25 Mart 2017 Cumartesi

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 10


 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 10



TÜRK BARIŞ HAREKATI

Makarios'un cuntaya gönderdiği mektup ve darbenin bizzat Yunanlı subaylar tarafından yönetilmesi, aslında adanın bir yabancı ülke tarafından işgal edildiğinin de ispatıydı. Makarios da zaten, 19 Temmuz 1974'de BM Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmada bunu açıklıkla söylemişti. Adanın kısa sürede fiilen Yunanistan'a bağlanacağı ortadaydı. Nitekim, bir Yunan subayları grubunun Atina'da, Ajans France Press'e verdiği belgede, darbenin amacı "bir yıllık süre içinde yapılacak halkoylamasından sonra, Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleştirilmesi" diye açıklanmıştı.
Türkiye ise, gelişmeleri yakından izliyordu. Çünkü “ilhaka” ramak kalmıştır. Nitekim,  Samson, daha sonra yayınlanan anılarında, Türk müdahalesinin gerçekleştiği sıralarda, Yunanistan'dan beklenen yardımın gelmesi halinde, Yunan Devlet Başkanı Gizikis'le varılan anlaşma uyarınca, Enosis için hazırlanan mesajın radyodan okunup, "ilhakın gerçekleştiğinin" duyurulması noktasında olduklarını belirtmiştir. Sözkonusu mesajda şöyle denilecekti:
"Kıbrıs Yunan Halkı, Tanrı, insanlık ve Kıbrıs Helenizmin özgürlük için yaptığı fedakarlıklar adına, Kıbrıs'ın birleştiğini ilan ediyorum. Halkımızın oldum olası var olan isteği ve ülküleri bu an için haklılığa kavuşmuş bulunuyor. Yaşasın Birleşmiş Ulus."
İşte, Türk Barış Harekatı böyle bir dönemde yapılır. Harekatın yegane amacı, adanın Yunanistan'a ilhakı ve Türklerin ilhaka karşı çıktıkları için yok edilmesini önleyerek, Kıbrıs'ın bağımsızlığını koruma ve adada her iki halk için geçerli olacak barışı gerçekleştirmektir. Dönemin hükümeti, TSK’nın da talebiyle adadaki  Yunan işgalini önlemek amacı ile müdahaleye karar verdikten sonra, Başbakan Bülent Ecevit, bu müdahalenin, diğer garantör devlet İngiltere ile birlikte yapılması amacıyla görüşmelerde bulunmak üzere 16 Temmuz 1974'de bu ülkeye gider. Yapılan görüşmeler sonucu İngiltere'nin ortak müdahaleye yanaşmayacağı anlaşılır. Ecevit,  Başbakan Harold Wilson ve Dışişleri Bakanı Callaghan'dan, hiç olmazsa daha az kan dökülmesi için İngiliz üs bölgelerinden çıkartma yapabilmemiz için izni ister. Bu teklif de reddedilir. Bunun üzerine Türk birlikleri 20 Temmuz sabahı Girne bölgesinden adaya çıkar, aynı anda Hava Kuvvetleri’ne ait uçak ve helikopterler Boğaz ve Ortaköy bölgelerine indirme harekatı başlatır.
Bu arada Türk halkının yaşadığı ve Türk mücahitlerinin savunduğu bölgelere saldırıya geçen Rum birlikleri, bir çok küçük Türk köyünü yakıp yıkıyor, sivil halkı esir alıyordu. Magosa ve Lefkoşa hariç birçok büyük kasaba Rum-Yunan birliklerinin eline geçmişti. Birçok bölgede yoğun çarpışmalar yaşanıyordu.
Kıbrıs'ta çarpışmalar sürerken 20 Temmuz günü toplanan BM Güvenlik Konseyi, 353 sayılı kararı alarak, yabancı askerlerin derhal adadan çekilmesini ister. 22 Temmuz tarihinde yapılan toplantıda da, bu kez 354 sayılı karar ile aynı talep tekrarlanır. Türkiye, BM kararına uyarak, 22 Temmuz'da ateşkesi kabul eder. Kıbrıs'ta ateşkes sağlanması ile birlikte Yunan hükümeti istifa eder, Karamanlis, Fransa'dan Atina'ya dönerek, bir ulusal birlik hükümeti kurar. Kıbrıs'ta ise Samson çekilir, yerine eski Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Klerides geçer. Bunun ardından da Cenevre görüşmeleri başlar.

1.VE 2. CENEVRE GÖRÜŞMELERİ

Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kuzey İrlanda Dışişleri Bakanları 25-30 Temmuz 1974’te Cenevre müzakerelerini gerçekleştirirler. Bakanlar, 1960 tarihli uluslararası  anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi'nin 352 sayılı kararını dikkate alarak, Kıbrıs'taki durumun, makul bir sürede yeniden tanzim edilmesi ve alınacak tedbirlerin, acil ve devamlı olacak şekilde düzenlenmesinin önemini, bu arada bazı acil tedbirlere ihtiyaç duyulduğunu kabul ederler. Yayınlanan ortak bildiride; durumu istikrara kavuşturmak için karşı karşıya bulunan silahlı kuvvetlerin, kontrolleri altındaki bölgeleri genişletmemeleri gerektiği belirtilir, gayri nizami olanlar da dahil, bütün kuvvetler saldırgan ve hasmane faaliyetlerden kaçınmaya davet edilir. Acilen yürürlüğe konulacak tedbirler de şöyle belirlenir:
Türk Silahlı Kuvvetlerince işgal edilen bölgenin bittiği yerden itibaren, genişliği Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık temsilcileri tarafından, BM Barış Gücü ile istişarelerle bir güvenlik bölgesi kurulacaktır. Bu bölgeye, giriş yasağına nezaret edecek olan BM Barış Gücü hariç hiç bir kuvvet girmeyecektir. 
Yunan veya Kıbrıs Rum kuvvetlerince işgal edilen bütün Kıbrıs Türk bölgeleri derhal boşaltılacak, bu bölgeler Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından korunmaya devam edilecektir.
Karma köylerdeki güvenlik ve polis görevleri, BM Barış Gücü tarafından yürütülecektir.
Tutuklanan askeri personel ve siviller mümkün olan en kısa zamanda ya mübadele edilecek ya da milletlerarası Kızıl Haç Komitesi'nin nezareti altında serbest bırakılacaklardır.
Cenevre müzakerelerinde, bütün tarafların kabul edebileceği adil ve sürekli bir çözüm çerçevesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde barış, güvenlik ve karşılıklı güven oluşturulduğu ölçüde silahlı kuvvetlerin sayısı ile silah, mühimmat ve diğer harp malzemelerinin uygun zamanlarda ve kademeli şekilde azaltılması konusunda anlaşma sağlanır. Cenevre’de, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve güvenliği için müzakerelerin devamı da kararlaştırılır ve “Bölgedeki barışın iadesi ve Kıbrıs'ta anayasal hükümetin yeniden tesisi”nin altı çizilir. Müzakerelerin, 8 Ağustos 1974'de Cenevre'de devamı ve Anayasa'ya ilişkin görüşmelere, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumları temsilcilerinin de katılmaları üzerinde anlaşma sağlanır. Görüşülecek anayasal sorunlar arasında, 1960 Anayasasının Cumhurbaşkanı Yardımcısına tanıdığı görevleri yerine getirmesi ile anayasal meşruiyete derhal dönülmesi gibi çok önemli başlıklar yer alır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiiliyatta Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idarenin mevcut bulunduğu not edilir. Sözkonusu bildiri, gerekli tedbirlerin alınması çağrısıyla BM Genel Sekreterine gönderilirken, Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki tüm ilgili tarafların tam bir işbirliği göstermesinin zaruri olduğu vurgulanır.
Görüşmelerden sonra ortak bir açıklama yapan Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kuzey İrlanda Dışişleri Bakanları, bildirinin 1960 Garanti Antlaşması’nın yorumlanmasının veya bu antlaşmadan doğan hak ve vecibeler hakkındaki görüşlerin hiçbir şekilde ihlal edilmesi olmadığını vurgularlar. Bakanların ortak açıklamasında, “Aynı muhtar bölgeye dahil kantonlar arasında serbest dolaşımın, merkezi hükümet tarafından garanti edileceği, merkezi hükümetin yetkilerinin, devletin iki toplumdan oluştuğunun göz önünde tutularak tespit edileceği, yeni Anayasal düzen yürürlüğe girinceye kadar, var olan Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum yönetimlerinin birlikte, ülkede hayatı normalleştirecek ve dengeyi sağlayacak tedbirleri alacakları, şiddet ve ayırım hareketlerinden kaçınacakları” duyurulur. 

KIBRIS TÜRK FEDERE DEVLETİ’NİN KURULUŞU 

Alınan tüm kararlara rağmen, ateşkesin Rum ve Yunan tarafınca ihlali üzerine 15 Ağustos 1974’te ikinci barış harekatı yapılır. Türk Ordusu, önceden belirlenen hedeflere süratle ilerleyerek, halen iki taraf arasındaki sınırı oluşturan hatta kadar gelirler. Türk birliklerinin ilerleyişini ikinci ateşkes çağrısı durdurur. 
Prof. Clement H.Dodd’a göre, bu gelişme Kıbrıs meselesinde üçüncü tarihi dönüm noktasıdır. Türklerin, “Kıbrıs’ın Rumlaşmasını engellemek ve Kıbrıslı Türkleri korumak” gibi iki amacı olduğunu hatırlatan Prof. Dodd, gelişmeleri şöyle değerlendirmiştir: 
“Müdahale Batı tarafından önce olumlu karşılandı ve bir ateşkes imzalandı. Sampson hükümeti ve Atina’daki askeri cunta devrildi. Kıbrıslı Türklerin, halen Kıbrıslı Rumlar tarafından rehin tutulduğunu öne süren Türk hükümeti, Rumların Kıbrıs Türkleri için altı kantonu öngören planı, danışma için zaman harcamadan kabul etmesi isteğinde bulundu. Bu talep batılı güçlerde tepkiyle karşılandı. Ancak Türkiye’nin adanın yüzde 36’sını kontrolü altına almasını engelleyemedi. Adanın fiilen bölünmesi anlamına gelen bu hareket, Türkiye’yi Birleşik Devletler ve İngiltere’nin gözünde kötü bir konuma itti. Sayıları 140-160 bini bulan Kıbrıslı Türk kuzeye göç etti.”    
İkinci Barış Harekatı'nın hemen ardından 25-26 Ağustos 1974 tarihlerinde Kıbrıs’a gelen BM Genel Sekreteri, toplumlar arasında ikili görüşmelerin başlatılmasını ister.  Böylece, 28 Aralık 1967 tarihinde Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi'nin ilanından sonra, 13 Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilir.
Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi, oybirliği ile Kıbrıs Türk Federe Devletini ilan ederken, yeni devletin anayasası ile seçim yasasını yapması için Türk toplumunun tüm kurum ve kuruluş temsilcilerinin katılımı ile bir Kurucu Meclis'in oluşturulması kararlaştırılır. Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kuruluş bildirisi, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş tarafından okunur. Bildiride, yaşananlar hatırlatılıp, Kıbrıs Türk toplumunun varlığını koruyup, can ve mal güvenliğini sağlamanın amaçlandığı vurgulanır. Nihai amacın, “İki bölgeli bir federasyon çerçevesinde Kıbrıs Rum Toplumuyla birleşmek, 1960 Anayasasının Kıbrıs Federal Cumhuriyeti'nin anayasası olarak değiştirilmesi ve Federal Cumhuriyetin kurulmasına kadar muhtar Kıbrıs Türk Yönetiminin yeniden düzenlenmesi” olduğu açıklanır.
Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluş çalışmaları devam ederken, soruna çözüm bulunabilmesi için görüşmelere açık olunur, Denktaş, bu çerçevede yeniden Rum yönetiminin başına gelen Makarios ile 1977’de bir zirve yapar. 3 Ağustos 1977 tarihinde Makarios’un ölmesinden sonra Kıbrıs'ın Rum tarafı Kipriyanu’yu Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı'na seçer. Ancak Türkiye ve Kıbrıs Türk Federe Devleti, haklı olarak Kipriyanu’nun, yalnızca Güney Kıbrıs'taki Rum yönetimini temsil edebileceğini belirterek, Kipriyanu’nun Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı'nı tanımaz. Yine de Kıbrıs sorununa çözüm bulunması amacıyla 1979'da Denktaş ile Kipriyanu arasında bir zirve  gerçekleştirilir.
Prof. Dodd, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunu dördüncü tarihi dönüm noktası olarak nitelendirmektedir. Prof. Dodd’un, yeni devlet, Kıbrıs Türklerinin niyeti  ve sonraki gelişmelerle ile ilgili değerlendirmesi şöyledir: 
“Bu elbette ki, federal bir devlet değildi. Devletin adı, Güney kesimiyle kurulacak bir federasyona bağlı olacağını gösteriyordu. Yeni devlet, referandumla onaylanmış ve liberal ve demokratik bir anayasayla donanmıştı. BM Güvenlik Konseyi bu kararı (üzüntüyle) karşıladığını bildirdi. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ise bu devleti tanımaktan kaçındı. Daha doğrusu 1983 yılında Kıbrıslı Türkler kendi kaderlerini tayin ilkesi doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ettiler ancak yine de federasyon fikrini tamamen rafa kaldırmadılar. 15 Kasım 1983’te de KKTC’yi ilan ettiler. Kıbrıs Türklerinin amacı gelecek yıllarda kurulabilecek bir Kıbrıs Federe Cumhuriyetinin kurucularından biri olduklarına işaret etmekti. BM Güvenlik Konseyi bu bağımsızlık ilanının bütünden ayrılma anlamına geldiğini ve kanuni olarak geçersiz olduğunu bildirdi (karar no: 541,1983). Bu kararın taslağı İngiltere tarafından sunuldu ve BM bu yeni devlete Kıbrıs Rum kesiminin uyguladığı ambargoyu desteklemeye devam etti. Ne Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulması, ne de KKTC’nin ilanı müzakereleri sona erdirmedi.”

