31 Ekim 2016 Pazartesi

Türkiye'nin Çevre Ülkeleriyle İlişkileri BÖLÜM 2




 
Türkiye'nin Çevre Ülkeleriyle İlişkileri
BÖLÜM 2
 
 
 
  Irak             
                                                                                                                                                                                                    
İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda, henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin teröre olan desteği daima göz önünde tutulmalıdır. Tutum ve davranışları yakından takip edilmelidir. Kendi kaderini tayin etme, Kerkük’ü kendi bölgesine dahil etme, ihtilaflı bölgelerde hak sahibi olma, hatta Birleşik Kürdistan düşüncelerini açıkça ifade etmektedir.
Bunlar görmemezlikten gelinemez. Bu yönetimin statüsünün Türkiye’ye olan etkileri dikkat edilecek en önemli konudur. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini müteakip, içeride çıkabilecek karışıklıkları önleme adına ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine sıcak bakılmamalıdır. Kendi elimizle bir devlet yaratma tehlikesinin bulunduğu hesaba katılmalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.
 
Suriye   
  
Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır.
 
  1999 yılında terörist başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde bulunmuştur.
Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan PKK terörüdür.
 
  Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur. Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam etmektedir. Hatta ortak bakanlar kurulu toplantısı yapabilecek düzeyde bir Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi de teşkil edilmiştir. Memnuniyet verici olan bu gelişmelerin, şartların değişmesi halinde yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceği ihtimalini de dikkate alarak değerlendirilmesinde yarar görülmektedir.
 
  Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler, anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi ilişkilerinden faydalanarak,  Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkeler, hem bölge ülkeleri, hemde uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir. Arabuluculuk
faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilir. Bu nedenle Türkiye’nin, arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda düzenlemesi faydalı olacaktır.
 
İsrail   
 
                                                                                                                              
Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında olmuştur.
ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta tereddüt etmemiştir.
Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir. Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir. Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri olmuştur. Özellikle ABD’den kaynaklanan ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak son yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler kopma noktasına gelecek kadar gerginleşmiştir. Bunda, İsrail’in başta Gazze konusunda olmak üzere sınır tanımaz sertlik yanlısı tavırlarının üstüne “one minute” olayının, “Büyükelçi koltuk krizinin “ Mavi Marmara ” katliamının da gelmesi önemli rol oynamıştır. İlişkilerin yeniden düzelmesi konusunda iki tarafın da arzulu olduğu müşahede edilmektedir. İsrail’deki yangın dolayısı ile başlayan yumuşamanın, ilişkileri eski haline getirmese de, en azından iletişim kurulabilecek duruma getireceği beklenmiştir. Ancak bu konuda tarafların, özellikle iç politikaya ve çevreye vermek istedikleri mesajlardan dolayı cesaretle hareket edemediği görülmektedir. Ayrıca İsrail hükümetinin aşırı sağcı kanadının gerginliği
arttırıcı davranışları, ilişkilerin düzelmesini engellediğine şahit olunmaktadır. İsrail’in tutum ve davranışlarının gözetim altında tutulmasında yarar görülmektedir.
Türkiye ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek verdiği de düşünülmelidir. Ermeni soykırımının ABD Temsilciler Meclisi komitesinden geçmesinde Yahudi Lobisi’nin, ilişkilerin bozulması nedeniyle Türkiye’ye olan desteğini çekmesinin etkisinin olduğu da dikkate alınmalıdır. Buna benzer teşebbüslerde Yohudi Lobisi’nin, İsrail ile ilişkilerin gergin olduğu zamanlarda olumsuz davranışlar içinde olması beklenmelidir. İsrail’in GKRY ile Münhasır Ekonomik Bölge’ye ilişkin yer altı kaynakları konusunda anlaşma yapması da manidardır. Gerginlik artabilir. Ancak Türkiye ile olan ilişkilerini devam ettirme yönünde istekli davranabileceklerini de dikkate almakta yarar görülmektedir. İsrail’deki hükümet değişimi ile bu durum gerçekleşebilir. İsrail’in bölgede, Türkiye gibi demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan, NATO müttefiki, AB aday ülkesi ve Batı anlayışına yakınlığı özelliklerinde başka bir ülke bulamayacağı düşüncesiyle hareket etmesi gerekir.
Bu konuda karşılıklı menfaatler önemli rol oynayacaktır. İsrail ile ilişkilerin, karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke konumunda olması önemli bir faktördür.
 
Yunanistan
                                                                                                                               
İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da, ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması mümkün görülmemektedir. Halen Yunanistan, içinde bulunduğu ekonomik krizden dolayı ve AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye karşı takındığı tavrın rahatlığı ile barışçıl bir görünüm vermektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini, Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK terörüne destek veren ülkeler arasında olmuştur.
 
  Kıbrıs konusu, karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası ve FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki sahasını arttırma çabaları, Türkiye’ye için sürekli problem yaratmıştır. Son zamanlarda başta karasuları olmak üzere bazı konuların müzakere edildiğine ilişkin bilgiler basına intikal etmiştir. Ancak bu konuda son derece dikkatli davranmak ve kesinlikle tavizkâr bir tutum sergilememek gerekir. Geçici iyimserliklere aldanılmamalıdır. Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir.
Sürekli üstün durumda bulunmamızı gerektirir.
 

Bulgaristan     
                                                                                                                  
Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz bir ülke konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme potansiyeli bulunmaktadır. Hatta bilinçaltında oluşan düşmanlıkların küçük de olsa zaman zaman belirginleşmesinden dolayı dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.   

İç Tehditler;                           
                                                                                                                                                                                                                                                            
Yeni düzenlenen ve kabul edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB), tehdit algılamalarında bazı değişiklerin yapıldığı ve tehditlerin ifade tarzının değişik şekillerde yer aldığı söylense de, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu ve özellikle dışarın da desteklenen iç tehditlerde önemli bir sapma olmadığı, tehditlerin kâğıt üzerinden silinmekle de kalkmayacağı bilinen bir gerçektir. Bunların da özellikle bölücülük ve irtica olmak üzere iki başlık altında incelen mesi uygun mütalaa edilmektedir.
 
Bölücülük ;
        
İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir. Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak, milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme, bölücülük tehdidini dolaylı olarak arttıran bir neden olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları, özgürlükler ve demokrasi kavramlarının, küreselleşme adına hâkim unsurlar tarafından, dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanıldığı da görülmektedir.
 
 Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef de üniter devlettir.
 
 Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha tehlikelidir.
 
Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir. Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış müdahaleye kadar uzanabilir.
  Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif olma çabaları gözden kaçmamaktadır.
Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir siyasi parti ile parti dışında olan ancak müşterek anlayıştaki örgütler (DTK, KCK gibi) tarafından da desteklenmektedir.
Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “ Terör yapma, Siyaset yap ” anlayışının yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. 

  Bölücü siyaset, hiçbir şeyden çekinmeden devam etmektedir. Bu siyaset Türkiye’yi 5 yönden kuşatma altına almış durumdadır.
 
  ABD kuşatmanın birinci ayağıdır.
 
Malum haritalar, PKK’yı dolaylı himayesi ve kullanması, terörün yok edilmesine yönelik TSK’nın sınır ötesi harekatına getirdiği tahditler, Obama’nın TBMM’de yaptığı konuşmada vatandaşlarımızın bir kısmını  “ Kürt Azınlık ” olarak nitelendirmesi ve bunların haklarının verilmesi talebi, PKK’nın tasfiyesi için “açılım” konusunu Türkiye’nin gündemine sokarak bölücü siyasete vize sağlaması ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi, devletmiş gibi Türkiye’ye kabul ettirmesi gibi daha da sıralanabilecek bir çok uygulama, ABD’nin bu konudaki girişimleridir. ABD düşünce kuruluşlarındaki konferanslarda, Türkiye’de ve dışarıda bu konuda çok siyaset yapıldığı, bazı konuların durdurulamayacağı, Pandora’nın kutusunun açıldığı, artık geriye dönülemeyeceği, Türkiye’deki seçimlerden sonra yeni anayasa ile hızlı adımlar atılarak sorunun çözüleceği yönünde düşünceler ortaya konmaktadır.
 
  Kuşatmanın ikinci ayağı AB’dir.
 
AB tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan, hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündemdedir. AB ilerleme raporlarının tümünde “Kürt Azınlık” tan bahisle bunlara hak verilmesini talep etmektedir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmektedir. Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak değerlendirilmektedir. AB ülkelerinin bir kısmı, PKK’nın finans desteği almasına, medya organları ile propaganda yapmasına, faaliyetlerini Avrupa’da sürdürebilmesi için dernek, büro ve çeşitli enstitüler kurmasına imkân yaratmış tır. AP bu konuda çeşitli kararlar almakta ve bölücü siyaset yapanların parlamentoda propaganda yapmalarına fırsat tanımaktadır. AB’nin bu yaklaşımları bölücülük tehdidinin bir parçası olarak nitelendirilmektedir.
Ayrıca AİHM’nin, Anayasa’nın 68. Maddesindeki “siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerini; devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz” ifadeye dayanarak, buna aykırı hareket ettiği için kapatılan HADEP ile ilgili vermiş olduğu, kapatma kararının haksız olduğuna ilişkin yaklaşımı dikkat çekicidir. Karar, Avrupa’nın davranış ilkesinin aynası olarak nitelendirilebilir. Bu gelişme, bölücüleri daha da radikalleştirebilecektir.

 Üçüncü ayak Irak’ın kuzeyindeki yönetimdir.
 
Bu yönetim hem Türkiye’deki bölücü hareketleri desteklemekte, hem de kendi kontrolünde tuttuğu bölgedeki PKK terör örgütünü himaye etmektedir. Irak üst
yönetimindeki bazı yetkililer de etnik kökeninden dolayı bu duruma göz yummaktadır. Bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüşmesi amacı, geçerliliğini korumak ta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki bu yerel yönetimi korumaktadır. Kuzeydeki yönetim, “Kürtlerin bir bütün olduğundan söz ederek Birleşik Kürdistan konusunu gündeme getirmekte, Kerkük’ün Kürdistan toprağı olduğu hususunu tartışılamaz görmekte, ihtilaflı bölgelerin ise kendilerine ait olmasının uygun olacağını söylemekte, kendi kaderlerini tayin etme haklarının olduğunu” beyan etmektedir. Bu sözlerin ifade edildiği Erbil’deki toplantıya, Türk elçilik mensupları ve Türkiye’den giden parlamenterler de katılmış, hatta konuşmalar dahi yapmıştır.
  Kuşatmanın dördüncü ayağı PKK terör örgütünün kendisidir. Görevi, Kürtçülük konusunu iç ve dış kamuoyunun dikkatine getirmek, korku, panik, telaş, baskı ve bıkkınlık yaratarak isteklerin kabulüne ortam hazırlamaktır. Bölücü siyasetin önünü açmak, eylemsizlik kararları ile siyasi sonuçlar beklemek, siyasetin tıkanması halinde yeniden terör yapmak için varlığını devam ettirmektir.
  Kuşatmanın beşinci ayağı da bölücü iç siyasettir. Bu ayakta TBMM’de etnik/bölücü siyaset yapan siyasi parti, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), İmralı ve kısmen de Kandil vardır. Ayrıca bu siyaseti ve hareketi doğrudan destekleyen medya yazarları, aydın olarak nitelendirilen bölücüler ve TV yorumcuları bulunmaktadır. Bu hareketi dolaylı destekleyen yazar ve medya yorumcularını da dikkate almak gerekir.
 
 Yürütülen bölücü politikadan amaç, siyaset yoluyla bir Kürt Milleti yaratmak, bunu anayasada yapılabilecek değişiklikle gerçekleştirmek mümkün olmadığından yeni bir anayasa yapılmasına imkân sağlamaktır. Oluşumu yerel yönetimler kanunu ile güçlendirmektir. Demokratik Özerklik hedef olarak alınmıştır. Bu çerçevede; ayrı bir millet, yönetim, güvenlik gücü, Kürtçenin eğitim dili olarak kullanıldığı ayrı bir öğretim teşkilatı, ayrı sosyal, kültürel ve sportif kuruluşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olanaklarından istifade eden, ancak kendi sembol ve bayrağı da bulunan bir yönetim oluşturulmaya çalışılmaktadır. Dil konusu ön planda tutulmaktadır.
 
Hiç çekinmeden Güneydoğu Anadolu bölgesini “ Kürdistan ” olarak adlandırmak tadırlar. Sonrası zaten bilinmektedir.
 
