25 Mart 2017 Cumartesi

KIBRIS’TA SİRTAKİ Arka Kapımıza Dayandılar BÖLÜM 6



 KIBRIS’TA  SİRTAKİ  Arka Kapımıza Dayandılar  BÖLÜM 6


EOKA NEDİR?

EOKA, Kıbrıs'ta Türk halkını yok edip, adayı Yunanistan'a bağlamak için kurulmuş olan bir terör örgütüdür. EOKA için ilk gizli görüşmeler, 2 Temmuz 1952'de Atina'da Makarios'un başkanlığında yapılır. Bu toplantıların ardından 7 Mart 1953'de bir "İhtilal Konseyi" kurulur ve konsey kurucuları, Enosis için şu gizli yemini ederler:
"Enosis davası hakkında bildiklerimi ve bundan böyle bileceklerimi işkence altında ve canım pahasına bile olsa bir sır olarak gizli tutmaya Tanrı huzurunda yemin ederim. Bana verilen tüm emirlere sorusuz olarak itaat edeceğim" . . .
Bunun ardından 1954 yılının ilk aylarında Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde, Kıbrıs'a gizli silah sevkiyatı başlar, Grivas ise 9 Kasım 1954'de gizlice adaya çıkar. 
Bir süre sonra Yunan Dışisleri Bakanı Stefanoplus'un direktifi ile 1 Nisan 1955'de EOKA, ilk bombalarını patlatarak, resmen eyleme geçer. EOKA'nın amacı, önce İngilizleri adadan atmak, ardından da topyekün bir imha hareketi ile Türk halkını yok ederek, adayı Yunanistan'a bağlamaktır. Ancak kısa süre sonra İngilizlerin adadan ayrılması dahi beklenmeden, 21 Haziran 1955'den itibaren Türklere de saldırılar başlar.
Grivas hatıralarında, 22 Kasım 1954'de Makarios'un, kurduğu PEON adlı gençlik örgütünü eğitip, silahlandırması için karar aldığını yazmakta, böylece EOKA'nın gerisinde Makarios'un olduğunu vurgulamaktadır. Makarios'un, önceleri Atina'ya yaptığı çeşitli ziyaretlerde, konuyu Yunan yetkilileri ile kararlaştırdığı da bilinmektedir. Grivas, 4 Haziran 1959 tarihli bir mektubunda, Makarios'un kendisini EOKA'yı yönetmek üzere Kıbrıs'a çağırdığından söz etmekte ve tedhiş örgütüne silah alınması için para yardımında bulunduğunu açıklamaktadır. Nitekim 27 Mart 1955 tarihinde de Grivas'ı çağırıp, eyleme geçmesi emrini bizzat Makarios verir. Makarios'un, EOKA'nın siyasi lideri olduğunu öğrenen İngilizler, 9 Mart 1956 tarihinde onu tutuklayıp Seyşel adalarına sürgüne gönderir. EOKA, eylemlerde bulunduğu süre içinde yüzlerce Türkün yanısıra, 100 İngiliz ve yüzlerce Rumu katleder. 30 Türk köyünü yakıp yıkar ve bu köylerde, yaşayan Türklerin göç etmesine neden olacak şekilde adayı kan ve ateşe boğar. Aynı EOKA, 1963'de yeniden saldırılara başlar ve bu kez de 103 Türk köyünü yakıp yıkarak, 500’den fazla Türkü katleder, onbinlerce Türk'ü göçe zorlar.
EOKA, 15 Temmuz 1974'de bu kez EOKA-B adı ile silahlarını kendi halkına çevirerek 2000 Rum'u katleder. Bugün ise Rum propagandası, EOKA'yı bir "Ulusal Kurtuluş Örgütü", EOKA mücadelesini de bir "Ulusal Kurtuluş Mücadelesi" olarak sunmaktadır. Oysa EOKA ne kurtuluşu, ne de bağımsızlığı savunmuştur. EOKA'nın tek bir hedefi vardı; Enosis. Bilindiği gibi Enosis de, Ada’nın bağımsızlığını değil; bir başka ülkeye, bağlanmasını, ilhak edilmesini ifade etmektedir. Yani ulusal kurtuluş ve bağımsızlık değil; bağımlılık söz konusudur. 

TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI (TMT)

Açık adı "Türk Mukavemet Teşkilatı" olan TMT, 27 Temmuz 1957'de Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa'da kurulur.
1 Nisan 1955'de faaliyete geçen ve Türklere saldırmaya başlayan, Türk köylerini yakıp yıkan, EOKA tedhiş örgütüne karşı Türk halkının savunmasını yapacak bir örgütlenme ihtiyacını duyan Kıbrıs Türkleri, önceleri çeşitli mukavemet grupları oluşturur. Bunlar arasında en etkili olanı Volkan’dır. Ancak dağınık, küçük ve eğitimsiz olan bu grupların, askeri bir yapıya sahip EOKA karşısında, Türk Halkının savunmasını yapabilmeleri mümkün değildi. TMT, işte bu ihtiyaçtan doğan ve dağınık olarak faaliyet gösteren küçük mukavemet gruplarını birleştirerek, tüm adaya yaygın, her Türk köyünde varlık gösteren güçlü bir mukavemet örgütüdür.
TMT, Rumların iddia ettiği gibi bir saldırı ve tedhiş örgütü değildi. Zaten EOKA'dan 2.5 yıl sonra, Türklere yönelik saldırıların yoğunlaşması üzerine kurulmuş olması da, buna doğrulamaktadır. Yine aynı şekilde faaliyette olduğu süre içinde hiçbir Rum köyüne saldırmamış olması, sadece Türk gençlerini eğiterek, onlara savunmaları için gerekli silahları sağlaması ve onları bulundukları yerleşim yerlerini savunmakla görevli kılması da, bunun bir başka kanıtıdır. TMT'nin amaçları, “Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliğini sağlamak, Enosis’e ve bu hedef doğrultusunda yapılan girişimlerle estirilen teröre karşı durmak,  Türklere yapılacak saldırıları geri püskürtmek, Türk Toplumunun birliğini ve bütünlüğünü sağlamak, Enosis'i savunan AKEL'in Türk toplumu içinde ideolojik etkinlik kurmasını ve iç cepheyi bölmesini önlemek, Rumlara ve İngilizlere karşı Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmak, Anavatan Türkiye ile sıcak ilişkileri ve Türk Halkının Anavatana bağlılığını sürdürmek.” olarak belirlenmiştir.  
TMT, bu ilkeler doğrultusunda verdiği savaşında başarılı olur, 1958-60 ve 1963-74 döneminde direnişi örgütleyerek, Türk halkının, Rum saldırıları karşısında ayakta kalmasına yardımcı olur. TMT'nin bu direnişi, adanın Yunanistan'a bağlanmasını önlerken,  Türklerin bağımsızlığının gerçekleşmesini sağlar.

TAKSİM FİKRİ NEDİR?

1950 Plebisitinden sonra ve EOKA'nın da eyleme geçmesinin ardından savunulan "Taksim" fikri, Kıbrıs Türk Halkının self-determinasyon hakkına sahip çıkılması görüşünden kaynaklanıyordu. Kıbrıs Rumları, self-determinasyon haklarına dayanarak, Enosis istiyorlarsa, Kıbrıs Türkleri de yine bu haklarına dayanarak Taksim’i, yani kendilerine ait olan bölümün Türkiye'ye bağlanmasını savunuyordu.  Taksim fikri, birçok açıdan o günlerin şartlarında, Enosise karşı ileri sürülen en doğru tezdi. Her şeyden önce, Türklerin can ve mal güvenliğini koruyacak bir formüldü. Ayrıca Türkiye'nin stratejik çıkarlarını korumaktaydı. En önemlisi de, Kıbrıs Türklerinin, self-determinasyon hakkına sahip çıktığının ve adada ayrı bir halk bulunduğunun ifadesiydi.