BM VE YUNAN MAHKEMESİNİN KARARLARI

BM Genel Kurulu, 1 Kasım 1974 tarihinde bir karar alır. Türkiye’nin de oy verdiği  3212 sayılı kararda,  “Kıbrıs sorununu inceledikten sonra, Milletlerarası Barış ve Güvenlik için bir tehdit olan Kıbrıs buhranının devam etmesinden ötürü cidden kaygılanarak ve bu buhranın BM'nin amaç ve prensipleri uyarınca gecikilmeksizin barışçı yollarla çözümü gereğini gözönünde bulundurarak” açıklamasıyla, şu hususlara yer verilir: 
Bütün devletleri, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve bağlantısızlık siyasetine saygı göstermeye ve bu devlete karşı bütün eylem ve müdahalelerden kaçınmaya çağırır.
Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki bütün yabancı askeri kuvvetlerin ve yabancı askeri varlığın ve personelin süratle geri çekilmesi ve bu devlete yönelik bütün yabancı müdahalelerin durdurulmasında ısrar eder.
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasa sisteminin, Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumlarını ilgilendiren bir sorun olduğunu düşünür.
Genel Sekreter'in iyi mesaisiyle iki toplum temsilcileri arasında eşitlik esası uyarınca ilişkilerin ve görüşmelerin başlamasını uygun bulur ve bu ilişki ve görüşmelerin, bunların temel ve meşru haklarına dayalı karşılıklı olarak kabul edilebilir bir siyasi çözüme serbestçe ulaşılması amacıyla devam etmesini diler.
Bütün göçmenlerin güvenlik içinde evlerine dönmeleri gerektiğini düşünür ve ilgili tarafları bu amaca yönelik acil tedbirler almağa çağırır.
Genel Sekreter'den Kıbrıs halkının her kesimine Birleşmiş Milletler İnsancıl yardımını sağlamaya devam etmesini rica eder ve bütün devletleri bu çabaya katkıda bulunmaya çağırır.
Toplam 10 maddeden oluşan bu kararda, Türk tarafının lehine olan unsurlar ve gerekçeler şöyle değerlendirilmektedir; Yabancı askerlerden söz edilmekte, Türk askeri "işgalci" olarak tanımlanmamaktadır. Türk askerlerin Garanti Antlaşmasına göre "yabancı" sayılmayacağı açıktır. Bunun aksi iddia edilse bile "tüm yabancı askerler" dendiğine göre o zaman İngiliz, Türk, Yunan ve BM askerleri gündeme gelecektir. BM askerleri "yabancı asker" tanımına girmediği takdirde, Türk askerinin girmesi de mümkün değildir. Kararda, İki toplumun eşitliği kabul edilmekte, ayrıca "Kıbrıs Hükümeti"nden değil, eşit "iki toplumdan" söz edilmektedir. Son olarak da insancıl BM yardımının, her iki topluma da yapılması istenmektedir. Ne yazık ki, kısa bir süre sonra bu karar da gözardı edilir ve Rum yönetiminin Türk Halkını da temsil eden, "Adanın tek meşru hükümeti" olduğu kararı alınarak, sorunun iyice düğümlenmesine yol açılır. 
Öte yandan, Garanti Antlaşması ve BM kararlarına rağmen, Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere AB organları sonraki yıllarda, özellikle de Rum yönetiminin 1990’da üyelik başvurusunu yapmasının ardından sık sık ve Rum tezleri doğrultusunda, Kıbrıs’taki Türk askerlerinin “işgalci” olduğunu iddia edip, bu durumu kınamaya veya askerlerimizin adadan ayrılmasına yönelik kararlar alacaklardır. Oysa Garanti Anlaşması'nın 4. maddesi şöyle demektedir:
"Bu anlaşma hükümlerine bir riayetsizlik halinde Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık bu hükümlere riayeti sağlamak için gereken teşebbüsler veya tedbirler hakkında birbirleri ile istişare etmeyi taahhüt ederler. Müşterek veya anlaşarak hareket mümkün olmadığı takdirde garanti veren üç devletten her biri bu anlaşma ile ihdas edilen nizamı tekrar kurmak münhasır maksadı ile harekete geçmek hakkını muhafaza eder".
Türkiye, bu maddeye dayanarak, adaya müdahale etmiştir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, amacının "Darbe öncesindeki duruma dönmek olmadığını" da ilk günden açıklamıştır. Bunun ne anlama geldiğini  "Kıbrıs Sorunu ve Milletlerarası Hukuk" adlı eserinde Doç. Dr. Sevin Toluner, şöyle yorumlamaktadır:
"Bu anlaşmanın Türkiye'ye verdiği müdahale hakkı, Kıbrıs Türk Toplumunun Zürih ve Londra anlaşmaları ile doğan hak ve çıkarlarını korumayı amaçlamaktır. Kıbrıs Türk Toplumunun 1960 anayasası ile sağladığı haklar ise, 1963'de Rum tarafının tek yanlı emrivakisi ile ortadan kaldırılmıştır. Sonuçta, 1974 darbesine kadar geçen dönemde bir Kıbrıs Cumhuriyeti değil, fiilen bir Kıbrıs Rum devleti ve Kıbrıs Rum hükümeti ortaya çıkmıştır. 1974 darbesi de, Türk Toplumunun yasal haklarını tümden inkar eden ve adayı Yunanistan'a bağlamayı amaçlayan yasadışı, Yunanistan'ın tek yanlı müdahalesi demek olan bir eylemdi. Dolayısıyla Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için 15 Temmuz 1974 darbesi öncesindeki fiili duruma dönmek, I960 Anayasası ve Zürih ve Londra anlaşmaları ile doğan hukuki duruma dönmek değil; tamamı ile Türk Toplumunun aleyhine olan ve yasal hiçbir yanı bulunmayan eski fiili duruma dönmek demek olacaktı. Diğer bir açıdan ise Türkiye'nin adaya müdahalesi (meşru müdafaa) hakkından doğmaktadır. Meşru müdafaa hakkı, uluslararası hukukun bütün devletlere tanıdığı bir haktır. 20 Temmuz'a bu açıdan da bakmak gerekmektedir. Çünkü 1963 saldırıları ve ardından da 15 Temmuz darbesi ile Türk Toplumunun yasal hakları ve varlığı toptan ortadan kaldırılmak istenmiş dolayısı ile meşru müdafaa hakkı doğmuştur. Bu açıdan bakıldığında da 20 Temmuz, Uluslararası hukuka uygun, bir kuvvet kullanmak eylemidir. Türkiye'nin adaya müdahalesinden sonra ada topraklarının bir bölümünün Türk Toplumu denetimine girmesi şeklinde de-facto bir durumun ortaya çıkmasının, hukuk açısından ters bir görünüm yaratmaması gerekmektedir. Çünkü 1963 saldırıları ile Rum tarafının yarattığı fiili durum da orta yerde durmaktadır. Böyle bir durum, eşitlik ve ortaklık esası üzerine kurulu olan Cumhuriyeti yıkıp, fiili durum yaratma hakkını, yalnız Rum toplumuna tanımak olur. Amaç fiili durum yaratmak değildir. Ama Rum tarafına bu tanınırsa, eşit bir toplum olarak Türk Toplumunun da bu hakkı vardır.” 
Nitekim, Avrupa Konseyi Danışma Kurulu Daimi Komitesi'nin 29 Temmuz 1974 tarih ve 573 sayılı, “Türkiye, Garanti Antlaşması’nın 4.maddesi uyarınca müdahale hakkını kullandı” şeklindeki kararının yanısıra,  Atina Temyiz Mahkemesi dahi, 21 Mart 1979 tarihinde aldığı 2658/79 sayılı karar ile, Türk müdahalesinin "işgal" olmadığına hükmeder. Atina Temyiz Mahkemesi’nin sözkonusu  kararı şöyledir:
"Türkiye'nin Zürih ve Londra Anlaşması çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı subaylardır. Zürih Anlaşmasını imzalayan devletler, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, Garantör Devletler olarak Kıbrıs'ın herhangi bir devletle birleşmesini, bölünmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütlerde bulunmuşlardır. 15 Temmuz I974'de General Yuannidis, adadaki Yunan birliği komutanı General Yorgacis ile 102 Yunanlı subay ihtilal yapmıştır. Kıbrıs Anayasası ayaklar altına alındıktan sonra, adamları Nicos Sampson başa getirilmiştir. Türkiye 20 Temmuz 1974'de ancak, yaratılan. bu durumdan sonra adaya müdahalede bulunmuştur."
Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan’a göre, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi, Garanti Antlaşması veya başka bir karara ihtiyaç göstermemektedir çünkü öncelikle Soykırım Sözleşmesi’ne uygundur. Radikal Gazetesi’ndeki köşesinde, “Kıbrıs’ın Geçmişi ve Geleceği?/27.7.2002”ni anlatan Aktan, Türkleri tasfiyeyi ve Enosis’i amaçlayan Akritas Planının Soykırım Sözleşmesi’nin 3(c) maddesi kapsamında, “soykırıma teşebbüs” niteliğinde olduğunu belirterek, yeni bir bakış açısı getirir ve “1974 Sampson darbesi olduğunda Türkiye’nin müdahale amacı sadece Türk toplumunu, Rum-Yunan darbecilerin yok etme girişiminden kurtarmaktı. Aslında bu tutum, Soykırım Sözleşmesi’nin 1.maddesine göre soykırımı (önleme) kavramına uygun olduğundan 4.maddedeki yetkiye de muhtaç değildi.” değerlendirmesini yapar.     

MECLİSİN SELF-DETERMİNASYON KARARI

1981'deki Yunanistan seçimlerinde, bütün politikasını ve seçim propagandasını "Türk düşmanlığı" üzerine kuran PASOK lideri Papandreau'nun iktidara gelmesinden sonra Kıbrıs görüşmeleri sıkıntılı bir sürece girer. Öyle ki, Papandreau, 1982 yılında  Kıbrıs’a yaptığı resmi ziyarette, Kıbrıs’ın bir Yunan toprağı olduğunu iddia ederek,  Türkleri Kıbrıs’tan çıkarmak için haçlı seferlerini başlatma çağrısında bulunur. Papandreau, Batı Anadolu toprakları için de, “Kaybedilen Yunan toprakları” ifadesini kullanır. Papandreau, tam bir Enosis tutkunudur ve bu yüzden taraflar arasındaki görüşmeler tamamen askıya alınır. Rum-Yunan tarafı, geleneksel politikasını bir kez daha uygulamaya koyarak, konuyu BM gündemine taşır ve amacına 13 Mayıs 1983'te ulaşır. Bu tarihte toplanan BM Genel Kurulu, aldığı şu kararla, 1960'dan sonra adada terör estiren Rum yönetimini adeta ödüllendirir:
"Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs halkının tamamı ve toprağının bütünü ile tabii kaynakları üzerinde tam ve etkili egemenlik hakkına sahiptir. Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti'nin bu hakkının kullanılmasını sağlamak için, bütün hükümetleri destek sağlamaya ve yardım etmeye çağırır."
Rumların, BM Genel Kurulu'nda tek yanlı bir karar çıkarması üzerine durumu görüşen KTFD Meclisi; 17 Haziran 1983'te, Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkını vurgulayan tarihi bir karar alır. Sözkonusu kararda, Kıbrıs Türk Halkının, Kıbrıs'ta iki toplumlu, iki kesimli, bağımsız bağlantısız ve federal bir devlet kurulması yolunda yapıcı içten çabalar gösterdiği bir sırada, “Rum yöneticilerinin görüşme masasını terk edip, konuyu Kıbrıs Türk Toplumunun söz hakkını gasp ettikleri forumlara götürdükleri, iki kesimli, iki toplumlu federasyon fikrini daha önce resmen kabul ettikleri halde bununla asla bağdaşmayan görüşler ileri sürdükleri, eşit haklara sahip olan Kıbrıs Türk halkının görüşmelere eşit şartlarla katıldığını görmezlikten gelerek, Kıbrıs sorununu, federasyon fikrine temelden ters düşecek şekilde, bir çoğunluk-azınlık sorunu gibi göstermeye kalkıştıkları, iki toplumun liderleri arasında BM Genel Sekreterinin huzurunda yapılan zirve toplantılarında varılan anlaşmaları hiçe sayarak, görüşmelerin sonuca ulaşmasını engelleyecek hareketlere giriştikleri” hatırlatılır. Silahlı saldırılar, imha planları ve insanlık dışı baskılarla, Kıbrıs Türk halkına bugüne kadar empoze edemedikleri tahakkümlerini, şimdi Kıbrıs Türk halkının eşit söz hakkını gasp ederek, onun katılmadığı forumlarda tek yönlü kararlar aldırarak, empoze etmeye çalıştıkları vurgulanarak, şu kararlar alınır:
- Kıbrıs'ta iki eşit halktan biri olarak kendi kendini yönetme hakkına sahip bulunan Kıbrıs Türk Halkı, kendi topraklarında hür ve demokratik bir düzen içinde, kendi varlığını, milli ve kültürel kişiliğini, bütün insanların, doğuştan eşit şekilde sahip oldukları temel hak ve hürriyetlerini korumaya kararlıdır.
- Kıbrıs Türk Halkının güvenliğini tam olarak korumaya yetmeyecek, onu eskiden uğradığı saldırılara, teröre, insanlık dışı ayırımlara ve baskılara yeniden uğrama tehlikesine düşürebilecek herhangi bir çözüm şeklini Kıbrıs Türk Halkı reddeder, Kıbrıs sorununa Kıbrıs Türk Halkının hür iradesi dışında hiçbir çözüm bulunamaz.
- Kıbrıs Türk Halkı tarafından seçilmemiş, Kıbrıs Türk Halkını hiçbir şekilde temsil etmeyen ve Kıbrıs Türk Halkı adına konuşma hakkına hiçbir şekilde sahip olmayan Rum yöneticileri, Kıbrıs Türk Halkının gıyabında, hür iradesi dışında alınmış veya alınabilecek herhangi bir kararı ona empoze edemez.
- Kıbrıs Türk Halkı kendi kaderini bizzat kendisinin belirlemesi hakkına (self-determinasyon) sahiptir. Bu hak hiçbir şekilde ortadan kaldırılamaz.
- Yukarıdaki 4. maddedeki hakkımızı kullanmaya zorlandığımız taktirde dahi doğacak sonuç, Denktaş-Makarios ve Denktaş-Kipriyanu zirve anlaşmalarında belirtilen esaslar çerçevesinde öngörülen ve iki ulusal topluma dayalı, iki kesimli, bağımsız, bağlantısız bir Cumhuriyetin eşit şartlarda görüşmeler yoluyla gerçekleştirilmesine engel teşkil etmez.