  İmralı, varlığını ve önemini korumak için terör örgütünün tasfiyesine sıcak bakmamaktadır. Netice alınamaması halinde terörün yeniden gündeme geleceği tehdidinde bulunabilmektedir. Hatta bu konuda gündem yaratmaktadır. DTK, mevcut ortamı bir fırsat olarak görmekte, bunun kaçması halinde, terörü ima ederek, arzu edilmeyen gelişmelerin olabileceğini beyan etmektedir. Kandil de, önem, menfaat ve konumunu muhafaza için tasfiyeden yana değildir. Terörü önleme ve  “açılım” adı altında bölücülerle dahi müzakere etme yanlışı da devam etmektedir. Kürtçülük konusunda atılan adımlar, olur olmaz yerlerde jest yapmak için yapılan Kürtçe konuşmalar, kamuoyuna marifet olarak yansıtılmaktadır. Bölücüler amaçlarına uygun olarak Türkiye’de gündem oluşturabilmekte, bunu önlemek için herhangi bir tedbir alınmamaktadır.
  Bu gelişmeler, Türk Vatanı’nın ve Türk Milleti’nin varlığını, bütünlüğünü, güvenliğini, ulus-devlet ve üniter-devlet anlayışını ortadan kaldırabilecek,
Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine yol açabilecektir. Tehlikenin fark edilmesi ve ettirilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği açısından bir zarurettir.
  Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir. Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket edilmesi esas alınmalıdır.
AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog içinde olunmalıdır.
Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine, muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir. Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı,
güvenliğimizin hiçbir ülke veya yönetimin inisiyatifine ve insafına bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da arkasında kararlılıkla durulmalıdır.
 
 Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Terör örgütünün mutlak anlamda
etkisi kırılmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve devlet otoritesini sarsmasına ve bunları ortadan kaldıracak vasıta olarak kullanılmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi bu konuda önemli bir etken olacaktır. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için bir kısım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir.
 
Bu konuda tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması da gereklidir. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirler de takip etmelidir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir. Bölücülerin medyayı kullanarak propaganda yapmasına ve halkı bölünmeye alıştırmasına, siyasilerin de siyasi rant için yanlışlıklar yapmasına engel olunmalıdır. Kamuoyu desteğinin kazanılması ve hareketin halk tarafından
benimsenmesi için de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.
 
 Bölücüler artık, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı meydan okumaktadır. Türkiye, hem iç hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan bölücülüğe karşı kesin ve etkin tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli faktördür.
 
 İrtica  
                                                                                                                                   
Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Bu ifade, ülkeye dini bir yaşam tarzının getirilmesi, devletin ve kamu kuruluşlarının davranış biçimine dini motiflerin hâkim olması, millet anlayışının ümmet anlayışına dönüştürülmesi, biat kültürünün oluşturulması, tarikat ve cemaat yapılanmalarının yönetimde etkili duruma gelmesi gibi konuları kapsamaktadır.
  Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere bağlı olması, değişime adapte olamaması
veya çarpık adaptasyona tabi olması, açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır.  Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça devletin kadrolarına girmiş ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmıştır.
 
 İrticai unsurlar laiklik karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal, cemaat ve tarikat adı altında da yasal olmayan oluşumlar vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedir. Ülkemizdeki etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün kurumların, hatta TC vatandaşı olan herkesin, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda olması, demokratik sistem içinde laik devlet anlayışını korumak için mücadele etmesi gerekmektedir. Bu konuda yapılacak mücadelede,  samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerinin rencide edilmemesine özel itina gösterilmelidir. Aksi halde bu konu ters yönde kullanılabilir ve irtica
tehdidini güçlendirebilir.   

ABD Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri;

 Türkiye Genel;
 
  Türkiye’nin gerek çevre ülkeleri ile ilişkilerinde, gerekse güvenlik algılamasında, küresel bir güç olan ABD’nin etkisi olduğu bilinmektedir. ABD’nin yeni yönetiminin tüm davranışlarından anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol sağlamak olduğu değerlendirilmektedir.
Önceki dönemde bu politikayı gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini de değerlendirmek gerekir.
  ABD ile “ Stratejik Ortak ” olmadığımız ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde “ Stratejik Müttefiklik ” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerde, tek taraflı bir anlayışın değil, karşılıklı menfaat ilişkisine dayanan anlayışın esas alınması, al-ver durumunun birbirine zarar vermeden gerçekleştirmesi gerekir. “ Model Ortaklık ” tabirinin, güçlü ilişki kurabilme ve bir ayrıcalık ifadesi anlamında “Stratejik Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye olan ilişkilere yeni bir strateji ile yaklaşmasının altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir.  Bu beklentilerinin neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün olabilecektir.

 Irak konusunda;
 
  ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur. Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı, Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır.
 
  ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde 2011 yılı sonuna kadar çekeceğine ilişkin bir SOFA antlaşması bulunmaktadır. Bu plana ana hatları ile uyum gösterilmektedir. ABD, çekilmenin tamamlanmasını müteakip, PKK terörünün devam etmesi halinde Türkiye’nin sınır ötesi harekât yapabileceği ve bu durumun Irak’ın kuzeyindeki yönetimin varlığını tehlikeye sokabileceği düşüncesi ile PKK’nın tasfiyesi konusunu gündeme getirmiştir. Türkiye’deki yönetim de, PKK terörünün bir şekilde sona ereceği ümidi ile bu durumu kabullenmiştir. Yönetim tarafından, aslında “ Kürt Sorunu ” olarak değil, “Kürtçülük Sorunu” olarak adlandırılması gereken konuya çözüm için, önce “Kürt Açılımı”, daha sonra da “Demokratik Açılım” adı altında bazı uygulamalar getirilmeye çalışılmıştır. Ancak bu uygulamalar ve yaklaşım tarzı, ülke içindeki siyasi bölücülük konusunu güçlendirmiştir. Halen yaşanan süreç bu çerçevededir. ABD’nin daha sonra, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde bulunabileceği, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebileceği beklenmektedir.

 İran konusunda;
 
  ABD İran’ı hem kendi açısından, hem Avrupa açısından, hem de NATO kapsamında tehdit olarak görmektedir. Ancak yine de İran ile diyalog kurarak ve müzakere ederek onu sisteme uyumlu hale getirmeye çalışmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı’dan uzak durmasına bağlı olduğuna inanmaktadır.
B
u konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Türkiye’nin, İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya konan yaptırımlar konusundaki tutumu ABD’yi rahatsız etmiştir. ABD, Türkiye’nin bu yaklaşımını, komşularla iyi ilişki kurma düşüncesi ile sergilediğini düşünmekle birlikte, bunda ideolojik nedenlerin rol oynayıp oynamadığı hususunda da şüphelere sahiptir. Türkiye’nin Füze Kalkanı konusundaki tutumu ise hem ABD, hem de NATO açısından olumlu karşılanmıştır.

