31 Ekim 2016 Pazartesi

Türkiye'nin Çevre Ülkeleriyle İlişkileri BÖLÜM 2




 
Türkiye'nin Çevre Ülkeleriyle İlişkileri
BÖLÜM 2
 
 
 
  Irak             
                                                                                                                                                                                                    
İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda, henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin teröre olan desteği daima göz önünde tutulmalıdır. Tutum ve davranışları yakından takip edilmelidir. Kendi kaderini tayin etme, Kerkük’ü kendi bölgesine dahil etme, ihtilaflı bölgelerde hak sahibi olma, hatta Birleşik Kürdistan düşüncelerini açıkça ifade etmektedir.
Bunlar görmemezlikten gelinemez. Bu yönetimin statüsünün Türkiye’ye olan etkileri dikkat edilecek en önemli konudur. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini müteakip, içeride çıkabilecek karışıklıkları önleme adına ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine sıcak bakılmamalıdır. Kendi elimizle bir devlet yaratma tehlikesinin bulunduğu hesaba katılmalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.
 
Suriye   
  
Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır.
 
  1999 yılında terörist başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde bulunmuştur.
Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan PKK terörüdür.
 
  Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur. Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam etmektedir. Hatta ortak bakanlar kurulu toplantısı yapabilecek düzeyde bir Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi de teşkil edilmiştir. Memnuniyet verici olan bu gelişmelerin, şartların değişmesi halinde yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceği ihtimalini de dikkate alarak değerlendirilmesinde yarar görülmektedir.
 
  Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler, anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi ilişkilerinden faydalanarak,  Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkeler, hem bölge ülkeleri, hemde uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir. Arabuluculuk
faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilir. Bu nedenle Türkiye’nin, arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda düzenlemesi faydalı olacaktır.
 
İsrail   
 
                                                                                                                              
Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında olmuştur.
ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta tereddüt etmemiştir.
Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir. Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir. Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri olmuştur. Özellikle ABD’den kaynaklanan ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak son yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler kopma noktasına gelecek kadar gerginleşmiştir. Bunda, İsrail’in başta Gazze konusunda olmak üzere sınır tanımaz sertlik yanlısı tavırlarının üstüne “one minute” olayının, “Büyükelçi koltuk krizinin “ Mavi Marmara ” katliamının da gelmesi önemli rol oynamıştır. İlişkilerin yeniden düzelmesi konusunda iki tarafın da arzulu olduğu müşahede edilmektedir. İsrail’deki yangın dolayısı ile başlayan yumuşamanın, ilişkileri eski haline getirmese de, en azından iletişim kurulabilecek duruma getireceği beklenmiştir. Ancak bu konuda tarafların, özellikle iç politikaya ve çevreye vermek istedikleri mesajlardan dolayı cesaretle hareket edemediği görülmektedir. Ayrıca İsrail hükümetinin aşırı sağcı kanadının gerginliği
arttırıcı davranışları, ilişkilerin düzelmesini engellediğine şahit olunmaktadır. İsrail’in tutum ve davranışlarının gözetim altında tutulmasında yarar görülmektedir.
Türkiye ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek verdiği de düşünülmelidir. Ermeni soykırımının ABD Temsilciler Meclisi komitesinden geçmesinde Yahudi Lobisi’nin, ilişkilerin bozulması nedeniyle Türkiye’ye olan desteğini çekmesinin etkisinin olduğu da dikkate alınmalıdır. Buna benzer teşebbüslerde Yohudi Lobisi’nin, İsrail ile ilişkilerin gergin olduğu zamanlarda olumsuz davranışlar içinde olması beklenmelidir. İsrail’in GKRY ile Münhasır Ekonomik Bölge’ye ilişkin yer altı kaynakları konusunda anlaşma yapması da manidardır. Gerginlik artabilir. Ancak Türkiye ile olan ilişkilerini devam ettirme yönünde istekli davranabileceklerini de dikkate almakta yarar görülmektedir. İsrail’deki hükümet değişimi ile bu durum gerçekleşebilir. İsrail’in bölgede, Türkiye gibi demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan, NATO müttefiki, AB aday ülkesi ve Batı anlayışına yakınlığı özelliklerinde başka bir ülke bulamayacağı düşüncesiyle hareket etmesi gerekir.
Bu konuda karşılıklı menfaatler önemli rol oynayacaktır. İsrail ile ilişkilerin, karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke konumunda olması önemli bir faktördür.
 
Yunanistan
                                                                                                                               
İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da, ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması mümkün görülmemektedir. Halen Yunanistan, içinde bulunduğu ekonomik krizden dolayı ve AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye karşı takındığı tavrın rahatlığı ile barışçıl bir görünüm vermektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini, Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK terörüne destek veren ülkeler arasında olmuştur.
 
  Kıbrıs konusu, karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası ve FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki sahasını arttırma çabaları, Türkiye’ye için sürekli problem yaratmıştır. Son zamanlarda başta karasuları olmak üzere bazı konuların müzakere edildiğine ilişkin bilgiler basına intikal etmiştir. Ancak bu konuda son derece dikkatli davranmak ve kesinlikle tavizkâr bir tutum sergilememek gerekir. Geçici iyimserliklere aldanılmamalıdır. Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir.
Sürekli üstün durumda bulunmamızı gerektirir.
 

Bulgaristan     
                                                                                                                  
Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz bir ülke konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme potansiyeli bulunmaktadır. Hatta bilinçaltında oluşan düşmanlıkların küçük de olsa zaman zaman belirginleşmesinden dolayı dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.   

İç Tehditler;                           
                                                                                                                                                                                                                                                            
Yeni düzenlenen ve kabul edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB), tehdit algılamalarında bazı değişiklerin yapıldığı ve tehditlerin ifade tarzının değişik şekillerde yer aldığı söylense de, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu ve özellikle dışarın da desteklenen iç tehditlerde önemli bir sapma olmadığı, tehditlerin kâğıt üzerinden silinmekle de kalkmayacağı bilinen bir gerçektir. Bunların da özellikle bölücülük ve irtica olmak üzere iki başlık altında incelen mesi uygun mütalaa edilmektedir.
 
Bölücülük ;
        
İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir. Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak, milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme, bölücülük tehdidini dolaylı olarak arttıran bir neden olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları, özgürlükler ve demokrasi kavramlarının, küreselleşme adına hâkim unsurlar tarafından, dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanıldığı da görülmektedir.
 
 Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef de üniter devlettir.
 
 Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha tehlikelidir.
 
Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir. Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış müdahaleye kadar uzanabilir.
  Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif olma çabaları gözden kaçmamaktadır.
Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir siyasi parti ile parti dışında olan ancak müşterek anlayıştaki örgütler (DTK, KCK gibi) tarafından da desteklenmektedir.
Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “ Terör yapma, Siyaset yap ” anlayışının yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. 

  Bölücü siyaset, hiçbir şeyden çekinmeden devam etmektedir. Bu siyaset Türkiye’yi 5 yönden kuşatma altına almış durumdadır.
 
  ABD kuşatmanın birinci ayağıdır.
 
Malum haritalar, PKK’yı dolaylı himayesi ve kullanması, terörün yok edilmesine yönelik TSK’nın sınır ötesi harekatına getirdiği tahditler, Obama’nın TBMM’de yaptığı konuşmada vatandaşlarımızın bir kısmını  “ Kürt Azınlık ” olarak nitelendirmesi ve bunların haklarının verilmesi talebi, PKK’nın tasfiyesi için “açılım” konusunu Türkiye’nin gündemine sokarak bölücü siyasete vize sağlaması ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi, devletmiş gibi Türkiye’ye kabul ettirmesi gibi daha da sıralanabilecek bir çok uygulama, ABD’nin bu konudaki girişimleridir. ABD düşünce kuruluşlarındaki konferanslarda, Türkiye’de ve dışarıda bu konuda çok siyaset yapıldığı, bazı konuların durdurulamayacağı, Pandora’nın kutusunun açıldığı, artık geriye dönülemeyeceği, Türkiye’deki seçimlerden sonra yeni anayasa ile hızlı adımlar atılarak sorunun çözüleceği yönünde düşünceler ortaya konmaktadır.
 
  Kuşatmanın ikinci ayağı AB’dir.
 
AB tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan, hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündemdedir. AB ilerleme raporlarının tümünde “Kürt Azınlık” tan bahisle bunlara hak verilmesini talep etmektedir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmektedir. Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak değerlendirilmektedir. AB ülkelerinin bir kısmı, PKK’nın finans desteği almasına, medya organları ile propaganda yapmasına, faaliyetlerini Avrupa’da sürdürebilmesi için dernek, büro ve çeşitli enstitüler kurmasına imkân yaratmış tır. AP bu konuda çeşitli kararlar almakta ve bölücü siyaset yapanların parlamentoda propaganda yapmalarına fırsat tanımaktadır. AB’nin bu yaklaşımları bölücülük tehdidinin bir parçası olarak nitelendirilmektedir.
Ayrıca AİHM’nin, Anayasa’nın 68. Maddesindeki “siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerini; devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz” ifadeye dayanarak, buna aykırı hareket ettiği için kapatılan HADEP ile ilgili vermiş olduğu, kapatma kararının haksız olduğuna ilişkin yaklaşımı dikkat çekicidir. Karar, Avrupa’nın davranış ilkesinin aynası olarak nitelendirilebilir. Bu gelişme, bölücüleri daha da radikalleştirebilecektir.

 Üçüncü ayak Irak’ın kuzeyindeki yönetimdir.
 
Bu yönetim hem Türkiye’deki bölücü hareketleri desteklemekte, hem de kendi kontrolünde tuttuğu bölgedeki PKK terör örgütünü himaye etmektedir. Irak üst
yönetimindeki bazı yetkililer de etnik kökeninden dolayı bu duruma göz yummaktadır. Bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüşmesi amacı, geçerliliğini korumak ta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki bu yerel yönetimi korumaktadır. Kuzeydeki yönetim, “Kürtlerin bir bütün olduğundan söz ederek Birleşik Kürdistan konusunu gündeme getirmekte, Kerkük’ün Kürdistan toprağı olduğu hususunu tartışılamaz görmekte, ihtilaflı bölgelerin ise kendilerine ait olmasının uygun olacağını söylemekte, kendi kaderlerini tayin etme haklarının olduğunu” beyan etmektedir. Bu sözlerin ifade edildiği Erbil’deki toplantıya, Türk elçilik mensupları ve Türkiye’den giden parlamenterler de katılmış, hatta konuşmalar dahi yapmıştır.
  Kuşatmanın dördüncü ayağı PKK terör örgütünün kendisidir. Görevi, Kürtçülük konusunu iç ve dış kamuoyunun dikkatine getirmek, korku, panik, telaş, baskı ve bıkkınlık yaratarak isteklerin kabulüne ortam hazırlamaktır. Bölücü siyasetin önünü açmak, eylemsizlik kararları ile siyasi sonuçlar beklemek, siyasetin tıkanması halinde yeniden terör yapmak için varlığını devam ettirmektir.
  Kuşatmanın beşinci ayağı da bölücü iç siyasettir. Bu ayakta TBMM’de etnik/bölücü siyaset yapan siyasi parti, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), İmralı ve kısmen de Kandil vardır. Ayrıca bu siyaseti ve hareketi doğrudan destekleyen medya yazarları, aydın olarak nitelendirilen bölücüler ve TV yorumcuları bulunmaktadır. Bu hareketi dolaylı destekleyen yazar ve medya yorumcularını da dikkate almak gerekir.
 
 Yürütülen bölücü politikadan amaç, siyaset yoluyla bir Kürt Milleti yaratmak, bunu anayasada yapılabilecek değişiklikle gerçekleştirmek mümkün olmadığından yeni bir anayasa yapılmasına imkân sağlamaktır. Oluşumu yerel yönetimler kanunu ile güçlendirmektir. Demokratik Özerklik hedef olarak alınmıştır. Bu çerçevede; ayrı bir millet, yönetim, güvenlik gücü, Kürtçenin eğitim dili olarak kullanıldığı ayrı bir öğretim teşkilatı, ayrı sosyal, kültürel ve sportif kuruluşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olanaklarından istifade eden, ancak kendi sembol ve bayrağı da bulunan bir yönetim oluşturulmaya çalışılmaktadır. Dil konusu ön planda tutulmaktadır.
 
Hiç çekinmeden Güneydoğu Anadolu bölgesini “ Kürdistan ” olarak adlandırmak tadırlar. Sonrası zaten bilinmektedir.
 
  İmralı, varlığını ve önemini korumak için terör örgütünün tasfiyesine sıcak bakmamaktadır. Netice alınamaması halinde terörün yeniden gündeme geleceği tehdidinde bulunabilmektedir. Hatta bu konuda gündem yaratmaktadır. DTK, mevcut ortamı bir fırsat olarak görmekte, bunun kaçması halinde, terörü ima ederek, arzu edilmeyen gelişmelerin olabileceğini beyan etmektedir. Kandil de, önem, menfaat ve konumunu muhafaza için tasfiyeden yana değildir. Terörü önleme ve  “açılım” adı altında bölücülerle dahi müzakere etme yanlışı da devam etmektedir. Kürtçülük konusunda atılan adımlar, olur olmaz yerlerde jest yapmak için yapılan Kürtçe konuşmalar, kamuoyuna marifet olarak yansıtılmaktadır. Bölücüler amaçlarına uygun olarak Türkiye’de gündem oluşturabilmekte, bunu önlemek için herhangi bir tedbir alınmamaktadır.
  Bu gelişmeler, Türk Vatanı’nın ve Türk Milleti’nin varlığını, bütünlüğünü, güvenliğini, ulus-devlet ve üniter-devlet anlayışını ortadan kaldırabilecek,
Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine yol açabilecektir. Tehlikenin fark edilmesi ve ettirilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği açısından bir zarurettir.
  Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir. Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket edilmesi esas alınmalıdır.
AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog içinde olunmalıdır.
Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine, muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir. Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı,
güvenliğimizin hiçbir ülke veya yönetimin inisiyatifine ve insafına bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da arkasında kararlılıkla durulmalıdır.
 
 Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Terör örgütünün mutlak anlamda
etkisi kırılmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve devlet otoritesini sarsmasına ve bunları ortadan kaldıracak vasıta olarak kullanılmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi bu konuda önemli bir etken olacaktır. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için bir kısım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir.
 
Bu konuda tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması da gereklidir. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirler de takip etmelidir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir. Bölücülerin medyayı kullanarak propaganda yapmasına ve halkı bölünmeye alıştırmasına, siyasilerin de siyasi rant için yanlışlıklar yapmasına engel olunmalıdır. Kamuoyu desteğinin kazanılması ve hareketin halk tarafından
benimsenmesi için de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.
 
 Bölücüler artık, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı meydan okumaktadır. Türkiye, hem iç hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan bölücülüğe karşı kesin ve etkin tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli faktördür.
 
 İrtica  
                                                                                                                                   
Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Bu ifade, ülkeye dini bir yaşam tarzının getirilmesi, devletin ve kamu kuruluşlarının davranış biçimine dini motiflerin hâkim olması, millet anlayışının ümmet anlayışına dönüştürülmesi, biat kültürünün oluşturulması, tarikat ve cemaat yapılanmalarının yönetimde etkili duruma gelmesi gibi konuları kapsamaktadır.
  Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere bağlı olması, değişime adapte olamaması
veya çarpık adaptasyona tabi olması, açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır.  Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça devletin kadrolarına girmiş ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmıştır.
 
 İrticai unsurlar laiklik karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal, cemaat ve tarikat adı altında da yasal olmayan oluşumlar vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedir. Ülkemizdeki etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün kurumların, hatta TC vatandaşı olan herkesin, laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda olması, demokratik sistem içinde laik devlet anlayışını korumak için mücadele etmesi gerekmektedir. Bu konuda yapılacak mücadelede,  samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerinin rencide edilmemesine özel itina gösterilmelidir. Aksi halde bu konu ters yönde kullanılabilir ve irtica
tehdidini güçlendirebilir.   

ABD Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri;

 Türkiye Genel;
 
  Türkiye’nin gerek çevre ülkeleri ile ilişkilerinde, gerekse güvenlik algılamasında, küresel bir güç olan ABD’nin etkisi olduğu bilinmektedir. ABD’nin yeni yönetiminin tüm davranışlarından anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol sağlamak olduğu değerlendirilmektedir.
Önceki dönemde bu politikayı gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini de değerlendirmek gerekir.
  ABD ile “ Stratejik Ortak ” olmadığımız ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde “ Stratejik Müttefiklik ” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerde, tek taraflı bir anlayışın değil, karşılıklı menfaat ilişkisine dayanan anlayışın esas alınması, al-ver durumunun birbirine zarar vermeden gerçekleştirmesi gerekir. “ Model Ortaklık ” tabirinin, güçlü ilişki kurabilme ve bir ayrıcalık ifadesi anlamında “Stratejik Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye olan ilişkilere yeni bir strateji ile yaklaşmasının altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir.  Bu beklentilerinin neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün olabilecektir.