VE KKTC’NİN İLANI

BM'nin, kararından sonra Kıbrıs Rumları, "Kıbrıs Hükümeti" olarak tüm dünyada tanınmalarının rahatlığı içinde hiçbir anlaşmaya yanaşmazlar. Tıpkı bugün AB üyeliğini garantiledikleri için müzakere masasına laf olsun diye oturdukları gibi...Bunun üzerine self-determinasyon hakkını kullanan Kıbrıs Türk halkı, 15 Kasım 1983'de Federe Meclis'in oybirliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanını dünyaya duyurur. KKTC’nin ilanına ilişkin karar şöyledir:
"Kıbrıs Türk halkının özgür iradesini temsil eden, doğuştan hür ve eşit olan bütün insanların hür ve eşit yaşamalarına inanan, bu inanç içinde, Kıbrıs Türk Halkının kendi kaderini tayin etme hakkını 17 Haziran 1983 tarihli kararıyla dünyaya ilan etmiş olan, ırk, milli menşe, dil ve din gibi farklara dayalı olarak insanlar arasında ayırım gözetilmesini, her türlü sömürgeciliği, ırkçılığı, baskı ve tahakkümü reddeden, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz'de, Ortadoğu'da ve dünyada tam bir barış ve istikrarın, huzur ve güven içinde yaşama ve kendi kendilerini yönetmeye hakları olduğuna inanan, aynı adada yan yana yaşamaya mecbur bulunan bu iki halkın aralarındaki bütün sorunları, eşit düzeyde müzakerelerle, barışçı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırmanın mümkün ve zorunlu olduğu görüşüne sımsıkı bağlı bulunan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanının, iki eşit halk arasında ortaklığının bir federasyon çatısı altında yeniden kurulmasını ve sorunların çözümlenmesini engellemeyip, kolaylaştırabileceğine kani olan, iki halk arasındaki bütün sorunların barışçı ve uzlaşmacı bir politika ile çözümlenebileceğine inanan ve bu amaçla müzakereler yürütülmesini yürekten dileyen ve önerilmiş bulunan zirve toplantısının bu açıdan yarar sağlayacağına inanan Meclisimiz, Kıbrıs Türk halkı adına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve (bağımsızlık bildirisini) onaylar".
Türkiye Cumhuriyeti, KKTC'yi ilk ve ne yazık ki son tanıyan ülke olur.  Çünkü, Kıbrıs Rum kesimini Kıbrıs’ın resmi temsilcisi sayan ABD, KKTC’nin bu kararını “üzüntü” ile karşıladığını ilan eder. Sonuçta da ABD Dışişleri Bakanlığı, öncelikle İslam ülkelerinin temsilcilerini tek tek arayarak, bu ülkelerin KKTC’yi tanıma yönündeki eğilimlerinin önüne geçer.

KKTC'NİN İLANI HUKUKİDİR

KKTC'nin ilanı, her şeyden önce, halkların kendi geleceklerini tayin (self-determinasyon) hakkının kullanılmasına dayanmaktadır. Ancak, KKTC'nin ilanı, self-determinasyon ilkesinin yanı sıra, bazı politik ve hukuksal girişimlerin de bir sonucudur.
 KKTC’nin ilanı, devletler hukukundaki self-determinasyon ilkesine uygundur. Çünkü;
- Kıbrıs Türk halkı, 1960'da kurulmuş olan iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurucu ortaklarından biridir ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliği, Ada'daki iki toplumdan birine değil, ortaklaşa her ikisine devredilmiştir. 1960'da sömürge yönetiminden kazanılan bağımsızlıkta ve egemenlikte, Kıbrıs Türk Halkı eşit hak sahibidir. 1960 Anayasası ve buna kaynak olan 1960 Kuruluş ve Garanti Antlaşmaları Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının da imzalarını taşımaktadır.
- Kıbrıs Türk halkının kendi ayrı yönetimi vardır ve Güneydeki Rum yönetimi Türk halkını temsil etmemektedir. Rum yöneticileri Kıbrıs Türk halkı tarafından seçilmemiştir. Bu nedenle Rum yöneticileri Kıbrıs Türk Halkını temsil edemez ve onun adına konuşamaz.
Kıbrıs Türk halkı, 1963'de iki toplumlu cumhuriyetten zorla dışlandıktan sonra kendi kendini yönetmiş, bu yönetimler, 1963-1967 devresinde "Genel Komite", 1967-1974'te Geçici Türk Yönetimi, 1974-1975 Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi ve 1975-1983 döneminde ise Kıbrıs Türk Federe Devleti şeklinde olmuştur. Bu gerçekler, BM raporlarında da açıklanmaktadır. Zamanın BM Genel Sekreteri U-Thant, Güvenlik Konseyi'ne 1964'te sunduğu bir raporda, BM Barış Gücü'nün Türkler üzerinde otoritesini sağlamak için Kıbrıs Hükümeti'ne yardımcı olmayacağını belirtmiştir. 1974 Cenevre Antlaşması'nda da, Kıbrıs'ta iki ayrı yönetim olduğu ve Rum yönetiminin Kıbrıs Türklerini temsil etmediği vurgulanmıştır. En önemlisi ise Türkiye’nin de oy verdiği, BM Genel Kurulunun 3212 sayılı ve 1 Kasım 1974 tarihli kararının 3. maddesidir ki, Kıbrıs Hükümeti’nden değil, iki toplumun eşitliğinden söz edilmiştir.
Birleşmiş Milletler yasasına uygun olarak “Devletler Arasındaki Dostane İlişkiler ve İşbirliği ile ilgili Devletler Hukuku Prensipleri”ni belirleyen 1970 tarihli BM Genel Kurulunun Deklarasyonu da, "halkların eşitlik ve self-determinasyon haklarını" tanımıştır. Bu deklarasyona göre, "Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptirler. Self-determinasyon hakkı ile halklar hiçbir dış müdahaleye uğramaksızın, politik statülerini serbestçe belirlemek hakkına ve serbestçe izlemek hakkına sahiptirler". Kıbrıs Türk Toplumu da, devletlerarası hukuk normlarına uygun olarak self-determinasyon hakkını kullanmıştır. BM Güvenlik Konseyi, KKTC’nin ilanını geçersiz sayan kararı ile öncelikle kendi yasasını ve uluslararası birçok hukuk kuralını ihlal etmiştir.
Aynı şekilde Avrupa Konseyi de, KKTC’nin ilanını tanımayan kararı ile uluslararası hukuk kurallarının yanısıra, 1975 Helsinki Nihai Senedi'nin 8’inci maddesinde belirtilen halkların self-determinasyon ve eşitlik hakkı ilkesine ters düşmüştür. Bu maddeye göre, tüm halklar, iç politik statülerini hiçbir dış müdahaleye uğramaksızın belirlemek hürriyetine sahiptirler. 


KKTC’Yİ TANIMAMA HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ KARAR


Başta BM zemini, hemen tüm uluslararası platformlarda siyasi tercihler, hukuk ilkelerinden ağır basmıştır. Bunun en somut örneği, BM Güvenlik Konseyi’nce,  "KKTC'nin tanınmaması" için diğer devletlere yapılan çağrıdır. Halbuki BM Yasasında, başka devletlerin içişlerine karşılamayacağı ilkesi önemli bir yer tutmaktadır. Herhangi bir devlet başka bir devleti tanıma veya tanımama hakkına sahiptir. Bu hak, devletlerin egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Egemen bir devlet, yeni kurulan bir devleti tanıma veya tanımama konusunda iradesini serbest olarak kullanabilmelidir. BM Güvenlik Konseyi'nin "KKTC'nin tanınmaması" yönündeki kararı, önemli bir baskı unsuru olmuş ve egemenlikten doğan serbest irade kullanma hakkını kısıtladığı gibi, sorunun çözümünü engellemiştir.  
KKTC, devletlerarası hukukun öngördüğü "Devlet Normu"na uymaktadır. Devletler hukuku konusundaki kitabında Brierly, bir devleti oluşturan kriterleri, ”Devamlı, kesin ve belirli bir toplum olmak, kesin ve belirli bir toprak parçasına sahip olmak, uluslararası ilişkileri yürütebilecek derecede bir bağımsızlığa sahip olmak.”şeklinde sıralamaktadır. KKTC, kesin ve belirli bir toprak parçasına, belirli ve kesin bir nüfusa, örgütlenmiş bir hükümet ve uluslararası ilişkileri yürütebilecek bir kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla devletlerarası hukukun öngördüğü bütün kriterlere sahiptir ayrıca, "tanınma" ile "devlet" haline gelmez; "tanınmama" ile de yok olmaz. 
Brierly'nin belirttiği bir diğer husus; "Devletlerarası hukukta, bir devletin devlet olduğunu belirleyen uluslararası bir mekanizmanın" olmamasıdır. Bu nedenle BM Güvenlik Konseyi, devletlerarası hukuk normlarına göre bir devlet olan KKTC aleyhine karar vermekle de devletlerarası hukuk normlarını ihlal etmiştir. Yine büyük devletler de, diğer devletlere "KKTC'yi tanımamaları için baskı yaparak", devletlerarası hukuk normlarını çiğnemişlerdir. Ayrıca bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın 1976'da yayınlanan "Bir Devletin Tanınması ile ilgili ABD'nin Resmi Hukuk Görüşü"ne de aykırıdır.  ABD'nin bir devleti tanıma ile ilgili resmi hukuk görüşü şöyledir: 
"ABD'ye göre, devletlerarası hukuk, bir devletin diğer bir kuruluşu devlet olarak tanıması hususunda, amir hüküm içermemektedir. Bir kuruluşun devlet olarak tanınması, o kuruluşu devlet olarak tanıyacak ilgili devletin takdirine ve kararına kalmış bir husustur. ABD tanınma ile ilgili karar verirken, geleneksel olarak aşağıda belirtilen kriterleri göz önünde bulundurur: Belirli bir toprak parçası ile belirli bir halk üzerinde etkin bir kontrolün olup olmadığı, toprak parçasında örgütlü bir Hükümet Yönetiminin olup olmadığı, uluslararası ilişkileri yürütmede ve uluslararası yükümlülükleri yerine getirmede etkin bir kapasiteye sahip olup olmadığı."
Görüldüğü gibi KKTC’nin durumu, ABD'nin bir devleti tanıma ile ilgili resmi görüşüne  de uygundur. Sonuç olarak KKTC, Kuzey Kıbrıs'ta bağımsız ve egemen bir devlettir. Bu devlet, Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkını kullanması ile oluşturulmuştur. Devletlerarası hukukun "Devlet" ve "Tanıma" ile ilgili tüm normlarını taşımaktadır. Ancak ne yazık ki, bu normları belirleyen ABD, “KKTC’nin tanınmaması” baskısını yapan devletlerin başında gelmiştir. Çünkü Kıbrıs’ın coğrafik ve stratejik önemi, büyük devletlerin soruna, hukuk ve insan hakları açısından değil, kendi çıkarları açısından bakmalarına yol açmaktadır. Bu da hukukun ayaklar altına alınıp, “politik kararlar” ile bir topluluğun yok edilmesine göz yummak anlamına gelmektedir ki, sorun bizzat büyük devletler eliyle kangrenleştirilmektedir.
Nitekim, ABD tarafından süreci hızlandırmak için Haziran 1989’da Kıbrıs Özel Koordinatörü olarak atanan Nelson Ledsky ile Denktaş arasında geçen diyalog, soruna ne kadar siyasi bakıldığını ortaya koymuştur. Denktaş, BM Güvenlik Konseyi’nin, Rumları meşru hükümet olarak tanıyan 4 Mart 1964 tarihli kararının haksızlığından bahsedince Ledsky şunları söylemiştir: 
“1964’ün dosyalarını incelettim. BM Güvenlik Konseyi’nce alınan bu kararın hukuki temellere dayanan bir karar değil, siyasi mülahazalarla alınmış bir karar olduğunu tespit ettim. Dolayısıyla, kuzeyde kurduğunuz devletin uluslararası hukuka göre meşru olduğunu kanıtlamak için bu gibi hukuki mütalaalara boş yere paranızı ve vaktinizi harcamayın. ABD yönetimi olarak devletinizi hiçbir zaman tanımayacağız.”    
Bu bölümü Kıbrıs hakkında 1913 yılında bir kitap yazmış olan Fransız Gazeteci Deleporte’nin, Girit örneğini hatırlatarak, yaptığı uyarı daha doğrusu isabetli bir öngörü ile bitirmek istiyoruz: 

