sağlayacağına inanan Meclisimiz, Kıbrıs Türk halkı adına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve (bağımsızlık bildirisini) onaylar".
Türkiye Cumhuriyeti, KKTC'yi ilk ve ne yazık ki son tanıyan ülke olur. Çünkü, Kıbrıs Rum kesimini Kıbrıs’ın resmi temsilcisi sayan ABD, KKTC’nin bu kararını “üzüntü” ile karşıladığını ilan eder. Sonuçta da ABD Dışişleri Bakanlığı, öncelikle İslam ülkelerinin temsilcilerini tek tek arayarak, bu ülkelerin KKTC’yi tanıma yönündeki eğilimlerinin önüne geçer.
KKTC'NİN İLANI HUKUKİDİR
KKTC'nin ilanı, her şeyden önce, halkların kendi geleceklerini tayin (self-determinasyon) hakkının kullanılmasına dayanmaktadır. Ancak, KKTC'nin ilanı, self-determinasyon ilkesinin yanı sıra, bazı politik ve hukuksal girişimlerin de bir sonucudur.
KKTC’nin ilanı, devletler hukukundaki self-determinasyon ilkesine uygundur. Çünkü;
- Kıbrıs Türk halkı, 1960'da kurulmuş olan iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurucu ortaklarından biridir ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliği, Ada'daki iki toplumdan birine değil, ortaklaşa her ikisine devredilmiştir. 1960'da sömürge yönetiminden kazanılan bağımsızlıkta ve egemenlikte, Kıbrıs Türk Halkı eşit hak sahibidir. 1960 Anayasası ve buna kaynak olan 1960 Kuruluş ve Garanti Antlaşmaları Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının da imzalarını taşımaktadır.
- Kıbrıs Türk halkının kendi ayrı yönetimi vardır ve Güneydeki Rum yönetimi Türk halkını temsil etmemektedir. Rum yöneticileri Kıbrıs Türk halkı tarafından seçilmemiştir. Bu nedenle Rum yöneticileri Kıbrıs Türk Halkını temsil edemez ve onun adına konuşamaz.
Kıbrıs Türk halkı, 1963'de iki toplumlu cumhuriyetten zorla dışlandıktan sonra kendi kendini yönetmiş, bu yönetimler, 1963-1967 devresinde "Genel Komite", 1967-1974'te Geçici Türk Yönetimi, 1974-1975 Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi ve 1975-1983 döneminde ise Kıbrıs Türk Federe Devleti şeklinde olmuştur. Bu gerçekler, BM raporlarında da açıklanmaktadır. Zamanın BM Genel Sekreteri U-Thant, Güvenlik Konseyi'ne 1964'te sunduğu bir raporda, BM Barış Gücü'nün Türkler üzerinde otoritesini sağlamak için Kıbrıs Hükümeti'ne yardımcı olmayacağını belirtmiştir. 1974 Cenevre Antlaşması'nda da, Kıbrıs'ta iki ayrı yönetim olduğu ve Rum yönetiminin Kıbrıs Türklerini temsil etmediği vurgulanmıştır. En önemlisi ise Türkiye’nin de oy verdiği, BM Genel Kurulunun 3212 sayılı ve 1 Kasım 1974 tarihli kararının 3. maddesidir ki, Kıbrıs Hükümeti’nden değil, iki toplumun eşitliğinden söz edilmiştir.
Birleşmiş Milletler yasasına uygun olarak “Devletler Arasındaki Dostane İlişkiler ve İşbirliği ile ilgili Devletler Hukuku Prensipleri”ni belirleyen 1970 tarihli BM Genel Kurulunun Deklarasyonu da, "halkların eşitlik ve self-determinasyon haklarını" tanımıştır. Bu deklarasyona göre, "Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptirler. Self-determinasyon hakkı ile halklar hiçbir dış müdahaleye uğramaksızın, politik statülerini serbestçe belirlemek hakkına ve serbestçe izlemek hakkına sahiptirler". Kıbrıs Türk Toplumu da, devletlerarası hukuk normlarına uygun olarak self-determinasyon hakkını kullanmıştır. BM Güvenlik Konseyi, KKTC’nin ilanını geçersiz sayan kararı ile öncelikle kendi yasasını ve uluslararası birçok hukuk kuralını ihlal etmiştir.
Aynı şekilde Avrupa Konseyi de, KKTC’nin ilanını tanımayan kararı ile uluslararası hukuk kurallarının yanısıra, 1975 Helsinki Nihai Senedi'nin 8’inci maddesinde belirtilen halkların self-determinasyon ve eşitlik hakkı ilkesine ters düşmüştür. Bu maddeye göre, tüm halklar, iç politik statülerini hiçbir dış müdahaleye uğramaksızın belirlemek hürriyetine sahiptirler.
KKTC’Yİ TANIMAMA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ KARAR
Başta BM zemini, hemen tüm uluslararası platformlarda siyasi tercihler, hukuk ilkelerinden ağır basmıştır. Bunun en somut örneği, BM Güvenlik Konseyi’nce, "KKTC'nin tanınmaması" için diğer devletlere yapılan çağrıdır. Halbuki BM Yasasında, başka devletlerin içişlerine karşılamayacağı ilkesi önemli bir yer tutmaktadır. Herhangi bir devlet başka bir devleti tanıma veya tanımama hakkına sahiptir. Bu hak, devletlerin egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Egemen bir devlet, yeni kurulan bir devleti tanıma veya tanımama konusunda iradesini serbest olarak kullanabilmelidir. BM Güvenlik Konseyi'nin "KKTC'nin tanınmaması" yönündeki kararı, önemli bir baskı unsuru olmuş ve egemenlikten doğan serbest irade kullanma hakkını kısıtladığı gibi, sorunun çözümünü engellemiştir.
