YANSIMASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YANSIMASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2016 Pazar

MÎSÂK-I MİLLÎ HEDEFLERİNİN LOZAN ANTLAŞMASI’NA YANSIMASI



MÎSÂK-I MİLLÎ HEDEFLERİNİN LOZAN ANTLAŞMASI’NA YANSIMASI



MÎSÂK-I MİLLÎ HEDEFLERİNİN LOZAN ANTLAŞMASI’NA YANSIMASI


Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının hangi prensiplere dayanılarak belirlendiği konusu gündeme geldiğinde, hiç düşünmeden “Misak-ı Millî Beyannamesi’ne göre” cevabı verilir. Çünkü Misak-ı Millî ile millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları, Millî Mücadele’nin ana ruhu, Türk dış politikasının hedefleri, devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar tespit edilmiştir.
Mîsâk-ı Millî’ye temel olan ilk metin ise, Mustafa Kemal Paşa tarafından, 1920 yılının Ocak ayı başlarında, tek tek veya gruplar halinde, Ankara’ya gelen milletvekilleri ile yapılan görüşmeler sırasında, ülkenin mevcut durumu gözönünde bulundurularak ve Erzurum ile Sivas Kongreleri kararları da esas alınarak belirlenmiştir. Atatürk, Mîsâk-ı Millî’nin ilk müsveddesinin hazırlanmasını Nutuk’ta şöyle özetlemiştir:
“Efendiler, milletin âmal (emelleri) ve maksadını da kısa bir programa esâs olacak sûrette toplu bir tarzda ifâdesi görüşüldü. Mîsâk-ı Millî unvanı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur.”[1]
Hazırlanan bu metin, Hey’et-i Temsîliye’nin tüm üyeleri tarafından imzalanmıştır. Hey’ette kâtiplik ve sözcülük görevi yapmakta olan Trabzon Milletvekili Hüsrev Sami (Gerede) Bey’e de teslim edilerek İstanbul’a gönderilmiştir.[2]
12 Ocak 1920’den itibaren, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nın açılmasıyla birlikte, Mîsâk-ı Millî metni üzerinde, düzenlenen bir dizi gizli toplantılarda görüşmeler yapılmıştır. Bu millî program, 28 Ocak 1920’de Meclis-i Meb’ûsân’ın yine bir gizli oturumunda gündeme getirilmiş ve bütün milletvekilleri tarafından kabul edilerek imzalanmıştır.[3]
Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı Mîsâk-ı Millî’nin orijinal metni elimizde bulunmadığından, Meclis’te kabul edilen bu programın ilk nüshadan ne derece değiştirildiği bilinmemektedir. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın bu kararla ilgili olumlu kanaati gözönünde bulundurulduğunda, kendi metninden fazla uzaklaşılmadığı sonucunu çıkarmak mümkündür. Bununla birlikte Mîsâk-ı Millî’de geçen maddelerin, Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı metinden olduğu gibi mi aktarıldığı, değiştirilerek mi alındığı, yoksa tamamen yeniden mi yazıldığı hususunda kesin bir şey söylemek hayli zordur.
Mîsâk-ı Millî üzerindeki çalışmalar, genellikle Meclis’in gizli oturumlarında yapılmış ve konuyla ilgili bilgilerin mümkün olduğu kadar basına sızdırılmamasına gayret edilmiştir.[4] Konusu hakkında, sadece önemli millî meseleleri içerdiğine ve millî menfaatleri gerçekleştirmek üzere bir yemin metninin hazırlandığına dair kısa beyanatlar yayınlanmıştır. 28 Ocak’tan sonra ise Mîsâk-ı Millî’nin oybirliğiyle benimsenmiş olduğunu kamuoyuna müjdeleyecek ve onun niteliğini anlatacak haberlerin veya yorumların yayınlanmasına başlanmıştır. Bununla beraber Meclis’in resmî açıklamasına kadar gerçek metin gizli tutulmuştur.
17 Şubat 1920 tarihinde, Meclis-i Meb’ûsân’ın onbirinci oturumunda, Edirne Mebusu Mehmed Şeref Bey[5], Ahd-ı Millî’nin müzakere edilmesini ve Avrupa parlamentolarıyla bütün basına bildirilmesini teklif etmiştir. Bu öneri oylanarak kabul edildikten sonra, Mehmed Şeref Bey bir konuşma yaparak beyannameyi okumuştur.[6] Oturumun devamında yapılan müzakerelerde ise milletvekilleri Mîsâk-ı Millî’yi destekleyen konuşmalarda bulunmuşlardır. Hatta, “Ahd-ı Millî Meclis-i Meb’ûsân’ın vücûda getirdiği en mühim bir vesîkadır.” değerlendirmesini yapmışlardır. Daha sonra bu belge oybirliği ile onaylanmış, iç ve dış kamuoyuna ilân edilmesine karar verilmiş ve gereğinin yapılması için Meclis Başkanlığı’na yetki tanınmıştır.[7] Bu kararlardan sonra, Meclis-i Meb’ûsân Zabıt Ceridesi’nde sureti bulunan “Ahd-ı Millî Esâsları” metni, Meclis matbaasında tek yapraklı nüshalar şeklinde çoğaltılarak gazetelerde yayınlanmış ve 24 Şubat’ta Avrupa parlamentolarına sunulmuştur.[8]
Dönemin basınında da konuyla ilgili yorumlar çıkmıştır. Ancak gazeteler, bu önemli kararı, kendi görüşleri istikametinde yaptıkları değerlendirmeler ve kullandıkları başlıklarla halka duyurmuşlardır. Örneğin Vakit Gazetesi “Ahd-ı Millî Programı”, İleri Gazetesi “Ahd-ı Millî’nin Sulh Esasları”, İkdâm Gazetesi “Mîsâk-ı Millî Programı Sûreti”, Tevhîd-i Efkâr ” Meb’ûsân Meclisi’nde Millî Haysiyet Şâhlanışı” başlıklarını kullanırken, Alemdar’da “Meclis-i Meb’ûsân’da Rûznâme Harici İttihadcı Pervâsızlığı” başlığına yer verilmiştir.[9]
İşte bu belge tarihe “Mîsâk-ı Millî”, “Ahd-ı Millî Beyânnâmesi”, “Ahd-ı Peymân”, “Peymân-ı Millî”, “Ahd-ı Millî Esâsları” yani millî yemin, millî and, millî sözleşme olarak geçmiştir. Mîsâk-ı Millî’nin kabulü ile Müdâfaa-i Hukukçuların çoğunlukta bulunduğu son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ı çok önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. Böylece Mustafa Kemal Paşa’yı tutan, seven ve ona inanan milletvekillerinin faaliyetleri sonucunda, Türk milletinin düşüncelerinden oluşan, daha önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde şekillenen ve barış şartlarını içeren, Mîsâk-ı Millî adlı belge Türk tarihindeki önemli yerini almıştır.
Mîsâk-ı Millî’nin Dayandığı Temeller
İstiklâl Harbimizin başından itibaren gündemde olan Mîsâk-ı Millî Programı’nı, ilk olarak kimin hazırladığı yönünde farklı iddialar öne sürülmektedir. Bununla birlikte asıl metnin, Mustafa Kemal Paşa ve Hey’et-i Temsîlîye azaları tarafından, 1920’nin Ocak ayında kaleme alındığı bilinmektedir. İstanbul gazeteleri bile bu ahdın hazırlanmasında Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cem’iyeti programlarının esas alındığını kabul etmektedir.[10] Mîsâk-ı Millî Programı, Meclis-i Meb’ûsân milletvekilleri tarafından birkaç günde hazırlanıp, 28 Ocak’ta imzalanan ve 17 Şubat’ta ilân edilen bir kararlar bütünü değildir. Aksine, fikri yapının oluşması ve belgenin hazırlanması için oldukça uzun bir zamanın geçmesi gerekmiştir.
Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar, tam bir millî mücadele anlamı taşımaktadır. Bu karalar ile Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihteki sınırların, millî sınırlar olduğu bildirilerek doğu illerinin bölünmezliğiyle Müslüman unsurların birlik ve beraberliği vurgulanmıştır. Aynı şekilde Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki hedefleri tespit edilmiştir. Böylece, Erzurum Kongresi’nde Millî Mücadele’nin hedeflerini ve ülke sınırlarını tespit eden Mîsâk-ı Millî’nin ilk esaslarının temeli atılmıştır. Sivas Kongresi’nde ise bu hususlar doğrulanmış ve daha açık bir şekilde belirlenmiştir. Bu prensiplerde ise öngörülen amaç, sonraki yıllarda, özellikle Atatürk döneminde, daima gözönünde tutulmuş ve uygulanmıştır. Buradan, Mîsâk-ı Millî için, esasının Erzurum’da doğduğu, Sivas’ta geliştiği, Ankara’da kaleme alındığı, İstanbul’da son Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ında nihai şekline kavuşturularak kamuoyuna açıklandığı ve TBMM tarafından kabul edilerek uygulanmaya çalışıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Zaten Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) ve hatta Amasya Mülâkatı (20-22 Ekim 1919) kararlarıyla, Mîsâk-ı Millî metni karşılaştırılarak incelendiğinde, maddelerin ortak yönleri hemen fark edilmektedir. Şöyle ki:
  1. Erzurum Kongresi’nin 1 ve 6, Sivas Kongresi’nin 1, 5 ve 6, (Amasya Mülâkatı’nın 1.) maddelerinde; Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırın asgari bir istek olarak temin edilmesinin öngörüldüğü, millî sınırlar içinde bulunan vatan parçalarının, Doğu Anadolu illeri dahil olmak üzere, birbirinden ayrılmaz bir bütünü meydana getirdiği, ülke bütünlüğünün korunması gayesiyle gereken tedbirlerin alınması, ülkemizdeki Müslüman unsurların öz kardeş olduğu ve aynı amacı paylaştığı görüşleri yer almıştır. Bu kararlar ise, Mîsâk-ı Millî’nin 1, 2, 3 ve 4 maddeleriyle yeniden teyid edilmiştir.