“...Herkes gibi hayat ve hürriyet hakları olan Türkleri katliam etmekle Giritliler çok yanlış bir yola sapmaktadırlar. Onlar(Giritli Rumlar) kan kardeşlerinin intikamlarını karışık cinayetlerde aramakta ve şereflerini tamir etmeye çalışmakta tamamen haksızdırlar. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, Yunanlıları Afrikalı vahşiler mevkiine düşüren bütün bu barbarlıkları, samimi bir Helen dostu olarak tel’in ediyoruz. Yunanlıya karşı duyduğumuz aşk bizi cinayetleri affetmek için yalan söylemeye kadar götürmez...ve bazıları Kıbrıs’ta bu cinayetleri hazırlamaktadırlar...”    

Hem de tüm ülkelerin.., 
Elbirliği ve Desteği ile...

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 9


 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 9



ULUSLARARASI MÜDAHALELER ACHESON PLANLARI

1963 saldırılarından sonra devreye giren ABD ve İngiltere 31 Ocak 1964’de ortak bir plan sunar. Buna göre, adaya 10 bin kişilik bir NATO birliği gelecek, bu arada bin 200 kişilik bir ABD birliği de Türk, Yunan ve İngiltere birliklerine katılacak, bu birlikler bir İngiliz Komutanın emrinde olacak ve NATO tarafından bir arabulucu tayin edilecektir. Planın Makarios tarafından reddinden sonra, ABD Dışişleri Bakanı George Ball tarafından sunulan bir diğer barış planını da, yine Makarios beğenmez. Birkaç ay sonra ise Makarios, 4 Nisan 1964’de ittifak anlaşmasını feshettiğini açıklar. Bu gelişmelerin ardından 15 Temmuz 1964’de ABD, Acheson aracılığı ile bir başka plan sunar.  Plana göre, Karpas’da ada yüzölçümünün yüzde 5’ini oluşturan bir bölge üs olarak Türkiye’ye verilecek, buna karşılık Türkiye Enosisi kabul edecekti. Ayrıca Kıbrıs 6 yerel yönetime ayrılacak, bunlardan ikisi Türk denetiminde bırakılacaktı. Enosis’e karşılık Meis adası Türkiye’ye bırakılırken, Kıbrıslı Türklere azınlık hakları tanınacaktı.
Makarios, bunu da, “Enosis’i şartsız olarak öngörmediği” gerekçesiyle reddeder. Yunanistan’ın sunduğu planda ise, El-Greco burnunda 32 kilometrekarelik bir alanın, 25-30 yıllık bir süre için Türkiye’ye üs olarak verilmesi ve Türklere azınlık hakları teklif edilir. Bu kez reddeden taraf Türkiye olur. Bunun üzerine Ağustos ayı içinde Acheson’un ikinci planı gelir. Buna göre Komikebir’in 2 mil batısından geçen bir Kuzey-Güney çizgisinin doğusu, yaklaşık 200 milkare, 50 yıl için Türkiye’ye kiraya verilecekti. Ada Türklerine azınlık hakları tanınacak ve Lefkoşa’da Türk işlerine bakan bir yüksek memur bulunacaktı. Ada ise Yunanistan’a bırakılacak, ancak Türk hakları ABD garantisi altına alınacaktı. Türkiye, “prensip olarak”, Makarios da yine  “kayıtsız ve şartsız Enosis” öngörmediği için bu planı kabul etmez.

PLAZA RAPORU VE İLK FEDERASYON TEKLİFİ

Acheson’un başarısızlığa uğramasından sonra, Galo Plaza’nın teklifleri gündeme gelir. Galo Plaza, Ekvator Devlet Başkanı’dır. BM Güvenlik Konseyi kararı ile   arabulucu olarak atanan Sakari Tumioja’nın 9 Eylül 1964’de ölümü üzerine 16 Eylül 1964’de arabulucu olarak görevlendirilir. Plaza, taraflarla bir dizi temas yapar. Bu temaslarda Rumlar, “Kıbrıs’ın üniter devlet olmasını, garanti-ittifak anlaşmalarının kaldırılmasını, Türklere azınlık hakları ve bazı konularda muhtariyet verilmesini kendilerine ise self-determinasyon hakkının tanınmasını” isterler. Türkler ise, 1960 anlaşmaları ile kurulan düzene, coğrafî bir temel sağlanmasını isteyerek, ilk kez resmi bir coğrafîk federasyon teklifinde bulunurlar.  
Plaza raporu, taraflara 26 Mart 1965’de sunulur ve BM Güvenlik Konseyi önüne gelir. Plaza, Rum görüşlerini benimseyerek, Türklere azınlık haklarını önermiş, anlaşmayı beğenmeyen Türklerin de Türkiye’ye göç edebilmesini öngörmüştür. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri buna karşı çıkarak, Plaza’nın yetkisini aştığını, rapor yerine, görüş-öneri sunduğunu ve arabuluculuk yetkisinin sona erdiğini duyurur. Görüldüğü gibi federasyon görüşünü ilk kez ortaya atan ve bunu istikrarlı bir şekilde 1965’den itibaren savunan Türk tarafı olmuştur.

TÜRK MİLLETVEKİLLERİNİN MECLİSTEN KOVULMASI

Bu arada Rumlar, Türk milletvekillerinin devlete isyan ederek, Meclisten kaçtıklarını iddia etmektedir. Gerçekte Türk milletvekilleri ölümle tehdit edilerek, Meclisten kovulmuşlardır. 1963 saldırıları üzerine, can güvenliği nedeni ile Meclise gidemeyen Türk milletvekilleri, ortalığın biraz sakinleşmesinden sonra Meclise dönmek istedikleri zaman, Rum yönetiminden aldıkları cevap, “Gelirseniz can güvenliğinizi garanti edemeyiz” olur. Bu durum 1965 yılı yaz aylarına kadar devam eder. 50 kişilik ortak Meclisin 35 üyesini oluşturan Rum milletvekilleri Anayasaya aykırı olarak tek başlarına toplanıp, gayrı meşru kararlar alırlar. Yine Anayasaya aykırı olmasına rağmen, Rum Milli Muhafız Ordusu yasası çıkartılıp, yasa dışı bir ordu kurulur. Polis, jandarma ve belediye yasaları değiştirilir. Türk halkının, Anayasada tanınan hakları gasp edilir.
21 Temmuz 1965’de ise Seçim Yasasının değiştirileceği ilan edilir. Getirecekleri değişikliklerde, sadece Rum Cumhurbaşkanının, Rum Bakan ve Milletvekillerinin görev süresinin uzatılması, öngörülmektedir. Yapacakları ikinci önemli değişiklik ise Türk ve Rum milletvekili adaylarının tek bir listeden seçime girmeleri, bu listelere Rum ve Türklerin birlikte oy vermesi ve ayrı seçim bölgelerinin birleştirilmesidir. Bunun anlamı Türk adayların ayrı liste çıkarma ve Türk halkının kendi temsilcilerini seçme haklarının fiilen yok edilmesiydi. Birleşik listelerden aday olacak Türklerin hiç bir zaman seçilme şansı olmayacaktı. Çünkü Rumlar nüfus olarak çoğunluktaydı. Bunun bir diğer anlamı da Türk adaylarını, Rum partilerinden seçime girmelerini zorlamaktı. Böylece Türk halkının özerkliği, meclisteki temsil hakkı, politik eşitliği ve tüm anayasal hakları fiilen yok edilerek, devlet Rumların egemenliğinde üniter bir yapıya büründürülecek ve Türkler de Maronit, Ermeni, Lâtinler gibi önemsiz birer azınlık durumuna indirgenecekti. Türk Milletvekilleri bu anayasa dışı tutum karşısında 22 Temmuz 1965 tarihinde yeniden Meclis Başkanı Klerides’e başvurarak, Meclis  çalışmalarına katılmalarına imkan sağlanmasını isterler. Klerides bu isteği reddeder. Bunun üzerine BM Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisini arabulucu koyan Türk Milletvekilleri, Klerides’den randevu talep ederler. 23 Temmuz 1965 sabahı Türk milletvekilleri, BM Barış Gücü’nün koruması altında Rum işgali altındaki bölgeye geçip Klerides’le görüşürler. Klerides, Meclis çalışmalarına katılmalarının 3 şartla mümkün olacağını belirtir:

Türk milletvekilleri, Rum temsilcilerin 1963-1965 döneminde tek başlarına geçirdiği anayasaya aykırı olan tüm yasaları tanıyacaklardı.
Bundan böyle geçirilecek yasalarda veto ve ayrı oy çoğunluğu haklarını kullanmayıp, Meclis’teki Rum çoğunluğun kabul ettikleri yasaları olduğu gibi onaylayacaklardı.

Seçim yasasında yapılacak değişiklikle, diğer önemli bazı yasalarda yapılması tasarlanan değişikliklere engel olunmayacaktı.

Tüm bunların anlamı, Türk halkının daha önce reddettiği 13 değişiklik maddesinde öngörülen, azınlık statüsüne indirgenme, devletin tümü ile bir Rum Devletine dönüşmesi, Enosisin önündeki engellerin  kaldırılması ve o güne kadar anayasaya aykırı olarak yapılan değişikliklerin onaylanıp, anayasa dışı eylemlere ortak olmanın kabul edilmesiydi. Bir başka deyişle iki yıllık direnişten sonra teslim olmaktı. Türk milletvekilleri, bu anayasa dışı koşulları kabul etmeyerek, Meclis çalışmalarına katılmalarının anayasal hakları olduğunu ve Meclise geleceklerini söylerler. Klerides’in cevabı, “Eğer gelirseniz, sizi fiziki güç kullanarak içeriye sokmam” olur.

Ertesi gün yayınlanan Rum gazeteleri, Türk Milletvekillerinin “Meclisten kovulduklarını” duyurur. Türk Milletvekilleri ve Cemaat Meclisi üyeleri bu durum üzerine bir toplantı yaparak, 24 Temmuz 1965’de ikinci bir yasama meclisi oluşturup, Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile Türk Milletvekillerinin görev sürelerini uzatan ayrı bir yasa yaparlar. Bu yasa 26 Temmuz tarihinde Dr. Fazıl Küçük tarafından imzalanarak, basılan bir Resmi Gazete’de yayınlanıp, yürürlüğe girer. 1 no’lu Resmi Gazete işte bu kararın yer aldığı gazetedir ve Kıbrıs’ta resmen iki ayrı yasama meclisinin kurulduğu tarihi anlatır. Rumlar ise 23 Temmuz 1965’de öngördükleri değişiklikleri kendi aralarında onaylayıp, ayrı bir Resmi Gazete’de yayınlarlar. Rumların bu tutumu Türkiye, İngiltere ve BM Güvenlik Konseyi tarafından tanınmayarak, kınanır. Türkiye ve İngiltere Makarios’a birer sert nota verir, ama o bildiğini okumaya ve yarattığı emrivakileri kalıcı hale getirmeye devam eder.

İşte Kıbrıs’ın ilk resmi bölünmesi böyle olur.