KİRADAN, İLHAKA İNGİLİZ GASPI VE ADA’NIN STRATEJİK ÖNEMİ

Kıbrıs 1878 Kıbrıs Antlaşması ile İngiltere’ye kiralanmıştı, yani Ada’nın gerçek sahibi Osmanlı’ydı. Peki 1960 yılına kadar geçen 82 yılda nasıl olmuş da İngiltere, Kıbrıs’ın sahibi haline gelmiş, Türkiye de, Ada’yı Yunanistan’la paylaşmaya zorlanmıştı?
82 yıllık bu dönemi iki bölümde değerlendirmek mümkündür. Ada’yı 1878’de kiralayan İngiltere, 36 yıl sonra 1914’de ilhak kararı alır. Bu süre, Rumların Enosis faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemdir ancak İngiltere buna karşı çıkmaktadır. Ada’daki Türkler de, Enosis’e geçit vermeyeceklerini, daha 21 Eylül 1911’de Lefkoşe’de, 24 Eylül’de de Lefke’de yaptıkları kalabalık ve coşkulu mitinglerle dünyaya duyururlar. Bu mitinglerde kabul edilen kararlarda, İngiltere Ada’dan çekildiği takdirde, Kıbrıs’ın Türkiye’ye iade edilmesi gerektiğinden söz ediliyor ve bunun için Kıbrıs Türklerinin, gerekirse kanların son damlasına kadar savaşacakları vurgulanıyordu. O tarihlerde Kıbrıs hala hukuken Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğindeydi, İngiltere ise kiracı veya emanetçi statüsündeydi. Ama bu çok uzun sürmez. Bilindiği gibi İngiltere önce Birinci Dünya Savaşın’a kendi yanında girmesi halinde Ada’nın Yunanistan’a verilmesini teklif eder, anlaşma sağlanamaması üzerine de savaşın hemen başlangıcında Kasım 1914’te Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıklar. Bu karardan sonra Kıbrıs, artık yalnız fiilen değil, resmen de İngiliz yönetimine girer, daha doğrusu  İngiltere’nin sömürgesi olur. I. Dünya Savaşı’nın ağır şartları içinde Osmanlı’nın hak ve hukukunu savunacak kimse yoktur.
İngiliz işgalinin ikinci dönemi 1914-1960 arasındaki 46 yıllık süredir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra 1923 yılında Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına kadar İngiltere’nin Kıbrıs’taki tek taraflı fiili ilhakı devam eder ve hiçbir itiraz görmez. Lozan Antlaşması ile de Ada’nın resmen İngiltere’ye ait olduğu, müzakerelere konu edilmeden ve hiçbir pazarlık yapılmadan Türkiye tarafından da kabul edilir.   
Türkiye o sıralarda nasıl bir politika izliyordu? Antlaşmalara göre Kıbrıs İngiltere’ye verilmişti. Türkiye, bu statü devam ettiği sürece mesele yaratmak niyetinde değildi. Ancak Yunan ve Rum ikilisinin Enosis faaliyetleri 1931 yılından itibaren alabildiğine hızlanmıştı ve hedef İngilizlerdi. Yukarıda da aktarıldığı gibi İngilizler, isyan hareketlerini Mısır’dan getirilen takviye kuvvetle bastırabilir, Ada’da sıkıyönetim benzeri uygulamalar başlatılır. Ancak saldırılar artıp, başedilemez hale gelince İngiltere, adeta Kıbrıs’tan kurtulmaya çalışır ve Ada’yı kimin yöneteceği tartışmaları başlar. Bütün bu yaşananlara ve tartışmalara rağmen, 1950’li yıllara gelindiğinde de Türkiye’nin tutumunda değişiklik olmaz. Öyle ki, Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, Ocak 1950’de TBMM Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, kamuoyundaki hassasiyeti yatıştırmaya çalışır ve İngiltere’nin adayı bırakmak niyetinde olmadığı güvencesini verir. 

Bakan Sadak, şunları söyler:

“Kıbrıs meselesi diye mesele yoktur. Bunu hayli zaman evvel gazetecilere açıkça söylemiştim. Çünkü Kıbrıs bugün, İngiltere’nin hakimiyet ve idaresi altındadır ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde ve eğiliminde olmadığı hakkında kanaatimiz vardır. Kıbrıs’a yapılan hareketler ne olursa olsun ve bunları yapanlar kim olursa olsun, İngiltere hükümeti Kıbrıs Adası’nı başka bir devlete terketmeyecektir. Bu böyle olunca, gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar, gereksiz yere yoruluyorlar.”  