  2. Erzurum Kongresi’nin 3., Sivas Korgresi’nin, 3. ve 4. (Amasya Mülâkatı’nın 2.) maddelerinde; Hıristiyan azınlıklara ülke bütünlüğünü ve toplum dengesini bozacak ayrıcalıkların verilmemesi yönündeki hükümlerin Ahd-ı Millî’nin 5. maddesiyle benzerliği ortadadır.
  3. Erzurum Kongresi’nin 7. ve Sivas Kongresi’nin 7. (Amasya Mülâkatı’nın 3.) maddesindeki; iç ve dış bağımsızlığımızın korunması şartıyla diğer devletlerle fenni, teknolojik ve ekonomik işbirliği yapılabileceği yönündeki kararların, Mîsâk-ı Millî’nin 6. maddesiyle paralelliği tartışılmazdır.
Özetle; Millî Mücadele’nin yürütülmesini, vatanımızın kurtarılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi ve Mîsâk-ı Millî kararları temin etmiştir. Bu kararlarla ülkemizin millî sınırlar içindeki toprak bütünlüğünün, millî birlik ve beraberliğin, millî hakimiyet ve bağımsızlığın taviz verilmeden sağlanması öngörülmektedir. Her üç belgedeki hükümlerin ise, aynı konuyu içermeleri ve büyük bir benzerlik içinde olmaları, kongreler ile and arasındaki ilişkiyi açıklamada gözardı edilemeyen delillerdir. Bu ise Mîsâk-ı Millî’nin temelini ve dayanağını Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararların teşkil ettiğini doğrulamaktadır.
Mîsâk-ı Millî’nin Amaç ve Hedefleri
Mîsâk-ı Millî Programı, giriş kısmı ile altı maddeden oluşmaktadır. Burada yer alan madde ve hükümleri ayrı ayrı değerlendirdiğimizde ise şu hususlar açıkça anlaşılmaktadır:
  1. maddede, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihine kadar, düşman devletlerinin işgali altında kalan Arap çoğunluğunun yaşadığı yerlerdeki halka kendi geleceklerini tayin edebilme hakkının tanınması istenmektedir. Ayrıca mütarekenin çizdiği sınır içinde ve dışında din, ırk veya gaye bakımından birbirine bağlı Osmanlı-İslâm çoğunluğunca yerleşik bölgelerin tamamının bölünmez bir bütün olduğu belirtilmektedir. Böylece mütarekenin imzalandığı sıralarda elimizde bulunan topraklardan katiyetle taviz verilemeyeceği, hatta sınır dışında kalan ve Müslüman milletlerce yerleşik olan bölgelerin ülkemizin tabi uzantısını oluşturduğu ifade edilmektedir.
  2. maddeye göre, halkı hür kalır kalmaz Anavatan’a kendi istekleri ile katılan Elviye-i Selâse yani Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan üç sancak için gerekirse yeniden serbestçe halk oyuna başvurulması kabul edilecektir.[11] Böylece halkının çoğunluğunu Türklerin meydana getirdiği üç sancağın, Anavatan’ın ayrılmaz bir parçası olduğu vurgulanmaktadır.
  3. maddeye göre, Batı Trakya’nın hukukî durumunun belirlenmesi oradaki halkın vereceği oylara uygun olmalıdır. Böyle bir kararın alınmasında ise Batı Trakya’nın nüfus yapısı etkili olmuştur.
Çünkü Lozan Barış Konferansı sırasında sunulan belgelerden (Yunanistan’ın elinde bulunan) Batı Trakya’da (129.118 Türk, 33.904 Rum, 26.266 Bulgar, 1480 Yahudi, 923 Ermeninin yaşadığı), nüfusun %76.5’ini Türk, %23.5’ni diğer unsurların teşkil ettiği görülmektedir.[12] Bu demografik yapı, halkoyuna başvurulduğu taktirde, Batı Trakya halkının Türkiye’ye bağlanmak isteyeceğini göstermektedir.
  1. maddeye göre, İslâm Halifeliği’nin, Saltanatın ve Osmanlı Hükûmeti’nin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği, her türlü tehlikeden korunmalıdır. Bu esasın saklı kalması şartıyla, devletimizle diğer ilgili devletlerin ortaklaşa alacakları kararlar çerçevesinde Akdeniz ve Karadeniz Boğazları dünya ulaşımına açılmalıdır. Böylece İstanbul, boğazlar ve çevresinde kayıtsız şartsız Türk hakimiyetinin sağlanması ve yabancıların boğazlardan geçişlerinde tabi olacakları kuralların Türk Devleti’nin onaylayacağı bir tarzda düzenlenmesi öngörülmektedir.
  2. maddeye göre, ülkemizdeki azınlıkların hakları, İtilâf Devletleri ile diğer devletlerin arasında, azınlıklara dair yapılan antlaşmalardaki esaslar çerçevesinde, civar ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan faydalanması şartıyla, tarafımızdan tanınacak ve sağlanacaktır. Bu suretle, ülkemizdeki azınlıklara devletlerarası antlaşmalar çerçevesinde kararlaştırılan hak ve hürriyetlerin verileceği ifade edilmektedir. Ancak diğer devletlerdeki Türklerin, aynı insan hak ve hürriyetlerinden istifade edebilme şartı öne sürülerek mütekabiliyet prensibinin uygulanacağı vurgulanmaktadır.
  3. maddeye göre, millî ve iktisadî gelişmemizi imkânlar çerçevesinde gerçekleştirmek ve çağdaş, düzenli bir idare kurabilmek için, her devlet gibi, ülkemizin de, tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşması lâzımdır. Bunun ise yaşamımızın ve varlığımızın esas temelini teşkil etmesinden dolayı siyasî, adlî, malî ve gelişmemizi önleyecek diğer sınırlamalara karşı olduğumuz, borçlarımızın ödeme şartlarının da bu esaslara uygun düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Böylece Türk Devleti’nin tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmasını önlediği için yabacı müdahalelere ve kapitülasyonlara izin verilmeyeceği bildirilmektedir. Nitekim bu hususlar Lozan Antlaşması’nın yapıldığı sırada gündeme gelerek kapitülasyonlar kaldırılmıştır.
Özetle Mîsâk-ı Millî ile 30 Ekim 1918 tarihinde, imzalanan Mondros Mütarekesi sırasında Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan her yerin Türk sınırlarının içinde kalması (1. mad.),
Mütarekenin çizdiği sınırların dışında kalan yerlerdeki Osmanlı-İslâm çoğunluğunun geleceğini kendisinin belirlemesi (1. mad.),
İşgal altında bulunan ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Elviye-i Selâse (2.mad.), Batı Trakya (3. mad.) vd. toprakların millî sınırlara dahil edilmesi (2. ve 3. mad.),
İstanbul şehri, Marmara Denizi ve Boğazlar üzerinde Türk hakimiyetinin sağlanması ve Boğazlardaki geçişlerin Türk Devleti’nin onaylayacağı tarzda düzenlenmesi (4. mad.),
Esaret altında kalan soydaşlarımıza azınlık haklarının temin edilmesi ve azınlıklara (milletlerarası antlaşmalarda öngörülen hakların dışında) imtiyazların verilmemesi (5. mad),
Devletimizin, siyasî, adlî, iktisadî, malî vd. alanlarda tam bağımsızlığa kavuşması (6. mad.) amaçlanmaktadır.
Mîsâk-ı Millî Sınırları
Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini yaptığı Millî Mücadele’nin iç ve dış amaçları, Mîsâk-ı Millî adıyla Osmanlı Devleti’nin yasama organı tarafından onaylanmış ve TBMM Hükümeti tarafından hayata geçirilmesi için yoğun çaba harcanmıştır. Mîsâk-ı Millî’de tespit edilen ilkeler yalnız millî mücadele yıllarında değil, ondan sonraki dönemlerde de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir. Bu sebeple Atatürk, Mîsâk-i Millî’yi “milletin emelleri ve maksatlarının kısa bir programı”[13] olarak tarif etmiştir.
Söz konusu özelliklerinden dolayı Mîsâk-ı Millî üzerinde, kabulünden günümüze kadar, çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında en çok tartışılan konu ise sınırlar meselesidir. Bu yüzden, Mîsâk-ı Millî sınırlarımızın nerelerden geçtiğini belirtebilmek, Atatürk dönemindeki Türk dış politikasının millî hedeflerinin neler olduğunu anlayabilmek ve konuyla ilgili gerçekleri görebilmek için, Atatürk’ün düşünce, ifade ve icraatlarından örnekler vermek ve 1920’lere ait belgeleri değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık 1919 tarihinde, Ankara’da, kentin ileri gelenlerine verdiği konferansta, Wilson prensiplerindeki hükümlere, Osmanlı Devleti’nin durumuna ve İtilâf Devletlerinin memleketimizi haksız yere işgal etmelerine değinmiştir. Devamında Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Türk kuvvetlerinin hakimiyetinde bulunan yerlerin millî sınırlarımızın dahilinde olduğunu ifade etmiştir. Bu arada Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenen yeni Türkiye’nin güney, güneydoğu sınırlarından ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir. Sınırları takiben ise azınlıklar statüsünün ve Türkiye’nin tam bağımsızlığını sağlama şartlarının neler olduğunu da açıklamıştır. Oldukça uzun olan bu konuşmanın belli başlı yerlerinin Mîsâk-ı Millî metnine büyük ölçüde yansımış olduğunu, hatta bazı maddelerine açıklık getirdiğini söylemek mümkündür. Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasındaki sınırlarla ilgili kısım şöyledir:[14]
“Osmanlı İmparatorluğu’nun muhârebeden evvelki hudûdu malûmunuzdur. Harbî Umûmî’nin neticesi bir takım fedakârlık ihtiyârına (yapmaya) devletimizi mecbur kılıyor, buna nazaran devlet için millî yeni bir hudûd kabul etdik. Bu hudûd beyânnâmemizin birinci maddesinde musarrahtır (açıklanmıştır). Teferruât itibâriyle bilmiyenler olabilir. Ve bittabi (tabiatıyla) ma’zûrdurlar. Bu hudûd tahassul ederken (oluşurken) işin içinde bulunduğumdan bunu da arz edeceğim:
Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu hudûd İskenderun Körfezi cenûbundan Antakya’dan Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenûbunda Fırat Nehri’ne mülâkî olur (ulaşır). Ordan Deyrizora iner; badehu (ondan sonra) şarka temdîd edilerek (uzatılarak), Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtivâ eder. Bu hudûd ordumuz tarafından silâhla müdâfaa olduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anâsırı ile meskûn aksâm-ı vatanımızı (vatanımızın kısımlarını) tahdîd eder (sınırlar). Bunun cenûb aksâmında Arapça mütekellim (konuşan) dindaşlarımız vardır. Bu hudûd dahilinde kalan aksâmı memâlikimiz (memleketimizin kısımları) câmi‘a-i Osmâniye’den lâyenfekk bir kül (ayrılmaz bir bütün) olarak kabul edilmişdir”.[15]
Yukarıdaki ifade değerlendirildiğinde, Mîsâk-ı Millî’nin birinci maddesiyle, Türkiye’nin yeni sınırlarını, özellikle güney sınırını, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün, orduların durumuna göre, “hatt-ı mütareke” olarak adlandırılan hattın teşkil etmesinin öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca güney sınırımız oldukça ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. Burada sınırımız İskenderun Körfezi’nin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasındaki Cerablus Köprüsü’nün güneyinde Fırat Nehri’ne uzanan ve oradan Deyrizora inen, doğuya doğru ise Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içeren bir hat olduğu ve Türk, Kürt vd. İslâm unsurlaranın yaşadığı bu yerlerin vatanımızın bölünmez bir parçasını teşkil ettiği kaydedilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın ülke bütünlüğüyle ilgili görüşünü Türkiye Büyük Millet Meclisi milletvekilleri de savunmaktadırlar. Nitekim Türkiye Büyük Millet Meclisi milletvekillerinin, 28 Ekim 1922 tarihinde hazırladıkları mazbatada, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde bulunduğu halde, Fransa Hükûmeti’yle geçici olarak imzalanan anlaşma sonucunda Anavatan dışında kalan vatan parçalarının kurtarılması ve Mîsâk-ı Millî’nin tamamlanması hususunda, devlet organlarının hiçbir fedarkârlıktan kaçınmadan çalışmalarının gerekli olduğu beyan edilmiştir.[16] İlgili belgede ayrıca şu görüş yer almıştır:
“…Suriye ile aramızda ta’yîn edilecek hudûdun Mîsâk-ı Millî’de ta’yîn edilmiş esâsât dâ’iresinde ya’ni Mondros Mütârekesi’nin akdında Türkiye elinde kalıp ahâlisi Türk olan mahaller Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ne â’id olmak üzere ta’dîl ve ta’yîni taleb eder.”[17]
Görüldüğü gibi milletvekilleri tarafından, Suriye ile aramızdaki sınırın, Mîsâk-ı Millî’de belirlenen esaslara dayalı, yani Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı sırada Türkiye’nin elinde bulunan ve ahâlisi Türk olan yerlerin Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ne ait olduğu vurgulanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 14 Mart 1921 tarihinde, TBMM’de, “Cephe Zamları Hakkındaki Kanun Münasebetiyle” yaptığı konuşmada da, savaş hatlarıyla ülkemizin sınırlarının tespit edildiğini ve güney savaş hattının, dolayısıyla güney sınırımızın Mersin’den başlayarak Musul’a kadar uzadığını, oradan da doğuya doğru yöneldiğini şu sözlerle belirtmiştir:
“Hattı harbimizin imtidâdını takip edelim. Mersin, Tarsus, Adana, Ayıntap böyle Cenup Cephesi gider. Tâ Musul karşısına kadar. ve oradan da şarka teveccüh eder (yönelir). Demek ki memleketimizin bütün hudutları bugün için hattı harpllerden ibarettir.”[18]
Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin Mîsâk-ı Millî sınırlarımız içinde yer aldıklarını ispatlayan diğer önemli arşiv belgeleri de bulunmaktadır. TBMM milletvekilleri tarafından 28 Ekim 1922 tarihinde hazırlanan ve İcrâ Vekîlleri Hey’eti ile Hâriciye Vekâleti’ne gönderilen bir mazbatada:
“Musul, Süleymaniye, Kerkük, Türkiye’nin lâ-yen-fekk eczâsından (ayrılmaz kısımlarından) olup Mîsâk-ı Millî mûcebince hakimiyetimiz altına alınacağı şübhesiz olduğudan bu dahi arz etdiğimiz sûretle hudûdun tashihi âmir ve mûcibdir (gereklidir)”[19] denilmek suretiyle Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ün Türkiye’nin ayrılmaz parçaları oldukları vurgulanarak Mîsâk-ı Millî gereğince sözkonusu yerlerin hakimiyetimiz altına alınmasının ve hududumuzun buna göre düzenlenmesinin zorunluluğu bildirilmektedir.
Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Re’îsi sıfatıyla Fevzi Çakmak Paşa’nın, Hey’et-i Vükelâ Riyâseti’ne, Müdâfa’a-i Milliye Vekâleti’ne ve cephe kumandanlarına Eylül 1922’de gönderdiği bir telgrafta; Musul mıntıkasındaki Mîsâk-ı Millî hududumuzun gerekirse silâhla temin edilebileceğini, ordumuzun aşiret ve yerli halktan oluşan birliklerle takviye edileceğini, İmadiye-Süleymaniye hattı üzerinden Musul- Kerkük’e taarruz emrinin verilebileceğini ifade ederek, bu yönde hazırlıkların yapılması ve konu hakkında ilgili makamların süratle görüşlerini bildirmelerini istemektedir.[20] Bu belgeden de, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve Savunma Bakanlığı tarafından 1922 yılında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde düşünüldüğü, vatanımızdan koparılan bu parçaları ülkemize katabilmek için savaşın dahi göze alındığı, Türkmen aşiretleriyle bölge halkının da Türk ordusuna destek vereceği, dolayısıyla bölge halkının Türk Devleti’nin bünyesinde yer almak istediği anlaşılmaktadır.
Doğu (Kafkas) Cephesi’ne gelince, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, (Türk Kafkas Cephesi’ndeki 9. Ordu ile Azerbaycan ve Dağıstan’daki Kafkas İslâm Ordusu, Sovyet Rusya ile yapılan antlaşmaların sağladığı durum üstünlüğünü korumaktaydı), Türk kuvvetleri Kuzeybatı İran, Azerbaycan ve Dağıstan’a (Kuzey Kafkasya) hakimdi.[21] Fakat, Mondros Mütarekesi’nin 11[22] ve 15.[23] maddelerine dayanan İngilizler, 11 Kasım 1918’den itibaren Türk birliklerini 1914 yılındaki harpten önceki Türk-Rus hududuna dönerek, Kars, Ardahan ve Batum’u boşaltmaya zorlamışlardır. Böylece Brest-Litovsk Antlaşması ile alınan üç sancak, ayrıca Kuzeybatı İran ve Kuzey Kafkasya, Mondros Mütarekesi gereğince terkedilmiştir.[24] Bununla birlikte söz konusu yerlerin, özellikle Elviye-i Selâse’nin Anavatana bağlanması için yoğun faaliyetlere devam edilmiştir.
Elviye-i Selâse’nin, yani Kars, Ardahan ve Batum’un, millî sınırlarımız içinde düşünüldüğünü doğrulayan çok sayıda belge ve birinci elden kaynak bulunmaktadır. Örneğin “TBMM Gizli Celse Zabıtları”nda bulunan kayıtlara göre, TBMM’nin 21 Mart 1921 tarihli gizli oturumunda, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Sovyetler Birliği’yle ilgili ilişkilerimiz tartışılmıştır. Bu arada, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, birçok mebus, Batum’un da Mîsâk-ı Millî’nin dahilinde yeraldığı ve Türkiye sınırlarının içinde kalmasının gerektiği hususunda hararetli konuşmalarda bulunmuşlardır.
Konu üzerinde konuşan Mustafa Kemal Paşa, Elviye-i Selâse’nin ve tabiatıyla bu bölgenin dahilinde bulunan Batum’un Mîsâk-ı Millî’de yer aldığını, Batum’un ülkemize dahil edilmesi için öncelikle barış yollarının deneneceğini, ancak netice alınamazsa gerekli diğer tedbirlere başvurulacağını açık bir dille şu sözlerle ifade etmiştir:
“ Mîsâk-ı Millî’miz ve hududu millimiz dahilinde olduğunu iddia ettiğimiz Elviye-i Selâse’de (Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan üç sancak) ahalinin ârâyı umumiyyesine (oyuna) müracaat etmek suretiyle Elviye-i Selâse’yi almak istiyoruz veyahut herhangi bir şekilde bir fikrimizi azami bir surette temin etmek istiyoruz…”
“…Binaenaleyh almak istiyor isek alınacak zaman bu defadır; alınacak an bu dakikadır. Sulh ile alınır; sulh ile alınamazsa bittabi (tabiatıyla) cebren alınır.”.