1963’de başlayan fiili bölünme, 1965’de Rumların zorlaması ile resmi bir bölünmeye dönüşmüştür. İlk günler Makarios’un bu emrivakilerini tanımayan ülkeler, zaman içinde sessizce tanımaya ve bir Rum devletine dönüşen Makarios’un gayrı meşru yönetimini, Türk-Rum ortaklığına dayanan meşru yönetimmiş gibi tüm Kıbrıs’ın yasal hükümeti olarak kabul etmeye başlarlar. Dünyanın kendi çıkarları gereği gerçekleri görmek istememesi, Kıbrıs’ın bölünmesi ve sorunun kangren haline gelmesinin başlıca sebebidir.

KATLİAMLAR VE SONRASI 

Ada’daki dönüm noktalarından birisi de 15 Kasım 1967’de Grivas liderliğindeki Rum-Yunan ordusunun Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırısıdır. BM Barış Gücü askerlerinin gözleri önünde 28 kişiyi öldüren, yaşlı bir ihtiyarı canlı canlı üzerine benzin dökerek yakan, köyleri yağmalayan ve tüm köylüleri esir alan Rum-Yunan Kuvvetleri, Türkiye’nin çok sert tepkisi ile karşılaşır. Türkiye Trakya, Ege ve Mersin bölgelerine asker kaydırmaya başlar. Türk donanması Kıbrıs’a gitmek üzere denize açılır, savaş uçakları işgal edilen köyler üzerinde uyarı uçuşları yapmaya başlar.
I7 Kasım’da toplanan TBMM, köylerin boşaltılmaması ve Yunan askerlerinin, geri çekilmemesi halinde adaya müdahale ve gerekirse Yunanistan’la savaş kararı alır. ABD, İngiltere ve Kanada her zaman olduğu gibi yine devreye girerek, Türk müdahalesini önlemeye çalışır. 24 Kasım’da toplanan NATO Bakanlar Kurulu, iki üyesinin savaşmaması için, konuyu görüşür. Sonuçta da Türkiye’nin istediği şartlar kabul edilir. Bundan sonra Grivas adadan ayrılır, Yunanistan’ın gizlice adaya soktuğu askerlerden 12 bini geri çekilir, sürgünde olan Denktaş’ın adaya dönmesine izin verilir, işgal edilen köyler boşaltılır ve esirler serbest bırakılır, Türk bölgelerine uygulanan kuşatmalar gevşetilir. Türk bölgelerini korumak üzere Barış Gücü’nün yetkileri ve sayısı artırılır. Bu arada işgal edilen köylerin halkının zararları tazmin edilecek, Rum Ordusu dağıtılacak, toplumlararası görüşmeler başlayacaktı. Ne var ki, ne tazminatlar ödenir, ne de Rum Ordusu dağıtılır. Rumların tehlike geçtikten sonra anlaşmalara uymadığı bir kez daha görülür. 

KIBRIS TÜRK YÖNETİMİ

Kıbrıs Türkleri, Cumhuriyetten dışlanınca devletsiz kalır ama 1964 yılı Ocak ayının ilk günlerinde yönetim işini yüklenecek genel komite adlı bir organ oluşturulur. Komitenin Başkanı Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’tür. Komite, 1967 yılına kadar  zorunlu yasama ve yürütme görevlerini yerine getirir. Geçitkale saldırılarından sonra 28 Aralık 1967’de Geçici Türk Yönetimi ilan edilir, Başkanlığa Dr. Küçük, Yardımcılığına da Cemaat Meclisi Başkanı Denktaş getirilir. Temsilciler Meclisi ile Cemaat Meclisi üyeleri de Türk Yönetimi Meclisi olarak görevlendirilir. Başbakan ve Yardımcısı dışında 11 kişilik Yürütme Kurulu, Bakanlar Kurulu olarak göreve başlar. Hemen ardından, 4 yıllık sürgün biter ve Denktaş, 13 Nisan 1968’de adaya döner.
Geçici Türk Yönetimi, bir süre sonra, ismindeki “geçici” ifadesi düşürülerek, “Kıbrıs Türk Yönetimi” adını alır. 1973 yılında da seçimler yapılarak, yönetim yenilenir. Cumhurbaşkanı Yardımcılığı ve Türk Yönetimi Başkanlığını Rauf Denktaş tek aday olarak üstlenir. Bu durum, otonom Türk yönetiminin ilan edildiği 1974 yılına kadar devam eder. 

EOKA B’NİN HEDEFİ SİLAHLI ENOSİS

1968 yılı içinde başlayan toplumlararası görüşmeler sürerken, Kıbrıs Rumlarında iki görüş ön plana çıkar. Bunlardan ilki, ani bir askeri harekatla Kıbrıs Türk direnişini kısa yoldan kırıp, Enosisi ilan etme, diğeri ise uzun vadeli bir program çerçevesinde ekonomik ve siyasi baskılarla Türk direnişini kırma ve yine Enosise ulaşmadır. İlk görüşü eski EOKA’cılar ve cunta yanlısı güçler, diğerini de askeri bir harekatın Türk müdahalesi ile başarısızlıkla sonuçlanacağını iyi bilen Makarios savunmaktadır.  Kıbrıs’ta, üstelik de BM, AB gibi uluslararası kuruluşlar başta olmak üzere birçok ülke tarafından desteklenen ve yıllardır süren ambargo ve siyasi baskılar, halen Makarios’un görüşünün yürürlükte olduğunu, kısacası uzun vadeli enosisin gerçekleştirilmesinin kararlaştırıldığını göstermektedir.   
Enosis konusunda askeri kısa yolu tercih edenler Eoka’yı canlandırarak, “Eoka-B” adlı cunta destekli ve Yunanistan tarafından yönetilen gizli bir örgüt kurarlar. Gizli örgüt, adada bulunan ve Rum Ordusunu da yöneten Yunanlı subayların kontrolündedir. İlk etkili eylem olarak 1970 yılı Mart ayı başlarında Makarios’un bindiği helikoptere ateş edilir. Helikopter zorunlu iniş yapar ve Makarios kurtulur. Bunun üzerine 11 eski EOKA’cı tutuklanır, İçişleri eski Bakanı Yorgacis bu olaydan sonra şüpheli şekilde öldürülür. 28 Ağustos 1971’de ise Grivas gizlice adaya döner ve Eoka-B’nin başına geçer. Silahlı çatışmalar, sabotajlar başlar. Grivas, Enosis demeçleri verir. Makarios, 21 Şubat 1971‘de Grivas’a bir mektup yazarak, işbirligi yapmalarını ister, ancak Grivas bunu reddeder. 29 Ekim 1971’de bir açıklama yapan Makarios, “Bütün Yunan hükümetlerinin rızası bulunduğu takdirde, Enosisi ilan etmekte tereddüt etmeyeceğini, fakat bu tür bir girişimin başarısına ve başarısızlığına yol açacak çeşitli faktörler makul olarak değerlendirildikten sonra bunun imkansız olduğunu” gördüğünü duyurur. Makarios’u devirip kısa yoldan Enosis’e ulaşmayı isteyen Eoka-B ise, sabotajl, şiddet ve terör eylemlerini arttırır. Makarios, 31 Ocak 1973’de yaptığı açıklamada, Eoka-B’nin eylemlerini ” Enosis’in mezar kazıcıları” olarak nitelendirir. 

MAKARİOS’UN “TERÖR” MEKTUBU

Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Milli Muhafız Ordusunun lojistik desteği ile her geçen gün artan şiddet olayları karşısında Makarios, kendisine bağlı kişilerden bir yedek polis birliği oluşturur. Bu birliklerle, Eoka-B arasında şiddetli çarpışmalar meydana gelmeye başlar. Makarios, Yunanistan Cumhurbaşkanı Fedon Gizikis’e hitaben kaleme aldığı 2 Temmuz 1974 tarihli mektupta özetle şunları söyler: 
“Büyük bir üzüntüyle sorumluluğu Yunanistan Hükümetine ait olduğuna inandığım Kıbrıs’taki bazı kabul edilmez durum ve olayları gözler önüne sermek zorundayım. General Grivas’ın Kıbrıs’a kaçak olarak gitmesinin, Atina’daki bazı çevrelerin desteği ve daveti üzerine gerçekleştiğine dair söylenti ve kanıtlar var. Ne var ki ilk geldiği günden itibaren, Milli Muhafız Kuvvetlerinde görev yapan Yunanlı subaylarla görüşüp, onların da desteğiyle sözde Enosis için savaşarak, yasa dışı bir örgüt kurmak için faaliyete geçtiği kesindir. Ve Kıbrıs için birçok kötülüğün kaynağı olan, Eoka-B cinayet şebekesini kurdu. Yasadışı ve ulusal çıkarlarımıza zararlı, iç cephede bölünmelere ve uyumsuzluklara yol açıp, Kıbrıs Helenizmini iç savaşla karşı karşıya getiren, bir örgütün neden Yunanlı subaylar tarafından desteklendiğini ve aynı şekilde, bu desteğin ne oranda Yunan Hükümeti tarafından onaylandığını birçok kere kendi kendime sormuşumdur. İnkar edilemeyecek tek olay, Yunan subayları tarafından Eoka-B’ye sağlanan destektir. Belli ve inkar edilmez bir başka olaysa, Eoka-B’nin canice faaliyetini destekleyen Kıbrıs’taki Yunan basınının, Atina’dan mali yardım gördüğü ve izleyeceği çizginin Yunan istihbarat Teşkilatı (KİP) ve Genelkurmay bürosu tarafından belirlendiğidir. Yunan hükümetine, bazı subayların tutum ve davranışlarından dolayı şikayette bulunduğumda her seferinde, bana bunların Kıbrıs’tan geri çağrılmaları için isimleriyle ve işledikleri suçları belirterek, ihbar etmemi istedikleri doğrudur. Bunu yalnız bir sefer yaptım. Kötülüğün kökünün çok derin olduğunu ve Atina’ya kadar vardığını söylemekle üzüntü duyuyorum. Daha da açık Yunanistan’daki üyelerin, Eoka-B tedhiş örgütünün hareketlerini destekleyip, yönettiklerini söylüyorum. Askeri rejimin suçluluğunu, Eoka-B yöneticilerinin üstünde bulunan belgeler ispatlıyor. Milli Merkez tarafından, bu örgütün bakımı için bol miktarda para yollanıyordu, yani genel olarak herşey Atina’dan yönetiliyordu. Bu belgelerin gerçekliği tartışma konusu yapılmaz. Ne var ki Milli çıkarlar uğruna sessizliğimi korudum. Kıbrıs Kilisesinde büyük bunalımlara yol açıp, sonra da görevlendirilen üç Pisikopos’a hakim olan kurnaz kötü niyetin de doğum yeri yine Atina’dır. Bu konuda hiç bir açıklamada bulunmadım. Yalnızca bütün bunlar niye diye düşünüyorum ve eğer bunun Kıbrıs’ta sürmekte olan dramdan tek acı çeken ben olsaydım, Yunan hükümetlerinin rolü ve sorumluluğu konusunda yine susacaktım. Ama bundan tüm Kıbrıs Helenizmi etkilenmektedir.  Kıbrıs’taki devlet temellerini yıkma çabalarında Yunanistan hükümetinin sorumluluğu büyüktür. Kıbrıs devleti ancak Enosis durumunda dağılmalıdır.
Milli Muhafız Kuvvetleri bugünkü yapısı ve üyelerinin niteliği yüzünden amacından sapmış yasadışı hareketlerde bulunan kişilerle, devlete karşı komploların hazırlandığı merkez ve Eoka B’yi destekleyen kaynak haline gelmiştir. Milli Muhafız Kuvvetleri’nin bu sapmasından da Yunanlı subaylar sorumludur. Yunan hükümetinin bir işareti üzerine bu üzücü durum sona erebilirdi.  Ne var ki Yunan hükümeti böyle bir harekette bulunmamıştır. Milli Güvenlik Muhafız Kuvvetlerinde görev yapan Yunanlı subayların geri çağrılmalarını rica ediyorum. Bu subayların Milli Muhafız Kuvvetlerinde kalıp, onları yönetmeye devam etmeleri halinde Lefkoşa-Atina ilişkileri zarar görebilir.  Umarım bu arada, Atina tarafından Eoka-B faaliyetlerine son-vermek için gerekli emirler verilmiştir, çünkü, eğer bu örgüt kesin şekilde dağılmazsa yeni bir şiddet ve cinayet dalgası görülebilir.  Yunanistan hükümeti ile işbirliğimi kesmek niyetinde değilim. Ne var ki, benim Yunanistan’ın Kıbrıs’a atadığı vali değil, Helenizmin büyük bir bölümünün seçtiği önder olduğum anlaşılmalı, Ulusal Merkezin bana karşı tavrı, buna göre ayarlanmalıdır.”
 Cunta, bu mektubu, 15 Temmuz 1974’de darbe yaparak, cevaplandırır. Yunanlı subayların komutasında harekete geçen Rum Ordusu ve Eoka-B, Makarios’un sarayını top ateşine tutarak ele geçirir, karşı koyan Makarios’u destekleyen Akel ve Edek partisi yanlılarını katleder ve iktidara el koyar. Bu iç savaş sırasında 2 bin civarında Rum ölürken, birçok yaralı Rumun da cuntacılar tarafından diri diri toprağa gömüldüğün, bizzat onları gömen Papaz Papatsestos iddia eder. Darbe başarıya ulaştıktan sonra Türk kasabı diye bilinen Nikos Samson, Cumhurbaşkanlığına getirilir ve Eoka-B yanlılarından oluşan yeni bir hükümet kurulur. Bu arada önce Bafa, sonra İngiliz üslerine sığınan, daha sonra da Malta’ya kaçan Makarios, İngiltere’de görüşmelerde bulunur. Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmalarda da darbeden cuntayı sorumlu tutar.
Görüldüğü gibi Kıbrıs’taki terör eylemlerinin kaynağı Yunanistan’dır ve bu durum Enosis’in bir numaralı ismi Makarios’u dahi çileden çıkarmıştır. Hedefe varmak için kendilerinden birisi olan Makarios engelini aşmak için bunları yapanların, Türklere karşı neler yapabileceğini anlamak için fazla düşünmeye gerek yoktur. Yunanistan’ın Türkler ve Türkiye’yi hedef olan teröre desteği, ileriki bölümlerde de anlatacağımız gibi,  sonraki yıllarda artarak, devam eder.      