KKTC, devletlerarası hukukun öngördüğü "Devlet Normu"na uymaktadır. Devletler hukuku konusundaki kitabında Brierly, bir devleti oluşturan kriterleri, ”Devamlı, kesin ve belirli bir toplum olmak, kesin ve belirli bir toprak parçasına sahip olmak, uluslararası ilişkileri yürütebilecek derecede bir bağımsızlığa sahip olmak.”şeklinde sıralamaktadır. KKTC, kesin ve belirli bir toprak parçasına, belirli ve kesin bir nüfusa, örgütlenmiş bir hükümet ve uluslararası ilişkileri yürütebilecek bir kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla devletlerarası hukukun öngördüğü bütün kriterlere sahiptir ayrıca, "tanınma" ile "devlet" haline gelmez; "tanınmama" ile de yok olmaz.
Brierly'nin belirttiği bir diğer husus; "Devletlerarası hukukta, bir devletin devlet olduğunu belirleyen uluslararası bir mekanizmanın" olmamasıdır. Bu nedenle BM Güvenlik Konseyi, devletlerarası hukuk normlarına göre bir devlet olan KKTC aleyhine karar vermekle de devletlerarası hukuk normlarını ihlal etmiştir. Yine büyük devletler de, diğer devletlere "KKTC'yi tanımamaları için baskı yaparak", devletlerarası hukuk normlarını çiğnemişlerdir. Ayrıca bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın 1976'da yayınlanan "Bir Devletin Tanınması ile ilgili ABD'nin Resmi Hukuk Görüşü"ne de aykırıdır. ABD'nin bir devleti tanıma ile ilgili resmi hukuk görüşü şöyledir:
"ABD'ye göre, devletlerarası hukuk, bir devletin diğer bir kuruluşu devlet olarak tanıması hususunda, amir hüküm içermemektedir. Bir kuruluşun devlet olarak tanınması, o kuruluşu devlet olarak tanıyacak ilgili devletin takdirine ve kararına kalmış bir husustur. ABD tanınma ile ilgili karar verirken, geleneksel olarak aşağıda belirtilen kriterleri göz önünde bulundurur: Belirli bir toprak parçası ile belirli bir halk üzerinde etkin bir kontrolün olup olmadığı, toprak parçasında örgütlü bir Hükümet Yönetiminin olup olmadığı, uluslararası ilişkileri yürütmede ve uluslararası yükümlülükleri yerine getirmede etkin bir kapasiteye sahip olup olmadığı."
Görüldüğü gibi KKTC’nin durumu, ABD'nin bir devleti tanıma ile ilgili resmi görüşüne de uygundur. Sonuç olarak KKTC, Kuzey Kıbrıs'ta bağımsız ve egemen bir devlettir. Bu devlet, Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkını kullanması ile oluşturulmuştur. Devletlerarası hukukun "Devlet" ve "Tanıma" ile ilgili tüm normlarını taşımaktadır. Ancak ne yazık ki, bu normları belirleyen ABD, “KKTC’nin tanınmaması” baskısını yapan devletlerin başında gelmiştir. Çünkü Kıbrıs’ın coğrafik ve stratejik önemi, büyük devletlerin soruna, hukuk ve insan hakları açısından değil, kendi çıkarları açısından bakmalarına yol açmaktadır. Bu da hukukun ayaklar altına alınıp, “politik kararlar” ile bir topluluğun yok edilmesine göz yummak anlamına gelmektedir ki, sorun bizzat büyük devletler eliyle kangrenleştirilmektedir.
Nitekim, ABD tarafından süreci hızlandırmak için Haziran 1989’da Kıbrıs Özel Koordinatörü olarak atanan Nelson Ledsky ile Denktaş arasında geçen diyalog, soruna ne kadar siyasi bakıldığını ortaya koymuştur. Denktaş, BM Güvenlik Konseyi’nin, Rumları meşru hükümet olarak tanıyan 4 Mart 1964 tarihli kararının haksızlığından bahsedince Ledsky şunları söylemiştir:
“1964’ün dosyalarını incelettim. BM Güvenlik Konseyi’nce alınan bu kararın hukuki temellere dayanan bir karar değil, siyasi mülahazalarla alınmış bir karar olduğunu tespit ettim. Dolayısıyla, kuzeyde kurduğunuz devletin uluslararası hukuka göre meşru olduğunu kanıtlamak için bu gibi hukuki mütalaalara boş yere paranızı ve vaktinizi harcamayın. ABD yönetimi olarak devletinizi hiçbir zaman tanımayacağız.”
Bu bölümü Kıbrıs hakkında 1913 yılında bir kitap yazmış olan Fransız Gazeteci Deleporte’nin, Girit örneğini hatırlatarak, yaptığı uyarı daha doğrusu isabetli bir öngörü ile bitirmek istiyoruz:
“...Herkes gibi hayat ve hürriyet hakları olan Türkleri katliam etmekle Giritliler çok yanlış bir yola sapmaktadırlar. Onlar(Giritli Rumlar) kan kardeşlerinin intikamlarını karışık cinayetlerde aramakta ve şereflerini tamir etmeye çalışmakta tamamen haksızdırlar. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, Yunanlıları Afrikalı vahşiler mevkiine düşüren bütün bu barbarlıkları, samimi bir Helen dostu olarak tel’in ediyoruz. Yunanlıya karşı duyduğumuz aşk bizi cinayetleri affetmek için yalan söylemeye kadar götürmez...ve bazıları Kıbrıs’ta bu cinayetleri hazırlamaktadırlar...”
Hem de tüm ülkelerin..,
Elbirliği ve Desteği ile...