Ergüder Toptaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergüder Toptaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2016 Cumartesi

PKK TERÖR ÖRGÜTÜNÜN ORDULAŞMASI


PKK TERÖR ÖRGÜTÜNÜN  ORDULAŞMASI

PKK Terör Örgütünün Ordulaşması

Yazar: Ergüder Toptaş
15 EYLÜL 2014
PAZARTESİ
 
 
Mücadelede Esas Denklem,
   _ PKK ile yürütülen mücadelenin adına ister " Terörle – Terörizmle Mücadele ", ister " Düşük Yoğunluklu Çatışma “, isterse “Gerilla Harbi", isterse de " Gayrinizami Harp " densin değişmeyen bir şey vardır ki o da, Stratejiler – Karşı Stratejiler bağlamında evrensel bazı kabullerin varlığıdır. Bunlardan birincisini yeri gelmişken hemen ifade etmek uygun olacaktır:
“ Konvansiyonel bir savaşta, %75 başarı oranı zaferi garantiler; bir gerilla savaşında zamanın %75 süresince halkın korunması yenilgi getirir. Ülkenin %75’inde %100 güvenlik, ülkenin %100’ünde %75 güvenlikten iyidir. Savunma yapan kuvvetler, hiç değilse önemli saydığı bir bölgede halk için hemen hemen mükemmel bir güvenlik sağlayamazsa gerilla er ya da geç savaşı kazanır. Uygulaması zor olmakla birlikte, gerilla savaşında esas denklem basittir: Gerilla ordusu kaybetmekten kaçındığı müddetçe kazanır; konvansiyonel ordu ise kesin olarak kazanmazsa savaşı kaybetmeye mahkûmdur." [1]
 
            Politikadan mücadelenin doğasıyla uyumlu ilk isteği budur. Gerçekçi siyaset oluşturmanın veya siyasette gerçekçiliğin ilk aşaması bu ilkeyi kabul ederek stratejik adımların atılmasını icap ettirir.  Bu tespit, ne komplo teorilerinden neşet eden bir teorem ne modası geçmiş paradigmaların bir varsayımı ne de herhangi bir kuramın şayet olsaydı hipotezidir. Mücadelenin doğasını bilenlerin, bu konuda düşünenlerin, fikir üretenlerin ve de stratejik bir mevkide bulunanların nazarıdikkatten uzak tutamayacakları yaşamsal bir husustur. Bu temel dayanak noktası,büyük ölçüde görmezlikten gelinerek;"Terörle mücadele uzun solukludur. Terörle bir yere varılmaz. Bununla yaşamaya alışacağız." gibi safsatalar matah bir şey sanılarak, politika üretmekten uzak dur(dur)ulmuştur.
 
            Türkiye’nin bekasını çok yakından ve cidden tehdit eden bu soruna yönelik olarak politika geliştiremediği farklı mevkilerce ve kesimlerce dile getirilen bir konudur. PKK terör örgütü konusunda derin ve kapsamlı çalışmalarıyla tanınan Ümit Özdağ’ın, “ Bu, politik bir mücadeledir. Geçen 23 yıl zarfında oluşan sosyal hasara nasıl çözüm getirileceği hususunda Türk toplumuna sunacak hiçbir şeyleri olmayan Türk siyasetçileri tamamen Avrupa Birliği tam üyelik politikalarının etkinleşme sürecinin arkasına sığınmış politikasızlıklarını sürdürmektedirler." [2]değerlendirmesi, meselenin künhünü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bu yorumu güçlendirmesi bakımından dikkate alınması gereken siyasi bir boyutun da, ABD’nin 11 Eylül 2001 sonrası uygulamaya koyduğu “Büyük Orta Doğu Projesi “ kapsamında Türk siyasi hayatının şekillendirilmesi vardır ki gelinen noktada, sorunun çözümünün başkalarının emperyalist politikalarına emanet edilmiş olduğu görülmektedir.
 
            Bu konuyla ilgili olarak gereksiz totoloji ye kaçmadan şu tespitte bulunulabilir: PKK terör örgütü 1984’de 200 kadar militanla[3]  çıktığı yolun sonunda; binlerce militana, on binlerce sempatizana, kendi güdümünde hareket eden bir partinin %4-5 gibi oy oranıyla ülke siyasetinde etkili bir konuma gelmişse, bu durum asla küçümsenemez ve göz ardı edilemez. Ayrıca; sahip olduğu ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel ve psikolojik güçle beraber dış dünyadan sağladığı destek de dikkate alındığında, PKK bir terör örgütünün sahip olabileceği olanakların çok ötesine geçmiştir. Bunlardan daha da önemlisi, KCK yapılanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgedeki egemenliğini tartışmalı hale getirebilecek girişimlerin, zımnen kabullenilmesindeki vahim aymazlığın devam etmesidir. Bu tamamen bir paralel devlet teşekkülüdür, bölünmenin ve yıkılışın yüksek sesli habercisidir. Kişiliğe sahip devlet ve yönetim anlayışında yeri yoktur ve kabul edilemez.
Ordulaşma Süreci
 
            Mücadelenin doğasıyla uygun isteklerin karşılanması stratejik bir sorundur. Bu konuyla ilgili olarak Clausewitz’ın güncelliği hâlâ devam eden uyarıları yol göstermeye devam etmektedir: “ Devlet Adamının ve Komutanın ilk vereceği, en önemli ve kesin sonucu en çok etkileyici hüküm, Giriştiği harbi bu ilişkiler içerisinde iyi tanımak, onu olduğundan başka türlü değerlendirmemek ya da hâl ve şartların müsaade edemeyeceği bir şekle sokmaya Çalışmamaktır. "[4] Bu yaşamsal tespitin ruhuna uygun hareket edilmediği veya önemsenmediği içindir ki alınan tedbirler sorunlara çare olamadığı gibi tam tersine kangrenleştirmiştir.Bu noktada bile yeterli önlemler alınmayarak, kangren olmuş uzuvları, lavanta suyu ile iyileştirme [5] kolaycılığına kaçılması sıkça rastlanılan bir yanılgıdır.
 
            Yanılgının temelinde, mücadelenin doğasını ve karakterini anlamamaktan kaynaklanan stratejik teori eksikliği veya yokluğu bulunmaktadır ki bunun başlıca nedeni politik yetersizliktir. Terör örgütünün Kürtçülük politikasının bir aracı olduğu, siyasi hedefinin de Türkiye toprakları üzerinde öncelikle bir Kürt devleti kurmak [6], müteakiben de " Büyük Kürdistan Ülküsü " doğrultusunda diğer üç parçayla birleşmek olduğu teşhis edilerek, politika üretilmesi gerekirdi. Ancak, bu kök sorunu göz ardı ederek gövde ve dallar bile dikkati nazara alınmadan dökülen yapraklarla meşgul olundu, tanımlaması yapılırsa, mübalağa edilmemiş sayılır.
 
            Bugün de benzer yanılgı, " Çözüm Süreci " ile devam etmektedir. Bununla ilgili olarak 62’nci Hükûmet programında yer alan, "…Yeni yol haritasının hedeflerini; terörün bitmesi, silahsızlanma, toplumsal hayata kazandırma ve demokratik siyasete katılımın önünü açmak şeklinde koyacağız. Çözüm süreci, bölünmenin değil birleşmenin, küçülmenin değil büyümenin, parçalanmanın değil bütünleşmenin ve kalıcı bir bölgesel güç olabilmenin yegâne anahtarı konumundadır." ifadeleri boş bir beklentiden öteye geçemez. Belki kısa vadede PKK terör çetesi, hile ve aldatmaya yönelik konjonktürel bazı adımlar atabilir. Ancak silahsızlanma gibi bir adımı, "Büyük Kürdistan ülküsü"nü gerçekleştirmek maksadıyla yola çıkmış bir örgütten beklemek ve bu yönde politik adımlar atmak akıl, mantık ve algılama yetisiyle açıklanamaz.
            PKK, kurulduğu günden beri hayal bile edemeyeceği kazanımlara kavuşmuştur ve bunları akılcı stratejilerle daha da arttırma gayretindedir. Bölgedeki manipülasyona açık güncel gelişmeler, PKK’nın günden güne prestijinin artmasını sağlamaktadır ve bu kazanımların gittikçe öngörülmeyen boyutlara ulaşacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda, PKK’nın Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı savaşarak önemli bölgesel aktör olduğunu kanıtlaması ve özellikle Batı’daki terörist algısının gittikçe zayıflayarak, terör örgütü listesinden çıkarılmak suretiyle stratejik değerde kazanımlar elde etmesi kuvvetle muhtemeldir. Maalesef gidişat bu yöndedir, Değer odaklı Türk dış politikası artık küresel bir markadır. " gibi içi boş ve temeli olmayan ifadeler hükûmet programında yer bulsa da, uluslararası siyasette ancak mizah konusu olabilir. Gelişmelerin ivme ve değer kazandıracağı bir diğer husus da,  " Kürdistan Ulusal Birliği " ni sağlamaya yönelik faaliyetlerin, öngörülebilir bir gelecekte " Büyük Kürdistan " hayalini gerçekleştirebileceğinin güçlü bir şekilde anlaşılmasıdır.
            Orta Doğu’da komplo teorisyenlerine bile parmak ısırtacak gelişmeler yaşanırken ve de çok büyük bir tesadüf eseri olarak(!) Kürtler bu durumdan inanılmaz avantajlar yakalamışken, yıllardır mücadele ettiği T.C. lehine kazanımlarından vazgeçmesini beklemek nasıl bir siyasal akılla açıklanabilir ki? Hangi zaman dilimi esas alınarak gerilla tarihi incelenirse incelensin, böylesine tarihi ve stratejik kazanımlı bir fırsat hiçbir terör örgütüne sunulmamıştır. Terör örgütünden aptalca bir yaklaşım gözleyerek, kazançlı çıkmayı ummak, her şeyden önce ve en hafif tabirle yıllarca mücadele edilen çeteyi ve onun yerli-ecnebi akıl kethüdalarını hiç tanımamak demektir. Bazı kalemşorlar ve medya organlarının, "PKK’nın silah bırakacağı, demokratik siyasetin önünün açılmasıyla silahlanmanın bir anlamının kalmayacağı, silahlı unsurların Türkiye dışına çıkmasının yeterli olacağı…vb." hararetli ifadelerle kamuoyu oluşturma gayretleri, kuvvetle ümit edilir ki onların beklentileri doğrultusunda gerçekleşsin ve de örgüt silah bıraksın!
            " Devrimci Halk Savaşı " konseptinde bilinmesi gereken en önemli noktalardan biri de, zaman içinde gayrinizami unsurların nizami birliklere dönüşeceği ve ordulaşma sürecinin savaşın bir aşaması olduğu gerçeğidir. Bu çerçevede kurucu figürlerden hem Mao hem de Che Guevara, bu durumu açıkça belirterek, mücadele başlangıçta bir gerilla birliği tarafından yürütülüyorsa da zaferin daima bir düzenli ordunun eseri olacağı görüşündedirler.[7] Tabi ki her mücadelenin doğasının aynı,  karakterlerinin ise farklı olduğu ve bundan sonrada bu gerçekliğin devam edeceğinin farkındayız. Bugün PKK terör örgütünün yüz yüze kaldığı durum ne bahse konu savaş konseptine ne de daha önce silah bırakmış örgütlerin şartlarına benzememektedir. Her iki durumun da dışında, seçenekleri oldukça fazla ve son derece iyi senaryolaştırılmış bir savaş oyunuyla, PKK’ya fırsatlar sanki altın tepside sunulmaktadır. Bu fırsatın ganimeti; PKK’nın terör örgütü algısının kırılması, itibarının güçlenmesi, uluslararası desteğin artması ve müteakiben de ordulaşma süreci ile taçlandırılması olacaktır.
Seçeneksiz Kalmak
            Orta Doğu bu kadar karmakarışık hale gelmişken veya getirilmişken, Türkiye gibi"oyun kurucu(!), gündemi belirlenen değil, gündem belirleyen bir ülke(!)" nasıl olur da IŞİD gibi bir terör teşkilatına karşı imza koyamaz, tavır alamaz duruma getirilir? Tabi ki mazeretlerin gücüne sığınılarak verilecek cevaplar çoktur. Irak’ta gönüllü(!)olarak rehin kalan Türk vatandaşlarının hassas durumu nedeniyle, ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalmış olan Türkiye Cumhuriyeti… Bu vatandaşlarımızın hayatının her şeyden değerli olduğu ayrı bir konudur. Düşünmemiz gereken, Musul Konsolosluğu'nun basılması ve vatandaşlarımızın rehin alınması ile taktik bir adım atanlar veya attırılanlar, nasıl olur da bu kadar kısa süre içerisinde Türkiye’yi seçeneksiz bırakabilirler ve stratejik yeni kayıplara zemin hazırlayacak ortamı oluşturabilirler?
Neticede, PKK’nın seçenek zenginliği güçlü stratejiye, Türkiye’nin seçeneksiz bırakılarak elleri ve kollarının bağlanması zayıf ve güçsüz bir stratejinin sonucudur." Zayıf Strateji Pahalıdır, Kötü strateji hayatta kalma söz konusu olduğunda Öldürücü olabilir, Çok kötü strateji ise hemen her zaman Öldürücüdür. " [8] ifadelerini, Orta Doğu’da haritaların yeniden çizilmeye devam edildiği bir dönemde, anlayabilme sorumluluğu stratejik liderliğin omuzlarındadır.
 

[1]Kissinger Henry, Diplomasi, çev. İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1998, s. 596.
[2]Özdağ Ümit, Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Kripto Yayınları, Ankara, 2010, s. 287.
[3]Özdağ Ümit, Türkiye Kuzey Irak ve PKK-Bir Gayrinizami Savaşın Anatomisi, ASAM Yayınları, Ankara, 1999, s. 42.
[4]Carl von Clausewitz, Harp Üzerine, Cilt I, çev. H. Fahri Çeliker, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1984, s. 36-7.
[5]Machıavellı, Hükümdar, çev. H. Kemal Karabulut, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1998, s. 47.                     
[6]Özdağ Ümit, PKK İle Pazarlık, Öcalan İle Anayasa Yapmak, Kripto Yayınları, Ankara, 2013, s. 280. ( Armağan Kuloğlu’nun Türk Milleti Uyanmalı, Uyanmıyorsa Uyandırılmalı başlıklı bölümden ).  
[7]Mao Tse-Tung ve Che Guevera, Gerilla Harbi, çev. Can Yücel, İstanbul, 1967, s. 45.
  Che Guevera, Askerî Yazılar, çev. Nadiye R. Çobanoğlu, İstanbul, s. 37.
[8]Gray S. Colın, Modern Strateji, çev. Handan Öz, Truva Yayınları, İstanbul, 2008, s. 19.
 
 
..
 

NİTELİKSİZ ADAMLAR VE ÖLÜ KURUMLAR


 
NİTELİKSİZ ADAMLAR VE ÖLÜ KURUMLAR

 

 

Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar

Yazar: Ergüder Toptaş
02 TEMMUZ 2014
ÇARŞAMBA
 
Robert Musil’in çöküş sürecine girmiş olan Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nda toplumun ve bireyin tüm çalkantılarını betimleyen dev romanı "Niteliksiz Adam", bugünkü olayları anlamada gelecekteki muhtemel felaketleri sezinlemede çarpıcı uyarılar sunuyor. Çökmekte olan ve her konuda karar vermekten kaçınan monarşide sözde yasalar, göstermelik parlamento ve etkisiz kurumların varlığıyla toplumsal yozlaşmanın ulaştığı boyutlar hem kültürel hem de bir sistem sorunudur.                                                 
1900’lerin başında, İmparatorluğun yüz yüze kaldığı kültürel depremin maddi ve manevi değerler üzerindeki etkisi her boyutta yıkıcı olmuştur. Depremin oluştuğu odak noktada; birlik duygusu ile büyük bir ülküye katkıda bulunma bilincinin yitirilmiş olması nedeniyle, çöküntünün etkileri her alanda hızla yayılarak, geri dönüşümü adeta imkânsız hale getirmiştir. Belki de çöküşü durduracak ve çıkışı sağlayacak bir strateji geliştirilebilirdi, ancak bunun sağlanamamasının en önemli nedeni, niteliksiz adamların varlığı ve trajikomik saltanatlarıdır.
Niteliksiz adamların politikadaki etkinliği zamanla millî güç unsurlarının tüm hücrelerine sirayet ederek devleti içten çökertirler. Tarih sayfaları bunun zengin örnekleriyle doludur. Bugün mirasının bir kısmına ortak olduğumuz Bizans İmparatorluğu’nun, son derece etkili bir stratejik devlet yönetimi kültürüne sahip olmasına rağmen, özellikle çöküş sürecinde niteliksiz adamların devlet idaresindeki artan egemenlikleri sonucunda, tarih sahnesinden silinişi incelenmesi gereken bir konudur.
Niteliksiz adamları cömertçe bir bağnazlıkla hak etmedikleri mevkilere getiren toplumlar için herhangi bir tehdide veya düşmana gerek yoktur. Neticede onlar çok yönlü bilgisizlikleriyle en güçlü gibi görünen kurum ve kuruluşları bile, José Ortega Y Gasset’in " Kitlelerin Ayaklanması" adlı eserindeki "ölü kurumlara" çevirmekte pek mahir davranırlar. Gasset, ölü kurumları; anlamını yitirmiş, ama hâlâ varlığını sürdüren, yok yere karmaşık çözümlerle boğuşan ve yetersizlikleri kanıtlanmış yapılanmalar olarak tanımlar.
Zaman geçtikçe gerçeklikleri her toplum ve uygarlıkta her defasında tekrarlanan ve güçlenen bu iki başyapıtın, bugünün Türkiye’sindeki kepazelik ve pespayelikleri tahlil etmede düşündürücü olduğu kadar kederlendirici somut örnekler ve epizotlar sunmaktadır. Bu okumaları ve analizleri zamanında yapması gereken stratejik liderliktir ki hem sivil hem de asker kanadı kapsar. Sivil –asker ilişkilerinin niteliği ve gücü, bu işbirliğine ve kurulan dengeye bağlıdır. Huntıngton’un bilgece tanımlamasıyla, " Bu dengeden yoksun bir sivil – asker ilişkisi sürdüren uluslar, kaynaklarını israf eder ve hesap edilmemiş risklerle karşılaşırlar ". Sivil - asker ilişkileri Türkiye için son derece problemli bir alan olmaya devam etmektedir. Bu yaşamsal birlikteliği," Askerî Vesayet " gibi sığ ve günlük siyasi mülahazalar ışığında ele alarak "askeri itibarsızlaştırmaya yönelik faaliyetler" bundan sonraki muhtemel kayıpların da zeminini hazırlayacaktır. Şimdiye kadar ki ilişkiler nasıl sağlıksız ve bir dengeden yoksun idiyse, bu dönemdeki anlayış ve tutum da bir o kadar problemli ve önyargılıdır.
Bugünün Türkiye’sindeki bir diğer ihtilaflı konu; hilafet artığı gruplar ile gemi azıya almış ulus-devlet yıkıcıların güç birliği yaparak elde ettiği kazanımlardır. Bu durumu görmezlikten gelmek, küçümsemek veya zamanın ruhuna uygun demokratik haklar olarak değerlendirmek, en hafif tanımlamayla "körlük" tür. Onların kazanımları Türkiye Cumhuriyeti’nin kayıplarıdır. Cumhuriyetin temel değerlerini hedef alanbu devlet destekli akımlar; milletimizin hem bugünkü kazanımlarına hem de geleceğine yönelik çok açık ve ciddi bir tehdit kaynağıdır.
Cumhuriyetin 90 yıllık kısa hayatında meydana gelen gelişmeler, "Atatürk yılları" olarak tanımlanan ilk 15 yıllık dönemdeki kazanımlarla gerçekleştirilmiştir. Burada başat faktör," Devrim Yasaları " ile ulusal birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik iç ve dış tedbirlerin akılcılığı ve bilimselliği rehber alan esaslarla güçlendirilmesidir. Hâl böyle olmasına rağmen, özellikle son 10 yıllık dönemde eğitimi merkez alarak gerçekleştirilenyozlaşma ve çöküşe yönelik din ve etnik temelli uygulamalar kısa ve orta vadede federalleşmeyi müteakiben de bölünmeyi sağlayacak adımlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve bütünlüğünü koruyarak, gelişmiş ülkelerle rekabet edebilmesinin temel koşulu; çağdaş bireğitim sistemiyle nitelikli insan gücü yetiştirmesi ve bunların kurum ve kuruluşlar içerisinde etkinleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak meydana gelecek sinerjinin, millî güç unsurlarının tamamında olumlu neticelere sebebiyet verecek şekilde gerekli tedbirlerin alınmasıdır. Türkiye’nin temel sorunu bu kadar açık bir şekilde ortada durmasına rağmen; çağdaşlaşma ve uluslaşma yolundan hızla uzaklaşmayı özendirici tedbirlerin hoyratça ve pervasızca alınması, " Dindar ve Kindar bir Nesil yetiştirme" hedefinin iştiyaklı bir anlatımla gösterilmesi ve buna ulaşmada kullanılacak araçların artık göz göre göre devreye sokulması bundan sonraki karanlık günlerin kaçınılmazlığına işaret etmektedir.                                       
17 Aralık 2013’de devasa boyutlardaki rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile başlayan gelişmeleri,"darbe, paralel yapı, çete, iç – dış mihraklar" gibi akla ziyan söylemlerle yorumlamayı komplo teorisyenlerinin yapmasının su götürür bir yönü bulunabilir. Ancak, 12 yıl gibi uzunca bir dönem tek başına iktidar olanların bilinen gelişmeler karşısında ortalığı velveleye vermelerinin, dünya siyasi tarihinde maalesef örneği de yoktur. Son dönemdeki; Soma maden faciası, PKK terör örgütü ile yürütülen ilişkiler, Irak’ta gönüllü ( ! ) olarak rehin kalan Türk vatandaşlarının trajikomik durumları, Irak ve Suriye politikaları ile ilgili olarak artık alay konusu olan şu "kırmızı çizgiler" meselesi ve "sabrımızın test edilmesi" söylemleri devlet kişiliği ile bağdaşmayan anlayış ve tutumlar için hem paradoksal hem de ironik sayılabilecek misallerdir.
Yarınlardaki tehditler bugünkünden çok daha büyük ve ağır olarak çocuklarımızı bekliyor. Onları cömertçe bir akılsızlıkla, öngörüsüzlükle ve basit çıkarlarapeşkeş çeken bizleriz. Olayları kişiler ekseninde değerlendirmeden,"Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar" anlayışıyla bir sistem sorunu olarak görüp, ele almanın daha gerçekçi sonuçlara götüreceği düşünülmektedir.Çünkü sorunların veya olması muhtemel olanların, çözümünün başlangıç noktası burasıdır.
 


..

ÇARESİZ STRATEJİLER

 
ÇARESİZ STRATEJİLER

Çaresiz Stratejiler

Yazar: Ergüder Toptaş

25 HAZİRAN 2014
ÇARŞAMBA
 
Postyapısalcı felsefe ve postmodernizm üzerinde çalışmalarıyla bilinen ünlü düşünür Jean Baudrillard’ın, " Çaresiz Stratejiler sıradan Stratejilerin tam merkezinde mi Üretilmektedir? "  sualine, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllardır devam eden terörizmle mücadelesini referans alarak cevap aramanın etkileyici bir zemini olduğu düşünülmektedir.
Stratejinin ruhunda olayların varılmak istenen hedeflere, durum ve şartlara göre yönlendirilmesi vardır. Şimdi her kesimce bilinen bu mücadelenin yaklaşık otuz yıllık serüvenini basitçe tahayyül edildiğinde, Terörizmin; "Üç-beş Çapulcudan demokratik özerkliğe ve Bölünmeye geldiği " gün gibi ortadadır. Bu dönem içerisinde gelişen olayların kimin inisiyatifiyle, kimin amaçları doğrultusunda yönlendirildiği, önyargısız olarak sorgulandığın da; terör örgütünün daha ağırlıklı olarak öne çıktığı görülmektedir. Her şeyden önce, terör devlet ve milletler için bedende yüksek ateştir ve yaşamsal bir sorundur. Gerekli tedbirlerin alınması stratejik liderliğin uhdesindedir. Başta basın ve yayın organları olmak üzere hayatın her alanında, bıkkınlık verircesine duyulan bir nakarat vardır ki o da," terörle bir yere varılmaz " yalanına özellikle sorumluluk mevkiinde bulunanların itibar etmesi oldukça düşündürücüdür. Bazı düşünür ve yazarlar," Bal gibi varılır " diyerek, dikkat çekmek istemişlerse de sesleri cılız kalmıştır.
Bu çetrefilli soruna nereden bakılırsa bakılsın," Büyük Strateji " eksikliğinin varlığı apaçık ortadadır. Büyük strateji devlet ve milletlerin kaderidir. Üzerinde ulusal fikir birliği oluşmuş bir büyük stratejinin, politika tarafından uygulamaya konulması, yaşamsal değerdedir. Bunu görmezlikten gelerek veya hafife alarak, hiçe sayarak atılacak adımlar sıradandır ve hedef yerine, boşluğa götürür ki orada telafisi mümkün olmayan kayıplar vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük stratejisi olmuş olsaydı, millî gücün tüm unsurları bahse konu soruna yönlendirilerek kangrenleşmesine fırsat verilmeden, aklın ve bilimin ışığında gerekli tedbirler alınabilirdi. Maalesef sorun büyük ölçüde askerî güce havale edilerek ve " Uzun soluklu bir mücadele " yanılgısıyla, zaman ve kaynaklar heba edilmiştir. Yanılgının temelinde, mücadelenin doğasını ve karakterini anlamamaktan kaynaklanan stratejik teori eksikliği veya yokluğu bulunmaktadır. Bu konu; bugün de aynı problemlerle devasa bir hâl almışken, " çözüm süreci " olarak başlatılan bu dönemde, getirilen tedbirlerle daha da içinden çıkılmaz bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Bu sıradan stratejilerin tabii sonucu, çaresiz stratejilerin ise başlangıcıdır.
 
SEÇENEKSİZ KALMAK BİR STRATEJİ OLABİLİR Mİ?
 
Devlet ve milleti her ne olursa olsun bir adım atmaya, bir süreci başlatmaya mahkûmane bir durumla yüz yüze getirmek çaresizliğin ta kendisidir. Bu konuda Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, 15 Mart 2013’de Dicle Üniversitesi’nde yapmış olduğu konuşmada :" …Türk’üyle, Kürt’üyle, Boşnak’ıyla, Arap’ıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar. " söylemini" kadim değerlerden hareketle yeni bir siyaset anlayışı " olarak sunması ve bunu " önce ülkemizde sonra bölgemizde sonra da bütün dünya da egemen kılmaktır " ütopyasını, hedef olarak göstermesi "çaresiz stratejiler" konusunda incelenmesi gereken ironik ve paradoksal bir örnektir.
Stratejinin gücü ve kalitesi, tercih zenginliği ile doğrudan ilgilidir. Seçeneksizlik zayıflıktır ve ölümcül etkilere gebedir. Her şeyden önce, kaderin karşı tarafa rehin edilmesidir. Kaderleri rehin tutulanların başkalarının alınyazısını değiştirmeye kalkışmaları, diplomatik tuluatta yer bulabilir, ancak bu durum stratejide çaresizlikle sıfatlandırılır.
Çözüm sürecinde sıkça dile getirilen: " Şimdiye kadar, bu iş silahla çözülemedi...Kimse ölmüyor, şehit gelmiyor…Terörün maliyeti hesaplanırken, eğer olmamış olsaydı her aileye bir ev bir araba vb." söylemler, Türk milletinin bölünme ve yıkıcılığa karşı direnç gösteren, savunmacı akılları hedef alınarak, çaresizliği bir kader olarak kabul etmelerine yönelik son derece tehlikeli ve sinsi yaklaşımlardır. Bunlar hile ve aldatmaya yönelik birer yem ve tuzaktır.
 
BU SORUN AŞILABİLİR Mİ?
 
Bir kesim " Atı alan Üsküdar’ı geçti. " derken, diğer kesim ”İslam kardeşliği ile bir fırsatın yakalanabileceği veya bir süre daha idare edilebileceği… " görüşünde olabilirler. Ancak PKK’nın stratejisini anlamadan atılan veya atılacak adımlar, taktik düzeyde kalır ve stratejik yanılgıya zemin hazırlar. Yıllarca, bu mücadelede başarı/başarısızlık kıstasını; şehit/ölü ve dönem içinde meydana gelen olay sayıları ile açıklama yöntemi, son derece basit ve sığ anlayışın ifadesidir. Oysaki büyük strateji olmuş olsaydı, PKK’nın stratejisi ve politik hedeflerine odaklı bir eylem planı ile hareket edilebilirdi. Bundan yoksun olarak, kısa vadeli ve küçük hesaplara dayalı bir anlayışla başlatılan sözde çözüm süreciyle tılsımlı sonuçlar beklemek boşunadır.
Sanki PKK demokratik konfederalizm temelinde özerklik hedefinden vazgeçmiş, silah bırakarak koşulsuz sınır dışına çekilmiş, sürecin iplerini elde bulunduranlar Orta Doğu’ya yönelik stratejilerinin varsayımlarını değiştirmişler gibi bir delaletle sahnelenen aymazlık oyununa bel bağlayanların hüsranı kaçınılmazdır. Bir defa, bu süreç stratejik anlayıştan yoksundur. Terör örgütünü çözmeye odaklı eylem planıyla hareket etmesi gerekirken, milleti bir arada tutan değerleri hedef alarak, millî ve üniter devleti tasfiye etme amaçlıdır. Buna karşılık örgütün stratejisi, psikolojik ağırlıklı ve de saldırgandır. Bu saldırganlık fiziki ve fikrîdir. Amaç, Türkiye Cumhuriyeti’nin psikolojik zayıflıkları üzerinde oynayarak, zihinsel yıkımın sağlanmasıdır. Ardından fiziksel yıkımın gelmesi kaçınılmazdır. Bu dönemde, PKK terör örgütünün askerî, siyasi ve psikolojik kazanımları ile paralel devlet ve millet inşası faaliyetlerini basite indirgeyerek görmezlikten gelmeye yönelik davranışlar tarihi ve stratejik bir yanılgıdır.
Mevcut anlayış ve tutum devam ettiği müddetçe, çözüm süreci her nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın kaybeden Türkiye Cumhuriyeti olacaktır.