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


...

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 8


 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 8



AKRİTAS PLANI NEDİR?

Rumların Cumhuriyeti yıkma girişimleri, Akritas adlı bir plan doğrultusunda yapılır. 21 Nisan 1966 tarihli Patris gazetesinde yayınlanan bu plana göre, Türk halkı ani bir saldırı ile yok edilecek ve Ada Yunanistan'a bağlanacaktı. Bu planın hazırlayıcıları arasında Akritas kod adlı İçişleri Bakanı Yorgacis, Cumhurbaşkanı Makarios, Meclis Başkanı Klerides de bulunuyordu. Patris gazetesi bu planda görev alan Rum liderlerin isimlerini de açıklamıştı: Başkan: Polikarpos Yorgacis, Başkan Vekili: Çalışma Bakanı Thassos Papadopulos, Kurmay: Milletvekili Nikos Koçiş, Kurmay Daireleri Müdürü: Meclis Başkanı Glafkos Klerides.
Planın anahtarı ise, "Makarios'un verdiği demeçler milli davanın alacağı yönü göstermiştir. Esas gaye değişmemiştir. (İlhak, Enosis) Amaca ulaşmak için iç ve dış tahrikler izlenecektir.” talimatıydı. “Gizliliğe uyulacaktır” ilkesini de kapsayan Akritas planının hedefleri, ana hatları ile şöyleydi:   
“EOKA müdahalesinin son safhasında Kıbrıs davası dünya kamuoyuna ve diplomatik çevrelere Kıbrıs Halkının self-determinasyon hakkına kavuşması şeklinde sunulmuştu. Şimdi ilk hedefimiz, uluslararası alanda Kıbrıs probleminin çözümlenmediği ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatini yaymak olmalıdır. Bu amaçla, bulunmuş olan çözümün tatminkar olmadığı adil olmadığı, iki toplumun bir arada yaşayabileceği belirtilmelidir. Kıbrıs liderliği yerinde bir davranışla anlaşmaları halk oyuna sunmamış ve elimizdeki bu durum koz olmuştur. Kıbrıs'ın şimdiye kadar Rumlar tarafından idare edildiğini, Türklerin ise sadece olumsuz, köstekleyici bir fren rolü oynadığını gösterdik.”
Planın diğer bölümlerinde, imhanın yeraltı çalışmalarını sürdüren Eoka aracılığı ile nasıl gerçekleştirileceği anlatılmış, her bölgede ne kadar kuvvet bulundurulacağı, silah miktarı, bölge sorumluları, saldırı planları, ayrıntılı olarak şemalar üzerinde gösterilmiştir. Nitekim saldırıların bu planda öngörüldüğü gibi gerçekleştirildiği daha sonra ortaya çıkmıştır. “Çok Gizli” ibareli ve “Karargah” başlıklı talimat ile Akritas planının amacı da şöyle duyurulmuştu: 
“Başpiskopos Makarios'un verdiği son demeçler Milli davanın yakın bir gelecekte alacağı yönü gösterir. Geçmişte de belirttiğimiz gibi milli davalar bir günde halledilemez. Milli davaların çeşitli gelişim merhalelerinin tamamlanması için belli zaman tahditleri koymak da mümkün değildir. Davamız şimdiye kadar yer almış olan gelişmelerin, bu süre içinde belirmiş şartların ve alınmış tedbirlerin ışığında, bu tedbirlerin ayarlanması ve tatbiki de göz önüne alınarak incelenmeli ve alınacak tedbirler iç ve dıştaki politik duruma uygun olmalıdır. Bütün bu işlem gerçekten güçtür ve birçok safhadan geçirilmesi şarttır; çünkü sonucu etkileyecek olan çok ve çeşitli nedenler vardır. Herkesin, alınan tedbirlerin esaslı bir inceleme sonucu alındığını ve gelecekte alınacak tedbirlerin temelini teşkil ettiğini bilmesi kafidir. Ayrıca, şimdi düşünülen bu tedbirlerin, (ilk adımı) ve (self-determinasyon) hakkımızı kayıtsız şartsız ve tam olarak tatbiki olan gayemizin (yalnız bir safhasını) teşkil ettiğini de bilmesi kifayet eder.”
Akritas planının, bu genel hususlar dışında, bugünkü gelişmeler de dikkate alındığında belki en önemli yanı, “Uluslararası alanda kullanılacak metodların” anlatıldığı  bölümdür. Çünkü, Kıbrıs meselesinin hangi noktalara vardırılacağı adeta adım adım anlatılmıştır ve görünen o ki muaffak olunmuştur. İşte Akritas Planı’na göre, uluslararası alanda kullanılacak metodlar:
“İlk gaye, Rum çoğunluk olarak haklı çıkmak ve (Bulunmuş olan çözüm tatminkar ve adil değildir. Varılan anlaşma, çatışan tarafların gönüllü ve baskısız rızaları sonucu elde edilmemiştir. Anlaşmaların gözden geçirilmesi, zorunlu bir varoluş koşuludur, Rumların imzalarını inkar etme çabası değildir. İki toplumun bir arada yaşaması mümkündür. Yabancıların güvenmesi ve dayanması gereken güçlü unsur Türkler değil, Rum çoğunluğudur) izlenimini yaratmak olmuştur. Bu gayeleri gerçekleştirmek çok güç çaba gerektirmişse de tatminkar sonuçlar alınmıştır. Birçok diplomatik temsilcilikler, anlaşmaların tatminkar ve adil olmadığına, baskılarla ve gerçek görüşmeler yapılmadan imzalandığına, çeşitli tehditler sonunda empoze edildiğine inanmış bulunuyorlar. Birinci aşamayı böylece tamamladıktan sonra, ikinci aşama eylemlerimizi ve gayelerimizi uluslararası alanda gerçekleştirmemiz gerekiyor. Şimdiye kadar Türkler, dünya kamuoyunu, Ada’nın Yunanistan’a ilhak edilmesinin kendilerini köle durumuna sokacağına inandırmakta başarılı oldular. Bu şartlar altında talebimizi, mücadele süresince olduğu gibi, Enosis değil de self-determinasyon için hür irademizi uygulama hakkımız temeline dayamamız halinde, dünya kamuoyunu kendi yönümüzde etkileyebilme çabamızda,ciddi başarı imkanımız bulunduğu değerlendirilmektedir. Bu hakkımızı tamamen ve engellenmeden kullanabilmemiz için de Anayasanın ve antlaşmaların (Garanti ve İttifak vs.) halk iradesinin kayıtsız bir şekilde ifade ve uygulanmasını engellendiğini belirtmeli ve dış müdahale tehlikesine gebe tüm hükümlerden kurtulmamız gerektiğini bilmeliyiz. Bu nedenlerle ilk saldırı hedefimiz; bundan böyle Kıbrıslı Rumlarca kabul edilmediğini ilk olarak belirttiğimiz Garanti Antlaşması olmuştur. Planımızın başarısı için bir girişim ve gelişmeler zinciri gereklidir. Bunların her biri zaruri ve zorunludur, çünkü aksi halde, gelecekteki girişimlerimiz, yasal olarak haksız ve politik yönden başarılması imkansız olur. Hareket hattımız şöyledir: Antlaşmaların olumsuz maddelerini değiştirmek ve buna paralel olarak Garanti ve İttifak Antlaşmalarını fiilen zayıflatmak. Bu adım kaçınılmazdır çünkü olumsuz yönleri tadil etmek ihtiyacı genellikle bütün dünyaca kabul edilmiştir ve makul addedilmektedir(tek yanlı hareketimizi bile haklı gösterebiliriz). Yukarıdaki işlemden sonra Garanti Antlaşması (müdahale hakkı) hukuken ve esas olarak uygulanamaz. Bunun sonucu olarak da beliren gerçek şudur; Eğer eylemlerden herhangi bir uluslar arası başarı imkanımız olmasını umuyorsak, mücadelemizin herhangi bir aşamasını, bir önceki aşama tamamlanmadan açıklamamak zorundayız” 
Gerçek bir devletin resmi dış politika esaslarını andıran planın hala yürürlükte olduğu ortadadır. Kıbrıs Anayasasının tek taraflı uygulanmasından sonra bilindiği gibi Garanti ve İttifak anlaşmaları tartışmaya açılmıştır. Sözkonusu anlaşmaların, henüz geçersiz sayılması noktasına gelinmese de, özellikle AB’nin devreye girmesiyle birlikte fiilen yok sayılmıştır.   

VE YEŞİL HAT...

Rumların saldırıları sürer ve tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen Aralık 1963 katliamı yaşanır. Türk Hükümeti, ateşkes anlaşmasına uyulmaması halinde, ateşkesin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından sağlanması yönünde bir karar alır. Ancak saldırılar  durmaz, tam aksine, Yunan alayı da bu saldırılara katılır. Küçük Kaymaklı düşer, Lefkoşa'ya saldırılar yoğunlaşır. Köyler işgal edilir, köylüler toptan katledilerek, toplu mezara gömülür. 24 Aralık günü yapılan bu katliamda 21 sivil insan öldürülür. Bunun üzerine 25 Aralık 1963'de, Türk Savaş uçakları Lefkoşa üzerinde alçak uçuşlar gerçekleştirir. Bir müdahaleden korkan Rumlar, İngiltere'nin arabuluculuğu ile  ateşkesi kabul ederler. 27 Aralık günü de İngiliz generalin komutasında, üç garantör ülkenin askerleri "Barışı Koruma Kuvveti" adı altında göreve başlar.
30 Aralık günü İngiliz general, mevcut duruma göre, “Yeşil Hat” tı çizer. Bu hat, Lefkoşa'nın Türk ve Rum kesimini ayıran ve Rum saldırılarının durdurulduğu hattır ve adını, yeşil bir kalemle çizilmesinden alır.

1960 ANAYASASI’NIN FESHİ

Makarios, 1 Ocak 1964'de, 1960 anlaşmalarını tek yanlı olarak feshettiğini açıklar. Ardından Şubat ayı içinde Türklere yönelik saldırılar yeniden başlar. Bunun üzerine Türkiye 13 Şubat 1964'de, BM Güvenlik Konseyi'ne başvurur. Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihinde bir karar alır. Kararda, Kıbrıs'ta durumu kötüleştirecek davranışlardan kaçınılması, bu amaçla bir BM Barış Gücü kurulması, bir arabulucunun tayini gündeme getirilir ve "Kıbrıs Hükümeti"nden şiddet ve kan dökülmesini önleyecek her türlü tedbiri alması istenir. İşte bu "Kıbrıs Hükümeti" ifadesi, yasadışı Rum yönetiminin yasal Kıbrıs Hükümetinin tanınması olarak kabul edilir. Bütün dünya bu karara dayanarak, devleti ele geçiren Rum yönetimini yasal hükümet olarak tanır. Türkiye de, ne yazık ki gerek Kıbrıs'ta Türk kanı akıtılmasını önlemek için bir an önce ateşkesin sağlanması, gerekse de Güvenlik Konseyi üyelerinin, Rumları yasal hükümet olarak tanımayacakları şeklindeki güvencesine dayanarak, bu karara olumlu oy verir. Ancak BM Güvenlik Konseyi üyeleri verdikleri sözleri tutmaz ve gayrı meşru Rum idaresi, tüm Kıbrıs'ın meşru hükümeti olarak tanınır. Güvenlik Konseyi’nin bu toplantısında Rauf Denktaş, Kıbrıs Türklerinin davasını savunarak, sert ve etkileyici bir konuşma yapar. Ancak Rum-Yunan tarafının tepkisini çekerek, “istenmeyen adam” ilan edilir ve Ada’ya döndüğü takdirde tutuklanacağı tehdidinde bulunulur. 

BM’nin 186 sayılı bu kararını, Kıbrıs meselesinde tarihsel dönüm noktalarından birisi olarak nitelendiren Prof. Clemenet H. Dodd, kararın öncesi ve sonrasına ilişkin olarak ilginç değerlendirmelerde bulunmuştur: 
“1964 yılı Ocak ayında Makarios, Londra’da toplanan Garantör Devletler Konferansına katılmaya mecbur kaldı. Ancak Türk toplumunun haklarının azınlık hakları olarak değiştirilip, öylece tanınması yolundaki isteği reddedilince, sorun çözüme ulaşamadı. Bunun üzerine Türkiye’nin de destek verdiği İngiltere, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. Güvenlik Konseyi,1964 yılının Mart ayında (karar no:186), Barış Gücü’nü oluşturma aşamasında, Kıbrıs Rum Hükümeti’nin Kıbrıs’ın meşru hükümeti olduğunu ima eden ifadeler kullandı. Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının, Anayasaya aykırı olduğu yolundaki protestolarına rağmen, bu karar, Kıbrıs Daimi Temsilcisi Zenon Rossides’in hükümeti için konuşmaya tek yetkili ağız olmasının kabulü yolunda önceden alınmış bir kararı yansıtıyordu. 1964 yılında alınan BM Güvenlik Konseyi’nin bu kararı ayrıca Kıbrıslı Rumların hoş karşılamamalarına rağmen, Garantör Devletlerin önemli rolüne işaret ediyordu. Kıbrıslı Rumlar aslında istediklerine ulaşmış, meseleyi BM platformunda lehlerine çevirmeyi başarmışlardı. Kıbrıs Rum Hükümeti’nin, her iki toplumun da hükümeti olarak tanınması yolundaki karar, Türkiye dışındaki bütün BM ülkeleri tarafından kabul edildi.”

Prof. Dodd, bu tarihi dönüm noktasına gelinmesinde Türkiye’nin sorumlu olduğunu ima etmiştir. Prof.Dodd’un buna ilişkin notu şöyledir: 
“Türkiye, Güvenlik Konseyi’nin 186 no’lu kararında Kıbrıs Hükümeti’ne atıfta bulunulmasına izin verdiği için sorumlu tutulmaktadır.  Rauf Denktaş’a göre   İngiliz ve Amerikalılar, Başbakan İsmet İnönü’ye (hükümet) sözcüğünün kullanılmasına itiraz etmemesi için baskı yapmışlardır. İnönü ise öncelikle Kıbrıs Türkleri’nin korunması için adaya BM askerlerinin çıkmasının gerekliliğine inanıyordu. (hükümet) sözcüğünün ise haklı olarak sadece Kıbrıs Rum tarafını değil, 1960 Anayasasının ortaya koyduğu hükümeti kastettiğini düşünüyordu.”
Kıbrıs sorununun Garantör Devletlerin kontrolünden çıkıp, uluslararası platforma taşındığı bu dönemde, özellikle Türkiye cephesinde bir karışıklığın yaşandığı ve Türkiye’nin kendi politikalarını tespit etmek yerine daha çok İngiltere’yi izlediğini belirtmiştik. Başbakan Adnan Menderes’in, Londra ve Zürih Antlaşmalarının imzalanmasından sonra 6 Eylül 1959’da, TMT kurucularından brifing aldıktan sonra söyledikleri de bunu teyid etmektedir: 

“Kıbrıs davasının idaresi bir bakanlık işi olmaktan çıkmış, bir kabine ve devlet işi halinde bulunmaktadır. Bu sebeple Bakanlar Kurulu’nda hükümete de izahat vermeniz gerekecektir. Ayrıca Cumhurbaşkanına da izahat vermeniz çok iyi olacaktır.”
Bu tespitler, Türkiye’nin konunun önemini 1959’da anladığını, ancak 1964 yılına kadar henüz bir Kıbrıs politikası oluşturamadığını da göstermektedir. Gazeteci ve Milletvekili Ahmet TAN da, 2002 yılında şöyle yazmıştır: 
“Denktaş sabrını 40 yılı aşkın bir zamandır elbette önce Kıbrıslı Rumlara gösterdi. Sonra da Türkiyeli kimi siyasetçilere...Nasıl mı? (Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur-Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü TBMM-1953)..Rumların soykırım girişiminden sonra Türkiye’nin dört bir yanında patlayan (Ya taksim,ya ölüm) gösterileri. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ve ardından Kıbrıs Türk’ünü sindirme çabaları.1974 Barış Harekatı ve sonrası. Zorlu, dikenli, kaygan, taşlı, iki yanı uçurum yollarda  sürüp giden upuzun serüven.”
Prof.Dodd, BM’nin aldığı bu kararın tümüyle “politik” olduğunu ve böylesi bir karardan tüm büyük devletlerin çıkarı bulunduğunu, hatta Rumların, bu ülkeleri daha o zaman tehdit ettiğini de, şu tezlerle ortaya koymuştur: 
“Kıbrıs Rum hükümetinin tanınmasının sebebi olarak birtakım politik nedenler öne sürüldü. Daha farklı pratik bir hükümet çözümüne gidilemeyeceği, toplulukların bu yolda anlaşma sağlayamadıkları söylendi. Ayrıca, ortada İngiliz üsleri meselesi de vardı. Bu üslerin kullanılabilmesi için güvenli  bir ortama ihtiyaç duyuluyordu.  İngilizler, Kıbrıslı Rumlarla ters düşmenin yaratabileceği tehlikelerden oldukça etkilenmiş görünüyorlardı. Öte yandan, böyle bir ters düşme halinde Sovyetler Birliği’nin işe karışması da mümkündü ki, bu da Nato’nun işine gelmiyordu. Amerikan hükümeti ise Kıbrıs’ın bir Akdeniz Küba’sı haline gelmesinden endişe ediyor ve enosis fikrine sıcak bakıyordu. Bütün bunların ötesinde ABD’deki Yunan lobisinin de büyük etkisi vardı. Ayrıca BM’deki pek çok ülkenin de kendi potansiyel azınlık sorunları mevcuttu ve bu sorunların büyümesi istenmiyordu. Kıbrıs, üçüncü  dünya ülkelerinde, sömürge yönetimine karşı savaşan ülkeler arasında yer alan bir kahraman olarak görülüyordu ve Soğuk Savaşın hüküm sürdüğü dünyada, bağlantısızlar arasında yer almaya istekli ve hevesliydi. İngiltere bir Garantör Devlet olarak bu hükümeti tanımayabilirdi ama öyle yapmadı. Onun yerine, bu sorumluluktan kaçmayı tercih etti.”
Prof.Dodd, ABD’nin Enosis fikrine destek verdiği yolundaki iddiasına da şöyle açıklık getirmiştir: 
“İngiliz belgelerinin açığa vurduğu üzere, İngiliz-Amerikan planında (6.6.1964) Türkiye’ye tavizler verilmesiyle birlikte, Yunanistan ve enosise dayalı kökten bir çözüm aranması konusu yer alıyordu. Kıbrıs Türklerinin hakları ise yeteri kadar dikkate alınmıyor; sadece gönüllü olarak bölgeyi boşaltmaları halinde yardım görecekleri belirtiliyordu. Yunanistan, Makarios’u devirmek amacıyla bir darbe düzenlemeliydi. Garantör devlet statüsünü göz önüne alan İngiltere sonunda plana karşı çıkmaya karar verdi. Belgeler Cyprus Weekly’de yeniden yayınlanmıştır. 7-12 Ocak 1995)” 
İşte böyle bir dönemde ve bu şartlar altında kabul edilen BM’nin 186 no’lu kararı uyarınca bir Barış Gücü Ordusu kurulması çalışmaları başlar. BM Barış Gücü’ne asker verecek ülkeler hazırlıklarını sürdürürken, Rumlar, BM Gücü adaya gelmeden önce mümkün olduğu kadar çok Türk köyünü ele geçirmek için Mart ayı boyunca saldırılarını sürdürür. Türk bölgelerine bu yoğun saldırılarda, ağır kayıplar verilir. 
Barış Gücü(UNFICYP)’nün kurulması 17 Mart 1964'de tamamlanır, 24 Mart'ta Sakari Tuomiojia arabulucu olarak atanır, 27 Mart 1964'de da Barış Gücü göreve başlar. Buna rağmen Nisan ayı içinde de saldırılar durmaz. Birçok bölgeye baskınlar yapılır,  köylerine yapılan saldırılar sonucu, daha güvenli bölgelere göç etmeye çalışan Türkler yollardan alınıp, kurşuna dizilir. Bu dönemde 103 köyden on binlerce Türk göç eder, 500’ün üzerinde şehit, 1203 yaralı ve 203 kayıp verilir, büyük maddi kayıplar meydana gelir. BM Barış Gücü ise saldırıya uğrayan Kıbrıs Türklerine yardım edeceği ve saldırıları durduracağı yerde, Rum liderliğine yardımcı bir tavır içine girer. BM'nin tek yaptığı; saldırılar başladığı zaman aradan çekilmek ve dışarıdan bir gözlemci gibi, ölenlerle, yaralananların kendine göre raporunu tutmak olur. Türk bölgelerine girişlerde kurulan barikatlarda, sivil halkın, insan haklarına aykırı ve insanlık onurlarını yaralayıcı bir şekilde aranmasına seyirci kalınır, sadece açlık çeken bölgelere, o da Rum yönetiminin izin verdiği ölçüde, yiyecek götürülmesine aracılık edilir. Bu durum 26 Nisan 1964'de büyük bir mitingle protesto edilerek, BM'nin tarafsız davranması istenir. 20 Haziran 1964'de de kayıp aileleri, BM Barış Gücünün ilgisizliğini protesto mitingi yaparlar. Bu gelişmeler, Barış Gücünün Türklerin güvenliğini sağlayamayacağını gösterir.

AKEL VE RUM MECLİSİNİN KARARLARI

Her zaman şovenizme karşı çıktığını ve uzlaşmaz olanın Türk liderliği olduğunu söyleyerek, Türklere karşı dostluk politikası güttüğünü iddia eden komünist AKEL Partisi liderleri, Rum çetecilerinin Türklere yönelttiği saldırılara karşı hiçbir tepki göstermezler. AKEL Merkez Komitesi, 14 Mayıs I964’de yayınladığı bildiride, “Kıbrıs Rumlarının kurtuluş mücadelesi, şüphesiz ki Türk dostlarımızın gerçek çıkarlarına hizmet edecektir" iddiasında bulunur. AKEL’in "Kurtuluş"tan anladığı elbette ki Enosis’ti. AKEL Merkez Komitesi'nin, ABD’nin sunduğu Acheson planına ilişkin olarak 8 Ağustos 1964 tarihinde yaptığı bir açıklamada ise, “Kıbrıs halkının isteği, emperyalist NATO ile birleşmek değil, Yunanistan'la olacak birleşmedir. Yunanistan'la olacak birleşmeye evet, NATO ile olacak birleşmeye hayır." denir.
Yine AKEL eski Genel Sekreteri Papayuannu 22 Ağustos 1964 tarihinde; Ortadoğu Haber Ajansı ile yaptığı söyleşide, "Partimiz, her zaman Enosis’ten yana olmuştur. Kıbrıs Halkı, kendi geleceği için karar verme zamanı geldiğinde biz, Enosisten yana oy kullanacağız" ve 8 Eylül 1964’de de Associated Press'e, “Partimizin politikası her zaman için Yunanistan'la birleşme yolu ile milli rehabilitasyondan yana olmuştur" açıklamalarını yapar. Papayuannu, 16 Eylül 1964’de yapılan Merkez Komitesi toplantısında ise self-determinasyon hakkından ne anladığını açıkça söyler ve "Kendi kaderini tayin hakkını kullanmak, Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesi için oy kullanmak demektir." der.

1964 - 1974 DÖNEMİNDE TÜRKLERİN DURUMU VE YASAKLAR

Kıbrıs Türk halkının 1964 saldırılarından sonra Devletin tüm organlarından dışlanması ve 11 yıl sürecek insanlık dışı bir kuşatma altında yaşamaya zorlanması, her alanda olumsuz sonuçlara yol açar. Göçmen olan 30 binden fazla Türk, çadırlarda, sinema salonlarında okullarda barınmak zorunda kalır. Türk Halkı üretimden kopar. Her yaştan tüm erkekler, elde silah can güvenliklerini sağlamak için mevzilere dolar. Adanın yüzde 3'lük bir bölümündeki kuşatma boyunca, dış dünyadan soyutlanan Kıbrıs Türklerinin haberleşmesi, ulaşımı, ekonomik ilişkileri tümü ile yasaklanır. Türk bölgelerine mektup gelmesi, mektupların dış dünyaya ulaşması, yabancıların Türk bölgelerine geçmesi bütünü ile engellenir. Ulusal gelir günden güne düşerken, Türk halkı, sadece Türkiye’den gelen yardımlarla ayakta durmaya çalışır. Yıllarca her Kıbrıslı Türk kamu görevlisine eşit olarak 30 Kıbrıs Lirası  verilir ve bu, Anavatan Türkiye'nin gönderdiği maddi yardımdan sağlanır. Yiyecek doktor ve ilaç ihtiyacı bütünü ile Türkiye'den Kızılay'ın gönderdiği yardımlar ile karşılanır, bu arada Kızılay, tam teşekküllü bir hastaneyi hizmete sokar.
Türk toplumunu açlığa mahkum ederek, çökerteceğini sanan Rum liderliği, aralarında çividen, bot bağına kadar her çeşit malzemenin bulunduğu tam 37 çeşit malın Türk bölgelerine girişini yasaklar ve bu 11 yıl boyunca Türk halkının bütçedeki hakkını, dış yardımların tümünü gasp eder. Vergiler toplanır ama Türk bölgelerine tek bir kuruşluk yatırım yapılmaz. Yol, su, elektrik, sağlık hizmetlerinden yararlandırılmayan Türkler, “utanç barikatlarında” onur kırıcı muamelelere maruz bırakılır. Bu insanlık dışı şartlar 1974 Türk Barış Harekatı'na kadar devam eder.

BM BELGELERİNDE RUM BASKILARI

Rum saldırılarını ve insanlık dışı davranışlarını çok yakından izleyen BM Genel Sekreteri, gözlemlerini sürekli olarak BM Genel Kurulu'na aktarırken, bu insanlık dışı uygulamaları örnekleri ile belgeler. Türk halkının 1964-74 döneminde çektiği ekonomik sıkıntılar, uygulanan ekonomik ablukalar ve Türk bölgesinin bilinçli olarak nasıl geri bıraktırıldığı, Genel Sekreteri'nin raporlarına geçer. İşte bu notlardan bazı bölümler: 
Yılın birinci yarısında tarım ve endüstride meydana gelen zararlara ilaveten, Türk toplumu başka gelir kaynaklarını kaybetmişti ve bunlar içerisinde Kıbrıs hükümetinde ve Kıbrıs Rum bölgelerinde olan kamu ve özel firmalarda çalışmakta olan 4.000 kişinin maaşları da vardır. (S/5950 10 Eylül I964 tarihli raporun 140. paragrafı)
Tekrar gözden geçirilmekte olan zaman zarfında yaşadıkları yerlerden göç eden Kıbrıslı Türklerin problemlerinin halledilmesine doğru hemen hemen hiçbir ilerleme olmamıştır. (31 Mayıs 1973 tarihli S/10940 sayılı raporun 67.paragrafı)
Kıbrıs Türk göçmenlerinin genel problemlerinin çözümü için hiç ilerleme olmamıştır. Lefke kasabasında bulunan Türk köyü Yağmuralan'ın tekrar yerleşime açılması (hükümet) tarafından reddedildi.(S/10842 sayılı 1 Aralık 1972 tarihli raporun 48. paragrafı)
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporlarda ise şu tespitlere yer verir:
Aralık 1963'te başlayıp da, 1964'ün başlarına kadar devam eden olaylarda, sadece arabalarında ve yanlarında taşıyabilecekleri kadar eşyaları ile kendilerine göre daha güvenli olarak gördükleri Türk köy ve bölgelerine sığındılar. (UN Doc. S/8286 sayı ve 8 Aralık 1967 tarih)
BM Kıbrıs Barış Gücü, adada olayların hüküm sürdüğü dönemde meydana gelen zararları saptamak açısından ayrıntılı bir araştırma yaptı. Çoğu Türk veya karma olan 109 köyde 557 ev tahrip edildi, 2.000 ev de zarara uğratıldı ve tahrip edildi.(10 Eylül 1964 tarih ve UN Doc. S/5950 sayılı rapor)
Genel Sekreteri’nin 10 Eylül 1964 tarihi ve S/5950 sayılı raporundan diğer bazı önemli bölümler de şöyledir:
Durum endişe yaratmaktadır. Kıbrıs'taki Türk toplumuna uygulanan ekonomik kısıtlamalar, (Kıbrıs Hükümeti'nin) ekonomik baskı yoluyla, olası bir çözümü zorlayarak, kabul ettirmeye çalıştığını gösterir. 
UNFICYP'nin(Barış Gücü) üzerinde duracağı problemler arasında en önemlisi ekonomik kısıtlamalar sorunudur. Bu kısıtlamalar, Kıbrıs Türk toplumuna olan olumsuz etkisi ve adadaki hukuk düzeninin korunmasını olanaksız hale getirmesi nedeniyle özel önemdedir.
21 Aralık 1963'de başlayan karışıklıklardan itibaren Kıbrıslı Türklere 15 Haziran tarihli raporumda da açıkladığım, çeşitli kısıtlamalar uygulanmıştır. Kısıtlamalar ve Türklere yapılan ayırım nedeni ile yollarda dolaşım özgürlüğüne sahip değiller, toplumun temsilcileri zor durumda bırakılıyor ve hiç ekonomik faaliyette bulunmuyorlar. Bu raporda daha önce de belirtildiği gibi UNFICYP kararlı olarak çeşitli alanlardaki zorlukları ortadan kaldırmaya çaba sarfetti. O dönemde, yaklaşık 25.000 Kıbrıslı Türkün göçmen durumuna düşmesiyle, işsizlik çok yüksek düzeye çıktı ve buna bağlı olarak Türk toplumunun gerçekleştirdiği ticaret önemli ölçüde azaldı.
Temmuz ayının ortalarında hükümet, Kıbrıs Türk toplumuna daha fazla zorluk yaratmak için iki önlem daha aldı. 17 Temmuz'da UNFICYP'e resmen 25 maddenin daha Kıbrıs Türk bölgelerine girmesinin yasaklandığını bildirdi. Bu maddeler çimento, demir, elektrikli malzemeler, bataryalar, odun, otomobil aksesuarları, lastikler, kimyasal maddeler, akaryakıt vb. idi. Ayrıca Kızılay'ın yaptığı yardımlara da kısıtlamalar getirilmiştir.
Aralık 1963'den beri 6 gemilik Kızılay yardımı Türk Cemaat Meclisi aracılığı ile dağıtım yapılması için gönderildi. Bu malzemelerin çoğunu tıbbi malzeme ve ilaçlar, un ve diğer yiyecek maddeleri oluşturmaktaydı. 5 gemi Temmuz 1964'den önce geldi ve boşaltıldı fakat 6 gemi 15 Temmuz'da geldiğinden geminin boşaltılmasına zorluklar çıkarıldı. UNFICYP tarafından yapılan yoğun girişimler sonunda hükümet bu malzemelerin boşaltılmasına izin verdi. Fakat bunlardan gümrük talep etti. Türk toplumu, bu yardım malzemelerine gümrük ödemeyi reddettiği için, boşaltılan mallar sadece gümrükten muaf olan mallardır. Bunun bir neticesi olarak 900 tonluk kargodan sadece 390 tonu boşaltılmıştı. Hükümet ayrıca bu gelen yardım malzemelerinin dağıtımını da kontrol için ısrar ediyordu. UNFICYP'in bu konuda yaptığı birçok başvuru da başarısız oldu. UNFICYP'in Kızılay konvoylarına refakat etme girişimlerine de sık sık engeller çıkarılıyordu.
Dillirga savaşından sonra hükümet, Kıbrıs Türkleri tarafından Lefkoşa, Koççino ve Limni'de kontrol edilen bölgelere tüm yardımların durdurulacağını ilan etti. Bu ilandan sonra bu bölgelere girecek olan gıda ve diğer elzem malzeme konvoylarının hedeflerine gitmeleri engellendi. Şayet bu çok aşırı önlemler devam ettirilirse, Türklerin durumu dayanılmaz olacak ve Türklerin silaha başvurmalarını gerekli kılacak.
Kıbrıs Türkleri açlığa mahkum edildiklerini iddia ediyorlar ve Rumlar da Türklerin depolarda kendilerine aylarca yetecek kadar gıda olduğunu ve gelen gıdaların da Türk savaşçılarına gittiğini iddia ediyorlar. Ben anlaşmazlığı göz önüne alarak, 16 Ağustos'da, UNFICYP'e, Kıbrıs Türklerinin yaşadığı 142 köy ve 5 şehirde, Türklerin gıda ve diğer elzem maddelerini araştıran bir çalışma yaptırdım. Bu çalışma o zaman köylerin yüzde 40'ından fazlasının unu olmadığını ve bazılarının sadece birkaç gün için yetecek kadar yemekleri bulunduğunu ve köylerin yüzde 25'inin bir-iki haftalık unları bulunduğunu ve en çok unu olanların da ancak bir ay dayanabileceğini gösteriyordu. Bu araştırma ayrıca süt, süt ürünleri, pirinç ve tuz eksikliği olduğunu, gaz yağının ise çok az olduğunu gösterdi. Buna ek olarak tıbbi teçhizatın da köylerde çok az olduğu tespit edildi. Şehirlerde ise durumun köylere nazaran daha iyi olduğunu, ama gün geçtikçe durumun oralarda da kötüleştiğini gösteriyordu.
UNFICYP, hükümetin, Lefkoşa, Lefke ve Koççino dışındaki Kıbrıs Türk bölgelerine yapılan ambargonun kaldırılacağına dair verdiği teminat üzerine bu bölgelere gerekli yardımın yapılması için girişimlerde bulundu. Fakat maalesef o bölgelerde UNFICYP hala zorluklarla karşılaşmaktadır.  Gelen raporlar, hükümetin anlaşmayı uygulamak istemediği yönündeydi. Konuyu derhal hükümetle ele aldık. Ama hükümet kısıtlamayı kaldırmak yerine, Magosa ve Larnaka'nın Türk bölgelerini de, kısıtlı bölgeler listesine ekledi. Hükümet ayrıca UNFICYP'e, diğer bölgelere de ekonomik kısıtlama hakkı olduğunu bildirdi. Nitekim daha sonra engelleme ve el koymalar artmıştır. 
Aynı konuda 16 Eylül 1964 tarihinde Time Dergisi’nde yayınlanan bir yazıda, “Bazı barikatlarda Kıbrıslı Türk kamyon şoförleri durdurulup usandırıcı araştırma yapılmaktaydı ki, bu arama maksadıyla meyve veya sebze yükleri yere boşaltılıyor ve bazen de kullanılmaması için hasar veriliyordu." denilir. New York Herald Tribune'nın 16 Eylül 1964 tarihli sayısında da, “Ambargo herhangi bir amaç için kabul edilebilir bir araç olarak görülebilir. Ta ki bu uygulama insan haklarını ve insan yaşamını tehdit eder boyuta ulaşmasın.” eleştirisi yapılır.
Kıbrıslı Türkler, 1964-74 döneminde eğitim alanında da çeşitli engellerle karşılaşır. Rum yönetiminin, Kıbrıslı Türklere vermek zorunda olduğu bütçe gelirini ani olarak kesmesi sonucu, 2 binden fazla öğretmenin maaşları ödenmez, 10 binlerce çocuk eğitim imkanından ve ders kitaplarından mahrum edilir. Göçler sonucu köylerini terk eden Türk çocukları altı aylık bir zaman kaybından sonra tekrar okullarına döndüklerinde, sağlıksız şartlarda, kitapsız, deftersiz, kalemsiz, silgisiz eğitim görmeye başlarlar. 103 köydeki okullar, ya tamamen ya kısmen tahrip edilir ya da el konur. Diğer taraftan 1963'den sonra doğan Türk çocuklarının kaydı yapılmayarak, nüfus kağıdı verilmez. Yurt dışında öğrenime giden Türklere her türlü kolaylık gösterilir ama buradaki önemli nokta, gidenlere dönüş izni verilmeyecek olmasıydı. Nitekim yüksek öğrenim için ada dışına çıkan Türk öğrencilerin bu ülkenin vatandaşları olmalarına, aileleri Kıbrıs`ta bulunmasına rağmen, adaya girmelerine izin verilmez ve havaalanlarından geri çevrilirler. Bu durum, BM Genel Sekreteri'nin 8 Aralık 1967 tarihli S/8286 sayılı raporunda, "Kıbrıslı Türklere dış seyahatlerinde uygulanan kısıtlamalar bu dönemde çok az değişmiştir. Örneğin; Türkler de Rumlar gibi adayı terk etmekte serbesttirler. Ama Türk öğrencilerin adaya dönüşleri engellenmektedir. Türkiye'ye çok kısa bir süre için bile giden Türkler, Kıbrıs'a dönüşlerinde çok zorluklarla karşılaşmaktadır" ifadeleriyle yer alır. Seyahat ve dolaşım özgürlüğünden tek etkilenen öğrenciler değildir. BM Genel Sekreteri’nin aynı raporunda, “31 Ekim 1967 günü erkenden 1964'den beri adaya sokulmayan ve Türkiye'de yaşayan Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi Başkanı Sn. Rauf Denktaş, gizlice Kıbrıs'a tekrar girmeye çalıştı. Fakat adaya ayak bastıktan kısa bir süre sonra kendisi ile birlikte gelen diğer iki Kıbrıslı Türk’le tutuklanmışlardı." denilerek, Denktaş’ın maruz kaldığı muamele anlatılır. Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş'ın suçu, 1964'ün başında Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmaydı ve Rum yönetimi bu konuşmasından dolayı Denktaş’ın adaya dönüşünü yasaklamıştı.
Prof. Clement H.Dodd, bu dönemi bir cümle ile tarif eder:
“Bu konu hakkında genelde söylenilen şey; 1963-1974 yılları arasında geçen olayları Kıbrıslı Rumların hatırlayamadığı, Kıbrıslı Türklerin ise unutamadığıdır.”

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


...