“… Harbetmemek için ne yapmak lazımsa (yapacağız. Çünkü, her zaman arz edildiği üzere Büyük Millet Meclisi’mizin takip ettiği siyaset) harp siyaseti değildir; muslihâne (barış yoluyla) temin-i menafi etmektir (fayda sağlamak) …”
“.Mîsâk-ı Millîmizde Elviye-i Selâse bizimdir, diyoruz. Vereceğiniz kararı. Bunun sureti teminidir. Onu düşününüz, ona karar veriniz; . Hey’et-i Vekîle tatbik edecektir.”[25]
Hariciye Vekili Ahmet Muhtar Bey ve bazı milletvekillerin yaptıkları konuşmalarda da Batum, Kars, Ardahan, Artvin, Acara ve diğer yerleşim bölgelerinde nüfus çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğunu, ayrıca buraların Mîsâk-ı Millî kapsamında bulunduğunu, dolayısıyla “Mîsâk-ı Millî mucibince söz konusu yerlerin tamamıyla alınmaları” gerektiğini ateşli sözlerle savunmuşlardır.[26]
Konuşmaları takiben Meclis’te yapılan oylama sonucunda, Mustafa Kemal Paşa’nın, Ardahan ve Artvin’in ülkemize iade edileceğinden, öncelikle barış yollarının denenerek Batum’da halk oylamasının yapılması, Mîsâk-ı Millî hükümlerinin korunması ve bu konularda Hey’eti Vekîle’ye yetkinin verilmesi tarzındaki teklifi kabul edilmiştir.
Resmi yazışmalarla meclisteki müzakerelerden de açıkça görüldüğü üzere 1920’li yıllarda, bütün milletvekilleri, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve ilgili kurumlarla kuruluşlar tarafından Kars, Ardahan ve Batum Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde düşünülmekte ve buraların ülkemize katılması için yoğun çaba harcanmaktadır.
24 Nisan 1920 tarihinde, yani TBMM’nin açılışının hemen ikinci gününde, Mustafa Kemal Paşa, Mîsâk-ı Millî metninde sınırlarla ilgili yer alan hususları ve buna dayanılarak Ankara Hükûmeti’nin takip edeceği dış politikayı açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa, hareket noktasını Erzurum Kongresi’nin ve burada alınan kararların teşkil ettiğini hatırlattıktan sonra, konuşmasına şöyle devam etmiştir:
“Efendiler. Millet bütün maksadında maddî ve hakiki düşünmek ve ancak kuvvet ve kudretiyle temin edeceği husûsât üzerinde kendisine yeni bir hudûd çizmek üzere idi. İşte kongre bu hudûdu çizmiştir. Bir hudûd-ı millî çizmişdir. Bu hudûd-ı millîyi sühûletle ibka’ (kolaylıkla devam ettirmek) için demiştir ki; mütârekenâmenin imza olunduğu 30 Ekim 1918 tarihinde çizdiği hudûd hududumuz olacaktır. Vatanımızın hudûdu olacak bu hudûdu ihtimâl teferruâtıyla bilmeyen arkadaşlarımız vardır. Yeniden fazla teferruâta girmek istemediğim için şu sûrette izâhât vereceğim: Şark (doğu) hudûduna Elviye-i Selâse’yi (Kars-Ardahan, Batum) dahil ederek tasavvur buyurunuz. Garp (Batı) hudûdu Edirne’den bildiğiniz gibi geçiyor. En büyük tebeddülât (değişiklikler) Cenûb (Güney) hudûdunda olmuştur. Cenûb hudûdu İskenderun cenûbundan başlar. Halep’le Katıma arasında Cerablus Köprüsü’ne müntehî olur (uzanır) bir hat ve şark parçasında da Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük havâlîsi ve bu iki mıntıkayı yekdiğerine kalbeden (bağlayan) hat. Efendiler, bu hudûd sırf askerî mülâhazât (düşünceler) ile çizilmiş bir hudûd değildir, hudûd-ı millîdir. Hudûd-ı millî olmak üzere tesbît edilmişdir. Fakat bu hudûd dâhilinde tasavvur edilmesin (düşünülmesin) ki, anâsır-ı İslâmiye’den (İslâm unsurlarından) yalnız bir cins millet vardır. Bu hudûd dâhilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anâsır-ı sâire-i İslâmiye vardır. İşte bu hudûd memzûc bir hâlde (birlikte) yaşayan, bütün maksatlarını, bütün mânâsıyla tevhîd etmiş (birleştirmiş) olan kardeş milletlerin hudûd-ı millîsidir (Hepsi İslâm’dır, kardeştir sesleri) ”.[27]
Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıdaki konuşmasında da, Mîsâk-ı Millî’nin hedeflediği sınırların genel hatları oldukça açık bir tarzda belirtilmektedir. Öyle ki; Doğu’da Elviye-i Selâse adıyla anılan, Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan üç sancak Anavatan’a dahil edilmektedir. Güney sınırımızın İskenderun’un güneyinden başlayarak, Halep’le Katıma arasında Cerablus Köprüsü’ne uzanan bir hat olduğu, buradan doğuya doğru devam ederek Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük yörelerini birbirine bağlayan hattın da ülkemizin sınırları içinde yer aldığı ifade edilmektedir. Ancak batı sınırımızın Edirne’den geçtiği kaydedilmektedir. Bununla birlikte, Mîsâk-ı Millî’nin 3. maddesindeki Batı Trakya’yla ilgili hüküm bu ifadeyle bir bütünlük içinde düşünüldüğünde, sözkonusu sınırın Edirne’nin batısına doğru uzandığı anlaşılmaktadır. Zaten yöre halkı ve Trakya milletvekilleri Batı Trakya’nın ülkemizden ayrılmasını kabul etmemektedir. Trakyalı mebusların İcrâ Vekîlleri Hey’eti Reîsi Rauf Bey’e 10.04.1923 tarihinde sunduğu muhtıra, bu görüşü yansıtması bakımından önemli bir belgedir.[28]
Yukarıdaki belgelerde, özellikle Mustafa Kemal Paşa’ya ait beyanatlarda, önemli olan hususlardan biri de, bahsedilen sınırların, sadece askerî düşüncelerle çizilmediğinin, millî sınırlar olarak tespit edildiğinin vurgulanmasıdır. Ama bu millî sınırlar içinde, Türklerin yanı sıra, başka İslâm unsurlarının yaşadığı kaydedilmektedir. Bunlar ise ortak geçmişi olan kardeş milletler olarak telâkki edilmektedir. Buradaki Türk ve diğer unsurların yaşadığı yerlerin millî hududlar içinde yer aldığı, millî birlik ve beraberlik ruhu içinde “vatan” oluşturduğu ve ülkemizin ayrılmaz bir parçasını teşkil ettiği belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk, ülkenin bölünmezliğiyle millî birlik ve beraberlik konusuna değinirken son derece hassasiyetle durmaktadır. O Türk gençlerine bir taraftan bilgi sahibi olmayı, ilim, fen ve teknolojide çağdaş devletlerin seviyesine çıkmayı, hatta onları geçmeyi hararetle tavsiye ederken, diğer taraftan da millî seciyeye, millî geleneklere, Türklük duygusuna, ülkü birliğine, ülke bütünlüğüne, millî birlik ve beraberliğe büyük önem verdiğini şöyle vurgulamıştır:
“Bir ülkenin en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık, duygu ve kabiliyetlerin olgunluğudur. Bu sebeple Türk Milleti’nin idaresinde ve korunmasında, millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”[29]
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da öğretmenlere hitap ederken sınıf, cins, kültür farklılığının ortadan kaldırılarak millî birliğin sağlanması gerektiğini şu sözlerle yeniden hatırlatmıştır:
“Hanımlar, Beyler!
Kat’iyyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, marîzdir (hastalıklıdır).”[30]
1 Kasım 1936 tarihinde TBMM’nin “Beşinci Dönem İkinci Toplanma Yılı”nın açılma münasebetiyle yaptığı konuşmada Atatürk, milli varlığımızın temelini; ilerleme düşüncesiyle yapılan güvenli çalışmada, gelişmiş bir millî bilincin oluşmasında ve millî birlik ile millî berberliğin temin edilmesinde görmektedir:
“Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri, güvenle çalışmada, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü, biz esasen millî mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz.”[31]
Halkımızı doğduğu veya yaşadığı bölgelere göre ayırmaya ve millî birlik ile beraberliğimizi zayıflatmaya yönelik faaliyetlere de karşıdır. Bu konuyla ilgili:
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır”[32] diyerek ülkemizin farklı bölgelerinde yaşayan vatandaşlarımızın aynı kökten geldiklerini ve aynı soylu milletin kollarını teşkil ettiklerini açık bir şekilde dile getirmiştir.
Atatürk kendi el yazısıyla yazdığı belgede:
“Bugünkü Türk milletinin siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hâtta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler (isimlendirmeler) -birkaç düşman âleti, mürteci beyinsizden maada- hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden (üzüntüden) başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü, bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar” sözleriyle, Türk milletini parçalamak ve ayrı gruplara bölmek amacıyla vatandaşlarımıza Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak gibi farklı milletler oldukları tarzında fikirlerin aşılanmaya çalışıldığını, bu propaganda ve yanlış isimlendirmeleri düşman vasıtası olan bazı mürteci ve beyinsizlerin benimseyerek yürüttüğünü, bunun ise ortak geçmişe, kültüre, adet ve geleneklere sahip olan milletimizi rahatsız etmekle birlikte başarıya ulaşmadığını ve bu bölücü düşünceleri sadece düşmana hizmet edenlerle beyinsizlerin benimsediğini belirtmiştir. Belgenin devamında ise:
“Ayrı ve kesretli cemiyetlere malik olduklarını iddia etmiş ve bu yüzden Türklerle birleşip bir millet teşkil etmemiş olan Araplar -hem de dinlerini kabul ettiğimiz halde- acaba bugünkü esaretlerinden memnun mudurlar?
Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevî vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk milletine vicdanî arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılmak, medenî Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?”[33] açıklamasına yer vererek aynı dine mensup olmamıza rağmen, ayrı ve kalabalık cemiyetlere sahip olduklarını öne sürerek Türklerden ayrılan Arapların esarete dahil edildiklerini, buna karşılık bünyemizde kalan Hıristiyan ve Musevi azınlıklara ise Türk milletinin asil karakterine uygun bir idare tarzının sağlandığını hatırlatmaktadır.
Mustafa Kemal’in, diğer bir ifadesinde de:
“.Haricin teşvikiyle veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek, pek tabiî ve zarurîdir. Bugün en büyük, en kuvvetli ve en medenî milletlerin bu gibi meselelerde bize nispetle pek sert ve zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesçe bilinmektedir”[34] diyerek ihanette bulunanlara, ülke bütünlüğümüzü parçalamaya, millî birlik ve beraberliğimizi bozmaya veya başka zararlı faaliyetlerde bulunmaya teşebbüs edenlere katiyetle müsaade edilmemesinin gerektiğini önemle vurgulamakta ve gelişmiş ülkelerle medenî milletlerin, bu gibi meselelerde çok sert tedbirlere başvurduklarının herkesçe bilindiğine dikkat çekmektir.
Verdiğimiz bu örnekler dahi, Atatürk’ün, Misak-ı Milî sınırlarımız içinde milletimizle memleketimizin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini vurgulaması açısından önemlidir. Burada, bölge ayrımı yapılmamaktadır. Ayrıca doğu, güneydoğu ve güney bölgelerimizi Anavatanımızın diğer yerlerinden ayıracak bir statünün oluşturulmasından, federal bir sistemin tesis edilmesinden veya bütünlüğü, birliği, beraberliği zedeleyecek herhangi başka bir idare tarzının kurulmasından da söz edilmemektedir. Tam tersine birlik-beraberlik ruhu içinde, Misak-ı Millî sınırlarını kapsayan, bölünmez, üniter bir Türk Devleti’nin varlığını sonsuza kadar devam ettirmesi öngörülmektedir.
21 Mart 1923 tarihinde, Adana Türk Ocağı’nda düzenlenen bir toplantıda, Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada ülkemizin genel durumu, iç ile dış tehlikelerden, özellikle bazı unsurların Türk toprakları üzerindeki iddialarından bahsederken:
“.Memleketiniz sizindir, Türklerindir.”
“Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”[35]diyerek ülkemizin, geçmişte, olduğu gibi, gelecekte de, kısacası her zaman Türk vatanı kalacağını açıkça vurgulamaktadır.
Pof. Dr. Tahsin Banguoğlu, yaptığı araştırmalarda, Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda örnekleri verilen resmî beyanları dışında, güney ve doğu sınırlarımızdaki Mîsâk-ı Millî’nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM’nin açılışından sonra, Hatay’dan kaçarak Adana’da millî mücadeleyi yürütecek bir teşkilât kuran Tayfur (Sökmen) Bey’in Mustafa Kemal’e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay’la ilgili:
“Sancak Millî Mîsâk’a dahil midir?” sorusunu sormaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise bu soruya gönderdiği telgrafla, tartışma yapılamayan ve kesin bir anlam taşıyan şu önemli cevabı vermiştir:
“Türklerin yaşadığı her yer Millî Mîsâk’a dahildir.”[36] (Ancak burada “Türklerin yaşadığı her yer” denilirken Osmanlı İmparatorluğu’ndan zorla gasp edilen yerlerin kastedildiğini vurgulamak gereklidir).
Aynı tarihlerde kendisine Berlin’den mektuplar yazan Talat Paşa’ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken:
“Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır” demektedir.[37] Çünkü O’na göre Türkçe ve Kürtçe konuşan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da aynı devletin içinde yer almalıdır. Ayrıca bu görüşle büyük lider, I. Dünya Savaşı’yla Kurtuluş Savaşı’na, özellikle Ermenilerin saldırıları karşısında vatanımızın savunmasına, canla başla katılan doğulu ve güneyli vatandaşlarımızı Türk milletinin diğer bölgelerdeki fertlerinden asla ayrı görmediğini de dile getirmektedir. Nitekim, 1923 Lozan Konferansı sırasında, Anadolu Türklüğünü parçalamayı hedef alan Batılı diplomatların görüşleri karşısında İsmet İnönü:
“Kürt halkının, İran kökenli olduğu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır. Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiçbir yönden Türklerden farklı değillerdir”[38] sözleriyle Türk heyeti adına, Türk-Kürt ayrımının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Zaten Lozan’da, Kürtlerin, Türklerden ayrı bir unsur olmadığı kabul edilmiştir. Dolayısıyla Lozan Antlaşması’yla bu vatandaşlarımız azınlıklar grubuna dahil edilmemiştir. Bu yüzden son yıllarda yabancı güçlerin ve ülkemizdeki bazı çevrelerin ayrı bir millet yaratma çabaları ne ilmî esaslara ne de milletlerarası antlaşmalara dayanmaktadır. Tamamen Türkiye’yi zayıflatmaya, bölmeye ve Sevr Antlaşması’nı gerçekleştirmeye yönelik emperyalist devletlerin amaçları doğrultusunda yürütülen planlı faaliyetler zincirinin halkalarından birini teşkil etmektedir.
Amaçlanan ve Gerçekleşen Milli Sınırlar
Batılıların desteğindeki Yunanistan’ın mağlup olması sonucunda, 11 Ekim 1922 tarihinde, Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır. Bunu takiben (20 Kasım 1922’de) Lozan Barış görüşmeleri başlamıştır. Lozan Konferansı’na Türkiye’yi temsilen İsmet Paşa’nın başkanlığında Trabzon Milletvekili Hasan Bey ve Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey katılmışlardır. Ayrıca 21 danışman, 2 basın danışmanı, 10 katip ve mütercim de Türk Temsil Heyeti’nde yer almıştır. Bunların ise genç Türk Devleti’nin en becerikli ve bilgili aydınları arasından seçilmesine çaba harcanmıştır.
Lozan’da ele alınması gereken konular üzerinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin temel görüşlerini bildiren Türk tezini savunma ilkeleri, 14 maddelik bir direktif halinde özetlenerek hazırlanmıştır. Türk Temsil Heyeti’ne Lozan’a hareketinden önce bu direktif verilmiştir. Başbakan Rauf Orbay, Genelkurmay Başkanı ve altı bakanın imzasını taşıyan yönetmelik niteliğindeki bu direktifin sadeleştirilmiş metni şöyledir:
Türk Temsil Heyeti’ne Verilen Direktif
  1. Doğu Sınırı: Ermeni devletinin kurulması bahis konusu olamaz. Olursa görüşmeler kesilecektir.
  2. Irak Sınırı: Musul Vilayeti, Kerkük ve Süleymaniye sancakları istenecektir. Konferansta bundan farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için Bakanlar Kurulu’ndan talimat alınacaktır. Petrol ve diğer konulardaki ayrıcalıklar meselesinde İngilizlere bazı ekonomik çıkarların sağlanması görüşülebilir.
  3. Suriye Sınırı: Bu sınırın düzenlenmesine imkan oranında son derece çalışılacaktır. Sınır şöyle olmalıdır: Re’si İbni-Hayr’dan başlayarak Harm, Müslimiye, Meskene ve sonra Fırat yoluyla Dirizor, çöl ve nihayet Musul ile güney sınırına ulaşır.
  4. Adalar: Duruma göre hareket edilecek, kıyılarımıza pek yakın meskun olan ve olmayan, ufak- büyük bütün adalar mutlaka sınırımız içine alınacak, başarı sağlanamazsa Ankara’dan sorulacak.
  5. Doğu Trakya’nın Batı Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.
  6. Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi uygulanacaktır.
  7. Boğazlar: Boğazlarda ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı askerî kuvvet kabul edilmeyecektir. Eğer bu konudaki görüşmelerin kesilmesi gerekirse kesilmeden önce Ankara’ya bilgi verilecektir.
  8. Kapitülüsyonlar: Kapitülasyonlar kabul edilmeyecektir. Eğer gerekirse görüşmeler kesilecektir.
  9. Azınlıklar: Esas, mübadeledir.
  10. Düyûn-ı Umûmiye (Genel Borçlar): Bu borçların Türkiye’den ayrılan ülkelere dağıtımı, hissemize düşecek olan miktarın Yunanlılara devri, yani savaş tazminatına karşılık tutulması, olmadığı takdirde yirmi yıl ertelenmesi. Düyûn-ı Umûmiye idaresi kalmayacaktır. Güçlükler çıkarsa sorulacaktır.
  11. Silâhlı Kuvvetler: Ordu ve donanmayı sınırlandıran kayıtlar kabul edilmeyecektir.
  12. Yabancı Kurumlar: Türk Kanunlarına tabi tutulacaktır.
  13. Türkiye’den ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin özel maddesi yürürlüktedir.
  14. Cemaatler ve İslâm Vakfılar Hukuku: Eski antlaşmalara göre sağlanacaktır.[39]
Bu kısa ama kesin talimattan anlaşıldığına göre, TBMM Hükümeti’nin hedefi, Misak-ı Millî ile öngörülen hususların barış görüşmelerinde Batılılara kabul ettirilmesidir. Bununla birlikte iki konuda pazarlığa girişmek niyetinde değildir. Bunlardan birincisi, Doğuda Ermenilere toprak bırakılmasıdır. İkincisi ise, Osmanlı Devleti’nin çöküşüne yol açan en etkili sebeplerden biri olan kapitülasyonların kaldırılmasıdır. TBMM Hükümeti, her iki konunun da millî bağımsızlık ilkesi ile asla bağdaşmadığını bildiğinden, gerekirse barış görüşmelerinden çekilmekte kararlıydı. Diğer konularda ise elverişli şartların sağlanması yönünde pazarlık yapılabileceği kanaatindeydi. Zaten Lozan’daki müzakere ve gelişmeler bu yönde cereyan etmiştir.