Aynı yıl yapılan seçimlerden sonra iktidarı devralan Demokrat Parti’nin politikası da farklı değildi. 1950 yılının Haziran ayında partisinin grup toplantısında bir konuşma yapan yeni Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, bir Kıbrıs meselesinin mevcut olmadığını söyler. Köprülü, bu görüşlerini Yunan basınına da açıklar ve “Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir mesele yoktur” der. Kısacası o tarihlerde Türkiye, İngiltere’nin Kıbrıs’ı terk etmeyeceğinden emindir. İngiltere’de de, devlet adamlarının yanı sıra askeri yetkililerin, Kıbrıs’ı bırakma niyeti yoktur. Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, daha 1946 yılında Savunma Komitesi’ne sunduğu bir raporda, İngiltere’nin Akdeniz’deki varlığını sürdürmesinin, ülkenin büyük devlet konumunun korunması açısından hayati önemde olduğunu söylüyordu. 1950 yılında İngiliz Genelkurmayının hazırladığı bir değerlendirme notunda da, “Eğer İngiltere Ortadoğu’daki durumunu sürdürmek istiyorsa, Kıbrıs İngiltere’nin elinde kalmalıdır” deniliyordu. Oysa o sıralarda Yunanistan, bütün gücüyle Enosis hedefine ulaşmaya çalışıyor, İngiltere’den Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesini resmen talep ediyordu. Ada’nın gerçek sahibi Türkiye’nin sesi çıkmazken, hiç ilgisi ve hakkı olmayan Yunanistan kendisini yavaş yavaş konunun tarafı ilan ediyordu.

Bu gelişmeler de Türkiye’nin tutumunu değiştirmeye yetmez. Ama biraz daha dikkatli olunması gerektiğinin farkına varılır. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “İleride Kıbrıs’ın durumu hakkında bir değişiklik ciddi surette söz konusu olursa Türkiye’nin haklarına aykırı bir şekilde konunun ele alınmasına imkan bırakmayız” demeye başlar. Başbakan Adnan Menderes de, 1954 Haziran ayında ABD ziyareti dönüşünde Atina’ya uğradığında, Yunan Başbakanı Alekandros Papagos’un Kıbrıs sorunundan söz edeceğini öğrenince, tepki gösterir ve “Kıbrıs konusunu Yunan hükümetinin bana açmasına izin veremem. Bu niyette iseler Atina ziyaretimi iptal ederek, derhal Türkiye’ye dönerim.” mesajını gönderir. Bunun üzerine Yunanlılar resmi görüşmelerde konuya değinmezler.
1952’lerde siyasi çevrelerde, İngiltere’nin Ada’dan çekileceği konuşmaları artar. İşte bu sıralarda Alman Devletler Hukuku Profesörü Prof. Hirş, bir eserine şu notu koyar:
 “...Olmaz ya, şayet İngiltere bu adayı bırakacak olursa yine eski sahibi Türkiye’ye iade etmesi gerekir.  Adanın stratejik önemi ve Türkiye’nin savunması meselesinde taşıdığı büyük önem onun yine Türkiye’ye iade edilmesini gerektirir. Ada halkının bile bu konuda değişik seçeneklerinin olmaması lazımdır...”  

YUNANİSTAN RESMEN TARAF OLUR

Eoka’nın eylemleri, Türkiye’nin Kıbrıs’a bakış açısını değiştirmeye başlar. 1954 seçimlerinden sonra yeniden iktidara gelen Menderes, Devlet Bakanı olarak atadığı Fatin Rüştü Zorlu’ya, Kıbrıs’ın sorumluluğuna da verir. Zorlu’nun Kıbrıs konusunda tespit ettiği iki ana ilke şu olur: Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde en az Yunanistan kadar söz sahibi olduğunu belgeleriyle kanıtlamak ve dünya kamuoyuna duyurmak. Dava çözülünceye kadar Kıbrıs Türklerine her türlü yardımda bulunarak, baskıya dayanma güçlerini arttırmak.
Türkiye gerçekte Kıbrıs konusunda Yunanistan’ı taraf ve muhatap etmezken,   Zorlu’nun peşinen özellikle birinci ilkeyi nasıl ve neye göre belirlediği anlaşılamamıştır. Çünkü, Zorlu’nun bu ilkesi, en azından Yunan Başbakanı ile Kıbrıs’ı görüşmeyi reddeden Başbakan Menderes’in politikasına terstir.  
Ada’daki Türklerin saldırıya uğraması üzerine Türkiye, 23 Ağustos 1955’de İngiltere Büyükelçisine bir nota vererek, Türklerin can ve mal güvenliklerinin korunması ister. Nota’da, Kıbrıs’taki Türklerin imha tehlikesine maruz kaldıkları belirtilerek, Türkiye’nin buna karşı hareketsiz kalmasına imkan bulunmadığı bildirilir. İşte bu Nota’dan sonra Londra konferansları süreci başlar. Ancak artık masada Yunanistan da vardır.  
Oysa Başbakan Menderes, Londra’ya gidecek heyete yola çıkmalarından önce  şu talimatı vermiştir:  
“Kıbrıs’taki ırkdaşlarımıza karşı bir katliam yapılacağı etrafta duyulmaktadır. Oradaki halkımız silahsız ve hareketsiz olabilir. Ancak bu durum hiçbir zaman onların bir an için dahi savunmasız kalacakları anlamına gelmez...Türkiye’nin Kıbrıs statükosunda bugün için ve hatta yarın için bu memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü yoktur...Şu noktayı da Yunanlıların gözleri önüne sermek gerekir. Çoğunluk ilkesine dayanarak mı, daha dün denilecek kadar yakın geçmişte Ankara önlerine kadar gelmişlerdir?..Kıbrıs Anadolu’nun devamından ibarettir ve güvenliğinin esaslı noktalarından biridir. Kıbrıs’ın bugünkü durumunda bir değişiklik sözkonusu olursa...uygun bir çözüm bulunması gerekecektir. Bu da Kıbrıs’ın Türkiye’ye iadesinden başka bir şey değildir.”    
Londra Konferansı’nın toplandığı tarihte dahi Kıbrıs toprakların yüzde 60’ı Türklere aitti. Londra Konferansı’nda Zorlu, Lozan Antlaşması’nın 30. maddesine atıfta bulunarak, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki egemenlik hakkını sadece İngiltere’ye devrettiğini hatırlatır. İngiliz Hükümeti, Kıbrıs üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçmek niyetinde ise Kıbrıs adası asıl sahibine dönmeliydi. İngiltere, Türkiye’den aldığı bu toprağı, Yunanistan’a devredemezdi. Yunanistan, Kıbrıs sorununda Türkiye’ye muhatap bile olamazdı. Zorlu, konferansta özetle bu görüşleri savunur. 
Türk heyeti başkanı Zorlu, konferansta daha çok Türkiye’nin güvenliğini ön plana çıkarır ve “Kıbrıs adasının Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısında  büyük önemi vardır. Bir savaş halinde Kıbrıs hesaba katılmazsa Türkiye’nin kuvvet ve kudretinin sürekliliği sağlanamaz...Lozan Antlaşması, Kıbrıs’ın geleceğinin ilgili taraflar arasında tayin edilmesini öngörür. Taraflar ise Türkiye ve İngiltere’dir...Kıbrıs’ta selef determinasyon ilkesi uygulamaya kalkışmak, Lozan’ın kurduğu düzeni olumsuz yönde etkiler ve çok kapsamlı sonuçlar doğmasına sebebiyet verebilir.” der. Türkiye’ye göre, Yunanistan Kıbrıs konusunda muhatap bile değildi ama Londra Konferansı’ndaydı ve bilinen self determinasyon talebini tekrarlıyordu.

