Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2016 Salı

Huzurlarınızda “İyiniyetli Kürtler”



Huzurlarınızda “İyiniyetli Kürtler”




Gökçe Fırat,

03.04.2006


Türk medyasının 22 Mart 2006 manşetleri





ABD’nin Büyük Kıskaç operasyonu

Türk medyası “nevruzda korkulan olmadı” manşetleri ile çıktığının üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, bölücü örgüt yandaşları Diyarbakır’da ayaklandı. Hakkari’de başlayan, ardından Diyarbakır’da sahnelenen ayaklanma provaları Siirt, Batman, Van ve Urfa’ya sıçradı.

Peki ne olmuştu da nevruzda “sağduyulu” davranan masum Kürt halkı birden ayaklanmıştı!

Olayları elbette bir hafta ile değerlendirmemek gerekir. Çünkü son bir haftada yaşadığımız gelişmeler, belirli bir senaryonun zamanı geldiğinde uygulamaya sokulan aşamalarıdır. Herşey plan dahilinde gelişmektedir!

Olayların başlangıç noktası neredeyse bir yıl önceye gitmektedir. Geçtiğimiz yılın Nisan aylarında ABD AKP’nin hizadan çıkma ve İran ve Suriye’ye yönelik operasyonlara karşı çıkma ihtimalini gözönünde bulundurarak hem AKP’yi kıstırma hem de AKP’ye alternatif yaratma “eylem planı”nı yürürlüğe koydu. Bu artık bir senaryo değil, planlanmış eylemler örgütleme anlamı taşıyordu.

Planın bir tarafında AKP’ye karşı Amerikancı bir darbe planlaması vardı. Nitekim bunun ön görüşmeleri yapılmış, belli yerlere mesajlar iletilmişti. Bizim basınımızda daha bu ay çıkmaya başlayan ve AKP’ye karşı “laik Türk ordusu”na yönelik ABD değerlendirmelerini TÜRKSOLU okurları bu sütunda 23 Mayıs 2005 tarihli yazımızda okumuşlardı.




 Fakat AKP’nin kıstırılması, hele hele ordu tehdidiyle kıstırılması için, ordunun da kıstırılması gerekmekteydi. Bunun içinse PKK devreye sokulacaktı.

O tarihlerde ABD, bölgeye yönelik yeni bir işgal harekatı öncesi öncü operasyon yapma talimatı verdi. Hemen ardından Suriye’de Kamışlı’da bir deneme ile İran’da hâlâ devam eden İran ordusu ile PKK arasındaki çatışmalar başladı.

PKK’nın bölgesel görevinde Türkiye’ye düşecek bir pay da vardı. Türkiye’ye özellikle de orduya, beni destekleyin yoksa PKK’yı harekete geçiririm mesajı verildi. Yine bu sütunda 1 Ağustos 2005 tarihinde çıkan yazımızda ABD’nin Sivas ve Gazi türü bir operasyon planladığını, bunun için PKK’ya görev verdiğini yazdık.

PKK’nın ABD misyonunu yerine getirmesi içinse uygun bir örgütsel amaç belirlendi. PKK temel yönelim olarak “Apo’yu özgürleştirme” hedefini belirledi. Hapisteki Apo’nun özgürleştirilmesi mahkeme yoluyla olamayacağına göre, bu özgürleştirmeyi sağlayacak bir eylem stratejisi olmalıydı. Bunun yolu ise Apo için sokağa dökülecek bir halk hareketi idi.

Ancak PKK ve Apo’nun rahat hareket edebilmesi içinse Kürt bölücülüğüne karşı duyarlı kesimlerin dikkatinin başka noktaya yöneltilmesi gerekiyordu. Bunun içinse Barzani kullanıldı. Türk milliyetçi kesimine verilen asıl tehlike Barzani, zaten Apo hapiste, bir gücü yok mesajları ile birlikte, “sınır çindeki ayaklanma hazırlığı” gözlerden saklanılarak asla girişilemeyecek bir “sınır ötesi”ne gözler çevrildi.

Bu süre zarfında hazırlıklarını tamamlayan ABD düğmeye bastı ve hem orduya, hem AKP’ye yönelik büyük kıskaç hareketini başlattı.

“İyiniyetli Kürtler” Nevruz’da Öcalan’a özgürlük sloganları ile meydanlardaydı. Türk basını ise uykuda. Tertipler, provokasyonlar ve ayaklanmalar dönemi




İlk büyük tertip Şemdinli’ydi. Şemdinli’de doğrudan ABD’ye bağlı tezgah uygulamaya konuldu. Burada ABD’ye bağlı bir merkez eylemi yönetti. Bir yanda PKK komitesi, diğer tarafta ise Türk devleti içine sızmış, ABD kontrgerilla örgütlenmesine bağlı ve PKK ile doğrudan bağlantılı bir ekip vardı. Bu ekibin sağladığı istahbaratla hareket eden PKK jandarmaya yönelik büyük operasyonu başlattı.

Şemdinli’yi anlamadan hiçbir yere varamayız. Şemdinli’nin arkasında Türk ordusunu arayan, jandarmayı arayan, milliyetçileri arayan ya da Barzani’yi, İngiltere’yi vs arayan teoriler sonuçta tertipleyen kuvveti gözlerden saklamaktadır.

Ancak tertipçiler, devleti güçsüz gördükleri, arkalarını sağlam gördükleri için fazla cesur davrandılar. Şemdinli dosyasına giren ve kanıt olduğu iddia edilen bilgi ve belgeler, olayın arkasında açık bir “devlet içine sızma”nın olduğunu gösteriyordu. Bununsa faili üç kurumda olabilirdi; jandarma, emniyet ya da MİT!

Operasyonun hedefi jandarma olduğuna göre, aslında baskına uğrayan jandarma, kendisini pusuya düşen kuvvetleri görmüş oluyordu. Jandarmanın farkına vardığı gerçek belli kesimleri yaklaşan PKK ayaklanması ve ABD müdahalesine karşı uyandırabilirdi.

Bunun için Şemdinle’de tertip düzenleyen ancak tertibi açığa çıkan güçler bu defa daha büyük bir tertiple yeniden orduya meydan okudular. Nevruz bunun silahsız gösterisiydi, Diyarbakır olayları ise gerekirse silahla ve halkı da işin içine katarak olayların iyice büyütüleceği mesajıydı.

 Bu bölücü gösteride Türk tarafını rahatsız eden görüntü. Kaynak Hürriyet gazetesi. Uluslararası operasyonun üç gücü

Olay görüldüğü üzere uluslararası boyutları olan büyük bir operasyondur. O halde dar bir çerçeve içerisinde kalarak çözmek imkânsızdır. Operasyona katılan kuvvetlerin tümüne karşı aynı anda önlem alınmazsa operasyon büyüyerek devam edecektir. Bu ise, tertip, provokasyon ve ayaklanmaların devamının gelmesidir.

O halde operasyona katılan kuvvetleri ve temel hedeflerini belirleyerek işe başlıyabiliriz.

1- Operasyonun kumandası ABD’dedir. ABD’nin amacı ise Ortadoğu’da girişeceği İran ve Suriye operasyonları öncesinde Türkiye’yi en azından tarafsız bırakmak ya da kendisine destek olmaya ikna etmektir.

Fakat ABD’nin bir de uzun vadeli bir planı vardır ki, Türkiye bu planda tıpkı İran ve Suriye gibi hedeftir, işgal edilecek ülkedir.

Bu noktada PKK önem kazanmaktadır. PKK’yı önemsemeyen tüm görüşler kaçınılmaz bir şekilde PKK’yı güçlendirmektedir. PKK önemlidir çünkü ABD bölgedeki üç ülkede birden PKK’yı kullanarak eylem örgütlemektedir. Ama daha da önemlisi PKK, ABD’nin Türkiye’ye yönelik operasyonunda en önemli destekçi ve gerekçedir. Bu nedenle ABD ile PKK arasında bir kader birliği sözkonusudur.

2- PKK açısından bakıldığında kendi kaderini ABD’ye teslim eden bu örgüt, rakip Kürt gruplarının da etkin olma ihtimaline karşın var gücüyle ABD’ye hizmet etmektedir.

PKK’nın stratejisi bellidir. Temel hedef olarak “Apo’nun serbest bırakılması ve PKK’nın yasallaştırılması” belirlenmiştir. Bu ise Türkiye’nin “terörsüz bir PKK”ya razı edilmesi demektir. Son dönemde Kürt aydın girişimi, Kürt konferansı vs etkinlikler kamuoyunun “ Silahsız PKK” ya hazırlanması içindir. Böylesi bir strateji aynı zamanda ABD tarafından da desteklenmektedir. ABD, PKK’dan bir özgürlük hareketi yaratmak istemektedir.

3- Türk devleti içindeki kontrgerilla merkezi ise doğrudan ABD’ye bağlı bir Ortadoğu haritası için çalışmaktadır. Özellikle Emniyet içinde yuvalanan bu ekip köken itibarıyle Kürtlerden oluşmaktadır. Özellikle de Said-i Kürdi etkisi gözlenmektedir. Bu ekip, AKP içinde çalışmaktadır ama aslında AKP’yi de aşan bir planın piyonlarıdır.

 PKK yayın organı gibi çalışan Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır olayları sonrası manşeti. İç sayfalarda da olaylar isyan, serhıldan ve alyaklanma olarak adlandırılıyor.


İyi Kürt diye diye...




Peki operasyon nasıl işlemektedir?

Operasyonun son aşamasına, yani ayaklanmaya odaklanırsak bir sonuç alamayız. Ayaklanmanın zemini nasıl hazırlanmıştır onu tespit edersek yol alabiliriz.

Ayaklanma demek örgütü aşan bir durumdur. Hiçbir zaman bir terör örgütü kendi militanları ile ayaklanma başlatmaz. Aksine ayaklanma örgütün kendi militan gücünü hedef yapmadan halkı harekete geçirdiği durumdur. Çoğunlukla düne kadar masum halk gözü ile bakılanlar bir bakmışsınız ellerinde terör örgütü liderinin resimleri, molotoflar, silahlarla sokağa dökülmüş ve devlete saldırıyor!

Peki bu nasıl olur?

Bu sorunun cevabı çok basittir. Eğer bir devlet kendi eli ile bir bölgede yaşayan vatandaşlarının aslında Türk olmadığını, ayrı dilleri olduğunu, ayrı kültürleri olduğunu ve elbette bunun sonucunda bazı “ayrıcalıklı hakları” olduğunu kabul ederse, o halk da bir adım daha atarak bağımsız olmayı düşünecektir.

Geçtiğimz yaz sonunda bu köşede başlayan ve iki ay süren bir yazı dizisi yayınlamıştık. Orada temel bir tespitimiz vardı: “Kürt varsa sorun var” diyorduk. Kimi insanlar ama “iyi niyetli Kürtler de var” “tüm Kürtleri dışlamıyalım” gibi saf yorumlarla bizi eleştiriyorlardı.

Peki ne diyorduk o dönemki değerlendirmemizde:

“ O halde, “iyi Kürt”le “kötü Kürt” arasında ayrım yapmanın pek bir anlamı kalmamaktadır. İnsanların iyi niyeti, tarihsel olayların belirli akışını durdurmaz. Tarihsel akışa ancak kapılır gider. O nedenle aklı başında devletler, tek tek bireylerle, örgütlerle değil, tarihsel yasalarla ilgilenirler. Yarın devletin başına iş açacak bir talep, en iyi niyetli ve sadık bir kişi tarafından bile söylense buna engel olmak, gidişatı durdurabilir.

Ancak bugün gidişat, maalesef, durdurulamaz bir aşamaya gelmiştir. Çünkü yaklaşık 20 yıldır bir silahlı Kürt terörü yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde, kabul etsek de etmesek de, bölücü Kürtçüler, kendilerine uygun bir millet yarattılar. Bu, kendi diline, kültürüne, “önderliğine” sahip çıkan bir milli topluluktur. Bu topluluğun yaratıldığını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız!

Sokağa çıktığımızda, henüz beş altı yaşındaki Kürt çocuklarının “Benim önderim Atatürk değil Apo” dediğini görüyoruz. Bu, artık Kürt milli kimliğinin, doğar doğmaz benimsendiğini göstermektedir. Bugün beş yaşındaki zararsız, masum çocuk, yarın belki de bir terörist olacaktır.

O nedenle her Kürt Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir.

Türk kimliğini yıkarak, bölücü Kürtçülüğün pasif destekçisi konumundadır. Zaten her mücadele sadece aktif savaşçılarla değil, aynı zamanda daha kalabalık pasif destekçilerle verilebilir. Bugünün pasif destekçileri ise o mücadelenin ihtiyat kuvvetidir. Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKK’lıdır.

'' O nedenle en iyi Kürt, Ben Türküm diyen Kürttür...”

Son Nevruz ve Diyarbakır olayları, sadece yukardaki satırların doğrulanmasıdır. Türk devleti kendi eliyle önce Kürt yaratmış, ardından o Kürtler PKK’lı olmuş ve devlete karşı ayaklanmışlardır!

Terör örgütünün ikinci adamı Murat Karayılan ise aynı gazeteye verdiği röpdrtajda Nevruz sonrası dönemi şöyle açıklıyor: “Artık Kürdistan’da hiçkimse Başkan Apo’yu sahiplenişi gizlememelidir. Özellikle Türkiye’de anayasal çerçevede düşünce özgürlüğü bağlamında her Kürt Başkan Apo’yu kendilerine önder olarak gördüğünü her yerde rahatlıkla söylemelidir.” Ve hemen ardından da “ PKK terör örgütü değildir ” diyen Hakkari Belediye Başkanını tebrik ediyor! 
PKK terör örgütü değil, terörü kullanan bölücü bir örgüt





O halde AB’ye uyum adı altında başlayan, Türkiyelilik, çok kültürlülük, azınlık hakları türü açılımların demokrasi getirmediğini, tam tersine ayaklanmaya yol açtığını görüyoruz. Yani AB’cilerin, gizli açık Kürtçülerin, daha fazla özgürlük daha fazla bütünleşme ve birlik getirir teorileri uygulamada çökmüştür. Özgür bırakılan kitle tümüyle PKK’nın kontrolüne girmektedir.

Son nevruz gösterilerinin bilançosunu bir çıkaralım. Kaç ilde, kaç ilçede, kaç gösteri düzenlenmiştir, bu eylemlere kaç kişi katılmıştır?

Korkunç bir gerçek belki, ama gerçek: 2 milyon!

Demek ki kendi elimizle PKK’yı destekleyecek 2 milyon “iyi niyetli Kürt” yaratmışız! Buyrun şimdi o “iyiniyetli Kürtler”e derdinizi anlatın anlatabilirseniz!

Kaldı ki devletin kendi eliyle düştüğü “PKK belediyeleri” tuzağını da ortaya bir kez daha koyalım. Koskoca Türkiye’de, DEHAP demenin PKK demek olduğunu, bu adamlara verilecek her oyun bölünme getireceğini bir tek biz savunduk. Şimdi tüm Türkiye şaşkın şaşkın bu belediye başkanlarını izliyor!

İzliyor diyoruz çünkü gerçekten izliyoruz. Bugün Türkiye’nin 56 belediye başkanı doğrudan PKK’ya bağlıdır, açıktan ayaklanma örgütlemektedir, ama öyle bir devlet vardır ki sadece izlemektedir!

O halde PKK stratejik hedefine ulaşmak üzeredir. Neydi hedef: PKK’yı yasalaştırmak. DEHAP’lı ya da yeni adıyla DTP’li belediye başkanları nezdinde zaten bu yasallaşma adımı atılmaktadır. Türkiye’yi yöneten iktidar terörsüz bir PKK için PKK’ya razıdır.

Bugün öyle bir ülkede yaşıyoruz ki terörle mücadele etmesi gereken emniyet kuvvetleri içinde bile PKK’nın silah bırakmasının ve yasal zemine geçmesinin Kürt sorununu çözeceğini, hem de açıktan savunanlar bulunmaktadır!

Oysa PKK bir terör örgütü değildir, PKK terörü bir yöntem olarak benimseyen bölücü bir örgüttür. Terör dünyanın her yerinde zaten yasaktır ve kabullenilemez de. Ama sorun da bizim açımızdan tam buradadır: O halde terör uygulamayan bölücülüğe izin mi vereceğiz? Bu ülkede, bu ülkenin bölünmesini isteyen bir örgüt kurulabilecek mi? Bunun yasal düzenlemesi de yapılacak mı?

Şunun için soruyoruz, öyle bir niyetiniz varsa bilelim de, bizler de bağımsız bir Türk devleti kurmak için çalışalım!

Maalesef Türkiye’de insanlar, bölücülüğü bir tehdit olarak görmekten vazgeçmişlerdir. Oysa yaşanan olaylar göstermektedir ki, terörden uzak duran DTP gibi bölücü bir Kürt örgütü, yeri geldiğinde hemen terör uygulayan bir örgüte dönüşüvermektedir. O halde Türkiye’nin yapması gereken ilk iş bölücülüğü yasaklamaktır. Bunun içinse anayasayı işletmeniz gerekir ki bu ülkenin Başbakanı o anayasaya karşıdır. Kendisini Türk değil Türkiyeli olarak görmektedir. Oysa anayasamıza göre Türkiye’de Türk’ten başka bir millet bulunmamaktadır.

Garip bir durumu tespiti ama Türkiye’nin gerek ABD’ye, gerekse PKK’ya karşı mücadele ederken yapması gereken ilk şey kendi anayasasını uygulamasıdır. Türkiye’da bugüne kadar bir ulus yaratıldı ise, bir bütünlük yaratıldı ise unutmıyalım ki bu daha fazla özgürlük, çok kültürlülük, çok dillilikle değil, bu anayasa ile yaratıldı.

15 yıl önce ne olmuştu?

Kimileri ise hala saf saf soruyor. 15 yıl sonra Diyarbakır’a asker girdi diye! Bir sorun kendinize askerin Diyarbakır’da olmadığı bir 15 yılda demek ki devlete karşı ayaklanacak bir “iyiniyetli Kürt halkı” yaratılmış! O halde sorun askerin şehirde olması değil olmamasıymış!

Hatırlarsak 1991’de de PKK benzer bir ayaklanma girişiminde bulunmuştu yine Diyarbakır’da. O dönemin HEP İl Başkanı’nın cenaze töreninde başlamıştı yine olaylar. Çünkü cinazeler ayaklanmanın başlangıç noktası olur hep.

Peki o 91 ayaklanma girişiminin sonunda ne oldu dersiniz? Devlet şehirdeydi ve ayaklanmayı bastırdı. Hem de kanla bastırdı. Çünkü elde silah devlete karşı ayaklanan ve kendisinin özgürlük militanı olduğunu iddia eden biri, o yolda ölmeyi de göze alabilmelidir. Şimdikiler gibi hem ayaklanırım hem de devlet bana dokunmasın türü bir zihniyet yeni yeni görülüyor!

Ayaklananı yere sermek devletin hakkıdır.

O gün PKK’nın bitişinin başlangıcıydı. Oysa PKK o gün orada devletle boy ölçüşecek kadar güçlü olduğunu düşünüyordu. Yanıldı. Yanılgısının bedelini silahlı gücünün büyük kısmını yitirerek ödedi.

O günden bugüne geldik.

Şimdi devlet idarecileri, güvenlik kuvvetlerine emir veriyorlar, ayaklanmacılara müdahale etmeyin diye. Kurşunlanmıyacağını bilen “iyiniyetli Kürtler” de doğal olarak dağılmıyor ve daha fazla yakıp yıkıyorlar!

Sağduyu mu dediniz

Peki bu gerçeklerden sonra ne olacak derseniz...

ABD ve PKK stratejisi sağlam adımlarla ilerlerken Türkiye bu stratejinin kaybeden tarafı olacaktır. Çünkü Türklükten, üniter yapıdan taviz veren taraf bu savaşta kaybeder. Farkındaysanız Kürtler, “bizim de kırmızı çizgilerimiz var” diyerek, ne milli kimliklerinden, ne de “büyük Kürdistan”dan taviz vermiyorlar.

O halde başa dönelim ve operasyonu yürüten ABD tarafına bakalım.

ABD kıskaç operasyonu için bu tür ayaklanmalara başvuracak ve Türk devletine teslim olma çağrısı yapacaktır. Diyarbakır olayları bu bakımdan aslında ABD’nin “Kurtlar Vadisi” filmine cevabıdır! ABD Türkiye’yi iç savaşla tehdit etmektedir.

İç savaş tehdidine karşı Türk tarafı aynı tehdide aynı yöntemle cevap vermezse kaybeder: Ayaklanan “iyiniyetli Kürtlere”, iki milyon kişi oldukları oysa bu devlet için sokağa dökülecek bir 60 milyon Türk olduğunu hatırlatılmalıdır!

İşte bu noktada Amerikancı partilerden yükselecek, “kardeş kavgasına” karşı “ Sağduyuya ” çağıran açıklamaları okuyacaksınız muhtemelen.

Ne diyelim, sağduyu içinde bölünüyor ve ülkemizde çıkan ayaklanmayı sağduyu içinde televizyondan izliyoruz...

http://www.turksolu.com.tr/104/basyazi104.htm


..

25 Ocak 2016 Pazartesi

Kürt-İslam Mahkemeleri




Kürt-İslam Mahkemeleri


Gökçe Fırat,
26.06.2006


Şemdinli'de karar: 39 yıl

Paşalar da yargılansın

Kürt-İslam adaleti şimdilik Paşalara kadar ulaşamadı ama asıl hedef bu. Şeyh Said’in idamının intikamını Türk Ordusu’nun paşalarından almak istiyorlar

Şemdinli tertibi nasıl gerçekleşti
Kürt-İslamcı AKP iktidarının devlet kadrolarını Kürt-İslamcılaştırma çabasının çok yakın gelecekte Türkiye’ye nasıl bir “hukuk” düzeni getireceği Şemdinli mahkemesinin kararı ile birlikte daha net görüldü Bilindiği gibi Şemdinli’de PKK üyesi olmaktan 15 yıl hapis cezasına mahkum edilen Seferi Yılmaz’a ait bir “kitabevi”ne “bomba” atılmış, “kitabevi sahibi” eski PKK’lı Seferi Yılmaz “bomba atılan” kitapçıdan dışarı çıkmış, kapının önünde bekleyen bir sivil arabayı görmüş, arabaya doğru ilerleyerek o sırada o caddede bulunan birkaç yüz kişilik PKK’lı grupla birlikte arabaya, arabadaki astsubay Ali Kaya ve iki istihbaratçıya saldırmış, arabasını yakmış, o sırada yine orada bulunan Danimarka’dan yayın yapan PKK televizyonu Roj TV Şemdinli’den naklen yayına başlamıştı.
Bu olay neresinden bakarsanız bakın bir komploydu. Ancak komployu yapanlar sanki bizlerle alay edercesine yapıyordu bu işi.

Olayın hemen ertesi günü gazeteler Susurluk manşetleri atmaya, “derin devlet” yorumları yapmaya başlamış ve PKK mahkumu Seferi Yılmaz’la röportaj kuyruğuna giren basın onu bir demokrasi kahramanı ilan etmeye başlamıştı.
Şemdinli olayı olur olmaz TÜRKSOLU Türkiye’deki tüm basının tersi bir tavır aldı, bunun Ordu’ya yönelik önemli bir komplo olduğunu yazdı. Komplonun düzenleyicileri olaraksa AKP ve PKK’yı adres gösterdik.
O zamanlar ortada Şemdinli iddianamesi henüz yoktu, Ferhat Sarıkaya yoktu, Orgeneral Büyükanıt’ın adı henüz geçmemişti. CHP ve Cumhuriyet gazetesi dahil her çevre olayı Türk Ordusu’na yıkarken bir tek TÜRKSOLU olayın bir komplo, bir provokasyon olduğunu yazıyordu. Şemdinli bize göre AKP iktidarının önemli bir hamlesiydi.

Gerçekten de bir süre sonra Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi geldi, Orgeneral Büyükanıt çete lideri olmakla suçlandı. O anda Susurluk, “derin devlet” gibi bir oltaya atlayan kimi insanlar uyanıverdiler.
Şemdinli’deki araçta demek ki astsubay değil, Orgeneral Büyükanıt linç edilmek istenmişti!

Saflar birden yer değiştirirken, Orgeneral Büyükanıt’ı suçlayan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ve savcı görevden alındı. Kamuoyu olayın Ordu’ya yönelik bir tertip olduğuna büyük ölçüde kanaat getirmişti.

İddianame nasıl hazırlandı...
Fakat bu sırada Şemdinli davası da başlamıştı.

 Sürpriz tutuklama

Ordu mensubu astsubayın tutuklanması sürpriz değil ama PKK üyesi ve PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz’ın tutuklanması sürpriz! İşte Kürt-İslam adaleti.

Aslında iddianamenin hazırlanması, bu arada Meclis’te kurulan Araştırma Komisyonu Türkiye’de bir şeylerin nasıl da değiştiğini gösteriyordu. Ki bizce bu değişikliğin üzerinde durmak yarına hazır olmak için son derece önemlidir.

Şemdinli olayı yargıya yansıdığı andan itibaren Meclis’te bir araştırma komisyonunun kurulmasına kimse tepki göstermedi. Oysa yargıya intikal etmiş bir soruşturmaya Meclis’in dahi karışma yetkisi yoktur. Kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, yasama organı olan TBMM yargıya müdahale edemez. Oysa Komisyon çalışması doğrudan yargıyı yönlendirecek, baskı altına alacak bir çalışmaydı.
Komisyon üyeleri ne hikmetse hep Güneydoğulu milletvekillerinden oluşuyordu ve tanık olarak da hep PKK’lılar dinleniyordu. PKK mahkumu Seferi Yılmaz gibi bir bölücü itibar sahibi olmuş, Meclis Araştırma Komisyonuna akıl veriyordu.
Fakat yasama organının yargıya müdahalesinin bununla sınırlı olmadığı da görüldü. Savcı Ferhat Sarıkaya Meclis Araştırma Komisyonu ile temas halindeydi. Araştırma Komisyonu Başkanı, komisyondan bile gizlice savcı Ferhat Sarıkaya’ya ifadeleri gönderiyordu.
Daha da ötesi, savcı Sarıkaya idianamesini bitirdikten sonra bu iddianameyi e-maille aynı komisyon üyesine gönderiyordu. Oysa iddianameyi hazırlayan savcı bunu sadece mahkemeye sunabilirdi.

Buraya kadar olan düzenek iyi işliyordu.

Şemdinli’de yuvalanan PKK hücresi, TBMM Komisyonu, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı, Van Adliyesi arasında inanılmaz bir eşgüdüm vardı.

Artık ortada bir iddianame değil, senaryo vardı. Bu senaryonun baş destekçisi ise Fethullahçı medyaydı.
Fakat senaryo bir noktada kesintiye uğradı. Ferhat Sarıkaya meslekten atılınca Şemdinli davasının iddianame sahibi ortadan kalkmış oldu.
Onun görevden atılması ile birlikte normal bir hukuki işleyiş başlayabilirdi ama olmadı. Yeni savcı iddianameyi aynen sahiplendi. Oysa iddianameye siyaset karıştırıldığı ortadaydı. Normalde yeni savcının tüm iddianameyi baştan, siyasal önyargıdan uzak bir şekilde hazırlaması gerekirdi. Fakat bu yapılmadı. Dava aynı iddianame ile başladı.

 100 yıl verseler bile üzülmem,

Ceza alan astsubayın abisi kardeşini sahiplenerek alınması gereken tavrı herkese gösterdi.

Bu nasıl mahkeme Üstelik iddianame kısmından sonra dava kısmı tam anlamıyla bir hukuk katliamı oldu.
Mahkeme önünde herkes eşittir. Devlet görevlisi de, sıradan vatandaş da birdir. Ancak mahkemeler, hakimler, kanaat belirlerken tarafların geçmişlerini göz önünde bulundururlar.
Örneğin bu davada bir tarafta PKK üyesi olmaktan 15 yıla mahkum bir Seferi Yılmaz’la, diğer tarafta devlete hizmet etmiş, pek çok takdirnamesi olan bir astsubay arasında kanaate hükmedecek hakim, kendi siyasal tercihlerine göre hareket edemez.
Ama bu davada böyle olmamıştır. Sanıklar aleyhine delil olmadığı için hakimler kanaatle karar vermişlerdir.
Peki o kanaat nedir? Devlet görevlilerinin suçlu olduğu!
Hakimler kanaat belirlerken Fethullahçı medyanın derin devletle mücadele eden yazarları gibi hissetmiş ve o şekilde karar vermişlerdir.
Fakat sadece karar aşamasında değil önceki saflhalarda da büyük hukuksuzluklar yaşanmıştır.
Örneğin devlet görevlileri, Jandarma Komutanlığının raporları, mahkeme heyeti tarafından dikkate alınmamıştır. Oysa mahkeme heyetinin bu tür devlet rapor ve elemanlarına öncelikle dikkat etmesi gerekirdi.
Fakat bu davada bir Türk mahkemesi, PKK’lıları ve yandaşlarını dinlemiş, dikkate almış, onların beyanlarına göre kanaat oluşturmuş ama Türk Ordusu mensuplarını dinleme zahmetine bile katlanmamıştır.
Sanık avukatları olayın büyük bir provokasyon olduğunu, daha derinlemesine bir soruşturma gerektiğini belirtmiş, yeni tanıklar bulmuş, soruşturmanın genişletilmesini talep etmişlerdir. Normalde mahkeme heyetinin sanık avukatlarının bu taleplerini dikkate alması gerekir.
Neden gerekir? Çünkü sanıklar zaten tutukludur, yeni tanık dinlenmesi ya da soruşturmanın genişletilmesi sanıklara bir yarar sağlamayacağı gibi bu davanın uzamasından zarar görecek bir kişi de yoktur. Bu noktada mahkeme heyetinin sanık avukatlarının talebini reddetmesinin imkânı yoktur. Reddederek hukuk dışı hareket etmişlerdir.
Fakat mahkeme heyeti açısından daha söylenecek çok şey var.
Aynı mahkeme heyetinin Van Üniversitesi Rektörü’nü de aynı şekilde iki ay tutukladığını biliyoruz. Ama rektör şu an görevinin başındadır! Demek ki mahkeme heyeti güçlü hukuki delillerle değil kanaatle hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiştir.


PKK’dan al haberi

Bu davada ise mahkeme heyetinin ne yapacağını PKK’nın yayın organı zaten bilmektedir!

13 Haziran tarihli Özgür Gündem gazetesinde aynen şunlar yazılmıştı:
“Kararın bugünkü duruşmada ya da yetişmemesi halinde en fazla birkaç gün içinde çıkması bekleniyor. Bu arada mahkeme başkanının da tayininin çıktığı ve 19 Haziran’da ayrılmadan önce Şemdinli davasını karara bağlayacağı kaydediliyor.”

Şimdi ne var bu haberde diyebilirsiniz. Haberin tarihi 13 Haziran. O gün Şemdinli duruşması var. Henüz duruşma yapılmamış. Yani o günkü duruşmada ne olacağı bilinmiyor. Belki mahkeme o gün karar verebilirdi.
Ama Özgür Gündem mahkemenin o gün karar vermeyeceğini biliyor. Daha da garibi, mahkemenin bir sonraki duruşmasının 19’unda yapılacağını da biliyor!
Yani Özgür Gündem bir tek 19’undaki duruşmada sanıklara 39.5 yıl hapis verileceğini yazmamış!

Peki 13’ündeki mahkeme neden son savunma için sadece altı gün sonrasına karar kılar?

Normalde bu tür davalarda en az bir ay, hatta Erbakan’ın davalarında 3 aylık bir süre tanındığını biliyoruz. Yani son savunma önemlidir, mahkemeler de son savunma için 6 gün süre vermezler. Burada da hukukun doğruyu bulmak için değil infazı bir an önce gerçekleştirmek için işletildiğini akla getiriyor.
Ama daha önemli bir ayrıntı da var. Mahkemeden bir gün önce Ali Kaya GATA’ya sevkediliyor. Bu durumda son duruşmaya katılamıyor. Ceza davalarında ise sanığa son söz hakkı verilir ve bundan önce karar verilmez. Bu durumda mahkeme heyetinin 19’unda karar vermesi beklenemez. Nitekim PKK’lı avukatlar astsubayın kararı geciktirmek için GATA’ya kaldırıldığını yazıyor. Ama mahkeme heyeti de PKK’lı avukatlarla aynı kanaatte ki son sözü bile sormadan 39.5 yıl hapis veriyor!

Dikkat edelim sıradan bir cezadan değil 39.5 yıl hapisten bahsediyoruz.

 Şemdinli davasında karar günü

PKK’nın gazetesi 19’undaki mahkemeyi ayın 13’ünde yazdı. Kürt-İslamcının adaleti Hukuki ayrıntılardaki tutarsızlıklar, hukuksuzluklar ve çok açık bir şekilde tertipler çoğaltılabilir. Fakat burada asıl meselemiz bu değil.
Şemdinli davası açılışından kapanışına kadar tam anlamıyla adaletin ne duruma geldiğini göstermektedir. Artık bu ülkede hiç kimsenin adil yargılanma güvencesi kalmamıştır. Adalet Bakanlığı içindeki kadrolaşma mahkeme seviyelerine ulaşmış, karar mercileri Kürt-İslamcıların denetimine geçmiştir!
Mahkeme Yaşar Büyükanıt’ı yargılayamamıştır ama sadece şimdilik. Bu ülkenin bir rektörünü suçsuz yere, gereksiz yere iki ay hapse atabilecek kadar kendilerine güvenmektedir bu Kürt-İslamcı kadrolar.
Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınması onları biraz ürkütse de kanlarındaki Kürt-İslamcı devlet düşmanlığı geni ağır basmakta, yargılayıp cezalandıracak bir Türk aramaktadırlar!

Ordu mensubu aramaktadırlar!

Artık adliyenin niteliği değişmiştir. Türk adaletinin yerini Kürt-İslam mahkemeleri almıştır.
Danıştay’a yapılan saldırı burada anlam kazanmaktadır. Yine bir Kürt-İslancı olan Başbakan, Danıştay’ı açıkça tehdit ediyor ve engel olarak suçluyordu. Hemen ardından yine aynı bölge doğumlu bir Kürt-İslamcı tetikçi Danıştay’ı bastı!
Şimdi Şemdinli davası Yargıtay’a gidecek ve oradan geri dönecek. Bunu kararı veren mahkeme heyeti de gayet iyi biliyor. Ama bilmesine rağmen bu kararı veriyor. Çünkü devlete, yargıya ve Ordu’ya mesaj veriyorlar!
Demokrasi, insan hakları, hukuk diye diye iktidara gelenler, artık hukuku rafa kaldırmışlar, komplolar, baskınlar, infazlarla iş görmektedirler.
Artık Türkiye’de bir Kürt-İslamcı çete iktidarı vardır.

http://www.turksolu.com.tr/110/basyazi110.htm

..

21 Aralık 2015 Pazartesi

Derin Devletimi geri İstiyorum...




Derin Devletimi geri İstiyorum...

Gökçe Fırat
16.01.2006



Derin devlet ve kontrgerilla

“Derin devlet” eskiden sadece sol çevrelerin lügatında olan bir kavramdı. “Kontrgerilla” sözcüğünü ilk duyanlar da, 12 Mart döneminde işkencehanelere atılan devrimci gençler ve subaylardı. “Burada anayasa da baba yasa da geçmez. Burası kontrgerilla karargâhıdır.” diyen bir ekip, Türkiye’nin Atatürkçü, milliyetçi ve solcu birikimine kan kustururken, ülkücü katillerle şeriatçılar kolkola Kanlı Pazarlarda Türk gençlerini öldürüyor, sağ iktidarların Başbakanı “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” buyuruyordu.
Şimdi öyle mi ya? Artık “derin devlet” tüm evlerde akşam yemeklerinde konuşulacak kadar derinliğine biliniyor, kontrgerilla dediniz mi seksenlik dedelerden ortaokul çocuklarına herkes uzman, dün sokakta solcu öldüren ülkücü ve Şeriatçıların gazeteleri derin devletle ve kontrgerilla ile hesaplaşıyor, dün “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” diyen adam “Derin devlet Türk Ordusudur.” buyuruyor, kontrgerillaya hizmet eden emekli generaller gazetelerde anılarını yayınlıyor!..

Sizce bu işte bir gariplik yok mu?

Türkiye’de derin devlet tartışması, aslında bugünkü sistemi çözmek için son derece önemli bir örnek. Çünkü derin devlet etrafında dönen tartışma ve saflaşma, aslında düzenin egemenlerini ortaya koyuyor.

Olay olay açıklığa kavuşturalım.

Şemdinli, önemli bir milat sayılmalı. Şemdinli’de gerçekleştirilen PKK operasyonu ile birlikte Türk Ordusu’na bir psikolojik saldırı başlatıldı. Şemdinli’de karanlık bir şeyler olmuştu ve bu karanlıktan derin devlet sorumluydu. Derin devletin adresi ise, astsubaylar şahsında Türk Ordusu’ydu. O halde basit denklem ortaya çıkıyordu: Türkiye’de karanlık işlerin, provokasyonların, cinayetlerin arkasında derin devlet vardır, derin devlet ise Ordu’dur.
Bu basit denklem, Şeriatçı ve Amerikancı iktidar tarafından, Şeriatçı basın tarafından, sağcı büyük sermaye basını tarafından ve elbette PKK yanlısı bölücü ve “sol” basın tarafından kuruldu ve zihinlere yerleştirildi.
Derin devletin karşısında iktidardan PKK’ya, AB’den ABD’ye, Şeriatçılardan solculara bir “halk cephesi” omuz omuza mücadele veriyordu. “Çeteler halka hesap verecek” sloganını atanlar halk adına söz söylüyorlardı, ama bunlar zaten bu ülkeyi halihazırda yönetenler ve sömürenlerdi!

Kontrgerillanın merkezi Washington

Ama basit denklemde ısrarla gizlenen bir unsur daha vardı: ABD. Oysa tüm dünyada ortaya çıktığı üzere, kontrgerilla denilen olgu, doğrudan ABD ile ilgiliydi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde komünizmle ve elbette solla mücadele etmek için, doğrudan NATO’ya, Pentagon’a bağlı örgütler kurulmuştu. Örgütlerin resmi ayağı her ülke ordusu içindeki Özel Harp Dairesiydi. Özel Harp Dairesi, doğrudan Pentagon’a bağlıydı ve maaşları da Pentagon ödüyordu. Bizim ülkemizde 60’lı yılların sonlarından beri başlayan kardeş kavgasının, aydın cinayetlerinin, Amerikancı darbelerin arkasında da işte bu örgütlenme vardı.
O halde kontrgerilla ile mücadele etmek isteyen herkesin, en başta bu kontrgerillanın merkezi olan Pentagon’a, ABD’ye cephesini dönmesi gerekmez mi? Gerekir ama tablonun garipliği ve denklemin eksikliği burada ortaya çıkmaktadır: Şemdinli üzerinden kontrgerillaya savaş açanların hepsi Amerikancıdır!
O halde gariplik nerede? ABD yandaşları, hatta maaşlı memurları, politikacıları, teröristleri, gazetecileri neden kendilerine bağlı bir kontrgerillaya savaş açıyor?
Bu soru derin bir soru değildir, cevabı da hiç derin değildir! Kontrgerillanın merkezi ABD’dir, bugün kontrgerillayı bulacağınız yer de, Amerikancı kuruluşlardır: Türkiye’yi yöneten iktidarın hükmetme binası, PKK elebaşının tutulduğu İmralı, PKK’lı belediyelerin binaları, İkitelli medyası, tarikat yuvaları kontrgerillanın merkezidir.
Kontrgerillanın temel hedefi ayaklanmaları bastırmaktır. Türkiye’nin bölünmesine karşı şahlanan ulusal uyanış, elbette bir ulusal ayaklanmaya dönüşecektir. Milletin ayağa kalkmasından korkan ABD, kendi elindeki Amerikancı “sivil kurumları” devreye sokarak, bu ayaklanmanın silahlı unsuru olarak gördüğü Ordu’yu pasifize etmektedir. Çünkü ABD’ye bağlı ordular eğer hizadan çıkarsa, kontrgerilla şemasına göre paramiliter unsurlar görevlendirilir. Bugün olan budur. Kontrgerilla merkezi olarak kurulan Özel Harp Dairesi’nin işlevini bugün bu sivil uzantılar yerine getirmektedir.

Türk Devletine söven kontrgerilladır

Dolayısıyla tam bir kontgerilla operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu tespit etmemiz gerekir. Psikolojik harp, yani tanksız topsuz harekât, kontrgerillanın öncelikli yöntemidir. Bugün devrede olan yöntem budur. Psikolojik harpte görev medyaya verilmiştir. Medya, kamuoyunu kontrgerillanın amaçları doğrultusunda işler ve yönlendirir.

Psikolojik harbin sırıtan örneklerini sıralayalım.

1- Şemdinli ile başlayan, tüm medyanın dahil olduğu, PKK ile birlikte Türk Ordusu’na saldırı kampanyası.
2- Hürriyet gazetesinde yayınlanan Kemal Yamak’ın anıları.
3- Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılması.

Tüm bu haberler iyi analiz edilmelidir. Örneğin dünün Amerikancı kontrgerillacı generallerinin anıları neden birden Şemdinli sonrası yazdırılıp kitap haline getirilir? Buna kitap yazma denilmez. Bu, literatürde “servise koyma”dır. Demek ki Kontrgerillacı generaller hâlâ işbaşındadır. ABD’nin PKK’yı diriltme operasyonu için Türk Devletine ve Ordusu’na saldırmaktadırlar.
Bunu tersinden de okuyabilirsiniz. Türkiye’de kontrgerilla yeni mi açığa çıktı sanıyorsunuz! Türkiye kontrgerillayı yazarımız Talat Turhan’ın devrimci mücadelesi ile öğrendi. Talat Turhan kontrgerillanın tek uzmanıdır, bizzat kontrgerillanın işkencehanesinde işkence altında öğrenmiştir kontrgerillanın ne olduğunu. Peki neden bugün Talat Turhan gibi yurtsever ve Atatürkçü bir Türk subayı değil de, Amerikancı cuntanın kontrgerillacı generalleri medyadadır?
Çünkü Talat Turhan’a kendi milleti ve devleti aleyhinde söz söyletemezsiniz! Kontrgerillanın biricik denklemi de budur: Kendi devletine sövenler kontrgerilladır, ABD ile mücadele edenlerse kontrgerillanın hedefi! O nedenle Türk Ordusu bugün Amerikan kontrgerillasının bir numaralı hedefidir.
Ülkücü katil Ağca’nın serbest bırakılması da operasyonun parçasıdır. Yıllarca ülkücüleri kullanan ABD, şimdi ülkücüler üzerinden Türk Devletini karalamaktadır. Oysa ülkücü hareket, kuruluşu itibarıyle Amerikancıdır. CIA’nın imalatıdır.
Neden İkinci Dünya Savaşı’nda Almancı olan Türkiye’nin ülkücüleri, Alman İstihbaratının başı olan General Gehlen ABD’ye sığınınca Amerikancı oldu sanırsınız siz? Türk ülkücü hareketi doğrudan bir Pentagon imalatıdır. Dün işledikleri cinayetler aydınlarımızı ve gençlerimizi yok ediyordu. O günkü cinayetleri bugünse devleti pasifize etmekte kullanılmaktadır.
Bu durumda kontrgerilladan bahsetme hakkı olan tek kesim bu ülkenin Atatürkçü ve solcularıdır. Biz kontregerilla ile mücadele edebiliriz, çünkü ABD’ye karşıyız. Ama düzenin sahipleri ve taşeronları kontrgerillanın üzerine gidemezler, çünkü ABD’ye karşı çıkamazlar.
Çıkarız diyenlere hodri meydan: Şemdinli’yi kontrgerilla yaptı diyorsanız, bunun Brüksel ve Washington bağlantılarını da araştırın. Biliyorsunuz Türk kontrgerillası NATO karargahı Brüksel’e ve Pentagon’a bağlıdır!

16.01.2006

http://www.turksolu.com.tr/99/basyazi99.htm

.