Türk Temsil Heyeti Başkanı ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Lozan barış görüşmelerinde takip edilecek hareket tarzından söz ederken:
“Bu milletimizin öteden beri millî istekleri yolunda takip ve tespit ettiği yoldur ki, Misak-ı Millî ile açıklanmıştır. Misak-ı Millî ve Yüsek Heyetimiz’in siyasetimize esas olarak kabul ettiği anlaşmalar bizim hareket tarzımızı teşkil eder. Misak-ı Millî ile imzalanmış anlaşmalar çerçevesinde hukukumuzu savunacağız” şeklinde açıklamada bulunmuştur. Konu üzerinde hassasiyetle duran Başbakan Rauf Orbay da:
“Gayemiz Misak-ı Millî, İstiklâli Tammı Millî’dir”[40] diyerek TBMM’nin amacının Misak-ı Millî’nin ve tam bağımsızlığın temin edilmesi olduğunu açıkça belirtmiştir. Görüldüğü gibi Lozan’da Türkiye’nin hareket noktası Mîsâk-ı Millî’ydi. Mîsâk-ı Millî sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimiyeti, Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul Vilâyeti, Elviye-i Selâse’nin ülkemize dahil edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması yer almaktaydı. Ayrıca kapitülasyonların kaldırılmasına da büyük önem verilmiştir. Yani Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız bir Türk Devleti’nin kurulması amaçlanmıştır. Zaten Türkiye bunu aşan bir talepte de bulunmamıştır. Bağımsız bir Türkiye’nin millî ve stratejik sınırlarının korunmasına yoğun çaba harcanmıştır. Fakat Müttefikler, 1914’ten önce terkedilen yerleri bu konferansta görüşmeye yanaşmamışlardır. Onlar, I. Dünya Savaşı’nın mağlubu olan bir Türkiye ile müzakerelerini sürdürme ısrarında idiler. Bunun karşısında Türk heyeti, bugün tenkit edilen bütün konuları Lozan müzakereleri sırasında büyük azimle savunmuştur. Bu yüzden görüşmeler uzun sürmüş, tartışmalı geçmiş hatta kesilmiştir (Öyle ki, 20 Kasım 1922’de toplanan konferans, müttefiklerin millî sınırlarımızı kabul etmemeleri ve kapitülasyonların devamında ısrar etmeleri üzerine, 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramıştır. 23 Nisan 1923’te yeniden başlayan konferans, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla sona ermiştir. Bu Antlaşma da 24 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanmıştır).[41]
Müttefikler, Osmanlı Devleti üzerindeki iktisadî, malî vd. imtiyazlarından çok zor vazgeçmişlerdir. Yeni Türkiye’nin sınırları konusunda ise Mudanya Mütarekesi sınırlarını savunarak geri çekilmek istememişler, Boğazlar üzerindeki fiili hakimiyetlerinden vazgeçmemişler, Hatay ve Musul Vilâyeti gibi yerleri vermeye yanaşmamışlardır. Bu yüzden Mîsâk-ı Millî’de öngörülen hususların tamamı gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte, Lozan’da elde edilen neticeler asla küçümsenemez. Çünkü o günkü siyasî şartları, milletimizin durumunu, devletimizin askerî gücünü, malî ve iktisadî yapısını gözönünde bulundurduğumuzda elde edilen neticeler gerçekten inanılmazdır. Ordusuyla bütünleşen Türk milleti, büyük fedakârlıkla verdiği mücadele sonucunda, yüzyıllardan beri yarı sömürge haline gelen devletlerinin millî sınırları içindeki istiklâlini kurtarmayı başarmıştır. Lozanla birlikte tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurulmuştur.
Büyük Nutuk’ta Sevr ile Lozan’ı karşılaştıran Atatürk:
“Muhterem Efendiler, Lausanne Sulh Muâhedenâmesi’nin ihtiva ettiği esâsatı, diğer sulh teklifleriyle daha fazla mukayeseye mahal olmadığı fikrindeyim. Bu muâhedenâme, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevres Muâhedenâmesi’yle ikmal edildiği (tamamlandığı) zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidâmını (yıkılışını) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nâmesbûk (eşi olmayan) bir siyasî zafer eseridir!”[42] değerlendirmesini yaparak Lozan Antlaşması’nın, Türk milleti aleyhine yüzyıllardan beri takip edilen ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilen yok etme faaliyetlerine set çeken bir belge niteliği taşıdığı ve Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasî zafer eseri olduğu sonucuna varmaktadır. Ancak Atatürk, burada ülkemizin sınırlarıyla ilgili alınan kararları Mîsâk-ı Millî ve millî menfaatler doğrultusunda değiştirmeyi düşündüğü de bir gerçektir. Nitekim Amerikalı General Mc. Arthur’un, “Hatıralarında”, “Büyük devlet adamlarından biri” olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk’le 1933’te Ankara’da yaptığı bir mülâkat buna örnektir. Mülâkatta şöyle denilmektedir:
“Atatürk, Ankara’daki karşılaşmamızda bana: “Almanya’ya dikkat edin, eğer diğer devletler akıllı davranmazlarsa bu haliyle Almanya ikiye bölünecek ve bundan en fazla Rusya kazançlı çıkacak” dedi.
“Sizin Türkiye’nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?” iye sorduğumda ise:
“Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım” cevabını verdi”[43]
Buradan da, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, Mîsâk-ı Millî’den vazgeçmediğini, hedefe ulaşmak için ise uygun bir ortamın meydana gelmesini beklediğini görüyoruz. Bu arada Atatürk’ün bir maceraperest olmadığını vurgulamak gereklidir. O, büyük devletlerle komşularımızın iktisadî, malî, askerî güçleriyle takip edecekleri politikaları ve Türkiye’nin durumunu göz önünde bulundurarak dış politikamızı tespit etmiş ve uygulamıştır. Bu yüzden Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan şartların oluşmasını beklemiştir. Bunun örneğini ise Boğazlar ve Hatay meselelerinde görmemiz mümkündür.
Hayatı boyunca Mîsâk-ı Millî’nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, II. Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek, Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren milletlerarası platformdaki gündemlere yeniden getirmeye başlamıştır. Sonuçta 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi’yle, Lozan’da Boğazlara konulan bütün sınırlamalar kaldırılmış ve Türkiye’nin bölge üzerindeki hakimiyeti kabul edilmişir. Böylece, büyük önder Atatürk’ün barışçı, azimli, kararlı tutumu ve yüksek dış politikası sayesinde, tam bağımsızlık ile çelişen bu engel barışçı yollarla ama Misak-ı Millî’nin 4. maddesinde öngörüldüğü şekliyle çözümlenmiştir.[44]
Atatürk, Boğazlar konusundan hemen sonra, Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde bulunan Hatay’la da yakından ilgilenerek meseleyi millî menfaatlerimiz doğrultusunda çözmeye çaba harcamıştır. Hatay meselesi, Atatürk’ün kararlı tutumu, ileri görüşlülüğü ve barışçı formülleri çerçevesinde, savaşa lüzum kalmadan, 1938’de Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında yapılan halk oylaması sonucunda, Hataylıların Suriye ve Fransa idaresini reddetmesi, 2 Eylül 1938’de toplanan Hatay Millet Meclisi’nce bağımsız Hatay Türk Devleti’nin kurulduğunun ilân edilmesi ve 23 Haziran 1939’da Hatay Meclisi’nin Türkiye’ye katılma kararı vermesi tarzında aşamalı olarak çözümlenmiştir.[45]
Atatürk, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını görememiş, bu mutluluğu yaşayamamıştır. Ama II. Dünya Savaşı’na doğru Avrupa devletleri arasında artan mücadeleden istifade ederek, yürüttüğü dahiyane siyaseti ve kararlı tutumuyla Hatay’ın Anavatan’a katılmasını sağlamış, bu vatan parçasını Türk milletine armağan etmiştir. Bu suretle Atatürk, kısa ömrünün son yıllarında, Mîsâk-ı Millî’nin Lozan’da kabul ettiremediğimiz iki maddesini gerçekleştirmiştir. Söz konusu gelişme ise, dirayetli, kararlı, ileri görüşlü bir lider ile güçlü bir devletin barış yoluyla millî hedeflerine ulaşabileceğini açıkça göstermektedir.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra, 1938 yılına kadar takip ettiği barışçı, tutarlı ve yapıcı “millî siyaset” ile, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada güvenilen, sözü dinlenilen ve saygı duyulan bir devlet haline getirmiştir. Türkiye’yi, dünya devletleri arasında itibarlı, onurlu bir üye yapmış ve devletin sonsuza kadar yaşaması için gerekli önlemleri almıştır. Dış siyaset alanında millî hedefleri gözetmiştir. Bütün anlaşmazlıkların barış yolu ile çözümü, Atatürk’ün takip ettiği temel ilke olmuştur. Bu ilke doğrultusunda “Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz” diyerek anlaşmazlıkları öncelikle barış içinde, ama millî menfaatlerden taviz vermeden, çözüme çalışmıştır. Bu siyasetin esasında barış isteği yatmakla birlikte, Atatürk, askerî gücümüzü, her zaman hesaba katılması gerekli önemli bir unsur olarak dış siyasetimize sokmuştur. Türk ordusunun gücü, görevine bağlılığı ve disiplinli durumu, Türk topraklarında gözü olan bazı devletlerin saldırgan hareketlerini frenlemiş ve barış siyasetimizin aksamadan yürütülmesini sağlamıştır.
Örneklerini verdiğimiz kaynak ve belgelerden Mîsâk-ı Millî’nin, milletimizin gelecek nesillerine, bütün İstiklâl Savaşı şehit ve gazileri gibi, Atatürk’ün de güçlü bir “arzusu” olarak devredildiği görülmektedir. Ancak, Atatürk’ün yukarıdaki ifadeleri, drektifleri ve icraatları yanlış anlaşılmamalıdır. O, katiyetle irredandist, saldırgan ve emperyalist bir düşünceye sahip değildir. Atatürk’ün sınırlarla ilgili sözlerini ve hedeflerini zamanın şartları ve imkânları çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir. Şartların elverdiği oranda Gazi Mustafa Kemal Paşa, hakkı gaspedilmiş, zulme uğramış, vatanı işgal edilmiş bir milletin, en tabiî haklarını temin etmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla yayılmacı ve saldırgan bir politika takip etmemiştir. Atatürk’ün belirlediği bu millî hedef, XIX ve XX. yüzyıllarda, Türk Devleti’nin zayıflığından istifade edilerek zorla, haksız yere, işgal edilen vatan topraklarıyla esaret altına alınan soydaşlarımızın kurtarılması olarak algılanmalı ve Türk milletinin kendi haklarını meşru müdâfaa çerçevesinde savunması olarak düşünülmelidir.
Atatürk, Mîsâk-ı Millî’de sınırlarla ilgili hükümlerin yer almasına rağmen, bu sınırları ilgili metin hükümlerinin değil, milletin menfaatlerinin tespit ettiğini ve bu hudutların millî menfaatlere göre yeniden düzenlenebileceğini belirtmektedir. Bu görüş ise Atatürk’ün yazılı metinlerle öngörülen dar kalıplar içinde kalmadığını, millî menfaatlere, devlet gücüne ve günün şartlarına göre her zaman değişik hedeflerin belirlenebileceğini vurgulaması açısından önemlidir. Ulu Önder bu hususta:
“.Efendiler arâzî meselesi ve hudûd meselesi Mîsâk-ı Millî’nin ma’lûmu âliniz, birinci maddesinin dâ’ire-i şümûlundedir (içeriğindedir). Mîsâk-ı Millî şu hat bu hat diye hiçbir vakitde hudûd çizmemişdir. O hudûdu çizen şey milletin menfaati ve Hey’eti Celîle’nin isâbeti hazırıdır. Yoksa bu haritası mevcud bir hudûd yokdur.”[46] diyerek bizlere dar kalıplardan kurtulmamız için rehber olmaktadır.
Mustafa Kemal’in inkılâplarının tümü gelişen ve değişen dünya sistemine çok rahat ayak uydurabilecek düzeydedir. Dış politikadaki prensip ve hedefleri de aynı şekilde akılcı ve ileriye dönüktür. 6 Aralık 1922 tarihinde Ankara’da, basın mensuplarına “Halk Partisi’ni Kurmak Hakkındaki Kararını Açıklaması” sırasında Mustafa Kemal Paşa:
“İstikbâlde (gelecekte) hayatı milleti (millet hayatını) tehdit edecek tehlikelere düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak, vatanını seven bilcümle (bütün) efradı milletin (millet fertlerinin) borcudur. Filvaki (gerçekten) vatanımıza ve istiklâlimize göz dikenlere yalnız askerlikçe üstün galebe etmek kâfi değildir. Memleketimiz hakkında istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak vechile (şekilde) siyaseten, idareten ve iktisaden kuvvetli olmak lâzımdır”[47] değerlendirmesini yaparak Türkiye’yi tehdit edebilecek tehlikeler karşısında alınması gereken temel tedbirleri açıklamıştır. Ayrıca Atatürk 13 Mart 1923 tarihinde Adana’da yaptığı konuşma esnasında:
“Arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salâhiyeti olmadığı gibi bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden bir vazifedir.”[48] uyarısını yapmıştır. Nitekim geçen yüzyılda olduğu gibi, XXI. yüzyılda da dünyamızda çok büyük değişimlerin gerçekleşmesi beklenilmektedir. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabaları karşısında, ülkemize yönelik bazı yaptırım ve millî hakimiyetle çelişen taleplerden dolayı, devletimizin bölünmez bütünlüğünün devamı ve milletimizin varlığı açısından oldukça hassas bir durum meydana gelmiştir. Böyle bir ortamda iç ve dış bağımsızlığımızın korunması şartıyla; diğer devletlerle siyasî, sosyo kültürel, iktisadî, teknolojik işbirliğin yapılabileceği yönündeki Misak-i Millî’nin fikirlerini değişen dünya sistemi içinde bir rehber olarak takip etmek, Ulu Önder Atatürk’ün direktiflerini hassasiyetle yerine getirmek, millî hakimiyete dayanan bağımsız bir Türkiye’nin varlığı için ve millî menfaatlerimiz açısından zorunludur.
EK: Mîsâk-ı Millî Beyannamesi
Mîsâk – ı Millî Metni
Mîsâk-ı Millî, Türk milletinin temsilcilerinin kabul ettiği bir karardır. Meclis’in kararı olduğundan, aynı zamanda Türk milletinin de kararı anlamına gelmektedir. Bu açıdan Mîsâk-ı Millî’nin kabulü ile Millî Mücadele, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân’ı tarafından resmen kabul edilmiş ve milletimize mâl edilmiştir. Ayrıca, demokrasi kurallarına uygun bir tarzda, Meclist’e alınan bir karardır. Dolayısıyla Mîsâk-ı Millî’nin bu önemli özelliğinden daha sonraki yıllarda, İngiltere, Fransa ve diğer devletlerle olan münasebetlerde temel ilke olarak istifade edilmiştir. Mîsâk-ı Millî, gerek Millî Mücadele yıllarında, gerekse sonradan Türk Devleti’nin siyasetinde rehber olmuştur. Özellikle Atatürk döneminde Türk dış politikasının ruhu ve ana hedefi olarak uygulanmaya çalışılmıştır. Bu önemli belgenin Osmanlıca metni ile transliterasyonu şöyledir:
Anadolu’nun Büyük ve Azimkârâne Mücâhedâtını (mücadelelerini) doğuran Esbâbı (sebepleri) ve Mukaddes Da‘vâ-yı Millîmizin Esâsâtını İhtivâ eden 28 Ocak 1920 târihli Misâk-ı Millî Beyânnâmesi’dir.
Misâk-ı Milli Beyânnâmesi
“Zîrde (aşağıda) vâzi‘ü’l-imzâ (imzâsı bulunan) Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân a’zâları istiklâl-i devlet ve istikbâl-i millînin, haklı ve devamlı bir sulhe nâ’iliyet (ulaşmak) için ihtiyâr edebileceği (katlanabileceği) fedâkârlığın hadd-i a’zamını (en yüksek sınırını) mutazammın olan (içeren) esâsât-ı âtiyeye (aşağıdaki esaslar) tamâmi-i ri’âyetin (tam uyumun) mümkünü’t-te’mîn (sağlanması mümkün) olduğunu ve esâsât-ı mezkûre hâricinde pâyidâr bir Osmanlı Saltanat ve Cem’iyetinin devâm-ı vücûdu (varlığının devamı), gayr-i mümkün bulunduğunu kabul ve tasdîk eylemişlerdir.
Madde 1. Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran (özellikle) Arap ekseriyetiyle meskûn olub 30 Teşrîn: Evvel (Ekim) 1918 târihli mütârekenin hîn-i akdinde (ateşkesin imzalandığı sırada) muhâsım (düşman) orduların işgali altında kalan aksâmının (kısımlarının) mukadderâtı, ahâlisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya (reylere) tevfîkan (uygun olarak) ta’yîn edilmek lâzım geleceğinden, mezkûr (anılan) hatt-ı mütâreke dâhil ve hâricinde dînen, ırken müttehid (birleşmiş) olan, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile (karşılıklı hürmet) ve fedâkârlık hissiyâtile meşhûn (dolu) ve hukûk-ı ırkıye ve ictimâ’iyeleriyle şerâ’it-i muhîtiyelerine (çevre şartlarına) tamâmiyle ri’âyetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksâmın (kısımların) hey’et-i mecmû’ası (bütünü) hakîkaten veya hükmen hiçbir sebeble tefrîk (ayrılık) kabûl etmez bir küldür.
Madde 2. Ahâlisi ilk serbest kaldıkları zamanda ârâ-yı âmmeleriyle (halkoyu ile) Anavatana iltihâk etmiş (birleşmiş) olan Elviye-i Selâse için lede’l-îcâb (gerektiği üzere) tekrâr serbestce ârâ-yı âmmeye mürâca’at edilmesini kabul eder.
Madde 3. Türkiye sulhune ta’alluk edilen (bağlanan) Garbî Trakya vaz’iyet-i hukûkiyesinin tesbîti de sekenesinin kemâl-i hürriyetle beyân edecekleri ârâya tebe’an (tâbi olarak) vâki’ olmalıdır.
Madde 4. Makarr-ı Hilâfet-i İslâmiye (İslâm halifeliğinin başkenti) ve pâyitaht-ı Saltanat-ı Seniyye ve Merkez-i Hükûmet-i Osmaniyye olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü halelden (zarardan) masûn (korunmuş) olmalıdır. Bu esâs mahfûz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticâret ve münâkalât-ı âleme (dünya nakliyatına) küşâdı (açılması) hakkında bizimle sâ’ir bi’l-umûm alâkadâr devletlerin müttefikan (ittifakla) verecekleri karâr mu’teberdir (geçerlidir).
Madde 5. Düvel-i İ’tilâfiye (İtilâf Devletleri) ile muhâsımları ve bazı müşârikleri (ortakları) arasında takarrür eden (kararlaştırılan) esâsât-ı ahdiye (anlaşma şartları) dâ’iresinde ekalliyetlerin (azınlıkların) hukûku, memâlik-i mütecâviredeki (civar memleketler) Müslümân ahâlinin de aynı hukûkdan istifâde ümniyesiyle (arzusuyla) tarafımızdan te’yîd ve te’mîn edilecekdir.
Madde 6. Millî ve iktisâdî inkişâfâtımız (gelişmelerimiz) dâ’ire-i imkâna girmek ve daha asrî bir idâre-i muntazama (düzenli idare) şeklinde tedvîr-i umûra (işleri çevirmeye) muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de te’mîn-i esbâb-ı inkişâfımızda (gelişme şartlarının sağlanmasında) istiklâl ve serbetî-i tâmma mazhar olmamız (ulaşmamız) üssü’l-esâs (temel esas) hayât ve bekâmızdır. Bu sebeble siyâsî, adlî malî ve sâ’ir inkişâfımıza mâni’ kuyûda (kayıtlara) muhâlifiz. Tahakkuk edecek düyûnâtımızın (borçlarımızın) şerâ’it-i sulhiyesi (barış şartları) de bu esâsâta mugayir (aykırı) olmayacakdır.”[49]
Görüldüğü üzere Mîsâk-ı Millî ile her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları tespit edilmiştir. Ayrıca, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı üyelerinin aldıkları bu kararların devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar olduğu vurgulanmaktadır.