 Irak konusunda;
 
  ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur. Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı, Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır.
 
  ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde 2011 yılı sonuna kadar çekeceğine ilişkin bir SOFA antlaşması bulunmaktadır. Bu plana ana hatları ile uyum gösterilmektedir. ABD, çekilmenin tamamlanmasını müteakip, PKK terörünün devam etmesi halinde Türkiye’nin sınır ötesi harekât yapabileceği ve bu durumun Irak’ın kuzeyindeki yönetimin varlığını tehlikeye sokabileceği düşüncesi ile PKK’nın tasfiyesi konusunu gündeme getirmiştir. Türkiye’deki yönetim de, PKK terörünün bir şekilde sona ereceği ümidi ile bu durumu kabullenmiştir. Yönetim tarafından, aslında “ Kürt Sorunu ” olarak değil, “Kürtçülük Sorunu” olarak adlandırılması gereken konuya çözüm için, önce “Kürt Açılımı”, daha sonra da “Demokratik Açılım” adı altında bazı uygulamalar getirilmeye çalışılmıştır. Ancak bu uygulamalar ve yaklaşım tarzı, ülke içindeki siyasi bölücülük konusunu güçlendirmiştir. Halen yaşanan süreç bu çerçevededir. ABD’nin daha sonra, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde bulunabileceği, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebileceği beklenmektedir.

 İran konusunda;
 
  ABD İran’ı hem kendi açısından, hem Avrupa açısından, hem de NATO kapsamında tehdit olarak görmektedir. Ancak yine de İran ile diyalog kurarak ve müzakere ederek onu sisteme uyumlu hale getirmeye çalışmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı’dan uzak durmasına bağlı olduğuna inanmaktadır.
B
u konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Türkiye’nin, İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya konan yaptırımlar konusundaki tutumu ABD’yi rahatsız etmiştir. ABD, Türkiye’nin bu yaklaşımını, komşularla iyi ilişki kurma düşüncesi ile sergilediğini düşünmekle birlikte, bunda ideolojik nedenlerin rol oynayıp oynamadığı hususunda da şüphelere sahiptir. Türkiye’nin Füze Kalkanı konusundaki tutumu ise hem ABD, hem de NATO açısından olumlu karşılanmıştır.

 Suriye konusunda;
 
  Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.

 İsrail ve Hamas konusunda;
 
  ABD, Türkiye’nin İsrail ile yaşadığı olumsuz gelişmelerden rahatsız olmuştur. Bu konuda taraflardan, bir diyalog ortamının yeniden tesis edilerek ilişkilerin düzeltilmesi yönünde talepte bulunduğu değerlendirilmektedir.
  ABD’nin, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabileceği değerlendirilmiştir. Ancak Türkiye’nin Hamas’a olan yaklaşımının ideolojik olabileceği düşüncesi ile bu konuda ihtiyatlı davrandığı düşünülmektedir.
 
Afganistan-Pakistan konusunda;
 
  Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermiş ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi, müttefiklerinden de destek vermelerini ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmiştir. Diğer taraftan Afganistan’da bir an önce istikrarın sağlanması ve Taliban ile mücadelenin, Afgan güvenlik güçleri ile yapılabilecek seviyeye kadar çekilmesi ve 2012 yılında kendisi de dahil, NATO’nun muharip kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesi için tedbirler de almıştır. Bu kapsamda Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını talep etmiştir.
 
  Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve güvenmektedir.
Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil
önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Ancak görev sahasının Kabil ve çevresinin güvenliği dışına çıkmaması önem arz etmektedir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur.
  Ayrıca Türkiye-Afganistan-Pakistan arasında bir müddettir yapılmakta olan üst düzeydeki temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da
istikrara hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır.
 
Taliban’ın militan olmayan kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynadığı

 2010-12-20
Armağan Kuloğlu
ORSAM ANALİZ
 
 
 
..
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder