ORTADOĞU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORTADOĞU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2016 Perşembe

OBAMA, MÜSLÜMANMIŞ!!!


OBAMA, MÜSLÜMANMIŞ!!!



Yayin Tarihi 19 Mart, 2010
Kategori SİYASİ

Obama’nın,
Müslüman olduğunun belgesi
Aşırı muhafazakar Hıristiyanlar ve ırkçı gruplar, onun gizli Müslüman olduğunu öne sürüyordu,
image00114.jpg












Bu iddialara konu olan o belgede neler var? İşte cevabı:
Obama, iki yıl önce ABD’nin ilk siyahi başkanı olduğunda aşırı muhafazakar Hıristiyanlar ve ırkçı gruplar, onun gizli Müslüman olduğunu öne sürüyordu. Buna gerekçe olarak da adını aldığı Kenyalı babasının da Müslüman olmasını, Obama’nın diğer başkanlar gibi sık sık kiliseye gitmemesini ve konuşmalarında Hıristiyanlığa atıflarda bulunmamasını gösteriyordu. Son 1 yılda azalan bu tartışmalar, Obama’nın dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya’ya ziyareti öncesinde tekrar başladı. Buna neden olan şey ise başkent Cakarta’daki bir okul kayıt kitabı,
Obama, annesi Ann Durham’ın, Kenyalı babası Barack Obama’dan boşanıp, Endonezyalı Lolo Soetoro ile evlenince 6-10 yaşları arasında 4 yıl bu ülkede yaşadı. Bu sırada Cakarta’da 1968-1970 arası Aziz Francis Katolik Okulu’na devam ederken Barry Soetoro ismini kullandı. 
Obama babası ve üvey babasının Müslüman olduğunu ancak kendisinin Hawai’deki dedesi ile anneannesi tarafından Hıristiyan olarak yetiştirildiğini söylese de bu kitap, bazı ırkçı gruplar tarafından Obama’nın gizli Müslüman olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor.
“OBAMA” İLE İLGİLİ YAZIM:
NEDEN OBAMA?
image0018.jpg




NEDEN OBAMA?
Yayin Tarihi 7 Kasım, 2008 
Kategori; SİYASİ

ABD’ de Başkanlık seçimi yapıldı. Demokrat Parti adayı Barack Hüssein Obama ABD’nin 44. Başkanı seçildi. Bu Başkan’ın en önemli özelliği siyahi olması görünmektedir. Amerika’da ilk defa siyahi ırktan birinin başkan seçilmesi, YÖNETİLENLER tarafından bir devrim olarak görünmekte ve sevinçle karşılanmaktadır!
Barak Hüseyin Obama’nın, Medyadan edindiğimiz bilgilere göre kimliğini hatırlayalım: 
Doğum tarihi: 4 Ağustos 1961, Hawaii. 
Etnik köken: Baba Kenyalı bir siyah, anne Kansaslı bir beyaz. Atalarında, Çeroki Kızılderilisi, İrlanda ve İskoç kanı da var. Barack ismi, “bereket” kelimesinden geliyor. Göbek adı Hussein. Hawaii Üniversitesi’nde tanışıp evlenen anne ve babası, Obama 2 yaşındayken boşandı. Harvard Üniversitesi’nde burslu okuyan baba, daha sonra Kenya’ya döndü ve hükümet için çalıştı. Obama 6 yaşındayken, annesi bu kez bir Endonezyalıyla evlendi, aile Cakarta’ya taşındı.Endonezya’da yaşadığı 4 yıl boyunca laik ve Hıristiyan okullarına giden Obama, daha sonra büyükanne ve büyükbabasıyla yaşayacağı Hawaii’ye döndü ve eğitimine burada devam etti.
Dini ve mezhebi: Reformcu ve radikal olmayan bir cemaate sahip Hz. İsa’nın Birleşik Kilisesi’ne bağlı bir Protestan. Babası bir Müslümandı. 
Eğitim durumu: Columbia Üniversitesi’nde siyaset bilimi, Harvard’da hukuk okudu. 
Mesleği: Avukat
Medeni hali: Michelle LeVaughn Robinson (44) ile evli. 10 ve 7 yaşlarında iki kız çocuk sahibi. 
Askerlik durumu: Hiç askerlik yapmadı.
Lakabı: Ailesi ve arkadaşları ona “Barry” diyor, anneannesi ise “Bear” (Ayı). Gizli servis korumaların taktığı ad ise “Renegade” (Kaçak).
Obama’nın etnik kökeni görüldüğü gibi siyahlıktan öte, Birleşmiş Milletleri andırıyor! Başkanı daha iyi tanıyabilmemiz için, fikirlerini ifade ettiği söylemlerine bakmamız gerekiyor…  

— Obama biyografisine Zebur’dan Hz. Davud’un duası ile başlamıştır.Senin önünde garibiz, yabancıyız, atalarımız gibi. Yeryüzündeki günlerimiz bir gölge gibidir, kalıcı değildir.
Obama,Bu zafer değişimi getirecek. Moral değerleri yeniden inşa eden başkan olacağım. 11 Eylül’ü korku unsuru olarak kullanan değil, Amerika’yı ve Dünya’yı 21. yüzyılın ortak tehditlerine karşı bir araya getirmek için değerlendiren bir başkan olacağım
Amerika’nın ve Dünya’nın düşmanları kimler? Bu tehdidi kimler yapıyor? Dünya derken hangi ülkeleri ve inanç grubundaki insanlar kast edilmiştir.

— İsrail gezisi sırasında Ağlama Duvarı’na, “Allah’tan kendisini ve ailesini korumasını” isteyen bir mesaj bırakmıştır.
İnançlı bir insan Tanrı’ya mektup yazmaz. Tanrı ile kul arasındaki iletişim kalpten yapılacak bir dua ile olur.
Obama’nın Ağlama Duvarı’na bıraktığı yazılı not, İsrail Yönetimine ve Yahudilere bıraktığı bir bağlılık mesajıdır.
Bu bağlılığı Obamanın, Waşington’da bir Amerikan – İsrail kuruluşunda konuşurken; Kudüs İsrail’in başkenti olarak kalacak ve bölünmeyecek” ifadesini kullandı. Aynı kuruluşta Obama’dan sonra söz alan senatör Hillary Clinton’da “Biliyorum ki Obama İsrail’in iyi dostu olacaktır demiştir.
Bu söylem, İsrail’in Kudüs’ü başkent olarak ilan etmesine bir destektir. İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi BM tarafından tanınmamıştır. Bundan dolayı da konsolosluklar Tel Aviv’de bulunmaktadır.

— Davenport kasabasında seçmenlerine hitap eden Barack Obama, Nükleer bir İran, bölgede durumu ters yüz edebilir. Nükleer silah, Tahran’a Irak’a müdahale etme ve petrol sevkiyatını engelleme imkanı verebilir diye konuşarak,“ABD’nin en sağlam müttefiklerinden İsrail’in“, İran lideri Mahmud Ahmedinecad’ın tasallutundan rahatsız olduğunu belirten Obama, “Başkan olduktan sonra İran karşısında vidaları sıkacağını ve hesaplarını değiştirmeye başlaması için Tahran’a yaptırım uygulayacağını” vurgulamıştır.
Obama, “İsrail, sırtının duvara dayandığını hissetmeden evvel yapmalıyız bunu” diye konuşarak ta muhtemelen yakın bir zamanda, Orta Doğu’da BOP kazanı daha da fazla fokurdayacaktır!

— İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Barack Obama’nın ABD başkanlığına seçilmesiyle ilgili olarak,
Değişim, bir açıdan ırkçılığın da sonu anlamına geliyor. Bundan böyle hiç bir beyaz hiç bir şekilde üstünlük taslayamaz, hiç bir siyah da ayrımın ezikliğini duyamaz. Hepimiz aynı insanız ve bu seçim de bunu doğrulayan büyük bir belgedir.
Bizim için Amerika büyük bir dost ve büyük bir umut. Biz kutsal kitap’a bağlıyız ve barış için yan yanayız. Başkan Obama buraya geldiğinde bana İsrail için ne yapabileceğini sormuştu. Şöyle cevap vermiştim: ABD için büyük bir başkan olun. ABD için büyük bir başkan olursanız, İsrail için de tüm bölge için de ve tüm komşularımız için de büyük umut olursunuz.”
Peres, hiç kimsenin Başkanın kimin yanında olduğunu merak etmemesi gerektiğini vurgularken, “Başkan, barışın yanında olmalıdır. Ve barışın yanında olduğunda da barış daha yakın, daha olanaklı olacaktır” ifadelerini kullanmıştır.
Evet! Medyadan edindiğimiz bu bilgiler ışığında Sayın Başkan Barack Hüseyin Obama’yı şimdi daha iyi anlamaya çalışabiliriz…
Etnik kökenlerine bakıldığında rengarenk bir tablo:
Baba tarafından Afrikalılık tan dolayı Siyahi ırk kanı var,
Anne tarafından İskoç ve İrlandalılık tan dolayı Beyaz ırk kanı var,
Anne tarafından Kızılderili kanı var, (Kızılderililer Türk olduğu iddiasına göre de akrabalığımız da olabilir!)
Obama’nın inançlarında da, çeşitlilik görülmektedir:
Baba tarafından din İslam. Göbek adı “Hüseyin”
Kendi anne tarafından Protestan olmuş,
Museviliğe ilgi duymakta…
Obama’nın bu çeşitliliği, birçok ülke ve din mensupları ile bağ kurulmasında kolaylık sağlayacaktır. Herkes kendine göre Türkçemizin güzel deyimi ile “Kendi kendine gelin güvey olacaktır” Pay çıkarıp, umutlanacaktır! 
Bunda ne var? Diyebiliriz.
Doğrudur. Obama’nın tercihi ve günahı değildir bu kadar çeşitlilik. Her ne şekilde olursa olsun Obama bir insandır. Severiz…
Ancak, biz Obama’yı Başkanlık için sahneye süren zihniyeti anlamamız gerekiyor!
ABD’nin Dünya hakimiyetinde ki strateji değişikliği Obama’ya başkanlık yolunu açmıştır. Çünkü, bu çeşitliliğin ön plana çıkarılıp “Barış” söylemleri yapan birisinin vitrinde bulunması gerekiyor… (uyuşturma-uyutma-avutma politikası)  
Ekonomik krizin çıkış dönemi de, başkanlık seçimlerinin öncesine gelmesi bana göre tesadüf değildir. Bu kriz kasıtlı olarak çıkartılmıştır. ABD, kendine rakip olması muhtemel ülkeleri ekonomik olarak sarsmış ve yatırım yapan şirketler sermayelerini Amerika’ya tekrar getirmeye başlamıştır. Ülkelerin kalkınmasında sermaye önemlidir. O halde herhangi bir renginden dolayı yakınımız olan Obama ile yeni anlaşmalar yapılacaktır. Ancak bu anlaşmalar ABD’nin yeni stratejisinin hakimiyetine zemin hazırlayacaktır!
Tarihi bilgilerimden edindiğim tecrübeye istinaden şunu belirteyim: “Yöneticiler ne zaman Barıştan ve Demokrasi den söz etmişlerse savaşlar çıkmıştır” İnşallah bu sefer gerçekten “Barış” olur!
Türkiye’yi 2009 yılından itibaren İçte ve Dışta zor günler beklemektedir. 4867 ve 4868 sayılı ikiz yasalar ile tahkim yasalarının uygulamaları ile ilgili sıkıntıları yaşayabiliriz… 
Eğer Milli Birlik içerisinde topyekun milli politikalar üretemezsek;
İsraftan kaçınıp, tasarruflu yaşayamazsak;
Ulusal değerlerimizi ihmal edip, el alem gibi olmaya çalışırsak;
Dilimiz Türkçeye, yabancılaşmaya devam edersek;
Atatürk’ü ve fikirlerini yaşatamazsak;
Birbirimizi sevemezsek;
“DÜŞMAN KİM?” diyebilecek kadar, Mankurtlaşacağız!
YILMAZ KARAHAN


15 Kasım 2016 Salı

ORTADOĞU NEREYE GİDİYOR?





ORTADOĞU NEREYE GİDİYOR?


ORTADOĞU NEREYE GİDİYOR?

Suriye fiilen çöktü,

Irak parçalanmanın eşiğinde, Gazze yeniden ateş altında,

Mısır’da darbe yönetimi işbaşında, Yemen ve Libya’da bölünme senaryoları konuşuluyor.

Şii-Sünni kutuplaşması tabloyu daha da karmaşık hale getiriyor.

Al Jazeera, Sykes-Picot Anlaşması’ndan yaklaşık 100 yıl sonra kartlar yeniden karılırken bölgenin içinde bulunduğu durumu ve sürecin nereye gittiğini uzmanlara sordu.
El-cezire
1. soru
Süreç nereye gidiyor? Bu sürecin sonunda, hem sınırlar hem de yönetimler açısından nasıl bir Ortadoğu ile karşı karşıya kalacağız?
Özden SANBERK
Bir değişim ve demokratik dönüşüm hareketi olarak başlayan Arap Baharı şimdi tüm bölgesel ve küresel istikrar ve güvenliği etkileyen topyekûn bir tehdide dönmüş durumda. Ancak bu olumsuz durum beklenmeyen bir gelişme değildi. Arap Baharı on yıllardan beri baskıcı rejimler altında yaşayan gençler ve mahrum Arap kitleleri tarafından spontan olarak başlatıldı.
Süreç sona ermiş değil. Muhafazakârlaşsalar bile Arap gençleri, yeni iletişim teknolojileriyle bilgiye erişim ve bilginin paylaşımı sayesinde daha fazla özgürlük ve daha fazla refah ve daha katılımcı, daha şeffaf, daha hesap verebilir yönetimler istemeye devam edecekler. Fakat antidemokratik Arap rejimleri  değişime direnç göstermeyi sürdürecekler. Bu nedenlerle Ortadoğu daha uzun yıllar istikrarsızlık ve güvensizlik kaynağı olmaya devam edecek. Ayrıca bu ortamın beraberinde getirmekte olduğu istikrarsızlık  Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) benzeri mezhepsel temelde  köktendinci radikal örgütlerin etkilerini artıracak. Bölgenin kısa ve orta vadede kaosa savrulma riski ciddi şekilde mevcut.
Bu durum ise zengin enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu’nun kanunsuz, hukuksuz  kısmen dine ve şiddete dayalı silahlı radikal örgütlerin faaliyetlerine sahne olma riskini taşıyacak. Bu durum halen mevcut sınırların fiiliyatta ve gerçek hayatta anlamsız hale gelmesine sebep olabilecek.

Meliha ALTUNIŞIK
Kanımca önce söz konusu sürecin ne olduğunun iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Bölgenin derin bir kriz içinde olduğu aşikardır. Ancak bu kriz neyin krizidir? Son yıllarda Arap dünyasında çok moda olan, son zamanlarda da Türkiye’de de çokca dillendirilen “Sykes-Picot düzeninin” (ki doğrusu San Remo düzeni olmalı, Sykes-Picot hiç bir zaman gerçekleşmemiştir)yıkılışı ile mi karşı karşıyayız? Bu savın (ki her ne kadar çok tekrarlanan birçok tanım gibi içeriği boşaltılmış olsa da) herhalde en önemli öğesi özellikle Maşrek’te hep yapay kabul edilen sınırların değişeceği beklentisidir. Bu beklenti 100 yıla yakın zamandır bölgede sınırların aslında ne kadar da dayanıklı olduğu gerçeğini gözardı ediyor. Bugün Ortadoğu’da olanlar, ki buna sadece Maşrek değil Kuzey Afrika da dahil, uzun yıllardır var olan otoriter ve başarısız rejimlerin artık yönetme kapasitelerini yitirmeleri ve bunun sonucu yaşanan sürecin sancılarıdır. İşte bu süreç ülkelerdeki fay hatlarını harekete geçirmiş, sınırların geçirgenliklerini artırmış ve uzunca bir süre devam edecek kaosun kapılarını açmıştır.

Sinan OĞAN
Daha önce çeşitli yerlerde bir çok açıklamamda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın 2003 yılında yaptığı açıklamada, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini belirttiğinde birçok kişi bunun ne demek olduğunu anlamamıştı. Şimdi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin yavaş yavaş somut anlamda şekillenmeye başladığı bir süreçten geçiyoruz. Birçok ülkede bölgeler arasında çeşitli sebeplerden ötürü bu Libya’da kabileler, Mısır’da ideolojik, Irak’ta mezhepsel etmenler üzerinden şekillenen bir ayrışma süreci var. Bunun da mutlaka ki, sınırlar üzerine yaratacağı etkiler olacaktır. Irak’ta Şiilerin, Sünnilerin ve Kürtlerin ayrı ayrı yaşadığı üç ayrı bölgenin oluşmasına yönelik bir gidişat söz konusudur.
Bunların ötesinde, yaşanabilecek olayları bastırmak üzere iktidarda bulunan yönetimler halk üzerindeki baskısını artıracaktır. Bu da olayların daha da sert boyutlara ulaşmasına ortam hazırlayacaktır. Herhangi bir ülkede yaşanan istikrarsızlığın diğerlerine de olumsuz etkisi olacağı görülmektedir. Statükonun artık işlemediğini görmekteyiz. Bu tabloda radikal İslam’ın yükselişe geçtiği bir Ortadoğu ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu durum, Batı’da İslam karşıtlığının etkilendiği bir manzara ortaya çıkartacaktır. Bunların yanında, kendi iç işleriyle meşgul olan devletler, Filistin – İsrail anlaşmazlığı konusunda gerekli desteği Filistin tarafına sağlayamamakta ve bundan da İsrail kârlı çıkmaktadır. Bütün bunların uzun vadede İsrail’in bölgedeki güvenliğini artırabilecek önlemler olduğunu belirtmek gerekiyor.
Hasan KÖSEBALABAN
2011 yılına girilirken Ortadoğu’nun geleceğine dair çok olumlu bir hava oluşmuştu. 30-40 yıl hüküm süren diktatör rejimler halk isyanlarına karşı gelemeyerek yıkılmış, yerlerini demokratik seçimlerle iktidara gelen hükümetler almıştı. Bölge halkı kendi geleceğine sahip çıkmış, iradesine ipotek koyan emperyalist sistemi sarsabileceğini göstermişti. Aradan geçen üç yıl içinde anti-demokratik bölgesel güçler ve uluslararası destekçileri sayesinde bu süreç geriletildi. Suriye’de İran, Hizbullah ve Rusya’nın güçlü desteğiyle Beşşar Esed iktidarda kalmayı başardı. Ancak Baas rejimi açısından ülkenin kontrolü de artık geriye çevrilemeyecek ölçüde yitirilmiş durumda. Irak’ta savaş sonrası iktidarı ele geçiren Şii hükümet mezhebi fanatizmi aşarak çoğulcu demokratik sürece geçişi gerçekleştiremedi. Bütün bu gelişmelerin sonucunda hem Suriye hem de Irak’ın toprak bütünlüğünü muhafaza edebilecek bir siyasi gücün tesisi uzak bir ihtimal gibi duruyor. Diğer tarafta Mısır’da devrim sürecinden sonra demokratik seçimlerle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi bölgede demokrasiden korkan rejimlerin ve Batı’nın açık desteğiyle gerçekleştirilen bir darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. Hiç şüphesiz Arap Baharı sürecindeki iyimser hava kaybolmuş durumda, hatta öncesinden de daha olumsuz bir manzara ile karşı karşıyayız. Zira bölge halkı değişime dair ümitlerini büyük ölçüde kaybetti. Bununla birlikte otoriter yönetimler açısından da şimdilik süreci yavaşlatmış olsalar bile, mevcut durum sürdürülebilir ve yönetilebilir değil. Uluslararası sistemin giderek çok kutuplu hale gelmesi, küreselleşme sürecinde daha iyi eğitimli halkların otoriter yönetimlere karşı yeni direniş araçları elde etmeleri otoriter rejimleri kendi geleceklerine dair kaygılandırıyor.
2. soru
Uluslararası ve bölgesel düzeyde bu süreci belirleyen, yeni Ortadoğu’yu şekillendiren aktörler kimler? Yine uluslararası ve bölgesel düzeyde bu sürecin kazanan ve kaybedenleri kimler?
Özden SANBERK
Bölgesel dini ve etnik örgütler, bölgedeki  gelişmeleri tetikleyen hükümet dışı aktörleri oluşturuyor.
Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri ve Mısır gibi Arap  devletleri,  değişimi etkileyen bölgesel aktörler.
Arap olmayan iki Müslüman devlet, Türkiye ve İran; ayrıca Rusya  ve Amerika ve bir ölçüye kadar Avrupa Birliği’nin (AB)  büyük üyeleri değişimin bölgesel ve küresel aktörleri arasında yer alıyor.
Demokratik dönüşüm hareketinin sonuçlanması geciktikçe halkın ıstırapları artıyor. Bu durumda sürecin kaybedenleri, daha adil yönetim umut eden gençlerle sıradan  bireyler ve mahrum kitleler olmakta.
Süreç duraklayınca Arap coğrafyasındaki mahrum kitleler demokrasi ve refaha kavuşamayacağından Araplar küreselleşmenin dışında kalmaya devam edecek ve  sürecin kaybedeni bütün Arap dünyası olacak.
Filistin meselesinin çözüme kavuşturulamamış olması ve İsrail’in sivil halka merhametsizce aşırı güç kullanması bölgesel istikrarsızlığı küresel güvenlik sorunu haline getirmekte.
Arap ayaklanmalarının ne zaman ve nasıl sona ereceği ise bu aşamada belirsiz.  Sürecin inişli çıkışlı ve her bir ülkenin kendi koşullarına göre asimetrik şekilde devam edeceği zaten başlangıçtan beri tahmin ediliyordu. Bu hareket aslında geç kalmış fakat kaçınılmaz bir uyanıştı. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri komünizmin çökmesinden, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Varşova Paktı’nın sona ermesinden (1991) sonra aynı süreci yaşadılar ve başarılı oldular. Çünkü ABD ve Avrupa onların demokrasiye ve pazar ekonomisine geçişlerinde kendileriyle dayanışma gösterdi. Siyasi, ekonomik ve moral destek verdi. Oysa Arap ülkeleri bu geçiş döneminde Transatlantik dünyası tarafından yalnız bırakıldılar.
 Meliha ALTUNIŞIK
Yaşanan süreci etkileyen aktörler her zaman olduğu gibi farklı analiz düzeylerinde incelenmelidir. Bir yandan ABD, Rusya başta olmak üzere uluslararası büyük güçler ve devlet-dışı aktörler (örneğin, petrol şirketleri) bu süreçte etkin olmaya çalışırken, diğer yandan bölgesel aktörler de süreci kendi menfaatleri doğrultusunda etkilemek için çaba göstermektedirler. Bu bağlamda öncelikle bölgesel güçler önem kazanmaktadır. Son dönemde özellikle İran’ın gücünü ve etkisini arttırdığı söylenebilir. Suudi Arabistan da özellikle Mısır, Suriye ve Irak’taki gelişmelerde önemli roller oynamaktadır. Diğer bölgesel güçlerin de daha sınırlı da olsa etki kapasiteleri mevcuttur. Devlet-dışı aktörler de sürecin önemli parçalarıdır, örneğin KBY, Hizbullah, Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi. Bu sürecin geçici kazananları olsa da henüz bir kazananı olduğunu düşünmüyorum. Aslına bakarsanız herkesin mutlaka kaybettiği, ama belli kazanımlar da edinebildiği bir süreçten geçiyoruz
Sinan OĞAN
Süreçte yine bölgede hegemon güç ABD’nin birçok noktada devrede olduğunu biliyoruz, bölgeye küresel bir rekabet alanı olarak baktığımızda ABD’nin karşısında Rusya ve Çin var. ABD’nin politikalarını şekillendirilmesi açısından bölgede İsrail önemli bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. ABD, bölgedeki stratejisini İsrail’in güvenliğini sağlamak üzerine kurmuş durumda.
Enerji kaynakları bakımından son derece zengin olan bu bölgenin küresel aktörlerin ilgi alanı içerisinde olduğu görülüyor. Tabii, artık devletlerden ziyade çok uluslu şirketlerin de birer aktör haline geldiği bir süreci yaşıyoruz, petrol şirketleri de bu bakımdan Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından takip eden kesimler arasında. Öte yandan, bölgenin son derece istikrarsız bir coğrafya olduğunu biliyoruz ve buradaki otorite boşluklarından faydalanan terör örgütleri bölgede dikkatle incelenmesi gereken unsurlar. PYD (Demokratik Birlik Partisi/Suriye), Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), Nusra Cephesi, El Kaide’ye bağlı örgütler ve daha birçok örgüt eylemlerine devam ediyor.
Bölgesel olarak, Türkiye ile İran başta olmak üzere Suudi Arabistan ve Katar’ın etki alanları var. Arap Baharı’nın ilk başlarında kazançlı olanlar ABD, AB ve bölgede onlara yakın olan bölge ülkeleri şeklinde gözüktü. Özellikle Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerdeki değişimler karşısında Rusya’nın sesi çok yükselmedi. Olaylar, Suriye’ye sıçradığında hem Suriye’nin Rusya açısından jeo-stratejik önemi hem de devlet başkanlığına yeniden seçilen Vladimir Putin faktörü sebebiyle Suriye’de olaylar düğümlendi. Öte yandan, İran rejiminin de Suriye’de Beşşar Esed’e destek vermesiyle Batılılar açısından “bahar” Suriye’de “kış”a döndü diyebiliriz.
Bütün bunların yanında son gelişmeler, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in etkisinin azalması ve darbeyle General El-Fettah Sisi’nin yeniden göreve gelmesi, Suriye’de ve Irak’ta radikal terör örgütlerinin Maliki ve Esed’i zorda bırakması İsrail’in avantajına oluyor. Örneğin, İsrail’in Gazze üzerindeki sert saldırıları havadan ve karadan devam etmektedir. Uluslararası toplumun duyarsız kaldığı bu olaylar sonucunda Gazze’de aralarında çocukların da bulunduğu masum siviller İsrail tarafından katledilmektedir. Türk halkı ve Müslüman aleminin yüreği yanarken, İslam dünyası yöneticilerinin ekonomik, siyasal yaptırımları da içerisine alan daha görünür filli önlemler alması gerekmektedir.
Hasan KÖZEBALABAN
İkinci Dünya Savaşı (1938-1945)  sonrasında ve özellikle Süveyş Savaşı’ndan (1956-1957) sonra ABD Ortadoğu’nun tek patronu olarak ortaya çıkmıştı. Bunu Sovyetler Birliği kurduğu ittifak ilişkileriyle dengelemeye çalıştı ama hiçbir zaman ABD’nin bölgedeki gücüne ulaşamadı. Özellikle 1967 Savaşı’ndan sonra başta Mısır olmak üzere Sovyet destekli rejimler itibar kaybına uğradılar ve giderek sahneden çekildiler. Mısır sisteme entegre edildi, Suriye ise kontrol edildi. Dengeyi önemli ölçüde 1979’daki İran Devrimi bozdu. İsrail’e ve muhafazakâr krallıklara tehdit oluşturabilecek revizyonist Arap ülkesi olarak sadece Irak kalmıştı. Ancak uluslararası sistem 1980’lerde İran’ı Irak’la savaşa sokarak her ikisinin gücünü kontrol etmeyi başardı. 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra da Irak’ın parçalanma sürecine başlanmış oldu. Bu yıllar Sovyetler Birliği’nin bittiği ve ABD’nin küresel hegemonyasının güçlü olduğu yıllardı. Ancak 2003’teki Irak Savaşı hem ABD hem de bölgesel güçler açısından bir dönüm noktası oldu. ABD savaşı kazandı ama artık yapısal olarak Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu durum askeri harcamalarını ve varlığını kısmayı gerektiriyor. Diğer küresel güçler bölge politikalarında giderek daha fazla söz sahibiler. Putin’in yönetiminde artık gücünü konsolide etmiş bir Rusya ve küresel ekonomik dönüşümden faydalanarak yükselen bir Çin var. Bu ülkeler ABD’nin Ortadoğu’daki rolünden pay istiyorlar ve boşaltacağı alanlara nüfuz etmek istiyorlar. Bir tarafta Suriye’deki rejime destek veren İran’ın en büyük destekçileri olan Rusya ve Çin, diğer tarafta İran’ı yeterince kuşatmadığı düşüncesiyle ABD’yi eleştiren Suudi Arabistan ya da Müslüman Kardeşler’i (İhvan) terörist ilan etmediği için ABD’ye tepki gösteren Mısır gibi Arap ülkeleriyle de yakın ilişkilere sahipler. ABD ile en yakın bölgesel güç olan İsrail bile farklı küresel güçlerle denge politikaları gözetiyor.
Bölgesel güç mücadelesi açısından birçok makro ve mikro rekabetten bahsedilebilir. En geniş planda Sünni Arap dünyası ile Şii İran ve Araplar arasında tarihi kökleri olan derin çatışma en yoğun şekilde devam ediyor. Irak’ın Şii bir yönetime geçmesi bölgesel dengeleri tamamen sarstı. Ortaya çok güçlü bir İran çıktı. Üstelik İran artık Batı’yla da arasını düzeltme sürecine girdi. İran’ın nüfuz alanını yaymasından son derece rahatsız olan bir Suudi Arabistan ve Körfez var. Sünni Arap coğrafyasında İran’ın yükselişine dair endişeleri sadece ideoloji ya da mezhebi fanatizm planında açıklamak doğru değil; jeo-stratejik ve jeo-kültürel nedenler birbirini besliyor. Diğer yanda Sünni Arap dünyası içinde Suudi Arabistan destekli selefi akımla Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği demokratik İslamcılık arasında, şiddetli bir rekabet yaşanıyor. Şayet Arap Baharı süreci başarılı bir şekilde devam ediyor olsaydı, bölgenin güçlenen aktörleri arasında en başa Mısır’ı yazmak gerekirdi. İhvan teşkilatının merkezi olan Mısır, bölgesel bir Muslüman Kardeşler yönetimindeki bir ülkeler topluluğunu oluşturabilirdi. Maalesef Körfez sermayesi ve Selefilerin desteğiyle gerçekleşen Mısır’daki darbe sadece bölgesel demokrasinin değil, Mısır’ın da bölgesel liderlik ihtimalinin önünü kesti. Darbe nedeniyle Mısır’ın bölgesel güç dengelerinde söz sahibi olması için belki otuz yıl geriye düştüğünü söyleyebiliriz.
Ortadoğu’daki güç rekabeti içine dış politikada yaşanan sorunlara rağmen Türkiye’yi de dahil etmek zorundayız. Türkiye son on yılda yakalamış olduğu ekonomik kalkınma dinamizmini dış politikaya yansıtarak, bölgeyi liberal-demokratik bir çizgide yeniden dönüştürmek istiyor. Tabii bunu yaparken de Türkiye bir yanda İran diğer yanda Sünni Arap rejimleriyle karşı karşıya gelmek zorunda kalıyor.
3.soru
Irak’ta Kürtlerin bağımsız bir devlet ilan etmelerinin bölgesel yankıları ne olur? Kim nasıl tepki gösterir?
Özdem Sanberk
Irak’ta Kürtlerin bağımsız bir devlet ilan etmeleri bölgede yeni dengelerin kurulmasını beraberinde getirir. Irak Kürtleri yalnız zengin enerji kaynaklarına sahip olma avantajına sahip bulunmamakta, aynı zamanda bölgede yüzde 100’e yakın okuma yazma oranına sahip, ileri eğitim seviyesinde bireylerden oluşmakta. Aşiret yapılarının yerine  temel hak ve özgürlüklere dayalı tüm etnik gruplara açık, çoğulcu, katılımcı şeffaf ve adil bir demokratik yönetim  kurmayı başarırlarsa bölgede yeni bir istikrar unsuru olabilirler.
Kürtlerin yeni bir bağımsız devlet kurabilmeleri en başta Amerika’nın bu devleti tanımasına bağlı bulunmakta. Buna ilaveten Türkiye, İran ve Arap komşuları olan Irak ve Suriye’nin veya bu topraklarda kurulması muhtemel yeni oluşumların bağımsız Kürt devleti kurulmasına onay vermeleriyle mümkün olur. Adı geçen bu ülkelerin bu aşamada böyle bir onay verdiklerine dair bir emare bulunmyor.
Prof. Dr. Meliha Altunışık
Dr. Sinan Oğan
Yrd. Doç. Dr. Hasan Kösebalaban

Özdem Sanberk

Irak’ta Kürtlerin bağımsız bir devlet ilan etmeleri bölgede yeni dengelerin kurulmasını beraberinde getirir. Irak Kürtleri yalnız zengin enerji kaynaklarına sahip olma avantajına sahip bulunmamakta, aynı zamanda bölgede yüzde 100’e yakın okuma yazma oranına sahip, ileri eğitim seviyesinde bireylerden oluşmakta. Aşiret yapılarının yerine  temel hak ve özgürlüklere dayalı tüm etnik gruplara açık, çoğulcu, katılımcı şeffaf ve adil bir demokratik yönetim  kurmayı başarırlarsa bölgede yeni bir istikrar unsuru olabilirler.
Kürtlerin yeni bir bağımsız devlet kurabilmeleri en başta Amerika’nın bu devleti tanımasına bağlı bulunmakta. Buna ilaveten Türkiye, İran ve Arap komşuları olan Irak ve Suriye’nin veya bu topraklarda kurulması muhtemel yeni oluşumların bağımsız Kürt devleti kurulmasına onay vermeleriyle mümkün olur. Adı geçen bu ülkelerin bu aşamada böyle bir onay verdiklerine dair bir emare bulunmyor.
Meliha ALTUNIŞIK
 Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmelerinin hâlâ çok kolay olmadığını düşünüyorum. Türkiye ve hatta İran’dan bu konuda eskisi kadar açıkça karşı çıkan açıklamalar gelmese de, kıyısı olmayan, büyük ölçüde düşmanlarla çevrili bir ülkenin yaşama şansı sınırlı olacaktır. Ayrıca yeni devletler için en önemli unsur olan uluslararası tanınma sorunu da önemlidir. ABD’nin hâlâ böyle bir gelişmeye karşı çıkması, İran’ın o bölgedeki gücü, önemli parametrelerdir. Bu parametreler Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin petrol ihracatını, ki devlet olabilme kapasitesinde kritik önemdedir, son dönemde görüldüğü gibi kısıtlama gücüne sahiptir.

Sinan OĞAN
İlk tepkilerini geçen günlerde net olarak gördük. Bağımsız bir Kürt devletinin ilanıyla alakalı olarak iki kişi açıklama yaptı. Birisi Adalet ve Kalkınma Partisi Sözcüsü Hüseyin Çelik, bir diğeri de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu.
Çelik, bağımsız Kürt devletinin oluşturulduğunda tanınacağının sinyallerini verirken benzer şekilde Netanyahu da bölgesel yönetimin başkanı Mesut Barzani’nin talebini haklı buldu. Bu noktada, Irak’ın toprak bütünlüğünün Türkiye için son derece kritik bir noktada olduğunun altını çizmekte fayda var. Irak’ın bölünmesi durumunda Türkiye’nin toprak bütünlüğü de tehdit altına girecektir. ABD’nin resmi açıklamalarından hareketle Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasından yana olduğu anlaşılsa da Irak’ın bölünmesine giden yolda ABD’nin tepkisiz kaldığını görüyoruz. İran ile ABD’nin uluslararası konularda aynı düşünceyi benimsediğini görmek genellikle çok mümkün değil. Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda ise İran da aynı ABD gibi bütünlüğün korunması tutumunu benimsiyor. Mısır da yine burada bağımsız bir Kürt devleti kurulmasının karşısında görünüyor.
 Hasan KÖSEBALABAN
Bu konudaki yaygın kanaat Irak’ta bağımsız bir Kürt devletini en fazla İsrail’in arzu ettiğidir. Ancak Irak merkezî hükümetinin giderek İran yörüngesine oturması karşısından Türkiye de Iraklı Kürtlere dair geleneksel bakış açısını değiştirdi. Her iki ülke de Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi durumunda tanıyacaklarını güçlü bir şekilde beyan ettiler. İlginç bir şekilde bu durum Ankara ile Tel Aviv arasında bölgesel politikalara dair tek ortak nokta. Öyle görülüyor ki Ankara açısından böyle bir gelişmenin Türkiye’nin kendi toprak bütünlüğünü tehdit edeceğine dair kaygılar artık zayıflamış durumda. Bugün hükümette hakim olan dış politika anlayışı, komşu Kürtleri artık tehdit değil, müttefik olarak kabul ediyor. İsrail ise bölgedeki diplomatik yalnızlığını kendisine yeni bir müttefik bularak çözmek istiyor. Bu, İsrail’in çevre ittifakı denilen geleneksel politikalarıyla da uyumlu bir strateji. Yine de ne Ankara ne de Tel Aviv bağımsız bir Kürdistan’ı tanıma konusunda acele edeceklerdir.
Diğer tarafta bölgenin güçlü ülkesi İran’ın Kürtlerin Irak’tan ayrılmasına açık bir şekilde karşı olduğu biliniyor. Aslında bölgedeki dengelerin değiştiğinin en çarpıcı göstergesi bu. Şah döneminde Irak Kürtlerine İran ve İsrail ortak destek veriyorlardı, devrimden sonra da İran’ın desteği devam etmişti. Merkezî yönetim Şii unsurlara geçince İran, Kürtlerin Irak’ta kalmasını istiyor. Buna rağmen İran’ın Kürt bağımsızlığını engellemek için yapabilecekleri sınırlı.
Merkezî yönetimin askeri güçleri Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) karşısında tamamen çökmüş durumda. Aslında Kürdistan’ın bağımsızlık ilanı için bundan daha uygun bir konjonktür daha önce hiç oluşmamıştı. Ancak Erbil’in bağımsızlık ilanı konusunda acele etmemesi uluslararası aktörlerin böyle bir onayı vermemiş olmasından kaynaklanıyor. Uluslararası aktörler Irak’ın İsrail destekli bir şekilde bölünmesinin Arap ve İslam dünyasında ortaya çıkaracağı tepkiyi ölçmek durumundalar.
4.soru
Değişen bölge koşullarında Türk dış politikasının son yıllarına damgasını vuran stratejik vizyon hala geçerli midir? Yoksa yeni bir vizyona mı ihtiyaç vardır? Varsa bu yeni vizyonun temel parametreleri neler olmalıdır?

Özden SANBERK
Ortadoğu ülkeleri Türkiye’den bağımsız şekilde, kendi iç dinamikleriyle yeni bir istikrarsızlık ve güvensizlik dönemine doğru savrulmakta. Bu istikrarsızlıklar Türkiye’yi de içine çekme riski barındırıyor. Bu koşullar altında Türkiye’nin Ortadoğu’da düzen kuruculuk idealini gerçekleştirmesinin imkânsızlığı izahtan vareste.
Bu durumda Türkiye’nin aşırı idealist yaklaşımlarını realist bir bakış açısıyla yeniden gözden geçirmesi  ve komşularıyla ikili düzeyde ve her birinin özel koşullarını ve üçüncü tarafların çıkarlarını da göz önünde tutan pragmatik yaklaşımlar benimsemesi gerekiyor. Bu yaklaşımın temel parametrelerini  ise Türkiye’nin ilk başta kendi sınır güvenliğini güçlendirmesi ve kendi  güvenliğini doğrudan tehdit eden sorunlara öncelik vermesi oluşturuyor.
Meliha ALTUNIŞIK
Türkiye’nin dış politika vizyonu ortaya çıkan bazı sorunlara rağmen “Arap Baharı”na kadar bir ölçüde başarılı olmuştur. Ancak Arap isyanları sonrası Türkiye bölge dinamiklerini iyi okuyan etkili bir vizyon ve strateji geliştirmemiştir. Bunun sonucu olarak bölgede etkisini büyük ölçüde kaybetmiştir. Oynadığı kartlar boşa çıkmış, hatta bazen sonradan dönüp kendisini vurmuştur. Bu problemlerin Türkiye’nin içeride de yaşamaya başladığı sorunlarla örtüşmesi tesadüf değildir.
Günümüzde ülkelerin dış politikada etkinlikleri iç politik ve ekonomik gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Dolayısıyla bütüncül bir yaklaşım gereklidir. Ancak kısa vadede iki husus önemlidir: 1) Türkiye Ortadoğu ile ilgilenmeyi bırakamaz, bölgede yaşanan süreçler Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmektedir. 2) Ancak kısa vadede Türkiye bu dönemde zarardan dönmeye yoğunlaşmalı; adil, yapıcı duruş sergilemeli; ayağı yere basan, hayalcilikten uzak yaklaşımlar geliştirmeli; ve orta vadede önemli olacak şekilde hem bölgede, hem de Türkiye’de insan gücüne “yatırım” yapmalıdır.
Sinan OĞAN
Stratejik olmasını bir kenara bırakalım, Türk dış politikasının son yıllarda bir vizyonunun bile olmadığını düşünüyorum. Bölgesel denklemleri tam hesaplayamayan, yöneldiği Ortadoğu’da bu coğrafyanın realitelerini bilmeyen bir anlayış maalesef Türkiye’nin dış politikasının çıkmaza girmesine sebep olmuştur. Yeni bir vizyon geliştirmeye ihtiyaç duyulduğu muhakkaktır. Yeni yönelimler etraflı bir şekilde hesaplanmadığından son dönemde Afrika ve Ortadoğu gibi etkileşim sağlamaya çalıştığı bölgelerde hem sorunlarla karşılaşıyor hem de terörden dolayı büyük yaralar almaktadır. Örneğin, Somali’de Türk büyükelçiliğine periyodik olarak saldırılmaktadır, Musul’daki Türk konsolosluğu işgal edildi ve çalışanlar esir alındı. AB ile ilişkilerde, AKP iktidarının ilk yıllarında reform paketlerinin getirdiği olumlu bir hava vardı; şimdi tam tersine iktidarın otoriterleşmesi kuşku yaratıyor. Türk dünyası ile ilişkiler, istenilen seviyeye maalesef gelemedi. Örneğin, Türkiye, Ramazan ayında büyük zorluklar yaşayan Irak’ta ve Suriye’de Türkmenleri, Çin’de oruç tutmaları bile yasaklanan Uygur Türklerini unutmuş bir vaziyette. İsrail – Filistin arasındaki gerginlikte, Türkiye, arabulucu olacak bir şekilde müdahil olamadı. Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları, Türkiye içerisinde bir iç politika aracı olmaktan öteye gidemedi. İsrail ile kavgalı gibi görünüp ticaretin artırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu tip örnekleri artırabiliriz.
Yeni bir anlayışın temelleri, ülke içi ve dışındaki gerginlikleri önleyici bir şekilde olmalı. “Yurtta sulh cihanda sulh” prensibi tekrar dış politikanın prensibi haline gelmelidir. Bunun ötesinde, Türkiye’nin ABD ve AB’nin yardımcısı olarak izlediği politikalardan özgün bir tutum benimsenmesi gerekmektedir. Türkiye’nin son dönemde kırmızı çizgilerinin pembeleşmeye başladığını görüyoruz. Bunun yerine, barış, istikrar, huzur noktalarına odaklanan milli bir anlayışa sahip olunmalıdır. Tabii, bütün bunların odağında stratejik bir aklın olanlara hükmedebilmesi yatıyor.

Hasan KÖSEBALABAN
Kanaatimce Ortadoğu’da Türkiye açısından yaşanan tıkanıklığın nedeni stratejik vizyon değil, bu vizyonun realize edilmesinde karşılaşılan güçlükler. Bölgedeki olaylar çok hızlı gelişti ve bu Türkiye’yi aynı anda çok sayıda sorunu yönetme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı. Kuşkusuz Suriye de dahil bölgesel sorunların ortaya çıkışına Türkiye’nin neden olduğunu iddia etmek hakkaniyetli bir yaklaşım olmaz. Ancak sorunların belli bir öncelik sıralamasına konulması ve buna göre hareket edilmesi, söylemle reel-politik arasında her zaman iyi bir denge kurulması gerekirdi.
Bütün bunlara rağmen, bölgesel demokratikleşme hareketlerine Türkiye’nin destek vermesi ve kendi liberal-demokratik siyasi-ekonomik sistemini bölgeye yaymaya çalışması doğaldır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifi açısından demokrasiyi talep eden halkların yanında durması beklenen tavırdı. Demokrasiye destek vermek otoriter yönetimlere destek vermekten çok daha tutarlı ve insani bir hareketti. Bu anlamda Türkiye Avrupa Birliği’nin (AB) ve ABD’nin Doğu Avrupa’da üstlendiği ve Ortadoğu’da da üstlenmesi gereken misyonu tek başına sırtlamak zorunda kaldı. Türkiye hem Batı’yı hem de Doğu’yu karşısına alarak, tek başına Ortadoğu’da hakim düzeni değiştirebilecek güce sahip değil. Yüksek hedeflere sahip bir ülkenin dış politikadaki hedeflerini gerçekleştirmesi için öncelikle ekonomide ve askeri sanayide bağımsız olması gerekir.
Örneğin Suriye konusunda rekabet halinde olduğumuz İran aynı zamanda ihtiyacımız olan petrolün yaklaşık yarısını, doğal gazın çeyreğini temin ettiğimiz ülke. Yine daha geniş bir coğrafyada rekabet halinde olduğumuz Rusya’ya doğal gazda yüzde 70’e yakın oranda bağımlılık söz konusu. Yine Mısır ve Filistin konusunda ters düştüğümüz Batılı müttefiklerden kendimizi askeri sanayi konusunda bağımsızlaştıramıyoruz. Diğer tarafta coğrafya sizi belli bir sınırın içinde hareket etmeye zorluyor. Enerji kaynakları açısından fakir durumda olan Türkiye bunu ihracat yaparak aşmak ve bu nedenle de ticaret yollarını açık tutmak zorunda. Ortadoğu’ya karadan bağlayan ülkeler olan Irak ve Suriye ile gerginlik yaşarken, bütün Asya ticaretinin geçtiği Süveyş’i kontrol eden Mısır ile de eşzamanlı gerginlik sürdürülebilir değil.
Bütün bunların yanı sıra, Türkiye Ortadoğu gibi gergin ve çok kutuplu bir coğrafyanın komşusu ancak İran ve Suudi Arabistan’ın aksine bölgenin jeo-kültürel altyapısına nüfuz edecek araçları elinde bulundurmuyor. Bu durumda Türkiye’nin elinde masaya kart olarak sunabileceği tek güç yumuşak güç, yani itibar ve imajı. Türkiye’nin bölgede sahip olduğu itibar ve imajın en büyük kaynağı ise sahip olduğu hukuk düzeni ve demokratik sistemidir. Askeri ve ekonomik gücün aksine, sadece imajdan oluşan bir güç ise hiçbir zaman kalıcı değildir.
Hülasa Türkiye doğru bir stratejik vizyonla hareket etti ancak ekonomik ve askeri alandaki sınırlar hedeflerini realize etmesine izin vermedi. Yaşanan bütün güçlüklere rağmen Türkiye Ortadoğu’nun geleceğine doğrudan etki yapma konumundan bir şey kaybetmiş değildir.
http://www.iktibasdergisi.com/ortadogu-nereye-gidiyor/


..