 Prof. Dr. İlker ALP
Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 293-305

Dipnotlar :
[1] Kemal Atatürk, Nutuk, C. I., (1919-1920), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1981, s. 360.
[2] Nejat Kaymaz, “Mîsâk-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında”, VIII. Türk Tarih Kongresi, (Kongreye Sunulan Bildiriler), C. III., Ankara 11-15 Ekim 1976, s. 1943.
[3] Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara 1989, s. 12.
[4] Yenigün Gazetesi, “Mîsâk-ı Millî”, 28 Kânûn-ı Sânî 1920.
[5] Edirne Meb’ûsu Mehmed Şeref (Aykut) hatıratında, Mîsâk-ı Millî metninin 12 Ocak 1920’de Meb’ûslar Meclisi’nin çalışmaya başlamasından sonra “beş kişilik gayr-ı resmî bir hey’et” tarafından hazırlandığını ve temel metnin kendisiyle Yusuf Kemal Bey’de olduğunu, Felâhı Vatancıların toplantısında kabul edilmesinden sonra 28 Ocak 1920 Cuma günü, Meclis-i Meb’ûsânda Celaleddin Arif Bey’in riyasetindeki toplantıda gündem dışı tarafından okunduğunu, 17 Şubat 1920 tarihinde de Meclis Hey’et-i Umûmiyesince kabul edilerek “milli irâdeye iktiran ettiğini” belirtmektedir (Cemal Kutay, Mehmed Şeref Aykut, İstanbul 1985, s. 238-240, 259).
[6] Meclis-i Meb’ûsân Zabıt Ceridesi, C. I., Devre: 4, İçtima Serisi: 1, Onbirinci İnikad 17 Şubat 1920 Salı, TBMM 1992, s. 143-145; İkdâm Gazetesi, İkinci Celse, No: 8269, 18 Şubat 1920, s. 2; İleri Gazetesi, No: 760, 18 Şubat 1920, s. 4, Cemal Kutay, a.g.e., s. 308.
[7] Meclis-i Meb’ûsan Zabıt Ceridesi, s. 145-146.
[8] İleri Gazetesi, “Meclis-i Meb’ûsân’da”, No: 767, 25 Şubat 1920, s. 4.
[9] Vakit Gazetesi, “Ahd-ı Millî Programı”, No: 819, 17 Şubat 1920, s. 1; İleri Gazetesi, “Ahd-ı Millî’nin Sulh Esâsları”, No: 819, 17 Şubat 1920, s. 1; İkdâm Gazetesi, “Misak-ı Millî Programı Sureti”, No: 8269, 18 Şubat 1920, s. 2.
[10] Vakit Gazetesi, “Meb’ûsân Ahdı”, No: 801, 30 Ocak 1920, s. 1.
[11] Elviye-i Selâse, yani Kars, Ardahan ve Batum sancakları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde Rusya tarafından işgal edilmiştir. I. Dünya Harbi’nde ise, Rusların Kafkas Cephesi’nde mağlup olması ve 3 Mart 1918 Brest-Litovsk Andlaşması sonucunda plebisit yapılmış ve halkın büyük çoğunluğunun isteğiyle adı geçen üç sancak Osmanlı Devleti’ne dahil olmuştur. Bu sonuç ve bölgenin demografik yapısı göz önünde bulundurularak Kars, Ardahan ve Batum halkının, kendi isteğiyle Türkiye’ye katılacağı düşünülmektedir.
[12] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım I, C. I., Kitap I, Ankara 1969, s. 42. 1922 yılında bütün Batı Trakaya’da ise, (yani Bulgaristan idaresinde de kalan Razlog, Nevrekop, Dövlen, Paşmaklı, Eğridere, Kırcaali, Darıdere, Koşukavak, Ortaköy de dahil olmak üzere), %76. 5 (747. 628) Türk, %11. 3 (110. 741) Bulgar, %11. 2 (110. 041) Rum, %1 (9. 234) Yahudi, Ermeni Ermeni ve Ulah yaşamaktaydı. (Garbî Trakya Nüfus Grafikleri Tablosu, Garbî Trakya Cem’iyeti, Dersaâdet 338).
[13] Nutuk, C. I., s. 360; Nejat Kaymaz, a.g.m., s. 1945; Toktamış Ateş a.g.e., s. 217.
[14] Kemal Atatürk, Nutuk, C. III., Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1981, s. 1178-1186.
[15] A.g.e., (Vesika 220), s. 1186.
[16] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Hariciye, nr. 6/42, 31. 10. 1338 (1922).
[17] BCA, Hariciye, nr. 6/42, 28. Teşrîn-i Evvel. 1338 (1922).
[18] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1997, s. 184.
[19] BCA., Hariciye, nr. 6/42, 28 Teşrîn-i Evvel 1338, (28 Ekim 1922).
[20] BCA, Hariciye, nr. 1/210, 18. 9. 1338 (1922).
[21] Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Kafkas Cephesi 3’üncü Ordu Harekâtı, C. II, Genelkurmay Başkanlığı, Ankara 1993, s. 625-627, kroki: 109.
[22] Mondros Mütarekesi’nin 11. maddesine göre; İran’ın kuzeybatı kısmındaki Osmanlı Kuvvetlerinin derhal harpten önceki hudut gerisine alınması hakkı’nda evvelce verilen emrin uygulanması, Mâverâ-i Kafkas’ın (Kafkaslar Ötesi, yani Azerbaycan ve Dağıstan’ın), önceden Osmanlı kuvvetleri tarafından kısmen boşaltılması emredilmiş olduğundan, diğer kısımları müttefikler yerinde tetkik ederek, istediklerinde boşaltılacaktır.
[23] Mütarekenin 15. maddesine göre ise; Osmanlı Hükûmeti’nin denetimi altında bulunan Mâverâ-i Kafkas demiryolları, İtilâf subay ve memurlarının kontrolünde bulunacak, Kafkas demiryolları tamamıyla İtilâf memurlarının idaresine bırakılacaktır. İtilâf Devletleri Batum ve Bakü’yü işgal edebileceklerdir.
[24] A.g.e., s. 628-642.
[25] TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. I., İ: 154, (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları), Ankara 1985, s. 453-454.
[26] A.g.e., C. I., İ: 154, s. 448-456.
[27] TBMM Zabıt Ceridesi, C. I, Devre: 1, İkinci Celse (Üçüncü Baskı), Ankara 1959, s. 16.
[28] BCA., Hariciye, nr. 400-1/53, 10. 4. 1923, f. 4.
[29] Hurşit Ertuğrul, “Atatürkçülük Evrensel Boyutlu Bir Düşünce Sistemidir”, Atatürk Haftası Armağanı, Atatürk Dizisi, Sayı: 23, Ankara 10 Kasım 1990, s. 2.; Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C. IV, (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını) Ankara 1991, s. 634.
[30] Kemal Aytaç, “Atatürk’ün Eğitim Görüşü”, Atatürkçülük (İkinci Kitap), Ankara 1983, s. 108; İlker Alp, “Atatürk ve Türk Gençliği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XIII, S. 38, Ankara Temmuz 1997, s. 445.
[31] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, s. 405.
[32] Şükrü Kaya Şerefoğlu Hayri Başbuğ, Millet ve Millî Birlik Bilinci, Ankara 1985, s. 103.
[33] Afet İnan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1998, s. 23, 376-377.
[34] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1999, s. 203.
[35] A.g.e., s. 130, (Hakimiyeti Milliye, 21 Mart 1923).
[36] Tahsin Banguoğlu, “Millî Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı, İstanbul Ekim 1987, s. 7.
[37] A.g.e., s. 7.
[38] Seha Meray, a.g.e., 1/1, s. 346.
[39] Atatürk (Komutan, Devrimci, Devlet Adamı Yönüyle), Gn. kur. ATASE Bşk. Yayınları, Ankara 1980, s. 435-436; Türk İnkılap Tarihi, Kara Harp Okulu, Ankara 1986, s. 342-343; Ahmet Mumcu, Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, Ankara 1974, s. 99-100.
[40] Cengiz Kürşat, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Lozan Murahhas Heyeti’ne Verilen Talimatlar”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 18, İstanbul Temmuz 1998, s. 14-15.
[41] İsmet Giritli, “Mondros’tan Mudanya’ya, Sevres’den Lausanne’a”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. V, Mart 1989, Sayı: 11, s. 280.
[42] Kemal Atatürk, Nutuk, C. II, İstanbul 1981, s. 767.
[43] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, (4. baskı), İstanbul 1990, s. 52-53.
[44] Nuri Köstüklü, “Mîsâk-ı Millî ve Atatürk’ün Millî Dış Politika Hedefleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 1, Konya 1992, s. 126; Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789¬1960, Ankara 1975, s. 662-665.
[45] Fahir Armaoğlu, a.g.e., s. 667-671.
[46] TBMM Gizli Celse Zabıtları, 6 Mart 1922-27 Şubat 1923, C. 3., Devre: 1, İctima: 3, (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları), Ankara 1985, s. 1318; Arı İnan, a.g.e., s. 66.
[47] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 50.
[48] A.g.e., s. 130.
[49] Ahd-ı Millî Beyânnâmesi Sûreti”, Meclis-i Mub’ûsan Zabıt Ceridesi, C. 1, Devre: 4, İçtima Senesi: 1, Onbirinci İn’ikad, 17 Şubat 1336 (1920) Salı, TBMM Basımevi, 1992, s. 144-145; İleri Gazatesi, “Ahd-ı Millî Esâsları”, No: 759, 17 Şubat 1920, s. 4.



..