 Suriye konusunda;
 
  Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.

 İsrail ve Hamas konusunda;
 
  ABD, Türkiye’nin İsrail ile yaşadığı olumsuz gelişmelerden rahatsız olmuştur. Bu konuda taraflardan, bir diyalog ortamının yeniden tesis edilerek ilişkilerin düzeltilmesi yönünde talepte bulunduğu değerlendirilmektedir.
  ABD’nin, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabileceği değerlendirilmiştir. Ancak Türkiye’nin Hamas’a olan yaklaşımının ideolojik olabileceği düşüncesi ile bu konuda ihtiyatlı davrandığı düşünülmektedir.
 
Afganistan-Pakistan konusunda;
 
  Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermiş ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi, müttefiklerinden de destek vermelerini ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmiştir. Diğer taraftan Afganistan’da bir an önce istikrarın sağlanması ve Taliban ile mücadelenin, Afgan güvenlik güçleri ile yapılabilecek seviyeye kadar çekilmesi ve 2012 yılında kendisi de dahil, NATO’nun muharip kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesi için tedbirler de almıştır. Bu kapsamda Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını talep etmiştir.
 
  Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve güvenmektedir.
Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil
önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Ancak görev sahasının Kabil ve çevresinin güvenliği dışına çıkmaması önem arz etmektedir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur.
  Ayrıca Türkiye-Afganistan-Pakistan arasında bir müddettir yapılmakta olan üst düzeydeki temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da
istikrara hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır.
 
Taliban’ın militan olmayan kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynadığı

 2010-12-20
Armağan Kuloğlu
ORSAM ANALİZ
 
 
 
..
 
 

Türkiye'nin Çevre Ülkeleriyle İlişkileri BÖLÜM 1

 
 
 
 
Türkiye'nin Çevre Ülkeleriyle İlişkileri
BÖLÜM 1
 
 
Armağan Kuloğlu
ORSAM ANALİZ
2010-12-20

Özet

Türkiye’nin çevre ülkeleri ile olan ilişkilerine etki eden birinci faktör, ülkeye müteveccih dış ve iç tehditlerdir. Daha sonra bunu politik, ekonomik ve sosyo-kültürel ilişkiler takip eder. Tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etki ve ilgi alanından, küresel güç unsurlarından, bu kapsamdaki gelişmelerden, bölücü faaliyetlerden, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketlerden kaynaklanabilir. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere zarar verme niyetinin olması ve elinde bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır.
  Tehdit algılaması öncelikli konu olduğunda “ulusal güvenlik” kavramı ön plana çıkmaktadır. Ulusal Güvenlik konusu da çok boyutlu bir kavramdır.
 
 
Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik boyutlar kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.
 
 Türkiye`nin politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlen mesinin ve buna Ege Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’in de dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.  Dünyanın içinde bulunduğu küreselleşme ortamı bir gerçektir.
Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir. Türkiye’nin kendini koruyan bağışıklık sisteminin çökmesine asla izin verilmemelidir.
 
 Anahtar kelimeler: Çevre, Ülke, Güvenlik, Tehdit, Risk, Ulus Devlet, Laik Devlet, Üniter Yapı.  

Çevre Ülkeleriyle İlişkiler
 
       Ülkelerin çevreleriyle olan ilişkileri, onların bulunduğu coğrafyaya, jeopolitik duruma, sosyo-kültürel yapılarına, politik anlayışlarına, ideolojilerine, tarihi
geçmişlerine, askeri ve ekonomik güç ve imkânlarına ve dünyaya hâkim genel siyasi atmosfere göre şekillenmektedir. İlişkilerin bu faktörlerin ışığında şekillenmesinde ön plana çıkan husus, çevredeki ortamın ve ülkelerin tehdit olup olamayacağı konusudur. Daha sonra bunu politik, ekonomik ve sosyo-kültürel ilişkiler takip eder.
Tehdit olma konusu ön plana çıkınca da güvenlik kavramı önem kazanmaktadır. Bölgemizin özelliğe nedeniyle güç kavramı ve güce dayanan politikaların da öncelik olması nedenliyle konuyu, güvenlik konusu esas alınmak suretiyle incelemekte yarar görülmektedir. 
 
Güvenlik ve Ulusal Güvenlik

  Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik, psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur.  Reaktif (etki-tepki) yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak, bu mümkün olmuyorsa yönlendirmek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler manzumesi olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif yaklaşımlardır.
  Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana boyutta önem kazanmaktadır. Politik güvenlik, devletin yapısının, yönetiminin ve rejiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve / veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve korunmasını kapsamaktadır.
  Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır.
Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzlarının
saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve korunmasıdır. 

  Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir. Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik hususlarını kapsar.  Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket noktasıdır. Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi, bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmektedir. “Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir. Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır.  Milli güç unsurlarından politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin
başat belirleyicisi konumundadır.
 
 Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslara¬rası konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedeflerin de göz önünde bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.  Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi), Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. Bu suretle hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate almaları sağlanabilir.  Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.
A
ncak bu belgenin hükümetlerin ideolojik yaklaşımlarını değil, devletin güvenliğe ilişkin gerçek durumunu yansıtması önem arz etmektedir.  
 
Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi
 
 Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı, sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir.
Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir denge
gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler, uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler, Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak değerlendirilmektedir.  Savunma sanayii, araştırma ve geliştirme çalışmaları, harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılık tan kurtulmak için milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunulan askeri iş birlikleri, üyesi olunan uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar, balistik füzeler ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları, Türkiye’nin askeri güvenlik sınırlarını belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.
  Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü olmak üzere politik gücünün ve askeri gücünün öncelikle bölgesel alanda, daha sonra etki alanına giren çevrede, kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.
  Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya`yı ve bu kapsamda Ege Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’i içine alacak bir bölgeyi içermektedir. Bu çerçeve sadece güvenlik açısından değil, aynı zamanda etkili olabileceği ve ilgi gösterebileceği bir alanı da ihtiva etmektedir. Ancak, Türkiye`nin bu bölgelerin tamamını, şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi görünür gelecekte mümkün görülmemektedir.
Türkiye`nin bu bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş birliğine ihtiyacının olduğu ve bu nedenle bölgede çıkar sağlamaya çalışan diğer devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlen dirilmektedir.       
 
Risk ve Tehditler   
 
Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir.
 
Değerlerin korunması, ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir.
Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir.
Ancak bir konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.    Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel Merkez’ Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk ve tehditleri içermektedir.
 
Bu risk ve tehditlere, yeni NATO Konseptinde de kabul gördüğü üzere Balistik Füze Sistemleri de dahil olmuştur.  
 
Küreselleşmenin Tehdit Boyutu
 
  Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine, merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleş menin görünürdeki hedefleridir. Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin politik hedefi olarak görülmektedir.
  Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği, ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin ortadan kalkmasıdır.
Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal, sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar.
Denetim gücünü bir başkası ile paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin varlığını tehlikeye sokar.
Devletin kontrol kapasitesinin azalması; vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir.
Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm dünyada etkisini
göstermektedir. Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir. Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. 
 
Ülkemizde de küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır. Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Fakat son yıllardaki gelişmeler, bu anlayışı tehdit etmektedir.  
 

Türkiye’nin Etki ve İlgi Alanındaki Ülkeler ve Tehdit Algılamaları;

  Türkiye’nin çevre ülkeleri ile ilişkilerde güvenlik algılamaları ön plana çıkmakta, bu durum, doğal olarak tehdit algılamaları ile de doğru orantılı olmaktadır.
21. Yüzyıldaki tehditler, küreselleşmenin yaygınlaşmasına paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır.
 
Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç hareketleri, siber taarruzlar, balistik füzeler gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan dış tehditler;  jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek mümkündür.

Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır. Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli mütalaa edilmektedir. 
  
Dış Tehditler  
Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan, genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya tehdit olması beklenmeyen Türkiye’nin çevresindeki ülkeleri incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır. 
 
 Rusya
 
  Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler Birliği ve Varşova Paktına karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir. Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır. Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum
izlemeyi gözetmemizde fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
  
 Ukrayna ve Gürcistan
 
  Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir. Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak gerekmektedir.   
 
Ermenistan
 
  Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilir. İlişkilerin düzelmesi yönünde, ABD’nin de telkinleri ile ortaya çıkan genel açılım politikaları çerçevesinde, “Ermenistan Açılımı” da söz konusu olmuş, bu konuda protokoller yapılmış, ancak özellikle Ermenistan’ın olumsuz tutumu nedeniyle yürürlüğe girememiş ve dondurulmuştur. Bu açılım çerçevesindeki görüşmeler ve hazırlanan protokollerde, diplomatik ilişkilerin kesilmesindeki gerçeklerin göz ardı edildiği, bir noktada tavizkâr bir tutum izlendiği, hatta bu kapsamda “bir millet iki devlet” olarak dış politikamızı şekillendirmeye çalıştığımız Azerbaycan ile olan ilişkilerimizin de bu açılımdan olumsuz etkilendiği müşahede edilmiştir. Diasporanın da etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim doğabilir. Bu durum, başta ABD olmak üzere diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlara sebep olabilir. Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke konumundadır.  
 
İran
 
  Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği konusunda üstün duruma gelmek için PKK örgütüne verdiği desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamıştır ve uygulamaya da devam etmektedir. Siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek arzusundadır. 
İran, hem kendi toprakları içinde, hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadele halindedir.
Bu konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi, bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesinden dolayı gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağını düşündüğü kıymetlendirilmektedir.
Ayrıca PEJAK’ın İran’ı istikrarsızlaştırmak için PKK’nın bir uzantısı olarak ABD tarafından kurgulandığı, bu nedenle İran’ın kendisini savunmak durumunda olduğu da bir gerçektir.
 
 Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini, ancak bunu zaman zaman çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.  Diğer taraftan önce ABD projesi olarak çıkan daha sonra bir NATO projesine dönüştürülen Füze Savunma Sistemi’nde asıl tehdidin İran olarak belirlendiği de bilinmektedir. Türkiye, İran ile ilişkilerin bozulmasına sebep teşkil edeceği düşüncesi ile Füze Kalkanı projesinde İran’ın açıktan tehdit olarak ifade edilmesini arzu etmemiştir. Ancak bu projeye katılmayı da kabul etmiştir.
İran’ın şimdilik 2500 km.ye kadar ulaşabilen balistik füzelere sahip olduğu ve bu menzili zaman içinde daha da arttırabileceği, güdüm sistemini uydulara dayandırarak isabet ihtimalini de daha etkin hale getirebileceği beklenmektedir. Nükleer çalışmaları da dünyaca takip edilmektedir.
  Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır.
Bu bakımdan İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Ancak komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı dikkate alınmaktadır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir.

  Müdahale kaçınılmaz duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde ilerleyen zaman içinde yapılan müdahaleye dolaylı destek vermesi gerekebilir. Mümkün olduğunda bunu NATO bünyesinde gerçekleştirmesi tercih edilmelidir.
Ancak bu desteğin zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de düşünmek gerekir. Diğer taraftan İran’a ve müzakere ortamı yaratılmasına destek olurken, müttefik durumunda veya içinde bulunduğumuz uluslararası kuruluşlar ve ülkelerin Türkiye’ye karşı tavır alabilecekleri durumunu da hesaba katmak gerekir. İran sahip olduğu imkân ve kabiliyetleri itibariyle potansiyel olarak tehdit olabilecek boyutta bir ülkedir. Tehdit olama durumu şartlara göre değişebilir.
 
 
2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
 
 
****
 
 

28 Ekim 2016 Cuma

Siyasal İktidar Eliyle 1919’a Geri Döndürülmek

 
 
 

Erdoğan’ın Lozan Çelişkisi ve Ege Adaları Konusunda Kamuoyundan Saklanan Gerçekler Üzerine Düşünceler

 
 
Yazar: Bülent Şener
 
Giriş: Siyasal İktidar Eliyle 1919’a Geri Döndürülmek
 
AKP iktidarının iç ve dış politikada izlediği irrasyonel, yanlış, öngörüsüz ve tutarsız politikalarının sonucu olarak Türkiye’yi 21. yüzyılın başında yüz yüze bıraktığı tehdit ve tehlikeler herhalde 1919’dakinden daha az korkunç, yıpratıcı ve yok edici değildir. Hal böyleyken, 29 Eylül 2016 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın 1919’un o zifiri karanlığından Türkiye’yi bin bir yokluk ve yoksulluk içerisinde çekip çıkaran ve bunu Lozan Barış Antlaşması’yla taçlandıran kadroyu ve onların eserini açıktan hedef alarak:
“Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler, birileri de bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştılar, her şey ortada. İşte şu anda işte şu anda Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik; zafer bu mu? Oralar bizimdi, oralarda hala bizim camilerimiz var, mabetlerimiz var. Ama şu anda hala Ege’de ‘kıta sahanlığı ne olacak, havada ne olacak, denizde ne olacak’ bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar o anlaşmanın hakkını vermediler, veremediler, veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz.”[1]şeklindeki sözleri, Türkiye’nin hangi noktaya sürüklenmekte olduğunun ibretlik bir örneği olarak tarihe geçmiştir.
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle, temel değerleriyle ve uluslararası meşruiyetini sağlayan bir hukuk belgesiyle bu derece sorunlu bir siyasal iktidarın temsilcilerinin her fırsatta tarihsellikten, bilimsellikten, sağduyudan ve rasyonel gerçekliklerden yoksun bu tür açıklama ve yaklaşımları artık alışılageldik sığ, ütopik ve arkaik ideolojilerin dışa vurumu olsa da, gerçekte bu aynı zamanda kamuoyunun dikkatlerini psikolojide “yansıtma”[2] olarak ifade edebileceğimiz bir tür savunma mekanizmasıyla başka yöne çekme ve kendi kusur ve başarısızlıklarını örtmenin bir aracıdır da. Zira, Tayyip Erdoğan, Lozan Barış Antlaşması temelinde Ege Denizi’ndeki adaları bahis konusu yapıp 1923’ten bu yana bu konuda “başarısızlık” olarak nitelediği bütün durumları ve sonuçları −hiç de alakası olmadığı halde− Lozan’a ve onu ortaya çıkaran iradeye yıkarken, aslında 2004 yılından bu yana gerek başbakan, gerekse cumhurbaşkanı olarak Ege’de Yunanistan lehine sonuçlar doğuran politika ve yaklaşımlarının başarısızlığını ve bunun milli menfaatler üzerinde yarattığı tehdit ve tehlikeleri kamuoyunun dikkatinden kaçırmaya ve bu çerçevede mevcut gerçekliği “yansıtma” ve “algı yönetimi/bilinç yapılandırması”yla ters-yüz etmeye çalışmaktadır. Erdoğan’ın “Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik; zafer bu mu?” dediği adalar Lozan’da verilmediği gibi, bizzat kendisinin başbakan olduğu dönemde 2004-2008 yılları arasında Lozan Barış Antlaşması ve Paris Barış Antlaşması’na aykırı olarak Yunanistan’ın egemenliğinde olmadığı halde Ege Denizi’ndeki ve Akdeniz’deki toplam 17 ada(cık) ve 1 kayalık üzerinde Yunanistan tarafından başlatılan sistematik işgal eylemleriyle bir “oldu-bitti” yaratılarak fiili bir egemenlik tesis edilmiştir.[3] (Bkz. Harita 1):
 
Harita 1:
 
Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de Egemenliği Bir Uluslararası Antlaşmayla Devredilmemiş ve Lozan Barış Antlaşması ve Paris Barış Antlaşması’na Göre Tarihsel ve Olgusal Olarak Egemenliği Türkiye’de Olan Ada, Adacık ve Kayalıklar
 
 
 
 
 
Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de Yunan bayrağı çekilerek ve bir kısmında kilise ve askeri tesisler kurmak suretiyle Yunanistan’ın “fiili egemenlik” tesis ettiği söz konusu ada(cık)ların dağılımı şöyledir:
 
Ege Denizi:
Andiipsara, Koyun, Fornoz, Hurşit, Nergizcik, Eşek, Bulamaç, Kalolimnoz, Keçi, Koçbaba, Ardıççık, Sakarcılar, Ardacık ada(cık)ları ve Venedik Kayalıkları.
 
Akdeniz:
Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi, Koufonisi ada(cık)ları.
T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın 1 Ekim 2016 Tarihli Açıklaması: Ülke Çıkarları mı Parti Çıkarları mı?
Erdoğan’ın Lozan Barış Antlaşması’yla ilgili gerçekleri yansıtmayan ve çarpıtan ifadelerinden sonra gerek kamuoyunda gerekse muhalefet çevrelerinde buna karşı oluşan tepkiyle birlikte, Ege Denizi’ndeki söz konusu adalar üzerindeki mevcut Yunan işgali karşısında AKP iktidarının kayıtsızlığı ve kendi hatalarını başkalarının üzerine yıkma çabaları üzerine geçtiğimiz günlerde konu tekrardan gündeme gelmiş ve bunun üzerine Dışişleri Bakanlığı 1 Ekim 2016 tarihinde aşağıda yer verilen 242 no’lu açıklamasını resmi internet sitesinden duyurmak zorunda kalmıştır:
 
Türkiye’nin 2003 yılından itibaren Ege denizindeki bazı ada ve/veya adacıkların egemenliğini başka bir ülkeye devrettiğine ilişkin iddia ve haberler tamamen gerçekdışıdır. Öte yandan, komşumuz Yunanistan ile aramızda Ege bağlamında birbirleriyle bağlantılı bir dizi sorunun mevcut olduğu da bir vakıadır. Ege’de bazı adacık ve kayalıkların aidiyeti ve bununla bağlantılı olarak Türkiye ile Yunanistan arasında geçerli bir uluslararası anlaşmayla tespit edilmiş deniz sınırlarının bulunmaması da bu sorunlar arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi, Ege meseleleri Yunanistan ile aramızda mevcut diyalog kanalları çerçevesinde tüm yönleriyle ele alınmaktadır. Ege’deki ada, adacık ve kayalıkların hukuki statüsü bağlamında son 13 yıldır herhangi bir değişiklik olmamıştır.” [4]
 
   Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması dikkatle incelendiğinde bakanlığın mevcut gerçekliği kelime oyunlarıyla ve çarpıtmayla gizleme çabası içerisinde olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bakanlığın açıklamasına göre;
 
1) Türkiye’nin 2003 yılından itibaren Ege denizindeki bazı ada ve/veya adacıkların egemenliğini başka bir ülkeye devrettiğine ilişkin iddia ve haberler tamamen gerçekdışıdır.
 
2) Ege’deki ada, adacık ve kayalıkların hukuki statüsü bağlamında son 13 yıldır herhangi bir değişiklik olmamıştır.
 
Birinci hususla ilgili olarak bakanlık, açıklamasında gerçeği çarpıtma yoluyla gizlemeye çalışmaktadır. Zira, konuyu gündeme getiren hiç kimse 17 ada(cık) ve 1 kayalığın egemenliğinin Türkiye tarafından devredildiğinden bahsetmemektedir. Böyle bir devrin ancak bir uluslararası antlaşmayla ve TBMM’nin onayıyla olacağını Dışişleri Bakanlığı’nın kendisi de çok iyi bilmektedir. Burada bakanlık tarafından çarpıtılan gerçeklik AKP iktidarının 2004-2008 yılları arasındaki işgale ve bunun bugüne uzanan sonuçlarına hala göz yumuyor olmasıdır. Diğer bir deyişle, AKP iktidarı söz konusu ada(cık)lardaki Yunan işgaline yani fiili olarak egemenlik tesisine karşı çıkmamakta hatta bunu zımnen kabul etmekteyken, bakanlık bunu çarpıtarak “hukuki egemenlik tesisi ve/veya devri)nden bahsetmektedir.
 
İkinci hususla ilgili olarak da, bakanlık açıklamasında kelime oyununa başvurarak gerçeği gizlemeye çalışmaktadır. Zira, hukuken yani bir uluslararası antlaşmayla ve TBMM’nin onayıyla bir egemenlik devri olmadığına göre, söz konusu ada(cık)ların “hukuki statü”sü elbette değişmemiştir. Ancak, bu durum ada(cık)ların “fiili statüsü”nün de değişmediği yani “hukuki statü”yle “fiili statü”nün örtüştüğü anlamına gelmemektedir. Zira, 2004’ten bu yana söz konusu ada(cık)larda ortaya çıkan işgal durumu “fiili statü”nün Yunanistan lehine Lozan Barış Antlaşması’na ve Paris Barış Antlaşması’na aykırı olarak gerçekleştiğinin apaçık bir kanıtıdır. İşte bu noktada bakanlık kelime oyununa başvurarak söz konusu açıklamasında “hukuki statü” ifadesini kullanarak gerçeği gizlemeye ve bir anlamda kamuoyunu yanıltmaya çalışmaktadır.
Dışişleri Bakanlığı’nın söz konusu gerçekliği gizleme ve çarpıtma çabasına 3 Ekim 2016 tarihinde konuyla ilgili olarak BİMER üzerinden yapmış olduğum “Bilgi Edinme Başvurusu”na bakanlığın Denizcilik-Havacılık Genel Müdür Yardımcılığı aracılığıyla 7 Ekim 2016 tarihinde tarafıma verdiği kaçamak, umursamaz ve gerçekleri gizleme çabası taşıyan cevapla da şahit olunmuştur. (Bkz. Belge 1)
 
Belge 1:
T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın “No: 242, 1 Ekim 2016, Ege'deki Bazı Ada Ve/Veya Adacıklara Dair İddia Ve Haberler Hakkında Açıklama”sına İstinaden Yapmış Olduğum Bilgi Edinme Başvurusuna
 
7 Ekim 2016 Tarihli Cevabı
 
 
 
“Bilgi Edinme Başvurusu”nda da görüldüğü üzere, Dışişleri Bakanlığı’na kendi açıklamasından yola çıkarak söz konusu ada, adacık ve kayalıklar üzerinde 2003 yılından bu yana başka bir devlet tarafından “fiili bir durum” ve “fiili bir egemenlik” yaratılıp yaratılmadığını, bakanlığın söz konusu ada, adacık ve kayalıklarla ilgili olarak “hukuki statü” ifadesini kullanmaktaki amacını ve bu “hukuki” statünün “fiili” olarak da geçerli olup olmadığını doğrulayıp doğrulamadıklarını son derece açık ve ada(cık) isimlerini de zikrederek sorduğum halde, bakanlığın Denizcilik-Havacılık Genel Müdür Yardımcılığı aracılığıyla tarafıma verdiği cevabın kaçamak, umursamaz ve gerçekleri gizleme çabası mahiyetinde olduğu görülmektedir. Sorduğum sorulara “Evet”, “Hayır” ya da “Bilgimiz yok” şeklindeki yanıtlarla açıklık ve kesinlik getirmek yerine, bakanlığın bu yolu tercih etmesi gerçekten düşündürücü, endişe ve üzüntü vericidir.
Dışişleri Bakanlığı’nın gerçekliği çarpıtma ve gizleme çabasında olduğunu gösteren ve bakanlığın çarpıtıp gizlemeye çalıştığı gerçekliği ortaya çıkaran bir başka gelişme, 25 Mart 2015 günü MHP’li bir grup milletvekilinin ısrarlı soruları karşısında o dönem Milli Savunma Bakanlığı görevinde bulunan İsmet Yılmaz’ın TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı şu açıklama olmuştur:
“Ege Adaları’yla ilgili, Lozan Barış Antlaşması 12’nci maddesi ve Paris Barış Antlaşması madde 14 hükümleriyle egemenliği devredilenler dışında hiçbir adanın egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiştir. Bu ada, adacık ve kayalıkların egemenliği Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne halefiyet yoluyla intikal etmiştir. Hukuken, EGAYDAAK [Ege’de Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada/Adacık ve Kayalıklar]Türkiye Cumhuriyeti’nin hâkimiyetindedir. Antlaşmalarla gerçekleştirilen bu düzenlemeye karşılık EGAYDAAK’ın bir kısmı üzerinde, başından beri ama ta Osmanlı’dan bugüne gelinceye kadar Yunanistan’ın fiilî uygulamaları vardır. Ancak fiilî devlet uygulamaları onların yasal, hukuki statülerini değiştirmez. Bu, uluslararası mahkemelerin de vermiş olduğu karardır. Dolayısıyla, bu durumda EGAYDAAK hukuken Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindedir. EGAYDAAK üzerindeki mevcut olan fiilî Yunan uygulamalarıhukuki statüyü değiştirmez.”[5]
 
Görüldüğü gibi bu açıklamayla bizzat AKP iktidarının milli savunmadan sorumlu bakanı söz konusu ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki Yunan işgalini doğruladığı gibi, partisinin ve kendisinin bu konudaki ihmalkârlığını gizlemek ve sorumluluktan kaçmak için de “yansıtma” davranışı içerisine girerek, bu işgalin sanki kendilerinden önce ortaya çıkmış ve devam eden normal bir durum olduğu yönünde bir “algı” oluşturmaya çalışmıştır. Söz konusu tutanağın devamı incelendiğinde TBMM Genel Kurulu’nda muhalefetin haklı eleştirileri karşısında İsmet Yılmaz’ın bu konuda kendisine ve partisine ait kusur ve yanlışları karşısındakine mal etme çabası içinde olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Sonuç olarak, AKP iktidarı ve onun milli savunmadan sorumlu bakanı, sözüm ona Ege Denizi’ndeki sorunlarla ilgili olarak “istikşafi görüşmeler” devam ederken, Yunanistan’ın söz konusu ada, adacık ve kayalıklar üzerinde kendi egemenliği hakkında kuşkusu olduğunu ve fırsat kolladığını her nasılsa görmezden gelerek, 2004’ten bu yana fiili bir durum yaratarak ileride ortaya çıkabilecek bazı tartışmaları şimdiden bertaraf etme ve avantajlı olma çabası içerisinde olduğunu anlamayacak derecede uluslararası politika ve dış politika bilgisinden yoksun olduklarını ortaya koymuşlardır.
 
AKP iktidarının ve onun milli savunma bakanının partisel ve kişisel istikbal ve iç siyaset gereklilikleri nedeniyle söz konusu ada(cık)larla ilgili düşünce, tavır ve davranışları bir yana bırakılsa dahi, Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’nin egemenlik ve bağımsızlığını ve ülkesel bütünlüğünü doğrudan ilgilendiren böylesi bir konuda ülke çıkarlarını ve bu konudaki sorumluluğunu ikinci plana atarcasına iktidar partisi AKP’nin çıkarlarını ve geleceğini kollayan bir yaklaşımla konuyu ele alması, dahası kamuoyunda rahatsızlık yaratan bir gerçeği çarpıtıp gizlemeye çalışmasını hiçbir makul gerekçeyle açıklamak ve mazur görmek/göstermek mümkün değildir.
 
Türk Silahlı Kuvvetleri’yle birlikte Dışişleri Bakanlığı gibi Türkiye’nin kadim, köklü, kurumsal kültüre ve geleneklere sahip iki kurumunun AKP iktidarı döneminde, yaşanan ve yaşanmakta olan böylesi bir işgal karşısındaki sessiz, edilgen ve gizleyici tutumları Türkiye’nin ulusal çıkarlarının egemenlik ve bağımsızlık temelinde değil, AKP iktidarının kendi siyaset gereklilikleri ve kişisel/partisel istikbal öncelikleri çerçevesinde ele alınmaya başladığını göstermektedir. Doğrusu bu çok tehlikeli bir gidiştir ve ülkenin hayati çıkarları konusunda bugün sorumluluk noktasında olup da bunun gereğini anayasa ve kanunlar çerçevesinde yerine getirmekten şu veya bu sebeple imtina eden her kurum ve kişi tarihin ve Türk milletinin önünde büyük vebal altında olacaktır.
Bütün bu gerçeklik karşısında, Lozan Barış Antlaşması’nı yokluk ve yoksulluk içinde ortaya çıkaranları “O masaya oturanlar o anlaşmanın hakkını vermediler, veremediler, veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz” diyerek itham edenlerin/küçümseyenlerin kendi iktidarları döneminde ortaya çıkan Ege’deki Yunan işgali karşısında sessiz kalarak “bugün varlık ve zenginlik içerisinde iktidar koltuğunda oturanlar olarak Türkiye’nin hayati çıkarlarını korumanın hakkını vermedikleri, veremedikleri için gelecekte bunun sıkıntısını kim yaşayacaktır acaba?” diye gerçekten tasalandıklarına inanmak nasıl mümkün olabilir?
 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.
 



[1]Recep Tayyip Erdoğan, “15 Temmuz Türk Milletinin İkinci Kurtuluş Savaşı’dır”, T.C. Cumhurbaşkanlığı, 27. Muhtarlar Toplantısı, https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/52441/15-temmuz-turk-milletinin-ikinci-kurtulus-savasidir.html, 29 Eylül 2016.
[2]“Yansıtma”, psikopatolojide “paranoya”yla birlikte anılan bir savunma mekanizması, bir tür davranış bozukluğu ve ruhsal rahatsızlıktır. “Yansıtma”nın tipik özelliği, bu davranışı sergileyen kişilerin asıl kendisine söylenmesi gerekenleri karşısındakine söylemesi, kendine ait kusur ve yanlışlarını karşısındakine mal etmesi ve kendine yakıştırmadıklarını başkalarına yakıştırmasıdır. “Yansıtma” davranışında bulunan bir birey, eleştirdiği şeyleri aslında bizzat kendisi yapmaktadır ve kendi yapmakta olduğu makbul olmayan davranışları bilinç düzeyinde ters-yüz ederek “zan”lar üzerinden yanılgılarına bir temel oluşturarak yapay bir ego tatminine gitmektedir. Aslında “bilmeme”nin egosunda yarattığı belirsizlik ve sapma ile birlikte kendisini önemsetme açlığından dolayı bireyin duygu, düşünce, algı ve karar verme yetisinin sağlıksızlaşmasının açık ve çok tehlikeli bir işareti olan “yansıtma” eylemi, bu eylemin içinde bulunan birey birlikte içerisinde bulunduğu ortamdaki diğer insanlara da zarar verici ve onların algısal bütünlüklerini de bozucu bir davranış bozukludur.
[3]Bu işgal girişiminin Genelkurmay Başkanlığı tarafından fark edilmesine rağmen Dışişleri Bakanlığı’nın ve AKP iktidarının konuyu örtmesine dair çarpıcı ayrıntılar için Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın 6 Ekim 2016 tarihinde TBMM’de düzenlediği basın açıklaması bakılabilir. “Ümit Özdağ: 17 Ada ve 1 Kayalık AKP Hükümeti Tarafından Yunanistan’a Teslim Edilmiştir”, http://haberiniz.com.tr/haber/politika/351671/umit-ozdag-17-ada-ve-1-kayalik-akp-hukumeti-tarafindan-yunanistana-teslim-edilmistir.html, 6 Ekim 2016.
[4] T.C. Dışişleri Bakanlığı, “No: 242, 1 Ekim 2016, Ege'deki Bazı Ada Ve/Veya Adacıklara Dair İddia Ve Haberler Hakkında Açıklama”, http://www.mfa.gov.tr/no_-242-_ege_deki-bazi-ada-ve_veya-adaciklara-dair--iddia-ve-haberler-hk__.tr.mfa, 1 Ekim 2016