MASEJTE KRALİÇE HÜKÜMETİ’NİN ŞARTI 

Bu dönemde Kıbrıs’a stratejik açıdan bakan sadece Türkiye değildi. İngiltere Başbakanı MacMillan Konferansı açış konuşmasında, Ada’nın stratejik açıdan İngiltere için de büyük önem taşıdığını söyler. MacMillan’a göre, “Ada üzerinde Türklerle, Yunanlıların yakın ve uzak emelleri ne olursa olsun, onlar şunu iyi bilmeliydiler ki, İngiltere’nın Kıbrıs’taki kara, deniz ve hava üslerinin tartışma konusu yapılmasına Majeste Kraliçe’nin hükümeti asla razı” olmayacaktı.  
Londra Konferansı hiçbir sonuç vermeden dağılır. Konferans sırasında Zorlu’nun yaptığı özel görüşmelerde, İngiliz Dışişleri Bakanı, İngiltere çekildikten sonra Kıbrıs’a  belirli bir özerklik tanınabileceğini ancak Türkiye’nin hak ve çıkarlarının da korunacağı mesajını verir. Zorlu bu görüşmeleri Başbakan Menderes’e aktarır. Menderes’in talimatı açıktır.
“İster resmi, ister gayrı resmi, ister esasa, ister prosedüre ait bulunsun, Kıbrıs konusunda hiçbir tavize yanaşmayacağımızı her fırsatta muhataplarımıza anlatınız.”
Zorlu, İngiliz yöneticilerle görüşmesinde, “İngiltere isterse Ada’dan ayrılabilir ama Türkiye ayrılmayacaktır.” der.
İngiltere’nin adadan çekilmesinin kesinlik kazanmasından ve Rumların terör hareketlerinin hızlanmasından sonra artık Türkiye için de “bir Kıbrıs meselesinin var olduğu” ortaya çıkar. Türkiye politikasında değişiklik yapılır ve bir daha “Kıbrıs meselesinin olmadığından” söz edilmez. Ancak önceleri, “adayı eski sahibine teslimden” bahseden İngiltere, Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan arasında taksim edilmesi tezini savunmaya başlar. Başbakan Menderes ise artık meselenin Yunanistan’la anlaşma yoluyla ve barış içinde halledileceğine inanıyordu. Bunun sebebi de Yunanistan Başbakanı Karamanlis ile olan kişisel dostluğu, fikir birliği ve ona olan güveniydi.  
Kıbrıs 1957’den itibaren artık uluslararası bir konu haline gelir, bir anlaşmaya varılması için Türkiye-Yunanistan-İngiltere arasında görüşmelere başlanır ve BM gündemine girer.  
Bugün olduğu gibi, o dönemde de Kıbrıs, Ortadoğu’da çok özel bir stratejik konumdaydı. Bölgedeki petrol üretimi 1938’deki 6 milyon tonluk düzeyden, 1955’de 163 milyon tona yükselmişti. Bölge, dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’ine sahipti ve o tarihlerde İngiltere, petrol ihtiyacının üçte ikisini bu bölgeden karşılıyordu. MacMillan, İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesinden sonra Kıbrıs’ın alternatif bir üs oluşturduğunu söylüyor ve Ada’nın deniz kuvvetleri, özellikle de hava kuvvetleri açısından büyük değer kazandığını vurguluyordu. MacMillan’ın şu sözleri dikkat çekicidir:
“...Az kişi Kıbrıs’ın gerek bizim, gerek Türkiye için taşıdığı önemin farkında. Gerçek şudur ki, Kıbrıs Adası’nı kim elinde bulundurursa, İskenderun Limanı’nı ve Türkiye’nin arka kapısını kontrol altına alır.”
İngiltere’nin bu görüşü, kapalı kapılar ardında değil açıktan da söyleniyordu. İngiltere Başbakanlarından Eden, Avam kamarasındaki bir konuşmasında, “Kıbrıs’ın yalnız İngiltere ve Yunanistan’ı ilgilendiren bir sorun olduğunu asla düşünmüş değilim. Kıbrıs’ın, Türkiye’nin savunması açısından önemi büyüktür. Kıbrıs’ın statüsünde bir değişiklik yapıldığı takdirde, Türkiye’nin bu adayı, İngiltere’ye terk etmesiyle ilgili hükümleri içeren Lozan Antlaşması’nın değiştirilmesini isteyeceğini bildirmesi hayret uyandırmamıştır.” diyordu. 
İngiltere Kıbrıs adasının kendisi için stratejik önemini asla unutmaz ve anlaşmalarda da bunu asla gözardı etmez. Ada’nın, İngiltere’ye kiralanmasının anlatıldığı bölümde de vurgulandığı gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamasında en önemli tartışmalardan birisi Ada’daki üslerin kullanılması konusunda yaşanır. Hatırlanacağı gibi Makarios üsler konusunda direnç gösterince, İngilizler, özel hayatına ilişkin bilgilerle Makarios’a şantaj yaparak, isteklerini kabul ettirmiştir. 
Kıbrıs’ın 1878’den 1960’a kadar olan 82 yıllık dönem gerçekten hazindir ve     nereden, nereye diye hayıflanmamak mümkün değildir. Bize ait, üstelik de stratejik açıdan büyük önemi herkes tarafından kabul edilen ve geçici bir süre için İngiltere’ye kiralanmış olan Kıbrıs’a, bir süre sonra devletin içinde bulunduğu zor koşullardan istifade edilerek el konulmuş, daha sonra da sömürge yapılmıştır. Ada’nın gerçek sahibi olan Türkiye, bu işgale seyirci kalırken, hiç ilgisi olmayan Yunanistan,  Megali İdea hedefi doğrultusunda verdiği inanılmaz bir mücadele sonucunda önce Kıbrıs’ın ortağı, bugün ise tümünün sahibi olduğunu iddia eder hale gelmiştir. Oysa Türkiye başlangıçta Yunanistan’ı muhatap almıyor, Ada ile bir ilgisinin olmadığını söylüyordu. Zaman içinde Yunanistan muhatap alınıp, görüşme masasına oturulmuştur. 82 yılın sonunda da, İngiltere ve Türkiye ile birlikte Yunanistan’ın Kıbrıs garantörlüğü kabul edilmiştir. 1960’dan bugüne geldiğimizde ise başlangıçta muhatap saymadığımız Yunanistan bizi muhatap almamaya başlamış, Ada’nın tümüyle Rumlara ait olduğu iddiasını uluslararası platformlara taşıyarak, kabul ettirmeyi başarmış ve devreden çıkarak, sorunu Türkiye-AB sorunu haline getirmiştir. Bununla da yetinmemiş, Kıbrıs sorunun çözümünü, Türkiye’nin AB üyeliğinin şartları arasına koydurarak, meseleyi tümüyle Türkiye’nin omuzlarına yükletmiştir. Bir tarafta mücadele, kararlılık ve usta diplomasi, diğer tarafta ilgisizlik ve politikasızlık...İşte sonuç; 124 yıl sonra Kıbrıs’ta Enosis’e ramak kalmıştır.     


ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR LONDRA KONFERANSI

1950 Yılında yapılan Enosis plebisitinden sonra, Yunanistan'ın siyasi tercihini daha açık bir şekilde Enosis lehinde ortaya koyması, Kıbrıs Rum liderliği için yeni arayışların doğmasına neden olur. Kıbrıs Rum liderliği ile kilise sorunu, "Self-determinasyon hakkı" gibi bir çerçeveye sokarak, dünya platformalarına taşımak niyetindeydi. Nitekim Yunan yönetimi ile yapılan işbirliği sonucu sorun, ilk kez 1954 yılında "Self-determinasyon", yani "Kıbrıs'ın kendi geleceğini tayin etme hakkı" talebiyle BM'e götürüldü. Oysa Kıbrıs'ta iki ayrı halk vardı ve Self-determinasyon hakkı, her iki halk için de geçerli olmalıydı. Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye, Yunanistan'ın bu başvurusuna büyük tepki gösterir. Bu tepkinin etkisi ve İngiltere'nin karşı yönde tavır koyması sonucu konu, BM gündemine alınmaz. Kıbrıs Rumları bundan sonra 1 Nisan 1955'den itibaren silahlı eyleme başlar.
İngiltere'nin Orta-Doğu'daki etkinliğini kırıp yerini almak ve Akdeniz'de bir güç olmak isteyen ABD de, Rum-Yunan ikilisinin Enosis talebini destekleyip, İngiltere'yi köşeye sıkıştırmaya çalışır. İşte bu baskıların da altında, geride kalan bölümlerde de belirtildiği gibi çıkış yolu arayan İngiltere, Ada’nın gerçek sahibi olan Türkiye'yi Kıbrıs sorununa resmen taraf yapmak ve bir denge sağlamak üzere harekete geçerek, 29 Ağustos 1955'de Londra Konferansı'nı düzenler. Londra'da yapılan bu konferansın tarafları, Türkiye Yunanistan ve İngiltere’dir. Yunanistan toplantıda, "Self-determinasyon" adı altında Enosisi isterken, Türkiye, adadaki her iki halkın da Self-determinasyon hakkının olduğu görüşünü  savunur. Toplantıdan somut bir sonuç çıkmaz.  

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder