21 Aralık 2015 Pazartesi

Yargıya Saldırı,




Yargıya Saldırı,




Yekta Güngör Özden,



I  Siyaset sinirle yapılabilecek bir iş değildir. 

Günümüz Başbakanı yurt içindeki davranışlarının kendisi hakkındaki olumsuz kanıları artırıp pekleştirdiği yetmiyormuş gibi Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’na yaptığı türden bir sert çıkışı da AB Büyükelçilerine verilen öğle yemeğinde yineledi. Oysa AB’nin ve Avrupa Parlamentosunun tutumlarındaki amaçlı yaklaşımlar Türkiye adına verilen ödünlerden kaynaklanmaktadır. Almanya ve Fransa’nın belirgin karşıtlığı yanında son raporun sırıtan dayatmaları da gösteriyor ki “imtiyazlı ortaklık” bile söz konusu olamayacak. Türkiye’yi AB’ne almak istemiyorlar. Bu duruşun nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidarlarındaki zayıflıktır. Avrupalılar almaya alıştıklarından, Türkiye de vermekte duraksamadığından bastırmaktadırlar. Şimdiye kadar konuya bakışımızdan karşıtlık anlamını çıkaranlar sanırız biraz kendilerine gelmişlerdir. AB’nin ikilemleri karşısında Başbakanın “Kör müsünüz?” sorusu eleştirilerimizin doğrulanması anlamındadır.

Yalnız bu mu? Yeni Dışişleri Bakanı’nın dört yöne açılması, Cumhurbaşkanı’nın gezilerinin de ortaya koyduğu gerçekler birleştirildiğinde, dış ilişkilerde duygusal ve dinsel bir yakınlaşmanın amaçlandığı, iş adamlarına kimi olanaklar sağlamaktan ötede ulusal bağlamda yararlı bir sonuç kazanılmadığı saptanmaktadır. Dört yanımız karşıtlarımızla çevriliyken Silâhlı Kuvvetlere saldırılar iktidar güvencesinde sürmekte, komutanların yakınma ve uyarıları nedense alaya alınmaktadır. Eski DTP’li Hatip Dicle’nin “Hakimlerin ayarlandığı” sözü yeni tartışmaları gündeme getirmiştir. Olayların gelişimi endişeleri artırmakta, üzülecek savları doğrulamaktadır.

Bir karabasan ya da ahtapot gibi toplumu kolları arasına almak isteyen baskı ve sindirme operasyonları yayılarak sürmekte, Kürtçülerin devleti tehditleri giderek artmaktadır. Apo’nun yol haritası, avukatları eliyle dışarı çıkarıldığı söylenen kışkırtma ve kimi yapay yakınmaları toplumu karıştırmakta, sokak olaylarıyla kundaklamaları kışkırtmaktadır.

Ekonomik durumdaki bozukluklar avutma ve aldatmalarla sürmektedir. İyileşme olmadığı gibi olması da güç görülmektedir. Tekel işçilerine iktidarın yaklaşımı, kendileri gibi düşünmeyenlere yaklaşımlarıyla aynıdır. Siyasal inat, ülkeye pahalıya mal oymakta, toplumsal barış her gün biraz daha ağır yara almaktadır. 4/C’de direnen iktidar zor kullanma sayılacak tehditleriyle kimi işçileri yanına çekebilmişse de büyük çoğunluk hak arama savaşımının dayanışması içindedir. Başbakan “ay sonunda polis kullanarak sonuç alacaklarını” söylemektedir. Geçici başarılar gerçek başarı değildir. Yandaş basının kamuoyunu yanıltması, yandaşlığa geçeceklerin kimi röportajlarla şirin gösterme çabaları her an tepebilir.

Kimi kurumların, organların, kişilerin güvenilir olmaktan çıkması ulusal yapı için tehlikeli bir görünümdür. Partizanlık ve kadrolaşmanın tehlikeli boyutları Adli Tıp Kurumu’na kadar uzamıştır. Kurum hakkındaki yakınmalar, raporların kuşkuyla karşılanması, uzmanlık tartışmaları giderek artmaktadır. Devletin herhangi bir organının ya da biriminin olumsuz değerlendirilmesi tüm yapıyı etkileyen bir bozulma belirtisidir.

Danıştay’a karşı eleştiri ve saldırılar, hukuk devletine yaraşmayan çıkışlar iktidar öncülüğünde olmaktadır. İşlerine gelen kararı alkışlayan iktidar ve yandaş kesimi, hukuktan anlıyorlarmış gibi kararı gelişigüzel değerlendirmektedirler. Bunun terbiye ve eleştiri sınırlarını aşması ayrı bir kötülüktür. Eleştirilse bile uymak zorunluluğu açıkken kışkırtıcı, saptırıcı söylem ve eylemler hukuka saygısızlık yanında iktidar kendi dayanağını yadsıması anlamındadır.

İktidarın Ermenistan’la imzaladığı protokolların evsahipliğini yapan İsviçre’nin soykırımı reddeden üç Türk’ü cezalandırmasına ilgisizlik de böyledir. Demokratik ölçülerin dışına çıkan, anlatım özgürlüğüne temelden aykırı karar, ABD’nin baskısıyla saatler sonra imza için masaya oturan Ermenistan ile bir şeyler yapmış görünmek için konuşmasından vazgeçmek zorunda kalan Dışişleri Bakanı’mızı düşündürmelidir.

En sakıncalı olaylar yargıdaki işlemler ve tartışmalardır. Ergenekon soruşturmasının ucu açıklığının gündeme getireceği sorunlara değinildiğinde tepki gösteren iktidar cılarla yandaşları geçirdiğimiz hafta ortasında yaşanan krizi de sömürmektedir. İsmail ağa cemaatine, Fethullah Gülen açılımına el atan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı’nı yasalara, daha önce doğal saygı kurallarına aykırı biçimde suçlayıp tutukevine göndermede iktidarın yargıya karşı ikileminin neden olduğu açıktır. Ergenekon yakınmalarını “Yargı bağımsızdır” diyerek karşılamaya çalışan iktidar kesimi, yargının yetkili kurullarıyla yüksek yargı organlarını Erzurum Özel Yetkili Savcısı için karar almaları ve açıklamaları nedeniyle karşısına almıştır. Bu gerçekte, partisel ve kişisel dikta eğilimlerine engel olan yargıya karşı siyaset darbesinin adımlarıdır. Osman Kaçmaz, Faruk Eminağaoğlu ve Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı Cihaner hakkındaki işlemler ve söylemler siyasetin yargıya ağır el atması (müdahalesi) olduğu gibi tarikatlara verilen ödünlerin en tehlikelisidir. Yüksek Hakimler Kurulu tam yetkilidir. Kararnameler nedeniyle tutumu belli olan Adalet Bakanlığı’nın, Bakanın sözünden çıkmayan, siyasal bir temsilci gibi davranan Müsteşarının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu engellemek için ellerinden geleni yaptıkları anlaşılmaktadır. Kurul, Erzincan Erzurum olayları için gerekeni yapmıştır. İşin korkutucu yanı bakanlığın aldığı Hakim ve Savcı adaylarının stajlarını tamamlayıp görev yerlerine vardıktan sonra izleyecekleri tutumdur. Büyük kesiminin iktidar yandaşı olduğu olabileceği söylentileri yaygındır. Bakanlığın adı “Mustafa Kemal” olduğu için sözlü görüşmede (Mülakatta) yargıçlığa kabul etmediği avukatın ikinci kez mahkemeye başvurduğu öğrenilmiştir. “Yargıya darbe” nitelemelerinin yanlış olmadığı açıklık kazanmaktadır. Hukuk devletinin yönetimi yargı ve ordu karşıtlığıyla eleştirilmektedir. Anayasa Mahkemesi devlet karşıtlığıyla cezalandırmıştır. Bunlar küçümsenip geçiştirilecek durumlar değildir. İktidarın yargıyı güçlendirmek, bağımsızlığını sağlamak yerine yok etmek biçimindeki tutumu bugüne değin görülmemiş biçimde bir ölçüsüzlükle sürmektedir. Yargıya saygısı olmayan, güveni sarsan iktidarlar kimseden saygı görmez ve böyle iktidarlara kimse güvenmez.

II İrtica İktidarda

Kınanıp ilgisizliğe bırakılacak yerde medyanın yoğun iletme çabasıyla bunalan gazeteci katilinin saçmalıklarını dinleme ve izleme merakı, toplumsal durumumuzun ne olduğunun göstergelerinden biridir. İşçiler, aşama aşama sergiledikleri hak arama eylemlerini Ankara soğuğunda bir ayı aşkın bir zamandan beri sürdürürken, çalışanlar ve emekliler yakınmalarını gözyaşlarıyla açıklarken iktidar demokrasiyle asla bağdaşmayan değiştirme çabalarını “demokrasi açılımı” adıyla dayatmaya başlamıştır. Anayasa değişikliklerinin halk oyuna sunulmasına ilişkin 3376 no.lu yasada öngörülen 120 günlük tanıtma süresini 45 güne indirerek getirecekleri değişikliklerin bir an önce gerçekleşmesini amaçladıktan açıktır. Başarılı olurlarsa paket paket akıllarındaki değişiklikleri işleme koyarak istedikleri dinci düzeni kuracaklarını tasarlamaktadırlar. Üniversitelerin suskunluğu, cumhuriyeti koruyucu güçlerin donukluğu, demokratik kitle örgütlerinin ilgisizliği, halkın tepkisizliği iktidarı yüreklendirmekte, muhalefetin parçalı durumu yanında kürt kökenlilerin desteği umudunu artırmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin şikayet yolu (yurttaşların insan hak ve özgürlükleri konusunda doğrudan başvurmasına) uygun yapı için öngörülen 21 üyesinin 12’sini TBMM’nin seçmesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun “geniş taban” savıyla aynı yöntemle iktidarın eline geçmesi, demokratik ve hukuksal güvencelerin yitirilmesi demektir. Anayasa ve yasalarda geriye giden bir iktidar ilerici olabilir mi? Yakınılan sorunları çözümleyecek yerde daha karmaşık ve daha kötü duruma getirmek irtica değil de nedir? 1580’de Şeyhülislam Kadızade’nin mektubu üzerine Kılıç Ali Paşa’ya Haliç’teki gözlemevini yıktıran III. Murat’tan Alemdar Paşa, Patrona Halil, 31 Mart olaylarına, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkındaki ölüm fetvasına, Şeyh Sait isyanına, Kubilay’ın katledilişine, sonraki isyanlara, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas olaylarına gitmeye gerek yok, günümüzdeki olaylara bakmak yeter. Mahalle baskısı, töre cinayetleri.

Geçen günlerde iktidara toz kondurmayan, eski ülkücü, yandaş, Atatürkçü karşıtı bir yazar “irtica ezberi”nden söz edip “irticanın nereye gittiğini” sorarak olmadığı savunmalarını yineliyordu. Ilımlı İslâm devleti yolunda verilen ödünler, sıkmabaşlıların söylem ve eylemleri, İBDAC, Hizbüttahrir’den yeni yakalananlarla ElKaide yanlılarının varlığı, domuz bağları, hücre evleri ile ünlenen bağnazlar, aydınları hedef gösteren dinci yayınlar, partizanlık, kadrolaşma, Fethullahçılık, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik, Hizbullahçılık, Kaplancılık, Kur’an kurslarında ölen kız öğrenciler, kimi yurtlar, ışık evleri vd. bilinmiyor, duyulmuyor, görülmüyor mu? Bunlar devrim yasalarına, ceza kurallarına karşın nasıl çalışıyor, nasıl yürüyor ve korunuyor? Tüm hakların ve özgürlüklerin güvencesi, demokrasinin kaynağı, ulusal birliğin dayanağı olan laikliğe ve laiklere nasıl saldırılıyor? Aydınlara neler yapılıyor? Bunlar irtica değil de iltifat mıdır? Atatürk’e saldırılar nedir? Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi laiklik karşıtlığı nedeniyle cezalandırması örtbas edilemez.

Dar anlamda “eskiye, geriye dönüş” anlamını taşıyan bu kavram geniş anlamda din (şeriat) kurallarıyla devlet yönetimini ve toplum yaşamını biçimlendirmeyi anlatır. Tarihimizde acı veren çok örnekleri vardır. Amaçlarına tümüyle ulaşamamıştır ama varlığı toplumsal gerçektir, kanıtları anlayabilen herkesi ürkütmektedir. Kimse durduk yere, boşu boşuna, söz olsun diye irticanın karşısında değildir. İrtica kanlıdır, karanlıktır, bağnazlıktır ve insanlıkdışıdır. Duyarlı davranılırsa Anayasa ve yasa değişikliklerindeki geri adımlar da birer irticadır. İrtica yalnız dinsel bağlamda değil, bilimde, sanatta, sporda, aile yaşamında, her konuda, her alanda olabilir. Bizde siyasal amaç kapsamındadır, din siyasallaştırılarak demokrasi dinselleştirilmekte, bilim ve özellikle hukuk yerine dinsel gerekler ve yöntemlerle ılımlı İslâm devleti adı altında dinci dikta özlemi peşinde koşulmaktadır. Bunları isteyenler seçim yoluyla, seçmeni kandırarak iktidarı ele geçirmiştir. Uygulama olanaklarıyla sonuç almaya çalışmaktadırlar. Gerçek, kanımızca budur. Radyoları, televizyonları, gazeteleri, dergileri, akçalı kaynaklarıyla çok eşliliği, imam nikâhını olağanlaştırma çabaları, yargıya ve yönetime yerleştirme girişimleri, tekketürbe yığınları çağdaşlık açılımı mıdır? İrtica çok yerde ve çok egemen. Aydınlanma olmalı, Cumhuriyete sarılmalıyız.

III Çirkinlik

Türkiye düşmanlarının elbirliğiyle yaşamlarına kıyılarak aramızdan ayrılan değerlerimizi bir kez daha andığımız “Adalet ve Demokrasi Haftası” etkinlikleri bu yıl için tamamlandı. Başta Prof. Dr. Muammer Aksoy olmak üzere yüreklerimizi sökercesine bizlerden koparılan aydınlarımızın acısının dinmesi, kendilerinin unutulması olanaksızdır. Atatürk karşıtı gericilerin yandaşlarıyla oluşturdukları “derin devlet” in asıl sorumluları, kışkırtıcı ve yönlendirici iç ve dış odakları bulmaktaki yavaşlığı, isteksizliği tetikçilerin cezalandırılmasıyla toplumun yetineceğinin sanılması birbirini izleyen olayların nedenidir. Saldırıların belli çizgideki kişilere karşı olması kaynağının neresi ve kimler olabileceğini belirlemeye yeter. Toplumdan özür dileyecek, bağışlanmasını isteyerek utanarak sokağa çıkacak yerde kahramanlık gösterileriyle, adaleti saptıran çelişkili ve ahlakdışı sözleriyle övünürcesine davranan ve ne yazık ki “iyi yaptı, haklıydı, destekliyoruz” anlamlı karşılamalarla “sayın” denilerek seslenilen suçlular kötü örnek oluşturmaktadır. Toplumsal düzeyimizin ahlâk, adalet, hukuk, insanlık, yurtseverlik anlayışındaki olumsuz belirtileri içeren çirkinlikler hepimizi düşündürecek sorunların başında gelmektedir.

Gazetelerin her gün ön sayfalarını dolduran suç olayları, çelişkiler, aykırılıklarla genişleyen çirkinlikler, ulusal yapımızın karşılaştığı tehlikelerin kimi belirtileridir. Milletvekili dokunulmazlığına güvenilerek yapılan taşkınlıklar, kolluk güçlerine ve devlete karşı çıkışlar, insan hakları, demokrasi ve basın özgürlüğü sömürüsüyle sürdürülen yazılı saldırılar, saltanat ve hilâfet dışlanarak kurulan yepyeni cumhuriyetin sorunlarını, zamanını, koşullarını bilmezlikten gelerek yöneltilen suçlamalar, çağımızın gereklerine ve gereksinimlerine aykırı tutum ve davranışlar, ufkumuzu karartan girişim ve kalkışmalar, konumlarla bağdaşmayan söylem ve eylemler, uygarlık, bilimsellik, ahlâk ve adalet konularındaki tutarsızlık, boşluklar ve bozukluklar başlıca sorunlardır. Hukuk devletine katlanamayanlar olağan sözlerden alınıp “yargı devleti, yargı vesayeti” suçlaması yaparak gerçeği saptırıyor.

Bunları giderecek, onarılması güç yaraları önleyecek çalışmalar yerine anayasa suçlusu iktidar, anayasa değişikliğine soyunmaktadır. Üstelik, düzeldiğini kanıtlayıp bağışlanmasını isteyecek yerde inadına bildiğini okuyarak, yanlışlarında direnerek ve amacından vazgeçmediğini belgeleyerek. Tasarladıkları anayasa değişikliğinin yasama organındaki çoğunluğuna dayanan biçimsel koşulu öz için yeterli değildir. Önerilen ve düşünülen içerikteki değişiklik asla uygun olmadığı gibi, hükümet sözcüsünün bir toplantıdaki notlarından basının yansıttığı nitelemeler de yıllardan beri konuşup yazdıklarımızın bir bölümüdür. Bunları öne çıkarıp kalkan gibi kullanarak sakladıkları amaçlarını gerçekleştirme çabaları bir oyun türünde sahnelenirse anayasa saygısı temelinden yıkılır. Başbakanın “Uzun vadede yapılacak anayasa değişiklikleri zaman alır...” sözleri sakıncayı düşündürmektedir.

Yargıdan, uzmanlardan kaçırıp konuyla bilgisi olmayan çoğunluğuyla “demokratik” olduğu savunularak anayasa değişikliklerini götürüp halk oylamasının sonucuna dayanarak sonraki değişiklikleri gerçekleştirmek Hitler’in Almanya’da yaptıklarını andırmaktadır. Uzlaşmauyum ortamını, kimilerinin hoşgörüsünü, kimilerinin işine gelmesini, kimilerinin beklentilerini, kimilerinin de bağımlılıklarını ve korkularını kullanarak her şeyi yapabileceklerdir. Ilımlı İslâm devletini, başkanlık rejimini kafalarındaki düzen için en uygun yönetim sayanlar lâik cumhuriyeti korumaz. Her şey dönüp dolaşıp seçmenin oyuna dayanıyor. 2007 seçimlerinde karşı çıkıp eleştirenler oy vermedi mi? Şimdi boykot ve öbür eylemlerle karşıtlıklarını açıklayanların nasıl oy kullanacağını kestirebilir miyiz? Seçim öncesi devlet ve belediye olanaklarıyla kimi ağızlara bir parmak bal çalmak neler getiriyor? Kahvelerde oturup zaman dolduranlara, çalışmaktan kaçanlara armağan sadaka iyi gelmiyor mu?

İkinci Abdülhamit’ten daha yetkili durumdaki Başbakan’ın “demokratlık” savı ne kadar inandırıcı ise başkalarını diktatörlükle suçlayıp kendilerini savunmaları da o ölçüde inandırıcı. Düşüncelerine, ilkelerine, eserlerine karşıtlıkları belirgin Atatürk’le ilgili zaman zaman kullandığı sözler amaçları ve eylemleriyle hiç bağdaşmıyor. Toplantılarında ve kimi ortamlarda önünde oturup konuştukları Atatürk fotoğrafları bile bu yapaylıkları izliyor gibi. Atatürk dönemini suçlayanlar o dönemde Türkiye’ye gelen yabancı bilim adamlarına, Atatürk’ün hukuka bağlılığına, yargıya saygısına baksınlar. Yabancı yetkililerin değerlendirmelerini okusunlar. Acaba utanır da yüzleri kızarır mı? Yarın Anayasa ve yasalardan dinsel kuralların çıkarıldığı (3115 no.lu yasayla) günün 82. yıldönümüdür. Unutulur mu?

IV Ayar

Yalnızca bir nesnenin değerini belirleyen ölçü değil, kimi tutum ve durumların düzenini, yönünü ve hızını saptayıp uygulama da “ayar” sözcüğüyle anlatılır. Siyasal oluşumların tasarlanıp zamanı, yeri ve yöntemi düzenlenirken yapılan çalışmalar, hazırlanan izlenceler (programlar), saptanan yöntemler, görevlendirilen kişiler, uygulama alanları da önerilir ya da buyurulur. Karşılıklı görüşmelerle kabul edilir ya da ettirilir. Bu tür çalışmalar da birer ayarlamadır. Altının ayarı, saatin ayarlanması, birinin kandırılması türleriyle güncel yaşamda kullanılan sözcüğün uluslararası ilişkilerde bile yeri vardır.

Ülkemizin karşılaştığı sorunlar, içine düştüğü ve düşürüldüğü durumlar, yakındığımız olumsuzluklar, kişisel bağlamdaki çarpıklıklar, saplantılar ve uygunsuzluklarla uygulamalar akıl alacak sınırı aşıyor. Yapılan çalışmaların, yürütülen işlemlerin, kurulan ilişkilerin şaşırtıcılığı, ilgililerin bu konulardaki bilgisizlik ve yetersizliği gözetilince oluşumlara ilişkin kuşkular yönlendirmeyi gündeme getiriyor. Yalnız AB’nin ya da ABD’nin değil, başta uluslararası şirketler, özellikle borç ilişkimiz olan ya da kimi beklentilerde kapılarında, koridorlarında, bekleme salonlarında tutulduğumuz ülkelerin baskıları düşünülüyor.

Bizi bizden çok tanıyan, her sorunun ayrıntısının geniş bilgileri içinde olan batılıların istediklerini elde etmek için kimlerle ilişki kuracaklarını, ne isteyip neler yapacaklarını, neler vererek avuçlarına alıp kullanacaklarını, işlem ve eylemlerini ne zaman ve nerelerde yaptıracaklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla dışarda düşünüp düzenleyerek yaşama geçirttikleri kanısındayım. Gündem değişiklikleriyle siyasal sorumluların konuşmalarını bile dış bağlantı, dayatma, buyruk ve gereksinimlere bağlamayı gerektiren görünümler var.

Yetkileri ellerine geçirenler “nalıncı keseri” sözünü anımsatan bir davranışla kendilerine uygun gelen her girişimi “demokrasi” adıyla geliştiriyor. Başbakan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” ndeki “iç tehdit” bölümünü kaldırmaktan söz ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkındaki kararı, AKP’nin tutumu, El Kaide’cilerin yakalanmaları ortada iken. Önlerini açıyorlar. Meclis Başkanı “Parti kapatmaya son verileceği”ni söylüyor. PKK uzantılarının partileştiği bir ortamda yakınmalar ve tehlikeler sürerken. “Darbe” söylentileriyle iktidar karşıtlığına katlanamamanın hukuksal bağlamda aykırılıkları yaşanırken. PKK’lıların tehditlerine değinilmiyor.

“Resmi tarih uydurma tarihtir” diyenler yanıtlanmıyor. Seçimlerde cumhuriyetin 80 yılını “karanlık”la niteleyenlerin kuyruktan iktidar şakşakçılığı gösterilerinde “1923 darbesi” yazılı pankartları sırıtarak taşırken cumhuriyeti temsil edenler utanmıyor, kıs kıs gülüyor. Yurtsever ulusalcıları “meczup, sahte solcular” olarak tanımlayan ne idüğü belli kalemler yeni dönüşler çizerken ses çıkarılmıyor. Faşizmin asıl uşakları görmezlikten geliniyor. Ayarsızlık ayar sayılıyor.

Demokrasiyi sömürerek demokrasiye kötülük eden, kapatılmayı gerektiren aykırılıklarının sonucunu kestiren partilerin, yedek partilerle “neler olacağını hissettiklerini” söyleyen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına yarası olanların gocunduğu belirginliğiyle yanıt vermeye çalışan siyasetçilerin perişanlığı ortada. Anayasa suçluluğunun telaşıyla Anayasa değişikliğine kalkışmadan, kendilerince “balans ayarı”ndan söz etmeleri yeni bozulmaların, bozuklukların belirtisidir. Ama onlara göre ayardır. Başbakanın EMASYA ile ilgili sözleri yanında “Genelkurmay Başkanıyla paslaşarak darbe soruşturmalarını izledikleri..” açıklaması siyasal argonun yeni bir örneği olduğu gibi kurumlararası ilişkilerdeki kişisel ağırlıkları, etkileri ortaya koymakta, Silahlı Kuvvetler’in ne duruma düşünüldüğüne ilişkin kuşkulan haklı kılmaktadır.

Ayarsızlık ayar olursa ne denilir?

V Acaba?

İktidar, elindeki medya ile yandaş medyayı yetersiz bulmalı ki açılım pergelini iyice açarak sanatçılarla görüşmek için kahvaltı düzenlemesi yaptı. Elbet kendilerine yakın olanlarla yakın olabilecekleri çağırdılar. Açılımın neler olabileceğine, kimlere neler sağlanıp neler kazandırabileceğine, ülkeye neler getirebileceğine, bunlar için neler yapılacağına ilişkin bir açıklık olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak, genel ve yuvarlak sözlerle, duygusal yaklaşımlarla destek arama, yandaş toplama çabasına ağırlık verildiği gözlenmiştir. Bilimsel, hukuksal, siyasal çalışmalarla gerçekleşecek öngörülerin şarkılar, türkülerle, kimi ilişki gösterileriyle desteklenip sonuçlanmasının olanaksızlığı denenmişse de Başbakan ve çevresinin uygun bulduğu yöntem kendileri yönünden geçerli sayılmaktadır.

Kimse kan dökülmesini, kardeş kavgasını, şehitlerin artmasını, yangını, yıkımı, sakıncayı istemez. Bunlar olmasın diye ne yapılacak, kimekimlere neler ve nasıl verilecek? Hangi düzenlemeler olacak? Medya bülbüllerinin “Halk değişim istiyor” dedikleri nelerdir? İleriye doğru mu, gerçek demokrasi için mi, yoksa geriye, İslâm devletine, diktaya doğru mu? Hukukla mı, hukuksuzlukla mı? Yargıyı ele geçirerek mi, hukuka bağlılık ve yargıya güvenle, herkese saygı ile mi? Ve kimlerle? Merak edilenler yalnız bunlar değil. Acaba Başbakan konuşmasında hiç Atatürk’ten, Türk’lükten ne anlaşılması gerektiğine, laikliğin ve cumhuriyetin önemine, toplumsal barışla ulusal dayanışmanın değerine değindi mi? Yargı bağımsızlığıyla üniversite özerkliğini gerçekleştirmek, demokrasiyi gerçek kılmak konusunda, örgütlenme ve işsizlik konularıyla ekonomik güçlükler için bir sözü oldu mu? Kürtçülüğün ve dinciliğin terörle tırmanmasının sakıncalarını, Silâhlı Kuvvetleri yıpratmanın getireceği tehlikeleri anlattı mı? Yoksa karşılıklı övücü sözlerle, okşamalarla, gülücüklerle, gönül almalarla mı söz verilip alındı? Sanatçıların iktidarı körü körüne desteklemesini istemek, bu bağlamda söz vermek de önemli değil.

Başta medya, değişik kesimlerden sesler geliyor. “Daha cesur, daha kapsamlı açılım” ve “Yeni Anayasa” istekleri neyi, neleri amaçlıyor? Öneriler ve istemler bilinçli mi? Yeterli bilgiye, eğitime dayanıyor mu? TEKEL işçilerine, başsavcılara, komutanlara yönelik uygulamalara, gizli tanıklara, yolsuzluklara, kayırmalara, ayrıcalıklara, irtica kalkışmalarına, kolluk güçlerine ve devlete saldırılara, orantısız güç kullanımlarına, üniversite giriş sınavları karmaşasına, Atatürk ve Türkiye düşmanlıklarına değinildi mi? “Ha... Ha... Hi... Hi...” böyle ortamlarda düşünülemez.

20 Şubat’ta İstanbul’daki bir açılış konuşmasında yargıçları “siyaset yapmakla” kalmayıp “millet iradesine müdahale etmek”le suçlayan Başbakan, yargıyı savunanların yargıya baskı yaptığını söyledi. Medyada, “Soruşturma yapan dört Erzincan savcısına da Şemdinli savcısı gibi yetkilerini kaldırarak benzer bir darbe vurdular” diyen yandaşı yalnız bırakmayarak “Darbeciliğin askerden yargıya geçtiği bir düzende adaletten söz edilemez. Yargıçlar düzeni, demokratik değil, anarşiktir” diyen yeni yandaşların da türediği bir ortamda meraklananlar haksız değil. Erzincan savcılarının yetkilerini kaldırmayı 3. Ordu Komutanı’nın çağrılmasına “dokunma” diyerek bu işleme bağlayan aymazlar da var. Yargıyı, kendini hukukun üstünde görüyormuş gibi davranmakla eleştirenler de... Neler yok ki...

“Yargının çetelerin ortaya çıkmasını istemediğini” söylemek hangi siyaset adamına yakışır? Sözlerinin nereye gittiğini bilmeyen siyaset adamı mı olur? İktidar sorumsuzluk yeri değil, sorumluluk katıdır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’dan sonra siyasetin saldırıları, silâhları şimdi de görevini yapan HSYK’na çevrildi. Devlete, rejime asıl saldırı iktidardan gelmektedir.

Siyasette Anayasa Mahkemesi’ni de eleştiren TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu’nun söylemlerine bakmak yeterlidir. Halk bölünüyor, kurumlar karşı karşıya getiriliyor. İktidar yanlısı Cumhurbaşkanı’nın Yargıtay ve Danıştay Başkanlarıyla konuşmasının ne yararı olacak, neyi değiştirecek, İktidarın kafası değişmedikten sonra?..

(Yekta Güngör Özden’in TÜRKSOLU  ve Sözcü gazetelerinde yayımlanan yazılarından derlenmiştir.)

http://www.turksolu.com.tr/ileri/44/ozden44.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder